İran’daki devrimci komitelerin Jina Ayaklanması’nın yıldönümü için yayımladıkları bildiri
Aşağıda Troçkist Yayın Kurulu olarak yayımladığımız metnin orijinali Slingers Collective‘in web sitesinde yayımlanmıştır. Bu metin, şu anda İran içerisinde mücadeleyi sürdürmekte olan devrimci özörgütlenmeler ve komiteler tarafından, daha sonra bir devrimci ayaklanmaya dönüşen Jina Hareketi’nin yıldönümü vesilesiyle yayımlanmıştır. Slingers Collective‘in kaleme aldığı kısa girişle birlikte, bildirinin tamamının Türkçe çevirisini okuyucularımız ile paylaşıyoruz.
Çeviri: Enes Karakaş
***
İran’dan çeşitli devrimci komitelerle gerçekleştirdiğimiz bir dizi aydınlatıcı yuvarlak masa toplantısını tercüme etme ve yayımlama görevini geçmişte üstlenmiştik. Bu heyecan verici görüşmeler bize bu adanmış devrimci grupların özlemleri, bakış açıları ve kolektif değerleri hakkında olağanüstü bir kavrayış sağladı.
Elinizdeki metin, Jina ayaklanmasını anmak üzere bir araya gelen bu komiteler tarafından hazırlanan ortak bir bildiriyi ortaya koymaktadır. Bu kolektif bildiri, ortak değerlerin dokunaklı bir ifadesi ve İran’ın geleceği için vizyoner bir plan olarak hizmet ediyor. Bu bildiriyi derinlemesine incelediğimizde, devrim ilkelerine olan sarsılmaz bağlılıklarını ve İran’da köklü bir dönüşümü başlatmak için gösterdikleri ısrarlı çabaları daha iyi kavrıyoruz. Bildiri aşağıda yer almaktadır:
Jina’nın devrimci ayaklanmasının anma gününde, birlikte kat ettiğimiz yolu ve yolumuza devam etmek için gerekli adımları düşünmek üzere bir an durmalıyız. Bu adımlar arasında, sokaklara geri dönmemiz çok önemli bir yer tutuyor. Yıldönümü yeni başlangıçlar için bir fırsat sunuyor. Kitlesel gösteriler yoluyla sokakları geri almak, inkar edilemez bir şekilde umut ve zafer vaadiyle dolu. Ancak bu umut, mevcut eşitsizliklerle yüzleşmek ve İslam Cumhuriyeti’ne -mevcut iktidar rejimine- meydan okuyarak zaferi daha ulaşılabilir kılmak için ne yapılması gerektiğine dair net bir anlayışa dayanmalıdır; aksi takdirde sonuç, artan mahkum sayısı ve daha fazla göçten başka bir şey olmayacaktır.
Zulümden bıkanlar “Kadın, Yaşam, Özgürlük” diye haykırdıklarında, bu haykırış aşırı derecede eşitsizlik ve insanlık dışı muameleye maruz kalmış bir toplumun derinliklerinden yükseliyordu. Şimdi, Jina halk ayaklanmasının yıldönümünde bu ateşli haykırışı yükselten “biz’in” tam olarak kim olduğunu açıklığa kavuşturmak ve ileriye dönük yolumuzu düşünmek zorunludur. “Biz” sınıf ayrımının ağır yükünü taşıyan işçileri ve ezilenleri temsil ediyor; “biz” toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle boğuşan “kadınları” kapsıyor; “biz” sayısız baskı biçimiyle karşı karşıya olan “kuir” topluluğunu kapsıyor; “biz” vatandaşlık haklarından mahrum bırakılan “engellileri” içeriyor; “biz” Araplar, Kürtler, Türkler, Beluciler, Lorlar, Türkmenler ve çeşitli bayraklar altında merkeziyetçi milliyetçiliğin boyunduruğu altında acı çeken diğer birçoklarından oluşuyor; ve son olarak, “biz” doğanın tahrip edilmesi, ormanların yok edilmesi, sulak alanların ve nehirlerin kurutulması vb. ile boğuşan bu toprakların sakinleriyiz.
“Bizler” için sosyal adaletten yoksun bir özgürlük, işçilerin çoğunluğunun refah ve esenlik dolu bir yaşam için gerekli temel ihtiyaçlardan bile mahrum bırakıldığı, dolayısıyla hayatta kalmak ve onurlu bir yaşam sürmek için sürekli mücadele etmek zorunda oldukları mevcut durumun devam etmesi anlamına gelir. Bu arada, büyük servet sahibi bir azınlık, toplumsal ilişkilerin değişmesine kayıtsız olmakla kalmayıp, her türlü ilerleme veya gelişmeyi engellemek için aktif olarak çaba sarf etmektedir.
Bu nedenle, ne için risk almaya ve fedakarlık yapmaya hazır olduğumuz konusunda net bir anlayış oluşturmak zorunlu hale gelmektedir. Çabalarımızın içsel değeri, ne pahasına olursa olsun mevcut durumdan kaçmak etrafında şekillenmemelidir. Bunun yerine, ufukta refah, özgürlük ve eşitlik vizyonuyla zengin; eşitsizlik, baskı ve sömürüden arınmış bir dünya inşa etme arzusuna odaklanmalıdır. Uğruna mücadele ettiğimiz ideallerin ve hayallerimizin nasıl bir dünya tasavvur ettiğinin tümüyle farkında olmalıyız.
Aralık 2017’de öğrenciler “Şah istemiyoruz, Molla istemiyoruz, yalnızca Şura kurulsun” sloganıyla seslerini yükselttiklerinde, üniversite ve benzeri eğitim kurumlarının yönetiminin, asli bileşenler olan “hocalar”, “öğrenciler” ve “çalışanlardan” oluşan bir kolektife devredilmesini talep ettiklerini hatırlayalım.
İşçiler 2018’in ortasında “”Ekmek, iş, özgürlük, şura yönetimi” haykırışıyla yankılandıklarında, özünde, bu “atölye ve fabrikalarda” hakim olan “kamu” ve “özel” yönetim biçimlerinden, işçi konseyleri aracılığıyla bizzat işçiler tarafından yürütülecek bir yönetim sistemine geçilmesini savunuyorlardı.
Öğretmenler “parasız eğitimin gerekliliğini” savunduklarında, esasen “eğitimin metalaştırılması” paradigmasını aşma zorunluluğunun altını çizmekte ve herkes için erişilebilir ve evrensel eğitimin somut olarak gerçekleştirilmesini vurgulamaktaydılar.
Ahvazlı Araplar, Susuzluk Ayaklanması sırasında “Teslim olmayacağız, ya kazanacağız ya da öleceğiz” diyerek seslerini yükselttiklerinde, esasen “eşitsiz kalkınma” mantığının kısıtlamalarından bağımsız olarak “kendi kaderini tayin etme” haklarını savunuyorlardı.
Emekliler uygun ve yeterli “sigorta” ve “emeklilik” yardımlarına erişim haklarını talep ettiklerinde, hoşnutsuzluklarını mitingler, sloganlar ve beceriksiz yetkililere yönelttikleri hayal kırıklığı mesajlarıyla ifade ettiklerinde, bunun altında yatan arzu “emeklilik fonlarının” yönetimini kendi ellerine almaktı.
Bunlar ve diğer pek çok örnek, İslam Cumhuriyeti tarafından dayatılan yukarıdan aşağıya baskıcı yöntemlerin yerine insanların kurmak istedikleri alternatiflere örnek teşkil etmektedir. İslam Cumhuriyeti özünde “Şii Perslerin kapitalist, ataerkil ve merkeziyetçi sistemini” temsil etmektedir ve tek tek bileşenleri sistematik bir şekilde ortadan kaldırılmadıkça, yerine başka bir rejimin getirilmesi, mevcut statükoya, beraberinde getirdiği tüm zorluk ve sıkıntılarla birlikte geri dönülmesi anlamına gelecektir.
Muhalefet içindeki bazı grup ve fraksiyonların, insanların sorunlarının tek çözümünün “laiklik”, “ABD ile ilişki kurmak” ve hatta “meritokrasi” gibi arayışlarda yattığını savunduklarını gördüğümüzde, bu grupların aslında baskı ve eşitsizliğe katkıda bulunan birbiriyle bağlantılı faktörlerin karmaşık ağını gözardı ettikleri ortaya çıkmaktadır.
“İşçiler”, “kadınlar”, “kuirler”, “ezilen uluslar”, “üniversite ve okul öğrencileri” ya da ezilen ve sömürülen daha geniş kitlelerin bir parçası olarak, hangi kisveye bürünürse bürünsün, baskı ve eşitsizliğin tüm yönleriyle mücadele etmeye hazır olduğumuzu ilan ettiğimizde, acı çeken insanların yüzlerini tahayyül ederiz: “Kolbar” Kürt kadını, “Mahşehr’in Arap petrokimya işçisi”, “Türk gündelikçi çiftçi”, “Buşehrili çocuk gelini”, “genç Beluc yakıt taşıyıcısı”, “Lor Şuti”, “Gilak pirinç çiftçisi kadın”, “Afgan çocuk işçi”, “eşcinsel kimse” ve bir lokma ekmek için mücadele eden her yoksul emekçi. Dolayısıyla, bizim bakış açımıza göre, gerçek “statüko değişikliği” ancak toplumun ve sosyal sınıfların bu üyeleri yoksulluk ve açlık bataklığından kurtulup refah ve eşitliğe kavuştuklarında gerçekleşecektir. Böyle bir dönüşüm ancak kendi ortak çabalarımızla, “komiteler”, “hücreler” ve “işyeri örgütleri” kurarak, birbiriyle bağlantılı, ülke çapında bir “örgütler” ağı oluşturarak başarılabilir.
Bizim için demokrasi, lobicilik ve yolsuzluğa açık olan “seçim sandıkları” ve “seçilmiş temsilciler” sınırlarını aşmaktadır. Kolektif kaderimizin şekillendirilmesinde halkın en üst düzeyde katılımını teşvik etmeyi amaçlıyoruz ve bu katılımın zirvesine ulaşmak için “üretim ve yeniden üretim araçlarının, kaynakların, madenlerin vb. özel mülkiyetinin” ortadan kaldırılması, “ev işlerinin toplumsallaştırılması” ve üretim ve hizmet kuruluşlarının “kolektif ve konsey yönetiminin” toplumun çoğunluğunun istek ve arzularına uygun olarak kurulması gerekiyor.
“Seller” ve “depremler” sırasında, devlet kurumlarından daha organize ve etkin bir şekilde, hızla birbirlerinin yardımına koşan ve bu doğal felaketlerin kurbanlarına yardım edenlerin bizzat halk olduğuna tanık olduk. Buna karşılık, hükümetlerin vatandaşlarını nasıl terk ettiğini, hatta zaman zaman yardım etmek yerine yağmalamaya giriştiğini gözlemledik.
Atölye ve fabrikaların bizzat işçiler tarafından yönetilmesini, tarım arazilerinin çiftçiler tarafından denetlenmesini, hastanelerin hemşire, doktor ve hastaların aktif katılımı ve istişaresi ile idaresini, okulların öğretmen ve öğrencilerin ortak çabaları ile yönlendirilmesini, üniversitelerin öğrenciler, profesörler ve çalışanlar tarafından kolektif olarak yönetilmesini, ofislerin çalışanlar tarafından seçilmiş temsilcileri ile işbirliği içinde işletilmesini ve yerleşim alanlarının o bölgede yaşayanlar tarafından yönetilmesini savunuyoruz.
İşlerin yönetiminin atamalar yoluyla sadece sözde seçilmiş uzmanlara ve siyasetçilere bırakılmasını savunan demokrasi, esasen lobiciliğe ve gizli diktatörlüğe hızla dönüşebilen aldatıcı bir demokrasi biçimidir.
Bu nedenle, “”Kadın, yaşam, özgürlük” sloganına ek olarak, “özgürlük” kavramının çeşitli sağcı ve Batı yanlısı güçler tarafından istismar edilmesine karşı bir koruma aracı olarak “Ekmek, İş, Özgürlük, Şura Yönetimi” sloganını öneriyoruz.
Özgürlük, adalet ve şura yönetiminin kurulması için mücadele eden tüm işçilerden, kadınlardan, çiftçilerden, ezilen uluslardan ve lgbtqi+ topluluğundan; ortak düşmanımıza karşı ekmek ve özgürlük mücadelesinde birleşmelerini ve devrimin sadece bir rejim değişikliği olarak yanlış yorumlanmasından kaçınmalarını istiyoruz. Devrim aslında, mevcut istikrarsız ve baskıcı duruma alternatif olarak duran ve onu aşmaya çalışan, tamamen dönüştürülmüş bir toplum inşa etmekle ilgilidir. Vizyonumuz, üretimin ayrıcalıklı bir azınlığın kâr arayışı tarafından değil, toplumun kolektif ihtiyaçları tarafından yönlendirildiği bir toplum inşa etmektir. Toplumumuzda özgürlük ve eşitliğin aynı anda var olmasını, sınırsız ve evrensel ifade özgürlüğünün sağlanmasını, ölüm cezasının kaldırılmasını ve özünde her bir ferdin yeteneklerine göre katkıda bulunduğu ve ihtiyaçlarına göre aldığı özgür ve sosyalist bir toplumun kurulmasını savunuyoruz.
İslam Cumhuriyeti yıkılırken yeni bir devrimin başladığının bilincinde olarak uyanık kalmalıyız. Kendi kaderimizi aktif bir şekilde şekillendirmek için sokaklarda sürekli ve organize bir şekilde varlığımızı sürdürmeliyiz. Politikacıların ve kapitalistlerin “Kurucu Meclis” ve benzeri çeşitli isimler kullanarak sandığa dayalı bir demokrasi bahanesiyle bize bir kez daha hükmetmelerine izin vermememiz çok önemlidir.
Bizim için devrim devam eden bir yolculuktur ve işçiler, kadınlar ve ezilen uluslar kapitalizme, ataerkilliğe ve güç yoğunlaşmasına karşı çıkmaya devam ettiği sürece değişim ihtiyacı da devam edecektir. Onlar kendi kaderlerini şekillendirme arayışlarında kararlı olmaya devam edecekler.
Senendec Mahallelerinin Genç Devrimcileri
Gilan Devrimci Komitesi
Javad Nazari Fatahabadi Komitesi
Mahabad Kızıl Devrimci Gençlik Komitesi
Jian Grubu
Zahedan Devrimci Gençlik Hücresi