Nolan’ın Oppenheimer’ının gündeme getirdiği sorular üzerine

“Tatlı geleneğe göre, acı geleneğe göre, soğuk geleneğe göre, renk geleneğe göre; oysa gerçekten olan atomlar ve boşluktur.”

– Demokritos, aktaran: Sext. Emp., Adv. Math., 7.135, 136-137)

“Demokritos tözlerin [atomların] belli bir süre birlikte kalmasının nedeninin cisimlerde iç içe girmeleri ve birbirlerine tutunmaları olduğunu söyler. (…) Bu yüzden Demokritos, çevrelerinden kaynaklanan daha güçlü bir zorunluluk onları sarsana ve dağıtana dek uzun bir süre birbirine bağlı bir şekilde ve bir arada kaldıklarını düşünüyor.”

– Simplicius, In Cael.: In Aristotelis De caelo Commentaria

“Aristoksenos’un Tarihî Anılar’da dediği gibi Platon, Demokritos’un toplayabildiği tüm eserlerini yakmak istemiş, ancak Pythagorasçılar Amyklas ve Kleinias bunu yersiz bularak ona engel olmuştu, zira birçok insan zaten Demokritos’un kitaplarını edinmişti.”

– Diogenes Laertius, Lives of Eminent Philosophers

“Dünya tarihindeki en korkunç bombayı keşfettik. (…) Bu, Fırat Vadisi döneminde, Nuh ve muhteşem gemisinden sonra kehanet edilen alev dolu yıkım olabilir. (…) Japonları bitir.”

– ABD başkanı Harry Truman, 1945’te günlüğüne yazdığı satırlar

Christopher Nolan’ın son filmi Oppenheimer, yalnızca tarihsel değil ancak çağımıza dair de olan birçok sorunu gündeme getirmesi bakımından, bu başlıkların bir kere daha tartışmaya açılması yönünde bir fırsat yaratıyor. Entelektüel mülkiyet, kapitalizm ile bilimin ilerleyişi arasındaki ilişki, II. Dünya Savaşı’nda faşizme ve “demokratik” emperyalizme karşı SSCB’nin hayata geçirdiği Stalinist politikanın işçi hareketindeki ve aydınlar arasındaki yıkıcı sonuçları, II. Dünya Savaşı’nın toplumsal kökenleri, ABD emperyalizminin küresel konsolidasyon krizi, tarihsel ve bilimsel olayların sanatsal temsili ve benzeri birçok konu, Nolan’ın filmiyle gündeme getirilen sorunlar arasında sayılabilir. 

Bu konuları, bu yazının çerçevesinde hak ettikleri ölçüde ele almak mümkün değil. Ancak Nolan’ın seyirciye sunduğu olayların muhafazakar bir yorumunu tercih etmesi dolayısıyla, kısaca da olsa, devletlerin atom parçacıklarının açığa çıkardığı muazzam enerjinin kontrolüne geçtiği tarihsel dönemin başlıca siyasal ve sosyal dinamiklerinin açıklanmasında ve filmin tahrifata yol açtığı veya eksik kaldığı kısımların incelenmesinde fayda var.

Bir figür olarak Oppenheimer, tam da yukarıda saydığımız tarihsel, politik ve sosyal konuların karmaşık bir biçimde iç içe geçmiş olmalarını biyografisinde ve kişiliğinde temsil ettiği için, birçok sanat eserinin konusu olarak ele alındı ve işlendi. Kuzey Amerikalı besteci John Adams’ın Oppenheimer’ı merkezine alan Doctor Atomic operası(1), Nolan’ın filminde Jefferson Hall tarafından canlandırılan Haakon Chevalier’nin Oppenheimer ve onunla olan arkadaşlığını anlatan kurgusal romanı The Man Who Would Be God ve Heinar Kipphardt’ın McCarthy dönemindeki fizikçilere ve Oppenheimer’a karşı açılan soruşturmaları eleştirel bir gözle değerlendirdiği tiyatro oyunu In der Sache J. Robert Oppenheimer bunlara örnek olarak gösterilebilir.

Söz konusu Nolan’ın Oppenheimer’ı olunca, Kipphardt’ın tiyatro oyunu özellikle incelikli bir değerlendirme yapılmasını gerektiriyor. Zira henüz filmin herhangi bir eleştirmeni bu konuyu gündeme getirmiş olmasa da, Oppenheimer’ın senaryo yazarı da olan Nolan, Kipphardt’tan hem tema noktasında, hem anlatılan olayların zamansal akışının kurgulanmasında derinden etkilenmiş gibi duruyor (Kipphardt’ın oyunu da, Oppenheimer’ın sorgusu sırasında tutulmuş resmî kayıtlara dayandığı için, bu “derinden etkilenme” durumuna intihal demek doğru olmaz). Kipphardt’ın oyununda, başlıca iki olay akışı sergileniyor: Savaş sırasında ABD hükümetinin Berkeley fizikçileri eliyle atom bombasını geliştirmeye çalışması ve Oppenheimer’ın komite karşısındaki sorgusu. Yine oyunda da Gordon Gray, Oppenheimer’ı, neden bir hidrojen bombası geliştirmekte isteksiz kaldığını sertçe sorguluyor ve atom bombasının kullanılmasının ardından vicdan azabı çekip çekmediğini irdeleyerek, hidrojen bombası konusundaki etik duruşunun ikiyüzlü olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Oyunda Oppenheimer’ın, KP üyesi Doktor Jean Tatlock ile otelde geçirdiği gece yine detaylıca işleniyor ancak filmden belli başlı farklılıklarla: Jean Tatlock, Nolan’ın yaptığının aksine nevrotik ve hatta “deli” bir karakter olarak değil, psikiyatri doktoru olarak tanıtılıyor (yani olduğu kişi olarak).

Kipphardt’ın oyununda öne çıkarmayı uygun gördüğü olaylar ile Nolan’ın sekansları arasındaki ortaklık listesi uzatılabilir ve bunlar, Nolan’ın tercihleri konusunda öğretici de olur. Ancak asıl öğretici olan, Oppenheimer’ın hayatını ve mirasını işleyen diğer eserlerin gündeme getirmesine rağmen, Nolan’ın bilinçli olarak perdeye taşımayı tercih etmediği olaylardır: Özellikle de atom bombasının Hiroşima ile Nagazaki’de patlatılarak yüzbinlerce ölüme yol açması. Nolan filminde, atom bombasını yalnızca bir kere patlatıyor ve o da, Los Alamos çöllerinde yapılan deneyde gerçekleştirilen patlamadan başkası değil. Seyirciye Hiroşima ile Nagazaki “deneylerini” göstermiyor. Aynı zamanda atom bombasıyla beraber haritadan silinen Hiroşima ile Nagazaki’deki trajik görüntülerin yeniden canlandırılmasıyla da ilgilenmiyor (böylece seyirci, atom bombasıyla olan ilişkisini, Oppenheimer üzerinden, neredeyse yalnızca akademik bir düzlemde kurmak zorunda kalıyor, onun yıkıcılığına tanıklık edemiyor). Bunun karşısında John Adams’ın Doctor Atomic’i, Japon bir kadının sesinden okunan şu satırlarla son bulur:

“Lütfen bana biraz su verin.

Çocuklar su istiyorlar.

Tanimoto-san, lütfen bana yardım et. Kocamı bulamıyorum.

Lütfen, bana biraz su verin.

Lütfen, bana biraz su verin.”(2)

Nolan’ın filminde de, Oppenheimer’ın yaşamında da atom bombası merkezî bir yer tutuyor. ABD’nin ve kısmen de Avrupa’nın önde gelen birkaç fizikçisi bu bombanın yapımı için yıllarını verdi. ABD GSYH’sinin gözardı edilemeyecek bir miktarı, bu bombanın hayata geçirilmesine ayrıldı.(3) Onlarca fabrikada binlerce işçi, atom bombası için uranyum ile plütonyumu uygun bir maddesel forma sokmak için yoğun olarak çalıştırıldı. Bütün bu kapitalist organizasyon, yüzbinlerce insanın hayatı pahasına ABD emperyalizminin küresel otoritesini konsolide etmek için yapıldı. Ve bu, filmde işlenmeye değer görülmemiş.

Adams’ın operasında öne çıkan bir özellik daha var: Kuantum alanının ifade ettiği muğlaklık ile belirsizliğin, müzikal melodiye yansıyışı; Newtoncu determinizm çağının müzikal ifadeleri olan keskin, belirgin, köşeli, çerçevesi ve istikrarı oturmuş nota yapılarının noksanlığı. Einstein, kuantuma dair tanrının zar atmayacağını öne sürmüş olsa da, Adams müzik enstrümanlarının bu zarı atabileceğine ikna olmuş gibi.

Fizikte kuantum alanının temsil ettiği bu belirsizlik ilkesini, sanatta temsil etmeye çalışmış olan bir eser daha öne çıkıyor. Michael Frayn’in 1998’de sahnelenen Copenhagen oyunu, 1941’de Naziler için çalışan Alman fizikçi Werner Heisenberg’in Niels Bohr’u ziyaretiyle açılır (Nolan’ın filminde de bu tarihsel buluşmaya atıfta bulunuluyor). Kuantum alanının geliştirilmesinde öncülüğü üstlenen Bohr (David Burke) ve Heisenberg (Matthew Marsh), oyun sırasında, bugüne dek izledikleri yola kendilerini getiren nedenleri incelemeye başlarlar ve bu sırada, kendilerini bugüne getiren farklı olayların farklı kombinasyonları üzerine sohbet ederek, olası alternatifler olarak nelerin mümkün olmuş olduğunu tartışırlar. Oyun, Bohr’un buluşma sırasında, Heisenberg’e aslında olduğundan daha farklı tepkiler vermesi neticesinde atom bombasının ilk olarak Hitler tarafından kullanılabileceği ihtimalinin bir gerçeklik olduğunu hissettirmeye çalışır. Geçmiş tektir, bugün parçalı, yarın ise belirsiz.

Bunların karşısında Nolan, Oppenheimar’ı neredeyse bir belgesel gibi çekmeyi tercih etmiş. Yalnızca bir sahnede, o da Oppenheimer’ın Pablo Picasso’nun, yani insanın suretindeki her bir organı duyumsanandan farklı noktalara yerleştiren bu kübist ressamın eserini incelediği sahnede, kuantumun öngördüğü evren modeliyle birlikte fiziksel dünyanın çizgilerinin silikleştiği, köşelerin ve hatların silgiyle üzerinden geçildiği hissediliyor. Ancak filmin genel olarak bir belgesel havası taşıyor olması, Nolan’ın buradaki kaygısının, Oppenheimer’ı sanata da ilgi duyan bir entelektüel olarak resmetmek olduğunu düşündürebilir.

Film belgesel rolü yapıyor (yani nesnel bir tarih anlatımı olduğunu iddia ediyor) ama aslında atom bombasının kullanımına dair veya atom bombası ve benzeri silahları geliştiren bilim insanlarının komünist veya devrimci fikirlere sahip olup olamayacağına dair tamamen emperyalist Atlantik cephesinin argümanlarını meşrulaştırma peşinde. Nolan bunu Batman serisinde ve Dunkirk’te de yapmıştı. Batman’de seyirciyi Gotham şehrinin yoksullarına karşı öfkelenmeye davet ederken, Dunkirk’te ise Hitler’in insafına kalmış İngiliz askerlerinin hayatlarını kurtarışını Britanya genelkurmayı ile Churchill’in bir dehası olarak sunmuştu (halbuki Hitler’in o sırada Dunkirk’e bir hava saldırısı düzenlememesinin nedeni, ileride İngiltere ile bir barış anlaşması imzalamayı planlayarak SSCB’ye odaklanmak istemesiydi; ayrıca, Hitler’in Nazi Almanyası’na 1938’de Münih Anlaşması aracılığıyla Çekoslovakya’yı teslim eden de, Churchill’den önceki başkan Chamberlain değil miydi?).

Nolan bütün film boyunca, Oscar ödüllerinin gelecekteki sahiplerini seçecek olan liberal ve Amerikan yurtseveri bir seçkinler grubunu memnun edecek şekilde Oppenheimar’ın aslında bir komünist olmadığını kanıtlamaya çalışmakla kalmıyor (bu bir siyasi suç mu?), Oppenheimar’ın tarihte oynadığı rolü de kesin bir şekilde tahrif ediyor. Burada şu gerçek, keskin bir şekilde ifade edilmeli: Nolan’ın, hayatı karşısında “tarafsız” kalmayı tercih ettiği figür, aslında bir savaş suçlusudur. Evet, J. Robert Oppenheimer, yüzbinlerce insanın feci bir şekilde katledilmiş olmasının başlıca sorumlularından birisi olarak, bir savaş suçlusudur. Tıpkı Los Alamos’taki diğer bütün fizikçiler, Leslie Groves’un (Matt Damon) da aralarında olduğu bütün ABD genelkurmayı ve başkan Truman (Gary Oldman) gibi. Sahici demokratik mekanizmalara sahip bir siyasal rejimin, Hiroşima ve Nagazaki suçlarının ertesinde, fizikçilerden devlet başkanına dek, bütün bu savaş suçlularını yargılayacak mahkemeleri kurabilmesi gerekirdi. Birleşik Devletler böylesine demokratik kapasiteye sahip bir siyasal örgütlenme formu değildi.

20. yüzyıl kapitalizmi, insanlığın ezici çoğunluğunun sömürüye ve diktatörlüklere mahkum edilmesinin önündeki toplumsal ve politik engelleri ortadan kaldırmak ve kendi barbarlığını en rasyonal sınırlarına taşımak için, iki büyük teknik-teknolojik “atılım” gerçekleştirdi: Toplama kampları ve atom bombaları. Bu iki teknik “atılım” da II. Dünya Savaşı’nın içinde, yani küresel kapitalizmin kanlı ve ölümcül bir çelişkinin içinde olduğu bir sırada keşfedildi. Savaşın sonrasında yükselişe geçen sınıf mücadeleleri ve devrimci ayaklanmalar, küresel kapitalizmi şimdilik bu iki aracı da sistemli bir şekilde kullanmaktan alıkoysa da (sistemli bir şekilde diyoruz çünkü aslında ABD kapitalizmi, bugün kendi hapishanelerini aslında toplama kampları modeline uygun olarak üretim tesislerine dönüştürmüş durumda), bu iki araçtan birisinin mucidinin, J. Robert Oppenheimer olduğu unutulamaz.

Film, tam da atom bombasının mucidi fizikçileri ve onların idari yöneticisi Oppenheimer’ı aklayabilmek için, onların atom bombasına yönelik ilgilerini saf bir entelektüel merak ve bilimsel ilerleme iradesi olarak sunuyor ve ABD genelkurmayının bombayı pratikte kullanması ile fizikçilerin bu bomba üzerinde teorik olarak çalışıyor olmalarının, iki farklı sosyal kategori olduğuna bizi ikna etmeye çalışıyor. Burada Aristoteles’ten Marx’a uzanan ve teori ile pratiğin birlikteliğini anlatan ve çok yüksek ihtimalle Los Alamos fizikçilerinin bizden daha hakim olduğu kapsamlı felsefî literatürün çeşitli argümanlarını aktarmaya lüzum yok. II. Dünya Savaşı’nın ardından Fransız Atom Araştırmaları Komiserliği’ndeki araştırma görevlileri, fizikçiler ve işçiler, hükümet eğer kendilerinden bir atom bombasının yapımını talep edecek olursa, nükleer tesisleri derhal terk edeceklerini kamuoyuna açık bir deklarasyonla duyurmuşlardı.(4)

Söz konusu sosyal ve politik olaylar olunca, filmin başka zayıf yönleri de mevcut. Öncelikle, klasik Hollywood geleneğini izleyerek, kökeni itibariyle toplumsal bir karaktere sahip olan sorunları basit kişisel çekişmelere veya benzerlerine indirgiyor. Oppenheimer’ın ABD güvenlik aygıtı tarafından göz hapsine alınması, takip edilmesi ve ertesinde de sorgulanması, bu bağlamda ünlü fizikçi ile Lewis Strauss arasındaki gergin ilişkinin bir neticesi ve Strauss’un kariyerist hezeyanlarının bir parçası olarak sunuluyor. Nolan’ın kendisi, Oppenheimer’ı canlandıran aktör Cillian Murphy’e, rolüne hazırlanması için Amadeus filmini izlemesini tavsiye ettiğini çünkü Oppenheimer-Strauss çekişmesini, Mozart-Salieri rekabetine benzettiğini söylüyor.(5) Ancak bu yalnızca kısmen doğru; istihbarat servisi elemanlarının, savcıların ve politik elitlerin Oppenheimer’a yönelik kurdukları baskıcı komplo, bütün yönleriyle sistematik ve yapısal bir devlet politikasıydı, basit bir kişiler arası rekabet sorunu değil.

Oppenheimer’ın sayısız kurbanlarından birisi olduğu ABD’nin komünist avı politikası, Temsilciler Meclisi’ne bağlı olarak 1930’da kurulan Hamilton Fish Komitesi’ne dayanır. Meclis üyelerinden Samuel Dickstein Nazizmin de büyük bir tehlike teşkil ettiğini ve komitenin bu yönde de çalışması gerektiğini belirttiğinde, Fish “komitenin sadece komünistlerin peşinde olduğunu” ifade eder.(6) 1945’e gelindiğinde ABD generali Douglas MacArthur “Rusların Nazilerden de büyük bir tehlike” olduğunu söyler.

Bu kurum daha sonra Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi ismini aldı ve Dalton Trumbo, Robert Taylor, Gary Cooper, Bertolt Brecht, Sterling Hayden, Elia Kazan, Pete Seeger, Arthur Miller, Albert Einstein gibi birçok ismi sorguya çekti (ya da çekmeye çalıştı) veya işsiz bıraktı veya tutukladı. Komitenin kararı sonucu Alger Hiss idam cezasına çarptırıldı.

Nolan’ın filminde basit bir Strauss-Oppenheimer çatışması olarak ele aldığı antikomünist devlet baskısı politikasının McCarthy dönemindeki sonucu, SSCB’ye radar, sonar, jet motorları, atom bombası ve nükleer silah teknolojileri hakkında bilgi kaçırmakla suçlanan Ethel ve Julius Rosenberg çiftinin soğukkanlılıkla idam edilmesi oldu. Nolan filminde bu tarihsel “ayrıntıya” yer vermemiş; halbuki bu olay, Strauss’un kişisel kaprislerinin değil, ancak ABD hükümetinin atom bombasının sırlarına dair ne denli ölümcül “hassasiyetlere” sahip olabileceğini gösteriyor. Tepesine Stalinist bir bürokratik kast çökmüş de olsa, tarihteki ilk işçi devletinin, teknik ve teknolojik monopolü elinde tutmak isteyen saldırgan bir emperyalist devlet karşısında savunmasız kalmaması için Rosenberg çiftinin giriştiği casusluk faaliyeti, hiç şüphesiz kahramanca bir eylemdi.(7)

Rosenberg çifti 19 Haziran 1953’te katledilmeden bir hafta önce, yani 12 Haziran 1953’te, Oppenheimer’ın meslektaşlarından ve atom enerjisi üzerine yaptığı kurucu çalışmalarıyla da tanınan Einstein, Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi’nde ifade vermeye çağrılması üzerine New York Times’da bir mektup yayımlamıştı. Einstein bu mektupta şu çağrıyı yapıyordu:

“Tanıklık etmek için çağrılanlar, Komite’nin önüne çıkmamalı, gerekirse cezaevine girmeyi, parasız kalmayı, ülkenin çıkarları uğruna kendi çıkarlarından olmayı göze almalıdırlar.

Bunu yaparken Anayasa’ya sığınmamalı, onurlu bir yurttaşın böyle bir soruşturmaya katılamayacağını haykırmalıdırlar.

Yeterli sayıda kimse bunu yapabilirse, başarı kazanılır. Başarı kazanılamazsa, bu ulus zaten köle olarak yaşamayı kabullenmiş demektir.”(8)

ABD’nin “atom casuslarına” yönelik sürdürdüğü cadı avı, tam bir siyasal ikiyüzlülük örneğiydi. Stalin önderliğindeki bürokratik kastın, 1920’nin ikinci yarısından itibaren Rus partisinin kongrelerinde imza attığı politik revizyonlar ve uluslararası politikada SSCB’nin İspanya, Fransa ve Çin devrimlerini ihanetleriyle boğazlayıp, Almanya’daki KP’yi siyasal olarak silahsızlandırması meyvelerini vermiyor değildi. II. Dünya Savaşı sırasında Roosevelt önderliğindeki emperyalizm ile SSCB bürokrasisi oldukça kârlı ticari anlaşmalara imza attı. Bu anlaşmaların sonucunda, ABD’nin bizzat kendisi, SSCB’ye, atom bombasının yapımı için ihtiyaç duyduğu mamul malların önemli bir kısmını sağladı:

“Ödünç Verme-Kiralama [Yasası] kapsamında istenen belki de en şaşırtıcı malzeme, 1 Şubat 1943’te talep edilen zenginleştirilmiş uranyumdu; Sovyetlerin atom bombası programı bu şekilde başlayacaktı. ABD, Stalin’e savaşın sonuna dek en az üç taksitte, 750 kilogram uranyum-235, 1100 gram ağır su, 379.000 kilogramlık kadmiyum metal (nükleer reaktördeki yoğunluğu kontrol etmede kullanılıyor), 11 bin kilogram toryum, uranyumu plütonyuma dönüştürmede kullanılmak üzere 6.3 milyon kilogram rafine alüminyum tüpü nakletti. Ödünç Verme-Kiralama’da hava kuvvetleri irtibat subayı olarak Great Falls’da görev yapan Binbaşı George Racy Jordan, Stalin’e gönderilecek bu hassas paketlerden ilki hazırlanırken, Hopkins’in kendisini bizzat, 1943 Nisan’ında aradığını ve Sovyetler Birliği’ne yapılacak ‘çok özel, hususi kimyasal nakliyatı’ hızlandırmasını istediğini söylüyor. Hopkins, Jordan’a ayrıca, ‘Kayıtlara geçmeyecek. Büyütmeden, sessizce ve ivedililikle gönderin.’ diyor.

(…)

Binbaşı Jordan, Great Falls’tan geçenlerin sadece küçük bir kısmına ve uçağa sığabilecek kadar ufak boyutlu olanlarına şahit olmuştu. Yine de, ‘tarihte görülmüş en büyük postayla sipariş kataloğu’ olarak ifade edecek kadar intiba edinmişti. Kayıtlarda görebildiği kadarıyla, sadece ‘atomik maddeler’ sınıfından berilyum materyalleri (4400 kg.), kadmiyum alaşımları (33 bin kg.), alüminyum tüp (6.244.366 bin kg.), kadmiyum metalleri (378.745 kg.), kobalt cevheri ve konsantresi (15.240 kg.), kobalt metali ve kobalt içeren parça (366.022 kg.), berilyum ve kadmiyum bileşikleri naklediliyordu. Jordan’ın gördüğü, Stalin’e gönderilen ‘Metal ve Metal Ürünleri’ listesi yedi sayfalıktı; ardından on sayfalık, sınai kullanım için atom içermeyen kimyasal listesi geliyordu.”(9)

Atom bombası formüllerinin SSCB’ye iletilmesiyle suçlanan Rosenberg çifti idam edilirken, Soğuk Savaş döneminde bu “sipariş kataloğunun” hazırlanmasından, SSCB’ye iletilmesinden ve bunların SSCB’ye iletilmesini emredenlerden hiç kimse yargılan(a)madı çünkü bu transfer, sonuna kadar yasaldı.

Oppenheimer, Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesi’nin değil ama aslında onun siyasal devamcısı olan başka bir düzmece komitenin karşısında komünist olmadığını kanıtlamaya çalışırken, Nolan da seyirciyi Oppenheimer’ın komünist olmadığına ikna etmeye çalışır. Nolan, bir kimsenin ilerici siyasal fikirleri dolayısıyla iş güvencesi hakkından men edilmesini protesto etmez ancak o kimsenin (fizikçinin) söz konusu siyasal fikirlerle gerçekten bir ilgisinin olmadığını ispatlamaya çalışır.

Oppenheimer’ın ABD Komünist Partisi’yle veya Marksist teori ve politikayla olan ilişkisini ve bunlara dönük adanmışlığını veya ilgisizliğini bütün yönleriyle bilemiyoruz. Eşinin ve kardeşinin parti üyesi olduklarını ve kendisinin de partinin birçok kitle örgütünde ufak da olsa çeşitli roller üstlendiğini biliyoruz. Bunların haricinde Oppenheimer’ın birçok meslektaşı ve hocası da, farklı ülkelerde farklı sosyalist partilerin ve düşüncelerin takipçileri veya sempatizanlarıydı. Dolayısıyla politik olarak “komünist” programı benimsemiş olsun veya olmasın, parti üyesi olmuş olsun veya olmasın, Oppenheimer radikal bir siyasal atmosferin fiziksel bir parçasıydı ve bundan hiç şüphesiz etkilenmişti.

Bu durum, bize şunu söyleme hakkını veriyor: Oppenheimer’ın şahsi trajedisi ve onun, yaşanmasında büyük payının olduğu insanlık trajedisi, aslında Stalinizmin yaşadığı ve yaşattığı politik trajedinin bir tezahüründen başka bir şey değil. Oppenheimer’ın, komünist düşüncelere sempati duyan vasat bir fizikçiden, ABD emperyalizminin askerî-sınaî kompleksinin milyarlarca dolar bütçe ayırdığı bir kitlesel imha silahının üretiminin organize edilmesinden sorumlu olacağı proje müdürlüğüne uzanan yolculuğu, Kremlin’in küresel ve ABD KP’sinin de ulusal politikaları aracılığıyla siyasal olarak meşrulaştırılmıştı.

Kremlin’in II. Dünya Savaşı sırasındaki uluslararası politikası, Batı ülkelerindeki KP’lerin, kendi hükümetleriyle politik olarak işbirliği yapmalarıydı. Bu, Stalinizmin, demokratik emperyalizmle (ABD ve Britanya) oluşturduğu birleşik siyasal cephe stratejisinin mantıksal bir sonucuydu. Bu siyasal cephenin en vahim sonuçları, Churchill’in ricası üzerine Komintern’in kapatılması ve ABD ve Britanya KP’lerinin, kendi emperyalist hükümetlerinin savaş bütçeleri ile çalışmalarını koşulsuz desteklemesiydi. Bu bağlamda ABD KP’si, hükümetin II. Dünya Savaşı sırasında getirdiği grev yasağı kararını olağanca gücüyle destekledi ve kendi kontrolünde olan sendikaların tamamında, işçilerin grev ve ücret benzeri taleplerini bastırarak, onların ulusal ve askerî üretimi daha da yoğun olacak şekilde sürdürmelerini sağladı. Dahası ABD KP’si bu noktada, işçi hareketi içindeki polis rolünü de layıkıyla yerine getirdi ve Teamsters sendikası aracılığıyla Minneapolis’te taşımacılık işçilerinin kitlesel ve militan grevlerini organize edip yönetmiş olan Dördüncü Enternasyonal’in Kuzey Amerika partisinin önderliğinin tutuklanması için kullanılan Smith Yasası’na desteğini açıkladı ve Troçkist hareketin ABD’deki önderlerinin yargılanmasını savundu.

Amerikan Stalinizminin savaş sırasında kendi ulusal egemen sınıflarına açıkladığı koşulsuz siyasal destek, Kremlin’den dikte edilen bir politikaydı. Bu emir doğrultusunda ABD KP’si, Amerikan emperyalizminin savaş yatırımları ile faaliyetlerini destekledi; Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’yle ortak bir fiili savaş yanlısı siyasal koalisyonun parçası oldu; sendikalardan öncü işçileri tasfiye ederek grev kırıcı ve vatansever işbirlikçileri yönetim pozisyonlarına getirdi; sendikalardaki üyelerine en düşük ücretle en fazla cephaneliği üretmeleri gerektiğini vaaz etti. O sırada partinin etrafında olan birçok aydın ve bilim insanı, partiden ve onun Kremlin’den gelen siyasal direktiflerinden şunu öğrendiler: ABD’nin emperyalist hükümetine sadakatinizi koruyun ve sınıf mücadelesini değil, ABD’nin askerî gücünün yükseltilmesine çalışın.

Oppenheimer, tam da partinin etrafında olan bu bilim insanlarından birisi olarak, Nazizmin Yahudileri soykırımdan geçirmesine duyduğu öfkeyle komünizme sempati duymaya başlayan bir fizikçiden, atom bombasının “çok sayıda işçinin çalıştığı ve etrafında işçilerin evlerinin olduğu” bir fabrikanın üzerinde patlatılmasını öngören danışmanlık komitesinin söz konusu kararının altına imzasını atan bir savaş suçlusuna evrildi. Oppenheimer haftalar boyunca bu komiteye ve Farrell’a, bombanın hangi Japon şehirlerine atılabileceği ve bombanın nasıl atılması gerektiğine dair (bulutlu bir günde atılmamalıydı ve devasa bir yükseklikten de bırakılmamalıydı çünkü bu durumlarda bombanın “etkisi” azalabilirdi!) önerilerde bulundu.

Oppenheimer’ın, atom bombasının Hiroşima ile Nagazaki’de yol açtığı kıyımın ertesinde politik-etik bir dönüşüm yaşamaması ve “atom bombasının babası” unvanını severek sahiplenmesi de, dünya KP’lerinin o sıradaki politikalarıyla uyumluydu. Batı ülkelerinin KP’leri atom bombasının Japonya’da yüzbinlerce emekçiyi katletmesini, Kremlin’den dikte edilen işbirlikçi politikanın neticesinde, sevinç naraları ve destekleyici manşetlerle karşıladılar. Öyle ki, Avustralya Komünist Partisi’nin yayın organı, Hiroşima’nın emperyalizm tarafından haritadan silinmesini “Jappy Ending” (İngilizce’deki “happy ending”, yani “mutlu son” deyimine bir gönderme) başlığıyla kutladı.(10)

Bu bakımdan atom bombasının tarihsel ve politik rolü de tartışılmaya değer. Bu bombanın yapımına başlandığında, kendisinden sık sık “II. Dünya Savaşı’nı bitirecek olan silah” şeklinde bahsediliyordu. Nolan da bu temayı filmde sıklıkla işlemiş, hatta Oppenheimer’ın, atom bombası aracılığıyla “bütün savaşların biteceğini” düşündüğünü de beyaz perdeye aktarmış. Benzer bir kolaycılık ile indirgemeciliği, matematikçi Alan Turing’in (Benedict Cumberbatch) Nazilerin şifreli iletişim sistemi olan Enigma’yı çözmeye çalışmasını anlatan The Imitation Game filminde de görüyoruz: Öyle bir askerî-teknolojik mucize (bir aygıt veya kod veya bomba veya silah) yaratılacak ki, bu, savaşı sona erdirecek. 

Halbuki savaşlar sosyal olaylardır, dolayısıyla bitişleri de kendilerini yaratan toplumsal ilişkiler bütününde kapsamlı değişiklikleri ve dönüşümleri gerektirir. Dahası, savaşlar politikanın silahlarla yapılan devamıdır. Silahları insanlar üretir ve hatta insanlar kullanır. Savaşları silahlar başlatıp bitiremez, insanlar başlatıp bitirebilirler. II. Dünya Savaşı’nı da ne atom bombasının mucitleri, ne de Nazilerin şifreli telgraflarını çözümleyen akademisyenler sonladırdı; II. Dünya Savaşı’nı bitiren Mussolini’ye karşı ayaklanan işçiler, işgale karşı savaşan Yunan ve Fransız partizanlar, 20 milyon şehit veren Kızıl Ordu, Nazizme karşı milisler oluşturan Macar, Yugoslav ve diğer milletlerden işçilerdi.

Yeni silah teknolojileri-teknikleri ile insanlar arasındaki ilişkiyi Troçki şöyle tarif eder:

“Dar kafalı kimseler onlarca yıl askerî teknikteki gelişmenin devrimi imkansız kılacağını tekrar edip durdular. Yine de savaşlar da, devrimler de bildiklerini okumaya devam ediyor. Otomatik silahlar ve mitralyözler yerine tankları ve bombardıman uçaklarını belirtmekle yetinen Frossard ve şürekası eski klişeleri en yeni buluşlar biçiminde sunuyorlar. Biz şöyle cevap veriyoruz: Her makinenin arkasında yalnızca teknik değil, ama toplumsal ve siyasal bağlarla da bağlı insanlar vardır.”(11)

Atom bombası, korkunç derecede yıkıcı potansiyele sahip bir silah olabilir. Ancak onu şehirlerin üzerine atan hala bir pilottur (insan) veya bu bombayı taşıyan insansız hava aracını uzaktan yöneten de yine bir insandır. Dolayısıyla silahları, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilerin tarihsel yansımalarını temsil eden insanlar kullanmaktadır. Troçki, yukarıdaki satırlarının öncesinde ise, bugün dahi silahlar ile dünya işçi sınıfı arasındaki ilişkiyi tarif etmeyi sürdüren aşağıdaki ifadelere yer verir:

“Proletarya silahları üretir, onları nakleder, onların depolandıkları ambarları inşa eder, kendine karşı bu binaları korur, orduda hizmet eder ve ordunun bütün donanımını yaratır. Silahları proletaryadan ayıran kitleler ya da duvarlar değil, itaat alışkanlığı, sınıfsal egemenlik hipnozu, milliyetçi zehirdir. Bu psikolojik duvarları yıkmak yeterlidir — hiçbir taş duvar direnmeyecektir. Proletaryanın silah istemesi yeterlidir — onu bulacaktır. Devrimci partinin görevi onda bu isteği uyandırmak ve bunun gerçekleşmesini kolaylaştırmaktır.”(12)

“Proletaryanın silah istemesi”: Tarih boyunca devrimci literatür, ezilen sınıfların kendilerini silahlandırmak istemeleri ile mitolojideki Prometheus karakterinin eylemleri arasında bir analoji kurdu ve böylece, Prometheus’u devrimci sınıfın siyasal müttefiki kılan bir kültürel figüre dönüştürdü. Oppenheimer söz konusu olunca Prometheus da tartışılan bir mitik varlık halini alıyor. Zira Nolan filmini, American Prometheus: The Triumph and Tragedy of J. Robert Oppenheimer(13) başlıklı, yazarlarının Kai Bird ve Martin J. Sherwin olduğu 2005 tarihli bir Oppenheimer biyografisine dayandırıyor. Dahası film, Prometheus’un hikayesine dair iki cümlelik bir girişle açılıyor ve ardından film sırasında da, Oppenheimer’a Prometheus olarak atıfta bulunuluyor.

Oppenheimer’a “Amerikan Prometheus’u” ismini takmak birçok açıdan yanlış. İlk olarak, Prometheus ateşi kibirli tanrılardan çalıp, ona ihtiyacı olan insanlığa vermişti. Bu bağlamda Oppenheimer bir anti-Prometheus’tur; “ateşi” (kuantum teorisinin kuşaklara yayılan birikimini ve uranyum deneyleriyle elde edilebilecek neredeyse sınırsız enerjiyi), insanlardan almış (bilimsel bilginin kamusallığının ihlal edilmesinde rol almış) ve onu tanrılara (ABD emperyalizminin savaş aygıtına) vermiştir. Eğer diğer uluslar da atom bombasının yapımında başarılı olamasaydı, Truman yönetimindeki Birleşik Devletler’in bu kıyamet silahının patentini paylaşmaya yönelik hiçbir niyeti yoktu. Dahası bu silah üzerindeki monopolünü, bir tehdit unsuru olarak, dünya pazarını kendi çıkarları uyarınca reorganize etmek için kullanmayı hesaplıyordu. Oppenheimer ile Prometheus’un biricik ortak yanı, ateşin tanrılar ve insanlar arasındaki alışverişinde karşı taraflarda bulunmuş olsalar da, ikisinin de sonunda tanrılar tarafından cezalandırılmış olmasıdır. Bu ise Oppenheimer’ın yeterince iyi bir kul veya hizmetçi olamamasıyla değil, tanrıların doğalarından kaynaklanan ikiyüzlülükleri, darkafalılıkları ve hoşgörüsüzlükleriyle ilgilidir.

Oppenheimer’ı bir figür olarak mitolojide Prometheus değil, ancak Faust temsil edebilir. Faust bilgi için şeytanla anlaşma yapar. Ancak bu benzetmenin dahi zaafları vardır; zira şeytanla anlaşmak, ABD emperyalizmiyle herhangi bir konuda anlaşmaktan veya birlikte çalışmaktan çok daha meşrudur. Sonuçta şeytan, sevgisini göstermeyen ve anlayışsız bir babaya karşı isyan etmiş olan, bir noktaya kadar da günah sayılan insanî zevklerin kriminalize edilmesine karşı duran bir varlıktır. Ancak bu benzetmeyi zayıflatan bir unsur daha mevcut: Faust neden şeytanla anlaşmaya varır? Temel olarak, dünyaya dair bilgilerini geliştirmek ve sağlamlaştırmak için. Dolayısıyla Faust, mitik bir karakter olarak, insanın yeryüzüne dair anlayışını ve bilgisini derinleştirmek için, cennetin düşmanlarıyla anlaşmalar imzalamak zorunda kaldığı bir tarihsel dönemi temsil eder. Faust’un anlaşması, insanın, tarihin o anındaki kültürel birikiminin yetersiz bir entelektüel kapasiteye sahip olduğuna işaret eder. 

Oppenheimer’ın, atomun ve atom altı parçacıkların, enerji ile maddenin birbirlerine dönüşen geçişkenliğinin fiziksel ve matematiksel sırlarına vakıf olmak ve onları anlamak için “şeytanla” (ABD militarizmiyle) işbirliği yapmasına gerek yoktu. Onun birçok meslektaşı, bu onursuz işbirliğiyle kirlenmeden, bilimsel bilgi birikimine ondan çok daha fazla katkılar sundu (Oppenheimer’ın fizik alanına hiçbir özgün katkısı bulunmamaktadır; taneciklerin çarpışmasıyla ilgili geliştirdiği teori ve nötron yıldızları ile kara delikler hakkında yayımladığı, hiç de çığır açıcı olmayan makaleleri haricindeki tek katkısı, fizik biliminin yüzlerce yıllık birikimini bir kitle imha silahının yapımının yapımında kullanmış olmasıdır).

Hem Prometheus, hem de Faust karşılaştırmasının zayıf kaldığı bir yön daha var: O da, Oppenheimar’ın, kendisini Prometheus veya Faust ile değil, ama onlarla çatışan veya anlaşma yapan insanüstü varlıklarla (özellikle de tanrılarla) bir tutmaya başlamış olmasıydı. Los Alamos’ta ilk atom bombası deneyi yapıldıktan sonra, Oppenheimer, aklından Bhagavad Gita kitabından bir satırın geçtiğini kaydeder: “kālo’smi lokakṣayakṛtpravṛddho lokānsamāhartumiha pravṛttaḥ” (ben Ölüm’ün kendisi oldum, dünyaların yok edicisi).(14) Gerçi, deney sırasında yanında olan kardeşi Frank, patlamanın ardından Oppenheimer’ın yalnızca şunu söylediğini ifade eder: “Galiba işe yaradı.”(15)

Nolan’ın filminde de Oppenheimer’ın kendisini bir peygamber yerine koyduğunu görürüz: Danışmanlık Komitesi’nde SSCB’nin de bir atom bombası deneyi yaptığının anlaşıldığı ve bunun üzerine ABD tarafından artık bir hidrojen bombasının yapımına başlanması gerektiği üzerine yapılan tartışmaya ara verildiğinde, Oppenheimer arkadaşı Isaac Rabi’ye Beyaz Saray’ın ve Amerikan kamuoyunun bir peygamberi, yani kendisini dinleyeceğini söyler.

Oppenheimer’ın kendisine böylesine bir sosyal konum atfetmeye başlamış olması, onun siyasal saflığıyla bir dereceye kadar açıklanabilir. Ancak onu bu konumlandırmaya iten asıl etken, özelde kendisinin atom bombasıyla, genelde ise kapitalizmin entelektüel mülkiyetle kurduğu ilişkiyle ilgilidir. “Atom bombasının babası” ve “peygamber” olarak Oppenheimer’ın ne atom bombasının hangi zamanda, nerede ve nasıl kullanılacağı ile ilgili, ne de ABD’nin askerî-sınaî kompleksinin devam etmekte olan atom bombası projelerinin geleceğiyle ilgili hiçbir yetkisi veya belirleyici önerisi olmamıştır. Bombanın “babası”, askerî-politik “cihazın” (Los Alamos’taki ismiyle the Gadget) karşısında mutlak bir yabancılaşma içindeydi.

Peygamberler, mitolojilerin mantığı gereği, çağrıcılığını yaptıkları ilkelerin, sundukları kurallar bütününün ve betimledikleri madde ötesi dünyaların üzerinde hiçbir kontrole sahip değildir; bunların hepsi, daha yüksek bir otoriteden, yaratıcı ve ilahi bir akıldan veya varlıktan aktarılır. Peygamber elçidir ama elçiliğini üstlendiği bilgi üzerinde kontrol hakkı veya yetkisi yoktur. Söz konusu olan tam tersidir: Bu bilgi ve kurallar bütünü, peygamber üzerinde kontrol hakkına sahiptir, onu ve hayatını şekillendirir.

Amerikalı tiyatro oyunu yazarı Tony Kushner’in müthiş eseri Angels in America’nın HBO tarafından çekilen dizisi, bu çelişkinin sanatsal ifadesini keskin bir şekilde ifade eder. Oyunda AIDS’e yakalanmış olan Prior Walter’a, cennetten görevlendirilmiş bir melek tarafından peygamberlik görevi bahşedilir. Walter bu görevi reddeder; denebilir ki Walter, bir peygamber olarak greve çıkar (topluma taşıdığı ürünlerin karşısında yabancılaşan bir işçi gibi). Walter’ın peygamberliği ve cenneti reddi, aslında Kuzey Amerika kapitalizminin İncil’den beslenen ve queer topluluğu ölüme mahkum eden politikalarına karşı, yaşamın, tam da gelip geçici olmasında kristalize olan güzelliğinde politik olarak ısrar etmek şeklinde anlaşılabilir. Zira korunmayı ve iyileştirilmeyi hak eden, tam da gelip geçici olandır çünkü sonsuz olanın, zaten doğası gereği korunmaya gereksinimi yoktur. Prior cenneti ziyaret ettiğinde, sahne bir süre siyah-beyaz ilerler (Nolan’ın filminde, Strauss’un sahnelerinin siyah-beyaz olması gibi). Sonsuz olanın (cennetin) tonu gridir, ancak sonlu olan, gelip geçecek olan (AIDS’li olduğu dünya) rengarenktir. Cennet ve yeryüzü bu bağlamda birbirleriyle tezat içindedirler. Bu bakımdan renkler, İbrahimî mitolojilerin öngördükleri ve bir kısır döngüye hapsolmuş senaryoların karşısında muhalif bir pozisyona sahiptirler. Prior’ın, içinde peygamber olarak el üstünde tutulacağı bir cennetten ise, üzerinde hasta yürüyeceği bir yeryüzünde olmayı tercih etmesi, bu nedenle aslında devrimci bir eylemdir.

Lacancı psikanalist Hub Zwart, Oppenheimer’ın önce atom bombası karşısında yabancılaşmasını ve bu yabancılaşmanın ardından da bir peygamber gibi gözükmeye çalışmasını, 2017’de şöyle tarif etmişti:

“Yapım sürecinde, cihaz somut ve fiziksel bir şey gibi görünüyordu, ancak işe yarayıp yaramayacağı, inşa ettikleri mekanizmanın gerçekten bir cihaz (yani bir prototip atom bombası) olup olmadığı belirsizliğini koruyordu. Tam olarak ne yapacağı belirsizdi. Cihazın gerçekten bir nükleer zincirleme reaksiyon başlatıp başlatmayacağı belirsizliğini oldukça koruyordu. Ancak deney başarılı olur olmaz, cihaz (fiziksel bir nesne olarak) yok edildi; bunun nedeni yalnızca patlamadan sonra geriye kalan tek şeyin çölde boş, kirli bir nokta olması değildi, aynı zamanda cihaz patlar patlamaz, tamamen farklı türde bir varlık haline geldi, yani siyasi bir nesne haline geldi ve bu nedenle fizikçilerin elinden hemen alındı. Aygıt gerçekten çalışır çalışmaz, kompartımantalizasyona tabi tutuldu.

(…)

Patlamadan önce cihaz bilimsel bir varlıktı, bilim insanlarının elinde bir mekanizmaydı, ancak patlamadan sonra bir kitle imha silahı haline geldi ve ordunun eline geçti.

(…)

Cihazın (a nesnesi) gerçekten ilk atom bombası olduğu kanıtlanır kanıtlanmaz, bilim insanlarının bu bombaya erişimi yasaklandı; eli boş bırakıldılar: Mülksüzleştirildiler. Nitekim artık bilimsel özne, yani nükleer fizik uzmanı, bir güvenlik riski, gizli bilgilerin potansiyel bir sızıntı kaynağı haline geldi. Manhattan Projesi için çalışan bilim insanlarının bombanın gerçek kullanımıyla ilgili hiçbir söz hakkı yoktu. Diğer vatandaşlar gibi onlar da Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasından gazeteler ve kitle iletişim araçları aracılığıyla haberdar oldular.

(…)

Böylece, nükleer fiziğin ‘a nesnesi’, metafizikte başkalaşım olarak bilinen şeyi deneyimledi (Aquinas 1922, Pars III, Q. 75, Madde 4): maddesel açıdan varlık (atom bombası) aynı görünebilirdi, ancak ontolojik statüsü, numenal özü önemli ölçüde değişti. Bir araştırma projesi, kendi kendini yok etme yoluyla bir bombaya dönüşen bir cihaz üretti; hatta o bombaya dönüştü, böylece a nesnesi (bilme arzusunun nesnesi) atom bombası oldu.”(16)

Zwart, Chevalier’nin otobiyografik romanı olan ve Oppenheimer’ı Sebastian Bloch karakterinin temsil ettiği The Man Who Would Be God kitabına göndermerde bulunarak, şöyle devam eder:

“[Bloch] artık zamanının çoğunu politikacılarla, generallerle ve ‘en yüksek sanayi çevreleriyle, iş adamlarıyla, yatırım ortaklıklarının başkanlarıyla, gazete ve basın organı sahipleriyle, finansı, medyayı ve ulaşım ağlarını kontrol eden kişilerle, kısacası, tam da bir Marksist olarak düşman olarak gördüğü insanlarla geçiriyordu; çünkü hepsi Canavar tarafından cezbediliyordu’, (s. 283), Canavara ve onun yaratıcısına ‘fetişist bir şekilde’ saygı duruşunda bulunuyorlardı (s. 285).

Bloch, cihazla, ürettiği fetişle bağlantıda kalabilmek için, kendisini eski çevresinden koparmak anlamına gelse bile, onu bu burjuva dünyasına kadar takip etmek zorundadır.

(…)

Bolt [romanda atom bombası için kullanılan terim], özellikle Sebastian’ın kendisi (sözde Bolt’un ‘babası’) üzerinde muazzam bir etkiye sahiptir. Bu işe dahil olur olmaz, Bloch’un karakteri ‘derin bir değişime’ uğrar (s. 381). Gördüğümüz gibi ‘yüzünü tamamen döner’, ‘eski tüm inançlarını inkar eder’ ve hatta ‘muhbir’ olur. Sadece eski yoldaşlarını ispiyonlamakla kalmaz, aynı zamanda Mark [Chevalier] hakkında ‘son derece tehlikeli hikayeler’ (s. 381) icat eder.

(…)

[Oppenheimer] kenotik bir özne gibi görünür, ‘tüm özünü boşaltmış’ (s. 296), sigara üstüne sigara içen (günde üç paket), kırılgan bir damar ve atardamar kılıfı (s. 230). Sanki bedeni, hayatını esas olan dışında her şeyden mahrum etme arzusunun intikamını alır, cihazla olan ilişkisine her şeyi feda etmeye başlar, böylece arzu matematiğine (…) kurban düşer. Sebastian içi boşaltılmış, kenotik bir özne haline gelir

(…)

Sebastian Bolt’u yaratır, bu onun Canavarı’dır ama cihaz da onu büyük ölçüde yeniden yaratır. Görünüşe göre Sebastian’ın yüzü ‘yakıcı bir tasavvurla, ruhu sarsan bir vahiyle işaretlenmişti’ (s. 400).

Sebastian sonunda her şeyde bir desen, daha yüksek bir plan fark eder; sadece ‘ağrıyan’ bedenini değil, tüm dünyayı bir akıntı gibi taşıyan bir kader. Korkunç derecede yalnız hisseder ama yine de tüm insanlığı bünyesinde barındırıyor gibi görünür. Sanki ‘amansız bir zorunluluğun’ (s. 446), ‘onu taşıyan bir kaderin’ (s. 446) aracı olarak hareket etmişti ve bu yeni kavrayış onun için her şeyi aydınlatır. Bir kişi olarak ortadan kaybolacak, ancak ruhu ‘insanların üzerinde gezinecek’, örneğin ‘bir teoremin formülasyonunu aydınlatmalarına’ yardım edecekti (s. 447). (…) Jung terimleriyle söylersek, kendisini arketipsel ruhla özdeşleştirerek psişik bir ‘şişme’ yaşar.

(…)

Psikanalitik olarak Sebastian Bloch’a tam olarak ne oldu? O, Lohengrin kompleksini temsil ediyordu ama aynı zamanda Icarus kompleksini de bünyesinde barındırıyordu: parlak bir kariyer, bir bilim ünlüsü, muazzam riskler almaya hazır, benzeri görülmemiş yüksekliklere ulaşmaya hevesli birisi, ama sonra ‘çok yüksekten uçtuğu için’ (s. 123) dramatik bir düşüşün kaderinde olduğu birisi.”(17)

Oppenheimer’ın gerçekten de Germen mitolojisinden Lohengrin ile veya Antik Yunan mitolojisinden İkarus’la benzerlikleri söz konusudur, ancak farklılıklar daha fazladır: Öncelikle Lohengrin, kendisinin sorumlusu olduğu değil, dışarıdan gelen bir kötülükle savaşır; İkarus’a gelince, Oppenheimer hiçbir zaman güneşe yaklaşabilecek bir deha sergilememiştir. Ancak onun cihaz tarafından etki altına alınması, cihazdan kopmak istememesi, cihaz üzerinde kontrol talep etmesi, cihazın “babası”, yani asıl sahibi olduğunu iddia etmesi, onun tarafından tüketilmesi, kısacası cihazı kendisinin “kıymetlisi” olarak görmesi başka bir ilişkilenmeyi anımsatmaktadır: Tolkien mitolojisindeki Gollum ve Tek Yüzük ilişkilenmesini (ilginçtir, Oppenheimer’ın komite karşısındaki 4 hafta süren sorgusu 1954’te yaşanır; Yüzük Kardeşliği’nin ilk kez basıldığı yıl). Yine önemli bir fark, Tolkien evreninde yüzüğün yaratıcısının Gollum olmamasıdır; ancak “cihazın” (yüzük ve bomba) üzerlerindeki etkisi ve ona karşı geliştirdikleri fetiş bakımından, Oppenheimer bir peygamber, Hint tanrısı, Prometheus, İkarus veya benzerleri değil, Gollum’dur.

Oppenheimer yalnızca Gollum’la özdeşleştirilebilecek olsa da, II. Dünya Savaşı sırasında ve ertesinde atom bombasının formülleri, dünya devletleri tarafından Prometheus’un ateşi, Faust’un şeytandan edindikleri veya Gollum’un yüzüğü derecesinde saplantılı bir değer görüyordu. Bu silahın yapımına dair dokümanların ele geçirilmesi, gayretli ve incelikli bir istihbarat çalışmasını gerektiriyordu. Zaten bunun için Stalinist bürokrasi, bu görevin başına, kendi istihbarat tarihlerinin o ana kadar ki en zor ve en kritik görevi olan Troçki suikastinde görev alanları getirdi.

Hem GRU hem de NKGB’nin nükleer istihbarat faaliyetlerini denetlemek üzere kurulmuş olan S Dairesi’nin başında Pavel Sudoplatov vardı; daireye ismini veren “S” harfi, Sudoplatov’dan geliyordu ve Sudoplatov, Troçki cinayeti konusunda Sovyet istihbaratındaki başlıca sorumluydu. Oppenheimer ailesine sızan Stalinist ajan Elizabeth Zarubin, SSCB içindeki Sol Muhalefet’in fiziksel olarak yok edilmesinde önemli roller üstlenmişti. Kendisi 1919’da Dzerjinski’nin sekreterliğinin içinde kıdemsiz bir ajan olarak çalışırken Yakov Blumkin’le tanışmış ve ikili kısa bir sürede evlenmişlerdi. Elizabeth Zarubin’in sonra bürokrasi içinde nasıl yükseldiğini, Sudoplatov şöyle anlatır:

“Elizabeth ve Blumkin, 1930’da yasadışı görevle Türkiye’ye gönderildiler. Buradaki görevleri, Moskova Merkez Kütüphanesi’nden getirdikleri değerli Hasidik yazmaları satmaktı. Elde edilen parayla Türkiye ve Ortadoğu’daki yasadışı operasyonların desteklenmesi amaçlanıyordu, ancak Blumkin paranın bir kısmını o zamanlar Türkiye’de sürgünde olan Troçki’ye vermişti. Bu duruma öfkelenen Elizabeth, kocasını ihbar etti. Türkiye’de görevde olan Eytingon ve Pyotr Zubov’la irtibata geçti ve onlar da Blumkin’in bir Sovyet gemisiyle Moskova’ya gönderilmesini sağladılar. Blumkin derhal tutuklanarak kurşuna dizildi.”(18)

Atom bombası casusluğu operasyonunda kullanılan ABD’deki Sovyet istihbarat evi dahi, Troçki cinayeti döneminde, bu cinayetin örgütsel planı çerçevesinde tutulmuştu:

“Kullanılan istihbarat yollarından biri de, Fermi ve Pontecorvo ile çalışan köstebekler üzerinden şekilleniyordu. Tennesse’deki köstebek, Santa Fe’deki eczanede konuşlanmış olan yasadışı üsle irtibata geçiyor, belgeler buradan bir kurye aracılığıyla Meksika’ya gönderiliyordu. (…) Santa Fe’deki eczane, Troçki operasyonundan kalan yasadışı  bir üstü. Josef Griguleviç’i, 1940 yılında, Beria’nın emriyle Troçki suikastinde Eytingon’a yardım etmesi için Meksika’ya göndermiştim. (…) Troçki ile ilgili bölümde anlattığım gibi, Griguleviç’in Meksika’daki görevi, Eytingon’un Troçki’ye yaklaşmak için kullandığı İspanyol göçmenlerden faydalanarak bağımsız paralel bir yasadışı şebeke örgütlemekti. Bu işte, yasadışı ajanlarının güvenli bir üs olarak kullanabilmesi için New Mexico’da bir eczane açmıştı. 1941’de, Meksika ve ABD’den ayrılmadan önce, eczanenin mülkiyetini ajanlarından birine devretti. Geçmiş bir görev, tamamen şans eseri, bize Santa Fe’de güvenli bir ev bırakmıştı.”(19)

Troçki cinayetinin tarihi le atom bombasının tarihi arasındaki kesişim kümesi, bir tesadüf değildir. Bu, 20. yüzyıl kapitalizminin felaket getirici yönelimi ile Stalinist bürokrasinin cinai suçlarının birbirlerini destekleyici gelişimlerinin tarihsel bir sonucudur. Dünya proletaryası, sosyalist dünya devriminin başlıca stratejistinin katlinden 5 yıl sonra emperyalistlerin ve 9 yıl sonra da bürokrasinin elindeki kitle imha silahlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanmasının hemen ardından, Troçki’nin katlinin 5. yıldönümünde bir anma konuşması gerçekleştiren James P. Cannon, bu gerçeğe şu sözlerle dikkat çekmişti:

“Hesaplanmış iki darbeyle, iki atom bombasıyla, Amerikan emperyalizmi yarım milyon insanı öldürdü ve yaraladı. Gençler ve yaşlılar, beşikteki bebekler ve ihtiyarlar; sakatlar, yeni evlenmişler, sağlıklılar ve hastalar; erkekler, kadınlar  ve çocuklar —hepsi bu iki bombalama sonucunda, Wall Street emperyalistleri ile Japonya’daki benzer bir çetenin didişmesi yüzünden öldü. 

(…)

Bu delileri durdurup, onların ellerinden iktidarı almak zorunda değil miyiz? Bütün dünya halklarının bu delilerin daha ileriye gitmesini engellemeyi düşündüklerinden, durumu değiştirmenin bir yolu olması gerektiğini düşündüklerinden şüphe edebilir miyiz? Uzun zaman önce devrimci Marksistler insanlığın yüz yüze olduğu alternatifin sosyalizm ya da yeni bir barbarlık olduğunu söylemişti. Kapitalizmin enkaza doğru sürüklendiğini ve uygarlığı da beraberinde götürdüğünü söylemişlerdi. Ama mevcut savaşta geliştirilen ve geleceğe yansıtılanın ışığında düşünüyorum ki, artık alternatif çok daha belirgindir: İnsanlığın yüz yüze olduğu alternatif, sosyalizm ya da yok oluştur!

(…)

Beş yıl önce bugün, bizim büyük bilgemiz Yoldaş Troçki’nin önce yasını tuttuk ve onu andık. Bugün devrimci eylem yüz milyonlarca insan için bir ölüm-kalım meselesi haline gelirken, biz düşüncelerden eyleme geçmeye ve fikirler tarafından rehberlik edilen eyleme hazırlanırken, Troçki’yi büyük bir eylem insanı olarak, işçilerin örgütçüsü olarak, devrimlerin önderi olarak anıyoruz. (…)

O bize, her şeyin ötesinde bir parti inşa etmemizi tembih etti. Ve bir kere daha onun ne dediğini tekrarlıyorum: ‘Diğer partiler gibi olmayan bir parti’, ama devrime önderlik etmeye uygun, amatörce işler yapmayan ve yolu yarıda terk etmeyerek sonuna kadar mücadele eden bir parti. 

Eğer ciddiyseniz; eğer faaliyet yürütmekte samimiyseniz, eğer kendinizin daha iyi bir hayat yaşaması ve insanlığın kurtuluşu kavgasının bir parçası olmak istiyorsanız, sizi partimize, bize katılmaya ve bu büyük mücadelenin bir parçası olmaya davet ediyorum.

Partimizde karamsar ve korkak insanların yeri yoktur; partimizde çıkarcıların, kariyeristlerin ve bürokratların yeri yoktur. Ancak partimizin kapısı, dünyayı değiştirmekte kararlı ve bu konuyla ilgilenmeye hazır yavuz işçilere sonuna kadar açıktır.”(20)

***

Dipnotlar:

1.) Operadan sahneler için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=9Rze1UizJyw. Operanın tamamı Spotify platformu üzerinden dinlenebilir.

2.) John Adams, Doctor Atomic – Opera in two acts, 2004-2005, Nonesuch Records Inc.

3.) Isaac Deutscher’in aktardığına göre atom bombasının yapımı, ABD kapitalizminin yıllık gelirinin %1’inin biraz üzerinde bir maliyetle sonuçlanıyor. Yine Deutscher, SSCB’nin GSYH’sinin %5’ini atom bombası yapımına ayırdığını kaydediyor. Bkz. Isaac Deutscher, “Atomic Bomb: Deadlock Ahead”, The Reporter, 22 Kasım 1949.

4.) Aktaran için bkz. John Desmond Bernal, “Atomic weapons: a symposium”, Labor Monthly, Cilt 32, sayı 4, Nisan 1950.

5.) Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=HLUe85q1hNM&ab_channel=Konbini

6.) Bkz. Amerika’ya Karşı Çalışmaları Araştırma Komitesinin Tutanakları – İhanet Yılları, Kavram Yayınları, Birinci Basım, 1975, Çeviri: Ülkü Tamer, syf. 5.

7.) 1991’de SSCB dağıldıktan sonra açılan gizli arşivlerde aslında yalnızca Julius’un bir casus olduğu ve Ethel’in ise yalnızca parti üyesi olduğu ortaya çıktı.

8.) Bkz. agy., syf. 132.

9.) Bkz. Sean McMeekin, Stalin’in Savaşı – İkinci Dünya Savaşı’nın Yeni Tarihi, Kronik Kitap, Çeviri: Zeynep Demir, 2. Baskı, Ocak 2022, syf. 553, 553.

10.) Aktaran için bkz. https://redflag.org.au/article/oppenheimer-american-stalinist-tragedy

11.) Bkz. Lev Troçki, Fransa Nereye Gidiyor? – Fransa’daki Durum Üzerine Yazılar 1934-1938, Yazın Yayıncılık, Çeviri: Bülent Tanatar, Birinci Baskı, Mayıs 2017, syf. 47.

12.) Bkz. agy., syf. 46.

13.) Filmin vizyona girmesinden kısa bir süre sonra bu kitabın çevirisi, İthaki Yayınları tarafından Amerikalı Prometheus: J. Robert Oppenheimer’ın Başarı ve Acı Dolu Öyküsü başlığıyla basıldı.

14.) Aktaran için bkz. https://web.archive.org/web/20080612140401/http://www.americanheritage.com/articles/magazine/ah/1977/6/1977_6_70.shtml

15.) Aktaran için bkz. https://redflag.org.au/article/oppenheimer-american-stalinist-tragedy

16.) Bkz. Hub Zwart, Tales of Research Misconduct – A Laconian Diagnostics of Integrity Challenges in Science Novels, Springer Open, 2017, Kindle versiyonu konum: 2601-2603, 2604-2608, 2609-2619, 2630-2633.

17.) Bkz. agy., Kindle versiyonu konum: 3102-3104, 3118-3122, 3344-3347, 3179-3184, 3202-3212, 3348-3352. Antik Yunanca’da κένωσις (kenosis) kendi içini boşaltma, kendinden vazgeçme anlamına gelir.

18.) Bkz. Pavel Sudoplatov, Özel Görevler – Sovyet İstihbarat Şefinin Anıları, Ayrıntı Yayınları, Çeviri: Emrah Arıcılar, Birinci Baskı, Haziran 2015, syf. 216.  Sudoplatov aynı zamanda Oppenheimer’dan bol miktarda istihbarat topladıklarını da anlatıyor: “Oppenheimer ve dostlarından Manhattan Projesi’nin ilerleyişiyle ilgili olarak sözlü raporlar alıyorduk. Bu raporlar, onların görüşlerini ve belgelerden gizli yollarla aktarılan bilgileri kapsıyordu. Paylaştıkları bu bilgilerin bize iletildiğini biliyorlardı. Oppenheimer sayesinde elimize atom bombasının inşa sürecini tarif eden toplam beş adet gizli rapor geçti.” (syf. 221) “İstihbarat kaynağı olarak Oppenheimer Yıldız, Fermi de Editör ismiyle anılıyordu. (…) Oppenheimer’ın bilgi sağlamayı kabul etmesinde asıl rolü, Vasili Zarubin’in karısı Elizabeth oynadı.” (syf. 215) Aynı zamanda, yukarıda sözünü ettiğimiz, II. Dünya Savaşı sırasındaki Stalinizmin yıkıcı politikasına bir örnek olarak: “Washington rezidentimiz Vasili Zarubin, istihbarat operasyonları ve FBI’ın yakın takibe alacağını bildiğimiz Amerikan Komünist Partisi arasındaki ilişkilerin kesilmesi için Kheifetz’e talimat verdi. Aynı şekilde, Oppenheimer’ın da komünistler ve solcularla tüm ilişkisini koparması isteniyordu. (…) Elizabeth Zarubina ve Kheifetz, Katherine aracılığıyla Oppenheimer’I komünist ya da solcu gruplara yakınlık duyduğunu bildiren demeçler vermekten kaçınmaya razı ettiler.” (syf. 214, 217)

19.) Bkz. agy., syf. 219, 220.

20.) Bkz. “James P. Cannon, Troçki’nin katli ve Hiroşima ile Nagazaki’nin bombalanması”, https://trockist.net/index.php/2020/08/18/trockinin-katli-ve-hirosima-ile-nagazakinin-bombalanmasi-james-p-cannon/