Ayaklanmanın ortasında emek mücadelesini savunmak
Aşağıda okuyucularımızla, İranlı mücadele örgütü Mancınık Kolektifi’nin hazırlayıp yayımladığı ve İran’daki rejim karşıtı ayaklanmaya dair belirli perspektifler ortaya koyan metni paylaşıyoruz.
***
Ülke çapında bir ayaklanmaya dönüşen sokak protestoları, İran’daki egemen siyasi sınıf yapısının, yurttaşların kendi hayatlarına karar verebilecekleri bütün yolları engellediğini kesin şekilde göstermektedir. Bu durum, Aralık 2017 ayaklanması boyunca İran sokaklarında duyulan popüler “Reformistler, köktendinciler; hikâye bitti” sloganında kendini göstermiş ve slogan daha önce örgütlü işçi sınıfı kesimleri tarafından protestolarda kullanılmıştı. Son 40 yılda, işçi sınıfının egemen siyasi hizipler içinde temsil edilmemesi ve işçi sınıfının talepleri konusunda yetkililerin yerine getirmedikleri vaatler, resmi yollarla işçi sınıfı taleplerinin engellenmesinin iki tezahürüydü. Bu nedenle, öğretmenler, hemşireler ve emekliler de dahil olmak üzere işçiler, taleplerini miting ve grevler yoluyla ilan etmekteler. Baskının ve resmi kanalların kapalılığının bir sonucu olarak, kitlesel memnuniyetsizliğin ve muhalefetin sokak protestoları yoluyla vuku bulduğu açıktır. İran’da Jina (Mahsa) Amini’nin hükümet tarafından öldürülmesinin ardından Eylül 2022’den beri devam eden ayaklanma; muhalefetin sokak gösterilerinin ve Kasım 2019 ve Aralık 2017 ayaklanmalarının devamı olan, daha derin ve geniş düzeylerdeki memnuniyetsizliğin eşsiz bir örneği.
Sokak protestoları ve ayaklanmaların yanı sıra son yıllarda, mevcut olmayan resmi yöntemler dışındaki biçimlerde de gerçekleştirilen çok sayıda işçi protestosuna tanık olduk. Bu şekilde, kapitalizmin toplumsal yaşama, işçi sınıfının siyasi temsiline, çalışma hayatı ve geçimine yönelik yaygın saldırısına paralel olarak sanayi, üretim ve hizmet sektörlerindeki işçiler, işyerlerinin özel koşullarına bağlı olarak fabrikalarda ve sokaklarda protestolar düzenlediler ya da greve gittiler. Geçtiğimiz yıllarda, bu protestolar nitelik ve nicelik açısından birçok iniş çıkışla karşı karşıya kalsa da yayılmayı asla bırakmadı. Birkaç yıldır ve orta sınıfların çoğunlukla devletle siyasi entegrasyon arayışında olduğu cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kızıştığı zamanda bile işçi protestolarının durulmasına nadiren tanık olduk. İşçi protestoları; bağımsız bir sendika kurmanın gerekliliği, emeğin özyönetimi ve işyerinin [ve yaşam alanının] konseyle yönetimi gibi bazı sınıf temelli temaları politik alana ve sonuç olarak kitlesel ayaklanmanın örgütlenmesine kattı. Bu makalede, örgütlü işçi sınıfı ve sendikal mücadelelerden elde edilen sınıf temelli deneyimin, bu kitlesel ayaklanmanın nereye gittiğinde ve nasıl sonuçlanacağında belirleyici faktör olduğunu savunuyoruz.
Tartışmayı açmadan önce, mücadeledeki her gücün gelecek için aynı ufka sahip olduğu “sınıfsız ayaklanma” şeklindeki yaygın miti açıklığa kavuşturmalıyız. Bu yaygın mitin açıklığa kavuşturulması önemlidir, çünkü politik alanın ve toplumsal gelişmelerin gerçekliği bunun tam tersidir. Ayaklanmaya katılanlar ne aynı konumdadır ne de aynı amaçla denklerdir; motivasyonları bile ortak bir varoluşa ve aynı baskı, diktatörlük ve ayrımcılık anlayışına dayanmamaktadır. “Sınıfsız ayaklanma”nın altında yatan siyasi mesaj, alternatiflerin savaşını gizlemektir. Alternatifler öncelikle, bir ayaklanmadaki hegemonik sınıf doğasının siyasal tercümesinden başka bir şey değildir. Böylece, bir halk ayaklanmasının gelişmesi sırasında, kaçınılmaz olarak sınıf temelli olan belirleyici özellikleri bulmak için, başlangıçta stratejik bir soruyla ve seçimle karşı karşıyayız: Ayaklanmanın ufku hangi sınıfın temel çıkarları doğrultusunda olacak?
Aşağıda, emek mücadelelerinden gelen bir sınıf yöneliminden bahsederken ne demek istediğimizi kısaca tartışacağız. Özellikle, emek mücadelelerinin bir halk ayaklanmasının gidişatı üzerindeki benzersiz etkilerinin neler olduğunu açıklayacağız.
Emek hareketlerinin ve sendikal mücadelelerin belirli konu ve talepleri vardır; işçiler, sermaye sahipleri ve işverenler arasındaki ilişki ve daha geniş anlamda toplumsal üretimin egemen ilişkileriyle ilgilidir. Bu hareketler illa homojen ve tutarlı değildir. Sınıfsal kökenlerine rağmen, mevcut egemen kapitalizmin siyasi muhalifi olan bir başka kapitalist bloğun iktidara gelmesinin yolunu da açabilir. Bu nedenle, Jina Ayaklanması’nın iç dinamiklerine ilişkin olarak emek mücadelesi ve sendikal mücadeleden kastettiğimiz şey, ayaklanmanın içindeki sağcı yönelimlerin üstesinden gelme doğrultusundadır. Başka bir deyişle, emek hareketinin işçi sınıfı karşıtı güçlerin üstesinden gelebileceğini varsayıyoruz. Bu güçlerin üstesinden nasıl gelinebileceği sorusu, emek mücadeleleri ve diğer bağlantılarıyla yol açabileceği olumlu ufuklar kapsamında bu metinde kısmen cevaplanmaktadır.
Son yıllarda İran’daki emek mücadelelerinin talepleri nelerdi? Birkaçını saymak gerekirse şunları belirtebiliriz: örgütlenme ve eylem yapma hakkı, toplantı ve grevler nedeniyle suçlanmaktan ve baskılardan korunma, geçim ücreti, yıllık asgari ücreti belirleme konusunda pazarlık gücüne sahip olma, işyerinde ayrımcı kuralların değiştirilmesi, kadın ve erkek arasındaki ücret farkının giderilmesi, her şey dahil sosyal ve sağlık güvenliği hakkı, kalıcı iş sahibi olma hakkı, işçi yanlısı kurumlara sahip olma hakkı, işten çıkarmaların ve yasal hak ihlallerinin önlenmesi, özelleştirme süreçlerinin iptali, kendi kaderini tayin hakkı ve işçi denetimi. Bağımsız işçi örgütleri, emek taleplerine ek olarak ölüm cezasının kaldırılması, siyasi mahkûmların serbest bırakılması, işkenceye ve hukuki soruşturmalara son verilmesi gibi talepleri her zaman savunmuştur.
Son yıllardaki emek mücadeleleri konusuna maddi, nesnel bir bakış; işçiler ile kapitalist işverenler arasındaki ilişkilerin ve daha geniş ölçekte toplumsal üretimin baskın dinamiklerinin nasıl sınıf eşitsizliğinin nedenleri ve gerekçeleri olduğunu göstermektedir. Sınıf eşitsizliği; boyun eğdirme, baskı ve ayrımcılığı yaratan baskın ilişkidir. Bütün bunlar, çoğu İranlının günlük yaşamlarının yoksulluk, eşitsizlik, sınıf baskısı, toplumsal onurun çiğnenmesi, özgürlüğün ve demokrasinin olmaması ile dolu ayrıntılı ve nesnel tanımının altını çiziyor. Özgürlük, demokrasi, insan hakları, yoksulluğun ortadan kaldırılması ve sınıf baskısına son verilmesi arzusu taleplerde tam olarak ifade edilmektedir. Çoğunluğun isteklerine karşı genel ve öznel ifadelerden daha başka bir şey olarak ortaya çıkma potansiyeline sahiptir.
İşçi protestolarının temaları baskının ve sınıf ayrımcılığının nasıl işlediğini ve toplumun çoğunluğunun toplanma özgürlüğünden, örgütlenme hakkından ve siyasi iktidarı kullanma hakkından nasıl mahrum bırakıldığını, bunun yerini ayrımcılık, boyun eğdirme, tahakküm ve sınıf eşitsizliğinin aldığını ayrıntılı olarak göstermektedir. Bu protestolar, bu mekanizmayı açığa çıkaran yerdir. Bunun dışında, özgürlük, demokrasi ve refahtan bahseden bir siyasi hareketin pratik yönünü anlamak için başka hangi mekanizmalar vardır? Bu kelimelere hangi detaylar gömülüdür? Gerçekten de hiçbir şey! Siyasi akımların demokrasi, özgürlük ve refah iddialarını değerlendiren ve isyancıların memnuniyetsizliğinin, muhalefetinin ve protestolarının kaynağı olan şeylere dair ilgilerini ölçecek pratik bir mekanizma yoktur. Aynı ilgi düzeyi ya da eksikliği, kadınların özgürleşmesi ve toplumsal cinsiyet baskısının ortadan kaldırılması konusunda da gözlemlenebilir. Mevcut ayaklanmada gördük ki; kadınların radikal hakları inkâr edilemez gözlemler, gerçekler ve ayrıntılara dayanarak savunulduğunda, İslam Cumhuriyeti’ne karşı olan sağcı muhalefet, bitmek bilmeyen bir korku ifadesinde bulunuyor; feminizmi ve aynı zamanda “solu” her araç ve numarayla ayaklanmadan “tasfiye etmeye” çalışıyor.
İşçi mücadeleleri, bir sınıf olarak işçilerin doğrudan özne olabilmeleri için en önemli olanaklardan biridir. İşçi hareketi, sürekli olarak “işçilerin birliği” temalarına atıfta bulunarak ve kendisini işçi mücadelesinin politik doğasında kurarak sınıf bağımsızlığını korur ve diğer sınıfların politikasını izlemekten kaçınmış olur. İşçi hareketi, işçilerin sınıf mücadelesine ve mücadelenin ana gündemlerine sürekli atıfta bulunularak çağrılmalıdır. Bu temalar daha yüksek ücret talebinden başlar ve mantıksal olarak üretim araçlarının (ister bireylere ister hükümet de dahil olmak üzere kurumlara ait olsun) özel mülkiyetinin inkârına kadar gider. Bu, toplumsal üretim ilişkilerini değiştirmek için ayaklanmaya katılan sınıf mücadelesinin, bir sınıf olarak ana temasıdır.
Bu, geçmişte, günümüzde ve şimdi ayaklanmayla birlikte, sendikalarda mücadele edenler tarafından sürekli vurgulanan önemli bir sınıf unsurudur. Onun yokluğu, kaçınılmaz olarak, bir başka kapitalist muhalefet bloğu güçleri tarafından doldurulacak bir boşluk yaratacaktır.
Jina Ayaklanması’nın ardından, İslam Cumhuriyeti’ne karşı olan sağcı muhalefet, emek hareketine ve sendikal mücadelelere yönelik olarak görünürde iki farklı yaklaşım benimsedi. “Protestoları grevlerle birleştirelim” sloganını kullanan ilk yaklaşım, görünüşe göre işçiler ve işletme sahipleri arasında bir grev öngörüyordu ve ulus çapında bir grev çağrısı yaparak sokak protestolarını yeni bir ilerleme aşamasına getirmeye çalışıyordu. Dükkân sahiplerinin grevi –illa bu tür çağrıları takip etmiş olmasa da– bazı açılardan başarılı oldu ve hükümetin her şey normalmiş gibi davranmaya çalıştığı günlük hayatı bozabildi. Bu grev üretim döngüsünün bozulmasına açıkça neden olmadı. Özellikle, petrol sektörünün kitlesel tutuklamalarla hızla bastırılan yardımcı işlevlere sahip küçük kısımları dışında hükümetin elindeki petrol ve gaz sektörlerinde ve münhasır servet üretiminin diğer kaynaklarında grevler görmedik. Emek hareketine yönelik ikinci yaklaşım ise işçi hareketinin sendikal doğasını kınamaktı: sendikal mücadelenin ana teması olan ücretlerin artırılması, borçların ödenmesi ve benzeri konular. Bu yaklaşımda, sağcı muhalefetin gündemi, işçilere karşı örgütlü saldırılardı. Elbette böyle bir yaklaşımın sağcı muhalefet içinde teamülü vardı. Görünüşte farklı olan bu iki yaklaşım aynı doğaya sahiptir.
Bir yandan, tamamen siyasi hedeflere odaklanan, çağrıları sağcı güçlerin medyasından gece gündüz yayınlanan ülke çapında bir grevin kışkırtıcı reçetesiyle karşı karşıyayız. Kendinden menkul Veliaht Prens Rıza Pehlevi’nin, çeşitli duyurularda, grev için finansal bir fon oluşturmak üzere bir grup güçle çalışmaya hazır olduğunu belirtmesi, bu yaklaşımı güçlendirmek içindi.
Öte yandan ise işçi hareketinin en temel doğasını ve içeriğini hedef alan sendikal mücadelelere yönelik saldırılara tanık olduk. Borçların ödenmesi, ücret artışlarının yapılması, sözleşmelerde iyileştirmeler vb. için verilen mücadelelere aşağılama, alay ve hakaretlerle yaklaşırken, tüm sisteme karşı ülke çapında bir ayaklanma sırasında böyle bir mücadelenin alakasız olduğuna sürekli dikkat çekiyorlar.
Birinci yaklaşımda grevlerin ters yönde politikleşmesiyle karşı karşıyaysak, ikinci yaklaşımda emek hareketinin sınıf temelli mücadelesinin depolitizasyonu ve daha doğrusu yok edilmesiyle karşı karşıyız. Bu yaklaşım, işçi grevlerini sendika ve sınıf temalarının yanı sıra bağımsızlıklarından, bilinçlerinden ve kararlı iradelerinden arındırmaya çalışmakta. Bu şekilde hedeflenen, nihayetinde, işçi sınıfının öncülüğüdür. Bu yaklaşımdaki sendikal mücadelelerin sınıf politikalarının tartışmaya açık inkâr düzeyi, bu mücadelelerini “talepkâr” olarak sunmakta. Fakat taleplere sahip çıkmak ne anlama gelir? Daha da önemlisi, talepler nelerdir ve ayaklanma durumunda bunların hedef kitlesi kimdir? Bu talepler sınıfın kararlılığına nasıl etki ediyor? Ve sendikal mücadeleye dayalı sınıf kararlılığı neden stratejik ve gerekli?
Bir ayaklanmayla karşı karşıya olmadığımız durumlarda, emek mücadelesi açıkça özel/kamu işverenine karşıdır. Bunun özel tarafı, emek mücadelesinin önceden belirlenmiş doğası nedeniyle sınırlı bir kapsayıcılığa sahip olmasıdır. Ancak bir ayaklanma durumunda, bu talepler bu sınırın ötesine geçer ve halka açık bir ifade bulur. Bu ifade mutlaka normatif olmak zorunda değildir. Aksine, bir çeşit reçete içerir. “Sendikanın taleplerini belirli bir özel/kamu işverenine yönelik olan sınırlı konumundan, yerleşik siyasi rejimden bağımsız olarak tüm özel/kamu işverenlerine doğru genişletin!” Bununla birlikte, bu reçete, olayların durumuna yukarıdan bakan, her şeye muktedir bir konumdan gelmez. Her şeyden çok, ayaklanmayı yaratan dönüştürücü koşul içindeki işçilerin birleşik iradesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, normatif olmakla birlikte, gözlem ve tanımlamadan kaynaklanmaktadır. Özetle, bu reçete dışarıdan gelmemelidir. Daha ziyade, işçi hareketinin kendisinin ilerici talepleri için kendi içinden ve kendi adına olmalıdır; mevcut ayaklanmayı sınıfsal bir perspektifle yönlendirecek örgütlü iradeden. Bu, yalnızca işçi sınıfının ayaklanmaya nasıl katılması gerektiğine ilişkin teknik bir tanım değildir; aynı zamanda emek hareketi için maddi ve nesnel bir gerekliliktir ve bu olmadan, kapsayıcı ve genel bir yöneliş pratik olarak imkânsız olurdu.
Emek mücadeleleri, ayaklanmayı sınıf merceğinden ilerletmek için, ayaklanmaya katılanların çoğunluğunun taleplerini de içeren en gerekli araçlardan biridir. Bu, işçi sınıfı mahallelerini, ayrımcılığa uğrayan şehir çeperlerini ve ayaklanmadaki birçok işçiyi ve işsizi içerecektir. Bu bağlamda, emek mücadeleleri ile ayaklanma arasındaki birleşik dava -ayaklanmaya katılan organik güçler sokakta böyle bir bağ gösterdikçe- sınıf bilinçli bir ayaklanma için gerekli koşullardan biridir. Bu nedenle, emek mücadelesinin ifadesi belirli bir özel/kamu işverenine değil, tüm özel/kamu işverenlerine hitap etmelidir. Böyle genellenebilir bir politika, sendikal taleplerin işyerindeki belirli bir işverene karşı sınırlı ve yerelleştirilmiş biçiminden vazgeçmek almanına gelmek zorunda değildir. Aksine, aynı anda hem yerelleştirilmek hem de genelleştirilebilir olmak, sendikal mücadelenin her iki yönünü de bir çelişki yaratmadan sağlayabilir. Bu şekilde, işçi sendikaları, kendisinin [yerelleşmiş taleplerinin] ötesine geçerek, ayaklanmanın sınıfsal yönünü vurgulayabilir, taleplerini ortaya koyabilir ve ayaklanmayı sınıf bilinçli bir harekete dönüştürebilir.
Sendikal taleplerin genelleştirilmesiyle (işçi ücretleri sorunundan proleter yönetime ve üretim araçlarının kamu mülkiyetine kadar) ve onu mevcut ayaklanmanın ana unsurlarından birine dönüştürerek, alternatif bir yönetim sisteminin nüansları öne çıkacaktır. Bu da, ülke çapındaki ayaklanmadaki bu önemli taleplerden çekilmeyi oldukça imkânsız hale getirecektir. Ayrıca, diğer güçlerle arasında “sınıf bilincine sahip” belirleyici bir sınır çizmeyi ve yalnızca rejimi devirmeyi önemseyecek yolda, şekilsiz bir kitle olmaktan kaçınmayı da gösterecektir. Bu, sınıf temelli ayaklanmaya katılımdır ve bu ayaklanmaya katılan güçlerin “Kahrolsun diktatör, baskı ve ayrımcılık” diye bağırdıklarında seslerini ve imajlarını güçlendirir. Bu sloganların olumlu biçimi, emek mücadelelerinde temsil edilen nüansları içerir. Siyasal özgürlük, demokrasi, eşitlik, refah ve işyerinden yaşam alanına, eğitim sisteminden hukuk ve hükümet düzeylerine kadar uzanan diğer birçok temel hak gibi sloganlar, emek mücadeleleri alanının dışında tanımlansaydı, maddi dünyada somut bir referansı olmayan soyut ve genel kavramlar olurdu. Hem en aşırı sağcılar hem de solcular tarafından dile getirilen bu boş sloganlar, yalnızca, daha fazla siyasi kaosa ve politik ve sınıfsal sınırların bulanıklaşmasına yol açmaktadır. Böyle bir kaos ve belirsizliğin ötesine geçmek için emek mücadelesini güçlendirmek, tüm ayaklanmayı konsolide edebilmemiz açısından her zamankinden daha gereklidir.
Sağcı güçlerin emek mücadelesi korkusu ve sınıfsız işçi grevlerini memnuniyetle karşılamaları, işçi hareketinin sınıf bilinçli mücadelesinden kaynaklanan bu yapıcı ifade yüzündendir. Sendikal mücadelelere saldırmak ve işçi grevlerini kimliksiz hale getirmek, sağcı güçlerin kapitalist hükümetlerin hegemonik medyasının yardımıyla, geçici olarak doldurabilecekleri bir boşluk yaratacaktır. Bu senaryoda, işçiler, sağ kanadın rejimi devirme ve değiştirme projesini sürdürmesi için bir araç haline gelir. Bu, ayaklanmayı bir devrime ve onu izleyen zafere dönüştürmek için gerekli koşulla, yani işçilerin bir sınıf olarak ayakları üzerinde durmaları koşuluyla çelişmektedir. Dahası, sömürülenleri ve ezilenleri bu ayaklanmanın ana gücü olarak tanımlamak yerine, yıllardır kamu kaynaklarını yağmalayan, işçileri sömüren ve boyun eğdiren kapitalizmin bir yapıtaşı olmasını önermektedir.
Bu yönde ve söylemsel düzeyde önemli olan, özellikle her geçen gün genişleyen bir ayaklanma sırasında emek mücadelelerini savunmak ve ayaklanmanın sınıf kararlılığına karşı yaratılan gözdağının üstesinden gelmektir. Kademe kademe sağcı politik sınıf içeriğiyle doldurulacak boş bir araç inşa eden sahte ittifakların temsilcileri, bağımsız mücadeleyi uzun zamandır reddediyorlar. Bu sahte ittifakın her zamankinden daha fazla ifşa edilmesi ve açıklığa kavuşturulması gerekiyor.
Emek hareketi hem politiktir hem de sınıf bilincine sahiptir. Her ne kadar bu iki yön zaman zaman biçim bakımından ve mücadelenin nesnel gereklilikleri nedeniyle birbirinden ayrılabilse de, içerik açısından da aynı mantığı izler. Sendikal hareketleri savunma bahanesiyle işçi mücadelelerini depolitize etmek ya da tersine, siyasi bir projede işçileri sınıfsal taleplerinden arındırmak isteyen her türlü siyasi akım, işçi sınıfı düşmanıdır. Bu noktada emek mücadelesine karşı yıldırma atmosferini kırmak ve aynı zamanda işçi hareketinin siyasi doğasını vurgulamak ve hem sendika temelli hem de politik olan talepleri vurgulamak özellikle önemlidir. Yapılması gereken şey açıktır: bugün emek mücadelesinin tam olarak savunulması. Aksi takdirde, emek hareketinden geriye, işçi sınıfına karşı bir güçten başka bir şey kalmayacak.