Rejim, işçi sınıfı ve önderlik

Türkiye Troçkizminin kurucu önderlerinden, Türkiye’de Morenist akımın, İşçi Cephesi’nin ve İşçi Demokrasisi Partisi’nin kurucularından, İDP merkez komite üyesi ve Troçkist’in yazı kurulu üyesi Muhittin Karkın’ı 24 Haziran günü ani ve beklenmedik bir şekilde kaybettik. Muhittin yoldaş aşağıdaki yazısı üzerindeki son değişiklikleri 24 Haziran günü, yani vefat ettiği gün gerçekleştirmişti. Bu yazının tamamlanıp tamamlanmamış olduğunu bilemiyoruz. Yoldaş Muhittin’in büyük yazınsal külliyatına hakim olanlar, bu yazının henüz bir çerçeve çizdiğini ve yüksek ihtimalle, daha detaylı analizler için Muhittin yoldaşın aslında gelişmiş bir taslak hazırlamış olduğunu anlayabilirler. Dergimizin yazı kurulu, daha sonra bu yazıyı onun arşivinde, bu şekliyle kayıtlı bir halde buldu.

***

Bonapartist rejim 14/28 Mayıs 2023 seçimlerinden kendisini tahkim etmiş olarak çıktı. Seçimleri önceleyen 3-4 yılın ağır ekonomik koşulları ve onun yarattığı yoksulluk ve toplumsal memnuniyetsizlik, devlet kurumları içinde ve arasında da rahatsızlık yaratmış, bu da bizzat rejimin kendisinde bir krize yol açma olasılığını gündeme getirmişti. Anayasa Mahkemesi’nin hükümeti ve destekçilerini memnun etmeyen bazı kararlar alması, devlet bürokrasisi içinden muhalefete bazı dosyaların akıtılması, güvenlik ve dış politika konularında yayılmacı çizginin tıkanması, ekonomi ve maliye yönetimlerinin bizzat finans kapital baronları tarafından eleştiri bombardımanına tutulması gibi gelişmeler rejimin ana kolonlarının çatlamaya başladığına işaret ediyordu. Duruma bizzat Bonaparte’ın kendisi el koydu ve rejimin yeniden derlenip toparlanmasında seçimleri fırsat olarak kullandı.

Bunu, eskiyi örgütleyip ileriye sıçrayarak yaptı. Oy oranları ne kadar önemsiz olsa da Yeniden Refah, Hüdapar, Büyük Birlik, Sinan Ogan gibi tüm gerici, hatta faşizan öğeleri cephesine katıp ideolojik-politik seçeneğini güçlendirdi. Böylesine geniş bir cephe, Sosyal Koruma kapsamında maaş yardımı ile emekli/yaşlı, dul/yetim ve engelli/malul maaşı alan ve bu ödentilerin ancak Müslüman Erdoğan tarafından sağlanabileceğine inandırılan toplam 31 milyon kişi için güçlü bir önderlik oluşturuyordu. Ayrıca bu önderlik, kırların ve kent varoşlarının yoksulluk istikrarının muhalifler tarafından bozulmasını engelleyebilecek düzeyde devlet ve lümpen milis imkanlarına sahip olacak düzeyde güçlüydü. Camilerin, tarikatların, cemaatlerin büyük çoğunluğu sadece rejim propagandacılarını değil, düzeni korumak için her an sefer olmaya hazır olduklarını ilan eden sarıklı militanları barındırıyordu. Bonapartizmin tipik tabanı sadece sandıkta değil, kendileri için olumsuz bir durumda da harekete geçmeye hazırdı.

Erdoğan ve AKP iktidarı varlığını bu tabana borçlu. Ve onun basıncını hissedecek çünkü destekçilerinin özlemleri var. İktidar sadece on milyonlarca yoksulun sosyal yardımlarını süreğen ekonomik kriz koşullarında ve finans kapitalin (ve tabii bağlı olduğu emperyalist merkezlerin) “ekonomik rasyonellik” baskısı altında nasıl sürdürebileceği sorunu ile karşı karşıya değil. Ama aynı zamanda Avrasyacı milliyetçilerin, şeriatçı İslamcıların ve Kürt ve göçmen düşmanı ırkçıların her türden yayılmacı ve gerici istemlerine, finans kapitalin ve emperyalist sermayenin çıkarlarına zarar vermeden çözümler bulmak zorunda kalacak. RTE’nin oportünist karakterinin ve ekibinin yaratıcılığının önlerindeki yılanlı yolda ilerleyebilmelerine imkân sağlayacak mı, bunu göreceğiz.

Ama bu güçlüklerin rejimi içten kemirerek kendi ağırlığıyla çökmesine yol açacağını sanmak ancak tarihten ders almayan ve günümüz dünya konjonktürünü kavrayamayan ve ne yazık ki sol muhalefette sık rastlanan safdillerin işi olabilir. Bonapartist rejimler, emekçi yığınların pek çok kurban vererek gerçekleştirdikleri süreğen mücadeleler, savaşlar, askeri işgaller veya ani kitle patlamaları olmadan yıkılmıyor. Sandıktan liberal burjuva alternatifin çıktığı durumlarda bile rejimin temel kolonları demokratik dokunmalarla devrilmiyor ve sistemin gerçek seçeneği gene aynı yolla hükümet olabiliyor. Otokrasi kendisini sandıkta olduğu kadar sokakta da korumasını biliyor.

Erdoğan, bu seçimlerle birlikte başkanlık sisteminin geri dönülemeyecek biçimde yerleşmiş olduğunu ilan etti. Bu ne kadar doğru? Salt hukuki-anayasal açıdan bakıldığında, önünde beş yıllık bir sürenin olduğu, daha sonraki beş yılı belirleyecek olan seçimin de aynı mevzuat çerçevesinde gerçekleşeceği, yani bugünkü haliyle sistemin on yıla varan bir süre boyunca yürürlükte kalacağı doğru. Bu hukuki sisteme, başta oligarşi olmak üzere burjuvazinin (onlara mafyaların da dahil olduğu lümpen burjuvaziyi de ekleyin) sessiz sedasız devam etmesini istedikleri bu Bonapartist sürece sadece yukarıda saydığımız gelişmeler ve tabii mevcut dünya konjonktüründe ülkedeki emekçi halkların mücadelesi darbe indirebilir.

Erdoğan ve ekibi elbette Marksist değiller, ama iktidarda kalma içgüdüsüne sahipler, bu yüzden de ileri doğru yol almadıkları sürece düşme tehlikesiyle karşılaşacaklarının farkındalar. Bu nedenle sendikaları “önemsiyorlar”, buna aşağıda değineceğim. Ama ilk elde “ileri koşabilmenin” önkoşulu olarak, verili hukuk dışı uygulamalarını meşru hale getirmek için yeni bir anayasa tasarısını gündeme getirmiş durumdalar. Bu tasarımlarını, CHP ve İYİ Parti listelerinden meclise giren gerici milletvekillerini de torbaya katabilmek ve orta sınıf bilinciyle zehirlenmiş toplumsal kesimlerin desteğine mazhar olabilmek amacıyla, “başörtüsü ve ailenin korunması” söylemiyle gündeme getiriyorlar. Ama “sivil anayasa” diye takdim ettikleri tasarının aslında militarist anayasanın tüm baskı unsurlarının “sivilleştirilmiş” toplamından öteye geçmeyeceği, toplumsal yaşamın ceberut devletin kıskacı arasına sıkıştırılmasının hedefleneceği görülecektir. Ve tabii, beş yıl sonra Erdoğan’ın yerine geçecek kişinin salt AKP’nin (umulan) oylarıyla seçilebilmesini sağlayabilecek bir Cumhurbaşkanlığı için gerekli oy oranı düzeyi kabul ettirilmek istenecektir.

Rejim önümüzdeki süreçte ekonomik, toplumsal ve kültürel yaşamın her noktasını tahakkümü altında tutabilmek için tüm hukuki ve “gayrinizami” araçlarını güçlendirerek kullanmayı sürdürecektir. Baskı eğrisinin sınıflar mücadelesinin dengeleri uyarınca zigzaglar çizmesine tanık olabiliriz, ama genel eğimin yukarı doğru olacağını unutmak baltaların ilelebet gömülü kalmasını arzulayan küçük burjuva barışseverlerinin akılsızlığı olur.

Emekçilerin tercihleri

Seçimler sınıf mücadelelerinin çarpık bir görüntüsünü verir. Bu deformasyon bakış açısı nedeniyle oluşur, yani nereden baktığınızla ilgilidir. Genel tabloyla ilgili olarak söyleyecek olursak, AKP’nin oylarının İstanbul, Kocaeli, İzmir, Manisa, Mersin gibi önemli sanayi merkezlerinde önemli oranlarda düştüğünü, ülke genelinde ise %42,56’dan %35,32’ye indiğini görüyoruz (eksi fark %7,24). MHP de 2018’e göre %1,06’lık bir oy kaybına uğradı. Yani Cumhur İttifakı’nın çekirdeği %8,3 oranında gerilemiş. Ama buna karşılık bu kaybın %5,14’ünün İslamcı Yeniden Refah ile ırkçı Zafer Partisi’ne gittiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Biraz daha sağa eğilip aynaya baktığımızda bu partilerin toplam oy oranı %63,8’e ulaşıyor. Hatta merceği daha da yaklaştırdığımızda, Millet İttifakı’nın (İzmir dışındaki) büyük kentleri oldukça tehlikeli oy farklarıyla kazandığını, üstelik sanayi merkezlerinin varoşlarına gidildikçe bu farkın azaldığını, hatta yer yer tersine döndüğünü, dahası buralarda Yeniden Refah’ın önemli oranlara ulaştığını görebiliyoruz. Soldan baktığımızda da Türkiye İşçi Partisi’nin aldığı 903.742 oyu (%1,72) ve bazı emekçi semtlerindeki ciddi başarılarını fark edebiliyoruz.

Özetle söyleyecek olursak, seçimlere katılan sosyal demokrat ve sosyalist partiler toplam seçmenin ancak üçte birinin oyunu alabilmiş. Kaldı ki, çok daha ayrıntılı, sandık sandık bir incelemeye ihtiyaç olsa da, bu oyların önemli bölümlerinin kentli orta sınıflardan geldiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu hemen herkesin bildiği bir gerçek, ama biraz daha hedefe doğru yürüyüp onu daha somut hale getirmemiz gerekiyor: Proletaryanın büyük çoğunluğu Sol’da tasnif edebileceğimiz partileri kendi sınıf önderliği olarak görmüyor. Ama bunun sorumlusu işçilerin körlüğü değil, kendi yaşamlarını toplumsal bir güç halinde değiştirmeye aday inanılır ve güvenilir bir seçeneğin sahnede olmaması.

Eğer her ideolojik ve politik gelenekten gelen işçileri tek ve aynı sınıfın bireyleri olarak üye kaydeden sendikalar bile onlarda ortak sınıf bilincinin gelişmesinin önünde bir engel oluşturuyorsa, tekil işçinin kendi kökeninin ve geleneğinin eylemsizlik kuvvetiyle sınıf sıfatından ayrıştırılmış yoksullar için önerilen “adil düzen” veya ona bir kimlik kazandıracak milliyetçi seçeneklere yönelmesini engellemek olanaklı olmaz. Sendikalar işte bunun için “önemli” rejim için. Fazlaca etkisi olmayan bazıları dışında ülkedeki tüm sendikalar, devletin/rejimin dayattığı hukuki sınırların içine hapsedilmiş durumda. Meslekten sendika bürokratları bunu, 20. yüzyılın başından beri tüm dünyada gelişen bir “devletle bütünleşme” ihanetinin sonucu olarak değil, burjuva sendikacılığın “normal” hali olarak görüyor. Kendilerine sistem içinde biraz daha geniş bir alan açmaya çalışan sol bürokratların kimi zaman dile getirdikleri sert söylemler ve eylem tehditleri ise, kitlelerde sendikaları sınıf mücadelesi araçları olduğu bilincinin gelişmesine pek bir katkıda bulunmuyor.

Sınıfı bilinci eylemlilik, eylemlilik ise birleşik ve güvenilir önderlik gerektirir. Sadece son 20 yılı alsak bile bu süre zarfında kendiliğinden patlayan ve tekil önderlikler geliştiren her sınıf seferberliği sadece rejimin sopası sonucunda değil, ama aynı zamanda kitle örgütleri olan sendika yönetimlerinin yalnız bırakarak, hatta kırmaya çalışarak bu eylemliliklere ihanet etmesi sonucunda hedeflediği zaferlere ulaşamadı. İhanetler de her seferinde sendikaların nezdinde sınıfta örgütlülüğe yönelik güvensizlik fikrini güçlendirdi. Böylece geleceğinden endişeli işçi, muhalefet safına geçtiğinde doğal olarak ve edilgen biçimde en az zararlı görebileceği burjuva seçeneğe oy vermekle yetinmek zorunda kaldı.

Önderlik zorunluluğu

İşçi sınıfının önderliğinden söz ederken aslında en azından 12 Eylül 1980 sonrasından beri süregelen bir soruna el atmış oluyoruz. O tarihte başta DİSK’in öncü işçi kadroları ile sosyalist hareketlerin fiziki yenilgisi daha sonrası için aynı zamanda politik ve ideolojik bir krizin doğmasına yol açmış, bu kriz Sovyet blokunun dağılmasıyla birlikte daha da ağırlaşmıştı. Daha sonraki bazıları oldukça güçlü emek hareketleri, öncülerin içinden geçmekte olduğu o politik ve ideolojik kriz nedeniyle birleşik bir sosyalist devrimci önderliğin gelişmesine imkân vermedi.

Emperyalizmin aynı yıllarda başlattığı neoliberal saldırıyla dünya çapında etki yaratan bu kriz aslında Stalinizmin kriziydi. Komutanları tarafından çoktan beri anahtarları teslim edilmiş olan kaleler yıkılınca, onları koruyan birlikler de dağılmış, bazıları evlerine dönmüş, bir kısmı düşmanın saflarında eriyip gitmiş, kale halkı da kendi kaderine terk edilmişti. Emekçi halkların kimi zaman gerçekleştirdikleri kahramanca ayaklanmalar, bazen kısmi zaferler elde ediyor, ama çoğunlukla düşman saflarında kayıplar vererek dağılmak veya geri çekilmek zorunda kalıyor. Çünkü iktidarın fethine yönelik bir amaca, bunun programına ve stratejisine sahip değiller. Bütün bunların cisimleşebileceği bir önderliğe sahip değiller.

Ama önderliğe talip olanlar yok değil. Eski Stalinizmin momentumuyla küreselleşme çağına “uyum sağlamaya” çalıştıklarını söyleyen bu adaylar, proleter devrimi ve diktatörlüğü programından uzaklaşarak “hareketlerin hareketi” olmaya çalıştıkça, sadece işçi sınıfı önderliğine adaylık imkanlarını daha fazla yitirmekle kalmıyorlar, neoliberalizmin uygulayıcılığını üstlenen sosyal demokrasiden boşalan yeri doldurmak için birbirleriyle yarışarak kalmak istedikleri noktanın da sağına itiliyorlar. “Çok sınıflı” parti ve akımların işçi sınıfına önderlik edebilme yeteneği olamaz.

Gezi her bakımdan “çok sınıflı” bir kahramanca isyandı. Onu bir orta sınıflar ayaklanması olarak görüp tahlillerini orada bırakanlar var. Oysa demokratik haklarından mahrum edilen ve giderek yoksullaşan orta sınıfların aktif desteği olmadan herhangi bir iktidar sorunu çözümlenemez. Bu isyana işçilerin katılmadığından yakınanlar da oluyor, ama nasıl “katılmış” olabileceklerine dair geçerli bir varsayıma da rastlanmıyor. Tüm sendikalar üyelerini meydanlara taşımış olsaydı ve böylece pratikte günlerce süren bir genel grev oluşmuş olsaydı iki olasılıkla karşı karşıya kalınabilirdi: Ya çok daha kanlı bir yenilgi ya da hükümetin istifa edip yerini daha uzlaşmacı bir burjuva hükümete bırakması. Çünkü ayaklanma sadece iktidar perspektifinden değil, ama daha önemlisi ona önderlik edecek proleter seçenekten yoksundu. İşçilerin meydanlara akmasını engelleyen sadece sendika bürokratları değil, ayaklanmanın kendi hayatlarında neyi değiştirebileceğini bilmeyen ya da farkında olmayan bizzat işçilerin kendi ruh halleriydi. 

Bugünün sorunu çok sınıflı bir “Gezi partisi” yaratmak olmamalı. Orta sınıflar ve hatta önemli bir işçi sınıfı kesimi ekonomik ve sosyal krizlerin etkisi altında bunaldıkça sert önlemler istiyorlar ve bu tür çözümleri gerçekleştirme kapasitesi gördükleri partilere yöneliyorlar. Militan mücadeleye dayalı inandırıcı ve kitlesel bir işçi-emekçi seçeneğinin bulunmadığı koşullarda da sağı ve aşırı sağ tercihleri destekliyorlar. Bonapartist rejimin kutuplaştırıcı ve gerici ittifak çizgisi bu gerçeğin üzerine inşa edilmiş durumda. Sonucunu bir kez daha bu seçimlerde de görmüş olduk.

Sol, ne bir sonraki seçimlere hazırlanarak ne de sendikalarda resmi mevkiler kazanmaya çalışarak ilerleyebilir. Sol hareketin önündeki en büyük görev hâlâ sosyalist devrimi hedefleyen bir proleter önderliğin inşası. Ama işçi sınıfı Sol partilere ve akımlara güvenmiyor, en fazlasından küçük bir bölümü sosyal demokratlara oy veriyor. Çünkü Sol, işçilerdeki bireysel korkuları aşacak, onları milliyetçi gericilik ve İslamcı muhafazakarlıktan kurtararak bir sınıf olarak acil talepleri doğrultusunda seferber edecek bir programa ve eylemliliğe sahip değil. Çünkü pek çok solcu bugün sendikaların ihanetine ortak oluyor, hatta ona önderlik ediyor. Çünkü solcular sekter ve ikameci. Çünkü pek çok sol söylem diğer sınıfların kimlik taleplerine öncelik veriyor ya da “yaşasın sosyalizm” şiarıyla yetiniyor.