Latin Amerika seçimlerinde sola yönelişin anlamı ne?

Yazar: Miguel Angel Hernandez

İlk defa İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in Correspondencia Internacional (Uluslararası Haberleşme) isimli yayınının 50. sayısında, Ağustos-Ekim 2022’de yayımlanmıştır.

***

Birkaç Latin Amerika ülkesinde seçimlerde sola doğru yeni bir yöneliş yaşanıyor. Bu yöneliş, reformist solun çeşitli sektörlerine kitlesel olarak oy verilmesi şeklinde ifadesini buluyor. Şili’de Gabriel Boric, Peru’da Pedro Castillo, Kolombiya Gustavo Petro ve Honduras’ta Xiomara Castro örneklerinde yaşandığı üzere, sözde merkez solun liderleri ile partilerinin kazandıkları zaferler bunlar. Daha önce de 2020’de Evo Morales’in MAS’ı (Sosyalizme Doğru Hareket), Luis Arce üzerinden Bolivya’da yeniden hükümet olmuştu. Brezilya’da Ekim’de gerçekleşecek olan seçimleri de yüksek ihtimalle Lula kazanacak.

Seçimlerde yaşanan bu sola dönüş, çarpık bir biçimde mücadelelerdeki yükselişi ve Piñera, Ivan Duque ve Bolsonaro gibi liberal ve sağcı hükümetler ile onların kemer sıkma planlarınını çöküşünü ifade ediyor. Salvador Allende hükümetinden bu yana (1970-1973), Şili’de merkez sol bir hükümet iktidara gelmedi. Kolombiya’da yaşanan da, kendi tarihinde bir ilkti.

Dikkat çekici olan olgu, yaşam standartlarında bir düşüşle karşı karşıya olan Latin Amerika işçileri ile halklarının geleneksel patron partilerini reddederek, hala reformist varyantlarında da olsa, solda bir alternatif arayışına girmiş olmalarıdır.

2021 Aralık’ında seçimlerin ikinci turunda Gabriel Boric’in Şili’de zafer kazanmış olması, büyük Ekim 2019 ayaklanmasının bir yansımasıydı. Kolombiya’da Gustavo Petro’nun yeni sayılabilecek zaferi, 2021 Nisan’ındaki halk ayaklanmasının doğrudan bir sonucuydu. Honduras’ta devrik başkan Manuel Zelaya’nın karısı Xiomara Castro’nun zaferi, yine bu ülkede, geçtiğimiz yılın Ağustos ayında, Covid-19 pandemisiyle yüz yüze olan bir ülkede kaynakların yönetimi konusunda yaşanan yolsuzluğa karşı patlak veren eylemlerin bir ifadesiydi. Pedro Castillo’nun 2021’de Peru’da kazandığı zafer de, “Hepsi gitsin!” sloganında ifadesini bulan bir halk ayaklanması ve Vizcarra hükümetinin devrilmesiyle öncelenmişti. 

Hiç şüphe yok ki, seçimlerde ortaya çıkan bu yeni sola dönüş, Latin Amerika’daki ilk merkez sol hükümetler dalgasını akıllara getiriyor. Bu dalga, içinde bulunduğumuz binyılın başında yaşanmıştı. Birkaç karşılaştırma yapılabilir.

Bu hükümetlerin kitleler arasında büyük bir prestiji vardı. Küba ve Fidel Castro’yla yakın bir ilişkiye sahip olan Chavez, bölgesel olarak politik bir referans halini almıştı. Lula ile PT (İşçi Partisi) ilk seçimlerini kazanmışlar ve kariyerlerinin zirvesini yaşıyordu. Bolivya’daki ilk yerli başkan olarak Evo Morales çevresine bir iyi niyet duvarı örülmüştü. FTAA’ya (Amerika Kıtası Serbest Ticaret Bölgesi) karşı Mar del Plata Sözleşmesi’nin gerçekleştiği Arjantin’de Nestor Kirchner iktidara geldi. Ekvador’da Belt ve Uruguay’da da Jose Mujica ile birlikte Geniş Cephe hükümet oldu. Eğer Chavez’i, Lula’nın ilk hükümetini ve Evo Morales’i Pedro Castillo, Gustavo Petro veya Şili’deki Boric ile karşılaştıracak olursak, farklılıklarının oldukça derin olduğunu fark ederiz. 

Sınıf işbirlikçi hükümetler çoktan bir çöküş yaşadı

Ancak farklılıkları ne olursa olsun, bu hükümetlerin hepsi başarısız oldu ve krize girdi. İşçilerin ve halkın desteğini kaybettiler. Bu hükümetler çokuluslu firmalarla anlaşan ve kendi halklarına karşı kemer sıkma politikaları uygulayan sınır işbirliği hükümetleriydi. En büyük çöküş Chavizm alanında yaşandı; bu çöküş, Nikolas Maduro’nun baskıcı ve kıtlık dayatan rejimini yarattı. Bir diğer başarısız örnek Brezilya’daki Lula-Dilma hükümetleriydi; bu çöküş de, hatalı bir biçimde milyonlarca işçinin Bolsonaro’ya oy vermesine neden oldu. 

Yeni merkez sol hükümetler, bir öncekilerden daha zayıf olacak çünkü ilk merkez sol hükümetler dalgasından 20 sene sonra, pandeminin dünya ekonomisi üzerindeki sonuçları ve Rusya’nın Ukrayna işgalinin etkileri nedeniyle küresel kapitalist-emperyalist sistemin krizi derinleşmiş durumda. Bu yeni merkez sol hükümetler, bir politik krizler silsilesi ve birçok ülkedeki ayaklanmalar ikliminde iktidara yükseldi. Bu ayaklanmalar ve mücadeleler arasında Sri Lanka, Panama, Arjantin, İran ve İngiltere grevleriyle Boris Johnson hükümetinin düşüsü sayılabilir. Başka bir deyişle, halka bir miktar taviz vermek veya reform yapmak için manevra alanı çok daha kısıtlı.

Bütün bu yeni merkez sol hükümetlerin iktidarlarının ilk aşamasında, yıllar süren kemer sıkma politikalarının ardından yaşam standartlarında bir değişim özlemiyle yanıp tutuşan ve bu hükümetlere oy veren kitle hareketlerinin büyük beklentileri söz konusu olacak. Ancak bu değişim arzusu hızlı bir biçimde bir krize evrilebilir, zira bu hükümetler halkların ihtiyaçlarına cevap vermeyeceklerdir. İlk başta bunlar “halkın kendi hükümeti” izlenimi yaratabilir; ancak Latin Amerika halklarının içinde geçtikleri ciddi sosyal ve ekonomik durum ve bu merkez sol hükümetleri yeni kemer sıkma politikaları uygulamaya yönlendirecek olan dünya kapitalizminin krizinin derinliği düşünüldüğünde, söz konusu balayı beklendiğinden daha hızlı bitebilir.

Kalıcı dönüşümler yaşanmayacak

Bu durum halihazırda Peru’daki Pedro Castillo ve Şili’deki Boric iktidarlarında gözlemlenebilir. Öncelikle şunu fark ediyoruz ki, bu hükümetler 2022 bütçesi aracılığıyla kapitalist kemer sıkma uygulamalarını devam ettirdi; zira bu bütçelerde dış borçların ödenmeyi sürdürebilmesi için sağlık ve eğitim harcamalarında kesintilere gidildi. Boric’in örneğinde büyük sermaye gruplarının çıkarına dokunmayı bırakalım, bu çıkarları gündeme getiren herhangi bir önlem bile tartışılmadı ve Mapuche yerli halkının baskılanması da eskisi gibi devam ediyor.

Petro’ya gelince, Kolombiya başkanı seçildiğinde gerçekleştirdiği ilk konuşmada kendisi şöyle konuştu: “Biz kapitalizmi geliştireceğiz.” Özetle üretim araçlarının özel mülkiyetini koruyacağını tasdik etti. Başka bir deyişle Petro, ekonomiyi toprak sahiplerinin, büyük kapitalistlerin ve finansal grupların, devasa çokuluslu şirketlerin elinde tutacak. Bu egemen bloklar Kolombiya’nın sömürülmesinin başlıca sorumlusudurlar ve hatırlamak gerekir ki, Kolombiya, Latin Amerika kıtasındaki en eşitsiz ülkelerden birisi. 

Lula’nın Brezilya’daki Ekim seçimlerinde elde etme olasılığı olduğu zafere gelince: Bu zafer hiç şüphe yok ki, Bolsonaro’nun sağcı hükümetinin uğradığı erozyonu yansıtacak. Bu zafer aynı zamanda PT’nin tarihsel reformizminin bir zaferi olacak; ancak bu reformizmin, artık, eski başkan Fernando Henrique Cardoso ile ilişkili olan ve geleneksel Brezilya burjuvazisinin bir politikacısı olan Geraldo Alckim’le ittifak halinde olduğunu, yani eskisine oranla daha da sağda olduğunu unutmamalıyız. 

Yeni merkez sol hükümetlerin iktidara geldiği ülkelerdeki işçilerin, kadınların, gençlerin ve halkın beklentilerini anlayabiliyoruz ancak bu hükümetler konusunda son derece açık ve kesin olmalıyız: Bütün bu hükümetler burjuvazi, emperyalizm ve patronlarla uzlaşma hükümetleridir. Bunların hepsi çifte bir söylem kullanan kapitalist hükümetlerdir: Bir yandan “solcu” veya “ilerici” söylemlerde bulunurken, diğer yandan patronlar ve emperyalizm ile anlaşmalar yapmakta ve krizin faturasını işçilere ve halka ödetmek için kemer sıkma politikaları uygulamaktadırlar. 

İşte bu sebeple biz, bu hükümetlerden, sömürülen halkın ihtiyaçlarına çözüm getirmelerinin beklenemeyeceğini düşünüyoruz. Seferber olmayı sürdürmeliyiz. Peru, Şili ve Kolombiya’daki isyanların ruhunu canlı tutmalıyız. Lula’nın bu yılın Ekim ayında bir seçim kazanacağı kazanacağı Brezilya’da seferber olmalı ve Lula’ya yüklenen bütün beklentiler için savaşmaya hazırlanmalıyız. Kapitalizmin krizi çerçevesinde halka karşı kemer sıkma önlemleri uygulamaya devam edecek olan bu reformist ve sınıf uzlaşmacı hükümetlerden herhangi bir beklenti içinde değiliz. Geçtiğimiz yıllarda patlak veren ayaklanmalara ilham kaynağı olmuş olan bütün talepler için seferber olmayı sürdürmeliyiz. Ve sınıfımızın politik bağımsızlığı ile devrimci sosyalist partilerin inşa edilmesi için savaşmayı sürdürmeliyiz.