Kriz, ittifaklar ve önderlik sorunu

Toplumsal mücadele dinamiklerini Marksist kılavuzla incelemek yerine (bu iddiada olunmasına rağmen) olguların burjuva gazetecilerce yorumundan hareket edenlerin kaçınılmaz olarak vardıkları mevzii izlenimciliktir. Burası güvenli bir siper, karşı saldırı için elverişli bir savaş hattı olarak kabul edilir, oysa bu sanal cephenin öbür tarafı boştur, zira savaş başka bir gerçek alanda sürmektedir, sınıflararası mücadele alanında. Krizin gerçek nedeni ne oligarşinin “kötü yönetimi” ne de “sermayenin iç savaşıdır”. 

Kapitalizm krizleri kendi başına üretir, ama onların aşılması her zaman siyasal arenadaki sınıflar mücadelesinin sonuçlarına bağlıdır. Bu mücadeleye bütün sınıflar ve sınıf katmanları katılmakla (veya dahil olmakla) birlikte, savaşın sonucu sermaye ile emek güçlerinin karşılıklı başarısına bağlıdır.

Türkiye kapitalizminin krizi bir sermaye birikimi krizi. Neoliberal evreyle birlikte birikim modeli dış borç, doğrudan dış yatırımlar ve finansal akışkanlıklara dayandırılmıştı, bütün emperyalizme bağımlı “gelişmekte olan” ülkelerde olduğu gibi. Emek hareketine yönelik ağır saldırıların eşlik ettiği bu politika, bizimkilerin de dahil olduğu dünya burjuvazisi için bir süre kâr oranlarının artırılması açısından olumlu sonuçlar verdi. Ama 2008 dünya finansal krizi bu geçici iyileşmeyi tersine çevirdi ve Türkiye’yi “teğet geçen” depremin ardılları 8-10 yıllık bir gecikmeyle ülkeyi sarsmaya, düzenin duvarlarını çökertmeye başladı. Artık Türkiye kapitalizminin kâr oranları eğilimi vektörü, geçici zikzaklara ve bazı şirketlerin artan yıllık kârlarına karşın, aşağıya doğru yönelmiş durumda.

Bu kriz eğrisinin burjuvazinin farklı kesimleri arasında kapışmalara yol açması kaçınılmazdı ve öyle de oldu. Asıl işlevi emek hareketini sindirmek olan Bonapartizmin bu ortamda burjuvazinin de üzerine yükselerek “barış ve huzuru” sağlaması gerekiyordu; bunu da inşaat, enerji, silah ve finans oligarklarının ekonomi üzerindeki egemenliklerini perçinleyerek gerçekleştirdi. Böylece sermaye birikimi modeli devletin ve onun iç ve dış imkanlarının oligarşi tarafından doğrudan yağmalanması üzerine oturtuldu.

Elbette yağmanın maddi sınırları var. Oligarşik yağmanın eninde sonunda kendi işletmelerini ve özvarlıklarını (yani onlara göre “ülkeyi”) felakete sürükleyeceğini hisseden burjuva kesimler bugün modern Moğolların hamisi ve halifesi karşısında konumlanmış durumdalar. Onlara göre esas olan kâr oranlarındaki düşüş eğiliminin durdurulması, hatta tersine çevrilmesi. Bunun görünürdeki tek yolu da emeğin üzerindeki sömürü oranlarının artırılması ve emperyalist sermayenin içeri çekilmesinden geçiyor. Ve bunun “sokağa çıkmadan”, “barışçıl” yollarla, demokratik biat (parlamenter sistem) aracılığıyla gerçekleşebilmesi için şimdi proletaryadan ve emekçilerden sakince sandığa giderek oylarını istila kurbanı sermayenin temsilcilerini seçmek üzere kullanmalarını istiyorlar. Millet İttifakı’nın önemi burada yatıyor.

“Önleyici” halk cephesi

Sol hareket elbette Millet İttifakı’nın burjuva programının farkında, ama bundan sonra da koca bir “ama” geliyor. 1980’lerin başlarına değin Stalinist reformist/merkezci sol akımların bazılarının “feodalizme” karşı Milli Demokratik Devrim için, bazılarının da “oligarşiye/faşizme” karşı “halk mücadelesi” niyetiyle ileri sürdükleri burjuvazinin çeşitli sivil ve/veya askeri kanatlarıyla işbirliği/ittifak politikası, bugün Tek Adam rejimine karşı tekrar karşımıza çıkıyor. “Evet, sosyalizm için mücadele ediyoruz, ama bugünkü acil görev Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Bu noktada üzerimize düşen sorumluluktan kaçınmayacağız”. 

Buradaki hazin sorun, “ilerici, demokratik, vb.” burjuva kesimlerle ittifaka yatkın olan sol hareketlerin burjuvazi tarafından ittifaka mazhar görülmemiş olmaları. HDP topladığı milyonlarca oydan güç alarak ve hatta bunu siyasi bir tehdit olarak kullanarak Millet İttifakı’na dahil edilmeyi istedi, ama başvurusunun geri çevrildiğine ikna olduğunda kendi halk cephesini kurmaya yöneldi. Aynı şey, “Sağ blok (Millet İttifakı-MK) bir halk seçeneği değildir”(1) demekle birlikte CHP’yi “Buyurun gelin, demokrasi ittifakı burada”(2) diyerek “gerçek” halk cephesini kurmaya kalkan EMEP’in de başına geldi. CHP bu davete teşekkür etti mi bilmiyoruz, ama EMEP belki de burjuvazisiz bir halk cephesi kurulabileceğini TKP, TKH ve Sol Parti ile birlikte araştırmaya koyuldu. Mecliste temsilcileri bulunan ve parlamenter çalışmanın “yararlarına” kanaat getirmiş olan TİP’in işi daha kolaydı. Önce “kurtuluş” aşamasında Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayına oy verme “sorumluluğunu” yerine getirecekler (tabii Ekmeleddin İhsanoğlu gibi “kabul edilemez” bir aday gösterilmemesi halinde; Allahtan Meral Akşener cumhurbaşkanlığına değil başbakanlığa talip). “Kuruluş” evresinde de en fazla milletvekiliyle mecliste bulunmayı istiyorlar; bu da onları tabii, başlangıçta da doğumlarının ebeliğini yapan HDP ile bir “demokrasi ittifakı” kurma zaruretine itiyor. Üstelik HDP çok sınıflı bir parti olduğundan ne de olsa bu da bir tür “halk cephesi” değil mi? Böylece görev yerine getirilmiş olacak.(3)

Durumu kısaca özetleyebiliriz: Küçük burjuva reformist ve Stalinist partiler ve akımlar, adı ne olursa olsun (“demokrasi ittifakı”, “halk ittifakı”, vb.), burjuva ve/veya küçük burjuva partilerle “gerçek” bir halk cephesi kuramadıkları için aynı halk cepheci, reformist ve aşamacı anlayışla kendi aralarında birliktelikler kurma arayışındalar. “Siz bizi aranıza kabul etmiyorsanız biz de ‘mış gibi’ yaparız. Neticede ‘demokrasi’ adına size dışardan destek vereceğiz.” 

Bütün bu retoriğe karşın, sadece sınıfsal bileşimi açısından değil, ama gündeme getirilişiyle de bu tür halk cephesi önerileri, öznelerinin bizzat kendilerinin savundukları Stalin-Dimitrov “teorisine” de uymuyor. Onlar o dönemde yükselmekte olan proleter devrimine karşı reformist (ve son tahlilde karşıdevrimci) sol partilerin “demokrasi ve cumhuriyet” adına burjuvaziyle ittifakını önermişlerdi. Ve bunu da “faşizme karşı mücadele” demagojisiyle süslemişlerdi. Oysa adı geçen sol akımların bugün en büyük şikâyeti devrimci bir işçi hareketinin bulunmaması. Proleter devriminin güçlendirilmesi yerine demokrasi için burjuvaziye dışardan destek sunmak olsa olsa “önleyici bir halk cephesinin” daha bugünden hazırlanması çabası olur. Yani daha olmadan proleter devriminin karşısında yer almak. Bunun başka tarifi olabilir mi?

Demokrasi için devrim

Bütün bunlardan demokrasi mücadelesinin küçümsenmesine ilişkin bir anlam çıkarılmamalı. Bonapartist rejime karşı demokratik haklar ve özgürlükler için mücadele işçi ve emekçi sınıfların önündeki görevlerden birisi. Önemli olan demokratik talepler ile proleter devrimi arasındaki bağın kurulabilmesi. Bu bağ Marksist yöntemle ilişkilendirilmediğinde ya da koparıldığında karşımıza bir yandan demokrasi için burjuvazinin çeşitli kesimleriyle karşıdevrimci ittifak beklentileri, ama öte yandan da salt bir sosyalizm propagandası çıkıyor. 

Örneğin TKP önerdiği “Emek Cephesi”ni “Laik Cumhuriyet” gibi tipik bir burjuva sloganla donatıyor ve bununla birlikte “acil bir talep” olarak “yaygın bir devletleşme çağrısı”(4) yaparak sosyalist programını özetlemiş oluyor. Kitlelerin acil ihtiyaçlarına dayalı devrimci bir talepler bütünü doğrultusunda savaşmak yerine, hüdhüd kuşunun Süleyman peygambere harikalar diyarı Sebe ülkesini göstermesi gibi, sosyalist bir iktidarın azami programını tekrarlamakla yetinen TKH ve benzeri propagandist akımlar da aynı kervanın düş tacirleri (ne yazık ki bunların arasında kendini Troçkist olarak tanımlayanlar da var).

Ama demokrasi ve devrim diyalektiğinin içinde sıkışıp kalmanın en iyi örneklerinden birini belki de TÖP sergiliyor. Bu akımın yazarları çok doğru olarak “Batılı anayasaların özgürlükçü içeriklerinin işçi sınıfı öncülüğündeki halk güçlerinin mücadeleleri sonucunda oluştuğu”(5) tespitinden hareket ediyorlar. Gerçekte bu sadece “Batılı anayasalar” değil, tüm ülkelerdeki şu ya da bu özgürlükler için geçerli, zira bu haklar işçi ve emekçi sınıfların ulusal ve uluslararası düzeydeki mücadeleleri sonucunda elde edildi. Ve yazarlar gene doğru olarak “burjuva demokrasisinin uygulandığı en ‘ileri’ devletlerde bile çürüdüğüne tanık oluyoruz. Tarihsel olarak burjuvazi ilerici potansiyelini kaybedeli çok oldu” diyorlar. Hatta bu mantık zincirini daha da uzatıp, Komünist Manifesto’dan başlayıp Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde somutlanan geçiş talepleri için mücadele anlayışına yaklaşıyorlar: “Çünkü gündelik demokratik her bir talep, özünde burjuvazinin birikiminin üzerine yükseldiği bir dayanak noktasını tehdit ediyor”.(6)

Sadece gündelik demokratik talepler değil, emekçi yığınların bugün bütün acil demokratik, ekonomik ve toplumsal talepleri kapitalizmin temellerini sarsacak bir nitelik taşıyor. Tabii kitlelerin bu talepler doğrultusunda örgütlülüğü ve seferberliği koşullarında. Bu talepler konusunda yazarlar önemli örnekler de veriyorlar. Bütün bunlardan hareketle yazarların, demokratik özgürlüklerin elde edilebilmesi için, “tarihsel olarak burjuvazi(nin) ilerici potansiyelini kaybe(ttiği)” bir aşamada proleter devrimine ihtiyaç olduğu noktasına gelmeleri beklenebilirdi. Bu durumda da devrimci Marksizm ile uzlaşmış olurlardı.

Ama hayır. Yazarlar, demokrasi için proleter devrimi ve işçi demokrasisi gerekir demiyorlar, “halkçı bir alternatif” olarak “devletin ve rejimin halkçı bir içerikle aşılması”nı öneriyorlar. Yani, Demokratik Cumhuriyet! TÖP yazarlarına göre, bugünkü otokratik rejime karşı verilmesi gereken mücadele (hem de burjuva düzenin temellerine yönelen acil talepler aracılığıyla) bir demokratik cumhuriyete yönelmeli, işçi demokrasisine değil. Nedir bu cumhuriyetin sınıfsal içeriği? “Demokratik bir cumhuriyette, iktidarın yegâne sahibi halktır ve halk kendi iktidarını kendisinin seçtiği temsilciler eliyle kurar.”(7) Böylece sınıfsal ayrışması tanımlanmamış, yönetimin hangi sınıfın elinde olacağı belirtilmemiş ve elbette burjuva ve küçük burjuva kesimlerin de dahil edilebileceği bir “halk iktidarı”. Böylece tüm reformist ve Stalinist akımların ortak noktasını oluşturan halk cephesi aracılığıyla bir “demokratik aşama” formülüne dönmüş oluyoruz.

“Halkçılık”

Burjuva demokratik devrimler çağının yüz yılı aşkın bir süre önce aşıldığı bir dönemde demokrasi için mücadeleyi çağın öncesine ait bir formüle bağlayabilmek için mücadeleyi halkçı kavramlarla donatmak sadece proleter devriminden kaçmanın bir yoludur. Bugün, seçim atmosferiyle gündeme gelen ittifak tartışmalarının ortak paydası da, tarafların savlarını süsleyen bütün sosyalizm sözcüklerine karşın, Erdoğan rejimin sonrasında kurulması arzulanan “demokratik sistemin” niteliğine ilişkin. Bu akımlar, Millet İttifakı’nın iktidar olması durumunda oluşabilecek görece demokratik ortamda da “halk iktidarı” ve/veya “demokratik cumhuriyet” sloganlarından vazgeçmeyecekler, “asgari programlarını” terk etmeyecekler ve kapitalizmin hangi sınıfın öncülüğünde ne zaman yıkılması gerektiğine karar veremeyeceklerdir. Reformizmin sınıf ve politik karakteri budur.

Demokratik cumhuriyet, laik cumhuriyet, halk demokrasisi… vb.; hepsi “halka” dayandırılıyor. İşçilerden, emekçilerden, mühendislerden, doktorlardan, öğretmenlerden, kadınlardan, gençlerden, öğrencilerden, Kürtlerden, Alevilerden, çevrecilerden, köylülerden, LGBTİ+’lardan, engellilerden… yani “toplumunun temsil edilmeyen, sesi ve sözü sahiplenilmeyen, varlığı ve etkinliği göz ardı edilen kesimlerinden” oluşan bir “halk”. Bu tarif TİP sözcülerine ait, ama başka akımlar başka “göz ardı edilen kesimleri” de bu tanımın içinde sayabilir: esnaf, emekliler, zanaatkarlar, apartman görevlileri, küçük sanayiciler, laik iş insanları… gibi. “Halk”ın olduğu gibi halkçılığın da belirlenmiş bir sınırı yok.

Üstelik bu anlayış kutsanıyor da. Sosyalistleri “halktan kopuklukla” eleştiren çevreler var. Sosyalist akımların işçi ve emekçi yığınların epeyce uzağında olduğu, sosyalist bir işçi akımının henüz gelişmediği, rüşeym halinde olduğu doğru. Ama halkçı narsisizmin örneklerini simgeleyen Umut-Sen yazarları sosyalistlere, “muhayyel” bir programın “arkasında harekete geçireceğiniz emekçi kitleler yok, programınızın içeriği sınıfın güncel ihtiyaçlarına ne kadar uygun olursa olsun yok. Bir programın emekçi kitleler arasında ajitasyonunun yapılmasından önce bu ajitasyonların sahiplerinin o kesimlerle gerçek bir güven ilişkisi tesis etmeleri gerekiyor” tavsiyesinde bulunuyor. Buradan şunu anlamayı isterdik: Sosyalistlerin programlarını şu anda işçi sınıfı bilmiyor, dolayısıyla görev bugün için “muhayyel” olan bu programın taleplerini sınıfın içinde yaygınlaştırmak, onların etrafında örgütlenmeler ve seferberlikler yaratmak; bunun için de bir sosyalist işçi hareketi geliştirmek gerekir. Ama hayır, yazarlar böyle demiyorlar. Onlar sosyalistleri küçümseyerek, “önce emekçilerle bir güven ilişkisi kurun” diyorlar. Pekiyi, bu güven ilişkisi nasıl kurulacak? Sosyalist talepleri sınıfın içinde yaygınlaştırarak mı? Hayır, diyorlar, sizin ihtiyacınız olan yegâne şey “halka doğru gitme programıdır”! 

Bu içeriği belirsiz tuhaf savla Umut-Sen yazarları iki sorundan kaçmanın yolunu bulmuş oluyorlar. Birincisi sosyalist hareketin sınıf karakteri ve ikincisi sosyalist programların ve daha önemlisi program anlayışlarının sınıfsal politik niteliği. Bu sorunların tartışmasına bu yazıda girmemiz imkânsız, ama her ikisinde de reformist ve Stalinist ideolojilerin etkisini ve egemenliğini incelemeden Umut-Sen’in de dahil olduğu sosyalist/komünist hareketin eleştirel bir tahlilini yapmanın olanağı yok. “Politik programınızı bir kenara bırakın, halka gidin, taban örgütleri kurun, vb.” tavsiyeleri içi boş bir totoloji olmanın yanı sıra, emekçi yığınlar içinde politik faaliyet yürüten kesimlere “silahlarınızı terk edin” çağırısı yapmanın ötesine geçmez.

Nasıl bir ittifak?

HDP, TİP, EMEP, Sol Parti ve diğer pek çok sol oluşum, yaklaşmakta olan seçimlerde “sorumluluk” gereği Erdoğan’ın karşısında Millet İttifakı’nın göstereceği (“kabul edilebilir”) bir cumhurbaşkanı adayını destekleyeceklerini şimdiden açıklamış durumdalar. Bu çeşitli versiyonlarıyla küçük burjuva reformist ve Stalinist politikanın acizliğinin bir ifadesinden başka bir şey değil. Bu koşullarda Millet İttifakı’nın burjuva sağ karakteri üzerinde yapılan yorumlar da bu acizliği örtmeye yetmiyor, sadece var olmanın mazeretini oluşturuyor.

Emek hareketi bu döneme güçlü bir birliktelik ve önderlikle girmeliydi ve girebilirdi de. Bunun koşullarının olmadığını iddia etmek pek çok sanayi havzasında sürmekte olan huzursuzlukları, çatışmaları ve direnişleri görmezden gelmekten başka ne olabilir? İşçi sınıfı mücadele konusunda elinden geleni yaparken; grevleri, direnişleri, protestoları destekleyen sosyalist akımlar parti veya yayın bürolarına geri döndüklerinde sanki bir başka dünyaya aitlermiş gibi davranıyorlar, bu mücadeleleri birleştirmenin gereğini akıllarından bile geçirmiyorlar. Sonra da yayınlarında ve söylevlerinde “halkı” mücadeleye çağırıyorlar.

Halk tanımın içine hangi “dışlanmış” kesimler sokulursa sokulsun, toplumsal mücadelelerin devrimci bir kanala akması ancak mücadele eden bu kesimlerin önlerinde güçlü ve kararlı bir önderlik görmelerine bağlıdır. Ve kapitalizm altında böyle bir önderliği ancak proletarya sunabilir. Birleşik ve cesur bir proleter önderliğin bulunmadığı her mücadelede alanı burjuva önderliklerce doldurulur. Pek çok küçük burjuva çevreyi ayağa kaldırıp itiraz etmesine neden olan önderlik sorunu, öznel ideallerden bağımsız olarak sınıflı toplumların bir gerçeğidir. Toplumsal devrim mücadelesinde proletaryanın önderliği koşulunu reddeden, onu genel bir “halk mücadeleleri” anlayışı içinde eriten her çevre sosyalist devrimin karşısında ve son tahlilde burjuvazinin yanında yer alıyor demektir.

Sosyalist bir işçi sınıfı akımının bulunmadığı ve proletaryanın geniş kesimlerinin güvenilir bir devrimci siyasal partiye sahip olmadığı koşullarda, sosyalistlerin görevi bu alanları hep birlikte doldurmak, işçi demokrasisine dayalı bir cephe oluşturabilmektir. Gerçekliği olduğu biçimiyle tahlil edemeyen, bundan hareketle zorunlulukları ve devrimci görevleri saptayamayan hiç kimse kendine Marksist diyemez. Yıllardan beri yaptığımız işçi-emekçi cephesi çağırılarımızı pek çok sol çevrenin duymazlıktan gelmesinin nedeni de tam budur. Bu basitçe bir sekterlik değil, daha önemlisi devrimci Marksizmden yüz yıl uzakta konumlanma sorunudur.

Seçim atmosferinin oluşması nedeniyle yapılmakta olan ya da yapılamayan birlik/ittifak çalışmalarını elbette küçümseme hakkımız yok. Hatta kendi görüşlerimizle birlikte katılmaya da hazırız. Ama kendini devrimci ve Marksist olarak ilan eden her akım gibi, uyarılarımızı ve önerilerimizi yapmak da görevimiz.

Bugün Türkiye’de toplumsal bir devrimin ön koşulu, emekçilerin acil ihtiyaçlarına devrimci yanıtlar getiren bir eylem programı etrafında birleşmiş ve ezilen, sömürülen halk kesimlerine somut, inanılır ve cesur bir seçenek sunan proleter önderliğin inşasıdır. Bu sadece önümüzdeki seçimler için değil, toplumsal özgürleşmenin yolunu açmak için bir zorunluluktur. Bu görevin altına bugün hiçbir çevre tek başına giremiyor, o halde birlikte yapmalıyız.

***

Dipnotlar:

1.) Bkz. https://www.evrensel.net/haber/444731/emep-genel-baskani-akdeniz-ekmegin-de-secimin-de-garantisi-birlesik-mucadelede

2.) Bkz. https://www.gazeteduvar.com.tr/emepten-chpye-buyurun-gelin-demokrasi-ittifaki-burada-haber-1539959

3.) TİP’in ittifaklarla ilgili görüşleri için bkz. https://ilerihaber.org/yazar/ucuncu-ittifak-ne-neden-nicin-nasil-kimlerle-1-133309

4.) Bkz. https://www.birgun.net/haber/cozum-koklu-degisimde-372056

5.) Bkz. www.sendika.org/2021/10/bir-demokratik-anayasa-hareketine-ihtiyacimiz-var-perihan-koca-hasan-durkal-el-yazmalari-633181/

6.) İbid.

7.) İbid.

8.) Bkz. https://ilerihaber.org/yazar/ucuncu-ittifak-ne-neden-nicin-nasil-kimlerle-1-133309

9.) Bkz. www.e-komite.com/2021/sermayenin-ic-savasi-ve-sosyalist-stratejiye-dair/