Devrimci Marksist parti

Aşağıda okuyucularımızla paylaştığımız metin, ilk olarak Enternasyonal Bülten‘de 1992 senesinde yayımlanmıştır. Metinde ifade edilenler güncelliğini koruduğu için bir kere da yayımlanması uygun görülmüştür.

***

Gerek Türkiye’de, gerekse tüm dünyada işçi hareketi ve sosyalizm yeni bir tarihsel evrenin eşiğinde. Sosyal demokrasiyle birlikte, dünya işçi sınıfının önemlice bir bölümünü 60 yılı aşkın bir zamandan beri egemenliği altında tutmuş olan Stalinizmin bugün yaşamakta olduğu ölümcül bunalım, bu evrenin en belirleyici öğelerinden biri. Bütün bu yıllar boyunca işçi devletlerinde sosyalizmin inşasının, kapitalist ülkelerde de sosyalist devrimin yolunu tıkayan bürokratik Stalinist önderlikler, artık yüzlerindeki sahte sosyalizm maskesini çıkarıp atmışlardır, işçiler ve sosyalistler bugün onların karşıdevrimci gerçek yüzleriyle karşı karşıyadırlar.

Daha birkaç yıl öncesine kadar politik söylemlerinde Marksizmi, Leninizmi kimselere bırakmayan Stalinist partiler bugün kendilerini tasfiye ederek açıktan birer burjuva partisine dönüşmektedirler. Ve bunu yaparken Marksizmin “gözden geçirilme­sini” talep etmekte, Leninizmi ise “artık modası geçmiş bir otoriterlik” ve “Stalinizmin kaynağı” ola­rak ilan etmektedirler. Bu, devrimci Marksistlerin on yıllardan beri işaret etmekte oldukları Stalinist yozlaşmanın mantıksal ve kaçınılmaz sonudur.

Bu arada, dünya ölçeğinde olmasa bile bazı ül­kelerde, bu Stalinist evrimin hâlâ bazı ara durak­larına asılı kalmaya çalışan politik akımlar da mevcuttur. Marksizmi karikatürleştiren, Leninist partiyi sosyalist devrimin zorunlu bir aracı olmak­tan çıkartıp küçük burjuva ikameciliğinin basit bir payandası haline getiren bu akımlar, Stalinizmin ölümcül bunalımından korunabilmenin yolunu kendilerini kitlelerin, dolayısıyla da sosyalist dev­rimin daha da uzağına atmakta aramaktadırlar.

Devrimci Marksistler, bugüne kadar olduğu gibi günümüzde de Leninist parti kuramını her iki akı­ma karşı, yani bir yandan modern liberallere ve revizyonistlere, bir yandan da küçük burjuva radi­kallerine ve popülistlere karşı savunmak göreviy­le yükümlüdürler. Bu, sosyalist devrimi, dünya devrimini savunmakla bir ve aynı şeydir. Çünkü gerek tek tek ülkelerde, gerekse tüm dünya ölçe­ğinde Leninist partinin varlığını zorunlu kılan te­mel tarihsel ve toplumsal koşullarda herhangi bir değişiklik olmamıştır. Bu koşullar ancak dünya devriminin sürekliliği içinde nitel bir dönüşüme uğrayabilecektir.

Leninist partinin zorunluluğu

20. yüzyılın başında V.I. Lenin tarafından geliştiri­len devrimci parti kuramı, içine girilen emperya­list çağda insanlığın modern köleliğin her biçi­minden kurtulabilmesinin yegâne yolunun prole­ter devrimi ve sosyalizm olduğu temel anlayışına dayandırılmıştı. Bu kurama dayalı olarak 1919’da kurulan III. Enternasyonal de, sosyalizmin tek tek ülkelerde değil, ancak dünya ölçeğinde kurulabi­leceği yolundaki temel Marksist öngörüden hare­ketle, proleter devrimin dünya partisi olarak inşa edilmeye girişilmişti. 1920’lerin ortalarından itiba­ren önce Rus partisi içinde gelişen, onunla birlik­te tüm öbür III. Enternasyonal partilerinde yay­gınlaşan Stalinist bürokratik yozlaşma, Marksiz­min bu temel öngörüsünü tahrip etmeye yönel­miş ve dolayısıyla da Enternasyonal’i dünya devri­minin partisi olmaktan çıkarmış, Enternasyonal’in tek tek ülkelerdeki seksiyonlarını oluşturan Leni­nist partileri de devrimin öncü politik gücü ol­maktan uzaklaştırıp Sovyet bürokrasisinin basit bi­rer elçiliği haline indirgemiştir. 

Bu Stalinist yozlaşmaya, Troçki’nin başını çektiği Sol Muhalefet akımı direnmiştir. Çürümenin tüm Enternasyonal’e doğru yaygınlaşmasıyla birlikte Ulusla­rarası Sol Muhalefet biçiminde örgütlenen bu akım, 1933’te Almanya’da Nazizmin iktidara geli­şinde Stalinizmin oynadığı rolden hareketle, III. Enternasyonalin artık fiilen yok olduğu ve Stali­nizmin tümüyle karşıdevrimci bir nitelik kazandı­ğı tespitini yapmış ve yeni bir dünya partisinin, IV. Enternasyonalin ve buna bağlı, ulusal seksi­yonların örgütlenmesine yönelmiştir. O günden bu yana da Marksizmin ve Leninizmin dünya ölçeğindeki en tutarlı ve örgütlü savunucuları ve sa­vaşçıları IV. Enternasyonalciler olagelmiştir.

Gerek 1902’de Lenin’in formüle ettiği biçimiyle, gerekse III. Enternasyonal ile IV. Enternasyonal tarafından somutlaştırılmış haliyle, Leninist partiyi zorunlu kılan tarihsel ve toplumsal koşullar ve il­kesel temeller bugün de tüm geçerliliğini koru­maktadır. Bu temeller, devrimci Marksizmin I. Dünya Savaşı’yla başlayıp günümüze değin uza­nan proleter devrimleri dönemindeki deneyimlerince tümüyle doğrulanmıştır.

Emperyalist çağ, dünya kapitalizminin çürüdüğü, ölümcül bir kronik bunalıma girdiği çağdır. Verili kapitalist mülkiyet koşullarında ve ulusal sınırların varlığı karşısında üretici güçlerin gelişmesi ar­tık olanaklı değildir. Bu nedenden ötürüdür ki, yeni teknolojik gelişmeler kitlelerin yaşam düze­yini yükseltmemekte, tam tersine daha fazla yoksulluk yaratmakta, yeni yeni savaşlara neden ol­makta, üretici güçlerin en önemli bileşenleri olan insanı ve doğayı giderek daha fazla yıkıma sürük­lemektedir. Bu çelişkiler, 1914’ten itibaren savaş­lar, bunalımlar ve devrimlerle dolu bir dönemin başlamasına yol açmıştır. İnsanlığın sürüklenmekte olduğu bu barbarlık durumundan kurtulmanın yegâne yolu, üretici güçlerin gelişim yolu üzerine dikilmiş olan kapi­talist mülkiyet zincirlerini ve ulusal sınırları kırıp atmaktır. Ancak bu yolla özgürleşebilecek olan insan, teknoloji, doğa ve kendisi üzerinde söz ve karar sahibi olabilecek, kaderini kendi ellerine alabilecektir; insanlığın kurtuluşu, sınıfsız, sömü­rüsüz ve sınırsız dünya toplumunun yaratılmasındadır.

Kapitalizm kendisiyle birlikte mezar kazıcılarını da yaratmıştır: Proletarya. Burjuvaziyi iktidardan atabilecek, kapitalist üretim ilişkilerini kırabilecek ve emperyalizmin dünya imparatorluğunu yıkıp ulusal sınırları ortadan kaldırabilecek yegâne mo­dern güç proletaryadır. “Bugünkü toplumun ya­şam koşullarını bütün insanlık dışı vahametiyle kendinde toplayan proletarya, kendi payına bu ilişkileri ortadan kaldırmak ister. Proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratmakla kendi kendini mahkum ettiği cezayı infaz eder.” (Engels). Sömü­rünün her türünün ortadan kaldırılması ve sınıf­sız, sınırsız topluma, yani sosyalizme ulaşmanın yolu proleter devriminden ve proleter iktidarından geçer. 

Emperyalist çağa değin gerçekleşen bütün devrimler, sömürücü bir azınlığın yerini di­ğerinin almasıyla sonuçlanmıştır. Proleter devrimi ise sosyalizme yürüyüşün ilk “bilinçli” adımıdır. Burjuvazi ve emperyalizm dünya egemenliğini kendi iradesiyle bırakmayacaktır. Onun yıkılması gerekecektir. Proleter devrim bunun yoludur. Devrim sonrasında sömürücü sınıfların direnişinin kırılması ve üretici güçlerin, bir bütün olarak top­lumun, sosyalizme doğru bilinçli adımlarla yürü­yebilmesinin yegane aracı ise proleter iktidarıdır. Tarihi ilerleten güç sınıf mücadeleleridir. Modern toplumlarda sınıf mücadeleleri, örgütlü güçler ara­sındaki mücadeleler biçiminde billurlaşır. Bir sını­fın siyasi iktidar mücadelesindeki en önemli, ön­cü örgütü siyasi partisidir. Bu nedenle proletarya, kendi iktidarı için verdiği mücadelede devrimci bir siyasi önderliğe, bir devrimci partiye sahip ol­mak zorundadır. “Tarihte hiçbir sınıf, mücadeleyi örgütlemeye ve yönetmeye yetenekli kendi siyasi önderleri, kendi ilerici temsilcileri olmadan iktida­ra gelememiştir.” (Lenin). Leninist parti kuramı, bu tarihsel-toplumsal zorunluluğun üzerine kuruludur.

Önderlik ve devrim sorunu

Emperyalist çağda sınıf mücadeleleri dünya ölçe­ğinde bir boyut kazanmıştır, Bu, somut olarak, ta­rihin en devrimci dönemini yaşamakta olduğu­muz, tüm olayları ve olguları dünya ölçeğindeki devrim ve karşıdevrim ilişkileri içinde kavrama­mız gerektiği anlamına gelir. Bu olgular, ister alt­yapı, ister üstyapı düzeyinde olsun, ayrı ayrı ulus­lar ya da başka tekil ulusal özellikler çerçevesin­de kavranamaz.

İnsanlığın bugün yaşamakta olduğu bunalım, proleter önderlik bunalımının bir sonucudur. Pro­letarya önderlik sorununu çözemediği sürece insanlık, her biri bir öncekinden daha şiddetli yeni bunalımlara sürüklenmekten kurtulamayacaktır.

Toplumlardaki hakim ideoloji, hakim sınıfların ideolojisidir. Kapitalist toplumlarda da gündelik koşullarda proletarya üzerinde egemen olan ideo­loji genel olarak burjuva ideolojisi ve onun deği­şik biçimleridir. Bu ideoloji, sistematik propagan­danın da yardımıyla proletaryayı düzenin içine hapseder, onların kendiliklerinden verdikleri mü­cadeleyi bu sınırların çerçevesinde eritir. Proletar­ya, gündelik ve kendiliğinden mücadeleleri sıra­sında öbür sınıflardan farklı ve ayrı bir sınıf oldu­ğunun bilincine, yani basit sınıf bilincine varmak­la birlikte, aynı kendiliğindenlikle ve bir bütün olarak tarihsel görevinin, yani sosyalizmi inşa ederek kendisini ve tüm insanlığı kurtuluşa ulaş­tırmanın bilincine ulaşamaz. Sosyalist siyasi bilinci proletaryaya taşıyan, onun öncü devrimci partisidir.

Bu, ezilen ve sömürülen kitlelerin sınırlı bazı ba­şarılar elde edemeyeceği ya da dünya devriminin yararına yeni mevziler kazanamayacağı anlamına gelmez. Ama bu başarılar ve mevziler Leninist partinin önderliğinde sosyalist devrime yürüyü­şün bilinçli kazanımlarına dönüşmediği sürece her zaman geri alınabilir nitelikte olacaktır çünkü bunlar emperyalizmin bunalımını derinleştirdiği oranda dünya burjuvazisinin karşıdevrimci irade­sini de güçlendirecektir. Öte yandan dünya proletaryasının mevcut ön­derlik bunalımı, yalnızca sınıf bilincinin geri olmasından kaynaklanan öznel bir olgu değil,  ama çok daha önemlisi on yıllardan beri işçi ve emek­çi yığınların önderlikleri olarak kabul edilegelmiş ve emperyalist kampın saflarına geçmiş bürokra­tik aygıtların özellikle sosyal demokrasi ve Stalinizmin varlığından kaynaklanan nesnel bir olgu­dur. Tüm bürokratik ve küçük burjuva önderlik­ler (milliyetçiler, aşın solcular, popülistler, sosyal demokratlar ve Stalinistler), doğrudan ya da do­laylı bir biçimde emperyalist karşıdevrimin tarih­sel hizmetkârlarıdır.

Bu önderliklerin ihanetinin iki toplumsal nedeni vardır. Birincisi, işçi örgütlerinin bürokratlaşmasına temel teşkil eden bir işçi aristokrasisinin doğ­ması ve ikincisi, Ekim Devrimi’nin kazanımları üzerinde beslenen parazit bir bürokrasinin geliş­mesidir.

Stalinistler dahil, küçük burjuva önderliklerin devrim kampına kazanılması olanaklı değildir. Bütün bu karşıdevrimci önderlikler içinde en öl­dürücü rolü, işçi devletlerinin denetimini tekeline geçirerek bürokrasiyi sınırsız ayrıcalıklarla donat­mayı başarmış olan Stalinizm oynamıştır. Bugün kendisini işçi devletlerinde kapitalizmin restoras­yonuna ve emperyalist dünya düzeninin sağlamlaştırılmasına adamış olan Stalinist bürokrasilerin dünya işçi ve emekçi yığınların üzerindeki deneti­mi hâlâ tam anlamıyla kırılabilmiş değildir.

Bütün bu küçük burjuva ve bürokratik akımların, özellikle de Stalinizmin “ideolojik” ya da “teo­rik” temelini, “tek ülkede sosyalizm” ve emperya­lizm ile “barış içinde bir arada yaşama” anlayışları oluşturmuştur. Bürokrasinin dünya devrimine karşı kullandığı bu öldürücü silahlar, bugün “Ye­ni Dünya Düzeni” olarak adlandırılan emperyalist düzenin korunmasının en önemli araçları olmuş­tur ve halen de olmaktadır.

Stalinist ve sosyal demokrat “tek ülkede sosya­lizm” sözde teorisine ve emperyalist barış kavra­yışlarına karşı tek tutarlı mücadele programını Sü­rekli Devrim kuramı ortaya koyar.  İlk geliştirilmiş haliyle (Rus devrimi öncesinde) bu kuram, de­mokratik ve sosyalist görevlerin karşılıklı ilişkisini ve geri ülkelerde demokratik görevlerin yerine getirilmesinde proletarya diktatörlüğünün rolünü formüle ediyordu. İkinci kez (1929’da) tekrar or­taya konduğunda da temel amaç Stalinizmin “sos­yalizmin tek bir ülkede inşa edilebileceği” yolun­daki “kuramını” yanıtlamak ve iktidarın devrimci fethinden sonra yalnızca geri ülkelerde değil, tüm ülkelerde yerine getirilmesi gereken görevleri sergilemekti.

Sürekli Devrim kuramının ana teması, uluslararası sosyalist devrimin dinamikleri, iktida­rın alınmasına yönelik olarak işçi sınıfının ve müt­tefiklerinin sürekli seferberliği, tüm dünyada em­peryalizmi yenilgiye uğratabilmek için proletarya diktatörlüğünün kurulmasının zorunluluğu ve sos­yalizmin dünya ölçeğinde kuruluşuna girişebil­mek için ulusal sınırların devrimci yollarla orta­dan kaldırılması ve dünya Sovyet Sosyalist Cum­huriyetleri Federasyonu’nun kurulmasıdır.

Sosyalizmin hedefi, üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması, ücretli emek sistemi­nin ve bu sistemin çerçevesinde oluşan karşıtlıkla­rın, sınıfların yok edilmesi ve sınıflarla birlikte dev­letin sönümlemesi sürecinin harekete geçirilme­sidir. Burjuva düzenini yok edebilmesi için prole­taryanın, tekelci aşamaya ulaşmış kapitalist üretim sektörlerini, yani dünya pazarını denetleyen ulus­lararası mali sermayeye bağlı tüm mali sermayeyi mülksüzleştirmesi gerekir; bu mülksüzleştirmelerin ulaşacağı boyutlar, proletaryanın devrimci iktidarınca kararlaştırılacak taktik bir sorundur. Ama her durumda devrimin hedefleri, mali sermaye ile burjuvazinin ya da toprak sahiplerinin mülksüzleştirilmesiyle sınırlı değildir. Asıl stratejik hedef, önce belirli bir bölgede gelişen sosyalist devrimi o bölgede ve tüm dünya ölçeğinde yaygınlaştıra­rak güçlendirmek ve sosyalizmin kurulabilmesi için emperyalizmi ve ulusal sınırlan nihai olarak tasfiye etmektir.

Proletaryanın önderlik bunalımının aşılmasında ana görev, tek tek bütün ülkelerde kitle desteğine sahip devrimci Marksist partiler ile sosyalist devri­min dünya partisini, yani IV. Enternasyonal’i inşa etmektir. Bu tip partiler ancak kitle hareketi için­de bürokratik ve küçük burjuva önderliklere karşı amansız bir mücadele verilerek inşa edilebilir. Bu önderliklerden bazıları kitle hareketinin etkisiyle zaman zaman ilerici, hatta devrimci mücadelelerin içine sürüklenerek burjuvaziden kopmaya zorlansalar bile, onlara karşı bu mücadele kesintisiz bir biçimde sürdürülmek durumundadır.

Stalinizmin karşıdevrimci karakteri en açık biçim­de eski Sovyetler Birliği’nde açığa çıkmıştır; işçi sınıfının ekonomik, toplumsal, politik ve kültürel tüm kazanımlarını adım adım tasfiye eden Stali­nist bürokrasi nihayet bugün bu devletlerde kapi­talizmin restorasyonu görevini emperyalizm adına üstlenmeye yönelmiştir. Öte yandan bu devletler­de bürokratik diktatörlüklerin devrilmesine yol açan kitle mücadeleleri ve politik devrim süreci devrimci önderliklerden mahrumdur. Bu nedenle de bu mücadeleler işçi demokrasisinin ve sosya­lizmin inşası yolunda güçlü atılımlara dönüşememekte, doğan önderlik boşlukları emperyalizm yanlısı burjuva ve küçük burjuva milliyetçi önder­likler ve restorasyoncu bürokrasiler tarafından doldurulmaktadır. 

Bütün hu karşıdevrimci önder­liklerin yıkılabilmesi ve eski işçi devletlerindeki mücadelelerin dünya sosyalist devriminin bir par­çası haline dönüşebilmesi için, bu ülkelerde Leninist partilerin inşası mutlak bir zorunluluktur. Bütün bu hedefler ifadesini Geçiş Programı’nda bulur. Geçiş Programı, proletaryanın iktidarın fet­hi ve devrimci diktatörlüğün kurulması yolundaki seferberliğinin programıdır. Geçiş talepleri prog­ramı nesnel koşullardan ve kitlelerin farklı bilinç düzeylerinden kalkarak onları iktidarın devrimci zaptına yönelik olarak seferber eder ve bu seferberliğin sürekli kılınmasını ve kesintisiz biçimde gelişmesini hedefler. Devrimci önderlik, yani dev­rimci Marksist partiler ve IV. Enternasyonal, ancak böyle bir sürecin bilinçli ifadesi olarak inşa edile­bilir.

Leninist partinin niteliği

Proletaryanın öncü devrimci partisi, onun sosya­list siyasi bilince ulaşmış ve devrimci program et­rafında birleşmiş öncülerinden oluşur. Emperya­list çağda proletaryanın devrimci partisinin sahip olması gereken temel özellikleri Lenin tanımla­mıştır. Leninist parti bir profesyonel devrimciler örgütüdür. Profesyonel devrimci, devrim mücade­lesini yaşamının başlıca amacı ve temel uğraşı haline getirmiş, sınıf mücadelesi içinde bulunduğu ve görevlendirildiği her yerde, fabrikasında, ma­hallesinde, okulunda, vb. parti programını yaşa­ma geçirmek için mücadele eden militan demek­tir. Parti üyesi için devrimci mücadele bir yan uğ­raş değil, bir var oluş biçimidir. “Parti işçi sınıfının öncüsüdür. Parti, en sağlam, en ileri ve en fedakâr unsurların arasında yapılan seçmeden oluşur.” (Troçki).

Öte yandan, profesyonel devrimci tanımı salt üc­retli parti görevlileri tanımına indirgenemez. Leninist parti anlayışını iğdiş eden Stalinistler, yalnız­ca partiyi proletaryanın “efendisi” haline getir­mekle kalmamışlar, aynı zamanda parti içinde militanlar üzerinde ücretli parti görevlilerinin diktatörlüğünü kurmuşlardır. Partiyi proletaryanın siyasi öncüsü olarak kavrayan devrimci Marksistler ise, parti içinde de ücretli görevlilerin hegemonya kurmalarını önleyecek her türlü örgütsel önlemi alırlar, bu görevlilerin sayısı ve faaliyetleri üzerinde gerekli titizliği gösterirler. Her durumda parti aygıtı, bir bütün olarak partinin denetimi altında olmak durumundadır.

Leninist parti, merkeziyetçilik ilkesine dayalı olarak işleyen bir örgüttür. Çağımızda merkezileşmiş ve uzmanlaşmış burjuva devletlerine ve emperya­lizme karşı mücadele, ancak kendisi de tam anlamıyla merkezileşmiş ve çelik disiplinli bir devrimci partiyle başarıya ulaşabilir. Devrimci parti, sorumlulukları kesin olarak belirlenmiş, belirli hiyerarşi kurallarıyla birbirine bağlanmış, seçilmiş merkezi önderliğin siyasi ve örgütsel yönlendiriciliği doğrultusunda çalışan organlardan oluşur. Sınıf mücadelelerinin farklı sektörlerindeki farklı bilinç düzeylerini, farklı tempoları ve farklı içerikleri devrimci program etrafında birleştirip merkezileştirerek bu mücadeleleri iktidar hedefine yönlendirebilmek için, bizzat partinin kendisinin de merkezi olarak örgütlenmiş olması ve tam bir disiplin içinde hareket etmesi gerekir.

Leninist partinin, salt fiziki değil, ama aynı zamanda burjuvazinin ve karşıdevrimci akımların ideolojik saldırılarına karşı da kendisini koruyabilmesi için de disipline gereksinimi vardır. “Daha da ileri gidip, bizim kendi çıkarlarının bilincinde olan koca bir düşmanlar bloku karşısında bulunan bir devrimci parti olduğumuzu ve şimdi sadece burjuvazi tarafından değil, fakat burjuvazinin içi en fazla kin dolu ajanları olan Stalinistler tarafından da saldırıya uğramakta olduğumuz gerekçesiyle partimizin disiplininin çok katı olması gerektiğini söyleyebiliriz. Mutlak bir disiplin gereklidir.” (Troçki).

Öte yandan Leninist partinin merkeziyetçiliği, demokratik bir merkeziyetçiliktir, yani parti içinde gerçek bir demokrasinin egemen olması gerekir. Bir bütün olarak partinin ve sınıf mücadelesinin deneyimlerinden yararlanabilmenin, kitle mücadelelerine ilişkin politik bir sınıf hattı geliştirebilmenin yegâne yolu budur. Oylanarak uygulamaya konmuş politik çizgilerin doğru ve demokratik bir biçimde değerlendirilebilmesinin tek yolu da budur. Bu demokrasi, eğilim ve hizip kurma hak­kı tanınmaksızın yaşama geçirilemez. Bu hak, de­mokratik merkeziyetçiliğin kopmaz bir parçasıdır. “Bolşevizmin tarihi aslında eğilimlerin mücadele­sinin tarihidir. Gerçekte dünyayı değiştirmeyi ve bayrağı altında en cesaretli put kırıcıları, savaşçıları ve isyancıları birleştirmeyi hedef almış gerçek bir devrimci örgüt, fikir çatışmaları, gruplaşmalar ve geçici hizipsel yapılar olmaksızın nasıl yaşayabilir ve gelişebilirdi?” (Troçki). Eğilim ve hizip hakları, olağanüstü durumlarda demokratik merkeziyetçi­liği koruyabilmenin en önemli aracıdır. Öte yandan şunun da farkında olmak gerekir ki, eğilimle­rin ya da hiziplerin ortaya çıkması ve özellikle de bunların varlığının sürekli bir özellik kazanması, eylemde merkeziyetçi olması gereken partinin ka­pasitesini ciddi biçimde zayıflatan politik bunalım koşullarının ürünüdür.

Bir devrimci Marksist partinin politik düzeyinin gelişebilmesinin en iyi yolu, partinin tüm alanlarında sürekli tartışmanın sürdürülebilmesidir. Parti sistematik bir tartışma ortamı içinde olmalıdır. Bi­reysel deneyimler ya da farklı çalışma alanlarına ve sektörlerine ilişkin deneyimler bu tartışmalar içinde bir araya getirilerek en doğru çizginin ge­liştirilmesine yönlendirilmelidir. Ama öte yandan parti içindeki bu tartışma ortamının, görüş ayrılık­larının örgütlü grupların giderek eğilimlere ve hiziplere, daha önemlisi kalıcı eğilimlere ve hiziple­re dönüşmesine neden olması durumunda tersine bir işlevinin olacağını da bilmek gerekir. Böyle bir durumda asıl tehlike hiziplerin kliklere dönüş­mesi, partinin kitle hareketi içinde birleşik eylem kapasitesini yitirmesi ve zamanla içine kapanarak sürekli bir tartışma kulübüne dönüşmesidir. Tar­tışma devrimci Marksist partinin eylemi için temel ve belirleyici araçtır ama yalnızca bir araç. Sürek­li gruplaşmaların, hiziplerin varlığı ciddi bir poli­tik bunalım işaretidir; böyle bir durumda tartışma, kitle mücadelesi içinde merkezi ve birleşik eyle­min bir aracı olmaktan çıkar ve kendi başına bir amaç haline gelir.

Devrimci Marksist parti, organ çalışması temeli üzerinde yükselir. Basit bir eğilim, bir propagan­da grubu ya da sınırları belirsiz bir hareket olma­nın ötesine geçemeyen herhangi bir akım Bolşe­vik, Leninist ve devrimci Marksist parti sıfatını ka­zanamaz. Burjuvaziyi devirebilecek yegâne sınıf işçi sınıfıdır ama işçi sınıfı bu görevini ancak sağ­lam bir biçimde örgütlendiği takdirde yerine geti­rebilir. Devrimci Marksist bir partinin görevi de, işçi sınıfının örgütlenmesinde ona yardımcı ol­mak, yol göstermek ve öncülük etmektir. Bu, par­tinin de sınıf mücadelesine müdahalenin tüm alanlarında tam anlamıyla örgütlü olmasını, yani organlara dayalı olarak çalışmasını gerektirir. Or­ganlar yoksa parti de yok demektir. Parti üyesi kriteri de burada yatar. Parti üyeleri, partinin sınıf mücadelesi içinde kurduğu organlarda görev alan ve onun disiplinini kabul eden militanlardır. Da­hası, parti organları kesin olarak belirlenmiş bir hiyerarşiye dayalı olarak faaliyet gösterir. Partinin Bolşevik bir nitelik kazanabilmesinin ve proletar­yaya devrimde öncülük edebilmesinin yegâne yo­lu, önderlik, ara kadrolar ve üyeler halinde hiyerarşik organlar temelinde örgütlenebilmesidir. Partiyi bir küçük burjuva tartışma kulübüne dö­nüşmekten, federatif bir hareket halinde yozlaş­maktan ve demokratik merkeziyetçilikten uzak­laşmaktan koruyacak olan da bu tip bir Leninist örgütlenmedir.

Leninist partinin inşası

Tarihsel anlamı ve nitelikleri yukarıda verilmiş türden bir partinin yaratılması bugünden yarına derhal gerçekleşebilecek bir “kuruluş” girişimi de­ğil, yıllara yayılan bir inşa sürecidir. Esasen dev­rimci Marksistler için partinin inşası başlı başına bir stratejidir. Leninist partinin inşasında en önemli görevlerden biri önderliğin yaratılmasıdır. Devrimci parti işçi sınıfı için ne anlama geliyorsa, önderlik de parti için o anlamı taşır. Kendi önder­liğini, önderliğinin sürekliliğini kuramamış hiçbir parti devrimde işçi ve emekçi yığınlara önderlik etme yeteneğine sahip olamaz. 

Devrimci Marksist bir partinin önderliği, sınıf mücadelesinin yakıcı ateşinde çelikleşmiş, bu mücadele içinde kendi arasında tam bir dil, dav­ranış ve düşünce birliği ile yıkılmaz bir güven ilişkisi geliştirmiş ve parti militanları nezdinde politik saygınlık kazanmış en deneyimli ve yetiş­kin kadrolardan oluşan kolektif bir ekiptir. Parti Önderliği, teorik, politik ya da örgütsel bakımdan yetenekli bazı kadroların kendine bu misyonu atfetmesiyle değil, bizzat mücadele içinde ve kolektif deneyimler çerçevesinde doğar ve geli­şir. Bu mücadele ve deneyim sürecinden geçme­yen hiçbir kadro partinin önderliğinde yer ala­maz.

Parti önderliği hiçbir biçimde bir dizi yönetim or­ganına indirgenemez. Şüphesiz bir partinin “mer­kez komite”, “politik büro” gibi en önemli yöne­tim organlarında en yetkin önderlerin bulunması istenir. Ama eğer parti yukarıda tanımlanan tür­den sağlam bir önderliğe sahip değilse, bu tip yö­netim organları da kısa sürede birer bürokratik aygıta dönüşür ve yozlaşarak çürür. Öte yandan parti önderliği kendi içinden birkaç merkez komi­te ya da politik büro çıkartacak düzeye ulaşama­mışsa, önderliğinin sürekliliğini de sağlayamamış demektir. Bir devrimci Marksist partinin gücü, ge­liştirdiği ve hep geliştirmekte olması gereken ön­derlik ekibinin nitel ve nicel düzeyiyle ölçülebilir.

Parti hiyerarşisi ve demokratik merkeziyetçilik ilişkileri, ancak parti militanları nezdinde politik saygınlığa ve otoriteye sahip bu tip bir güvenilir önderlikle sağlıklı bir yaşam kazanır. Aksi takdir­de gönüllü çelik disiplin zorunlu bir boyunduru­ğa, hiyerarşi ve demokratik merkeziyetçilik ise dayanılmaz bir bürokratik işlerliğe dönüşür. Öte yandan partinin yukarıdan aşağıya inşa süreci ha­yata geçirilemez, kadrolar federatif örgütler halin­de kümelenir, en basit görüş ayrılıkları kısa süre­de ayrı programlara dönüşür, sonuçta hareket parçalanarak dağılır.

Parti inşa sürecinin bir diğer önemli bileşeni de kadrolaşmadır. Kadrolaşma yalnızca partinin programına ve politik hattına ilgi duyanları örgüt­leme değil, ama daha da önemlisi bu militanları gerçek devrimci Marksistler, profesyonel devrim­ciler haline dönüştürme ve pratik içinde yetiştir­me sanatıdır. Böyle kadrolar olmadan partinin işçi ve emekçi yığınlar içinde kök salması, giderek kitlelerce desteklenen devrimci önderlik haline gelmesi mümkün değildir.

Kadrolaşma kesintisiz sürdürülen bir faaliyettir ama partinin proletaryanın öncü devrimci partisi haline gelebilmesi için yaygın bir kitle çalışması­na, bunun için de asgari bir “ilksel” kadro biriki­mine ihtiyacı vardır. Parti inşası sürecinde bu biri­kimin gerçekleştirildiği dönem, aynı zamanda bu sürecin propaganda evresine karşılık düşer. Her partileşme faaliyeti kaçınılmaz olarak böyle bir evreden geçer. Propaganda evresinin temel gö­revleri, ilk profesyonel kadroların ve önderlerin yetiştirilmesinin yanı sıra, öncü işçilere ve kitlele­re yönelik propaganda, ajitasyon ve örgütlenme faaliyetlerinin temellerinin atılması, programın sı­nanmasına başlanması ve ilk parti örgütlerinin kurulmasıdır. Bütün bunlar bir altyapı inşası biçi­minde tanımlanır. Partinin propaganda evresin­den çıkıp yaygın kitle ajitasyonuna girişebilmesi için bu altyapı inşasına mutlak gereksinimi vardır. Bu inşanın başarısı yalnızca partinin gücüne de­ğil, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin koşulları­na, yani politik konjonktüre de bağlıdır. Unutma­mak gerekir ki, en kitlesel partiler bile zaman za­man tekrar bir propaganda evresinden geçmek zorunda kalabilmektedir.

Buna karşılık parti inşası sürecinde propaganda evresi salt propagandanın yapıldığı bir dönem olarak algılanmamalıdır. Devrimci Marksizmin ideolojik ve tarihsel propagandasıyla yetinen, kendini yalnızca geçmişe göre tanımlayan bir ör­güt, proletaryanın öncü müfrezesi haline gelebile­cek bir parti değil, zamanla yozlaşıp katılaşacak ve tüm gelişme imkânlarını yitirecek bir “propagandist sekt” demektir. Şüphesiz altyapı inşasını tamamlayamamış bir partinin yaygın kitle ajitasyo­nuna girişmesi bir komediden başka bir şey ol­maz. Ama parti, daha propaganda evresinden başlayarak kadrolaşmasını işçi ve emekçi yığınla­rın içine taşıyamazsa, nesnel duruma ve kendi koşullarına uygun ağırlıklarda kitle propagandası ve ajitasyonuna yönelmezse, ulusal ve uluslarara­sı ölçekteki sınıf mücadelelerine ilişkin politik çiz­giler ve sloganlar geliştiremezse, propaganda par­ti inşasında ilksel kadrolaşma evresinin ağırlıklı bir etkinliği olmaktan çıkıp, partinin kendisini be­lirleyen mutlak bir faaliyet biçimi durumuna dö­nüşür. Böyle bir “partinin” kadrolaşma şansı da olmaz.

Partinin propaganda, ajitasyon ve örgütlenme fa­aliyetleri ayrılmaz bir bütün oluşturur. Bu faaliyet­ler bütününün iç dengesi ve ağırlıkları, parti ön­derliğinin ve kadrolarının gücüne, kitle mücade­lesi içinde edinilmiş mevzilerin çapına ve sınıf mücadelesinin düzeyine göre değişir. Parti inşası sanatı da burada yatar.

İşçi sınıfının öncü müfrezesini yaratmayı ve emekçi kitleleri iktidar doğrultusunda seferber et­meyi amaçlayan bir parti, bu görevi ancak siyasi programını dikkatlice seçilmiş taktiklerle yaşama geçirerek başarabilir. Burada esas sorun partinin emekçi kitleler içinde kök salmasıdır. Devrimci Marksist bir partiyi, salt propagandist bir sekt ol­maktan çıkartan en önemli özelliklerden biri de burada yatar: İşçi sınıfının öncüleri ancak partinin kitlelere yönelik somut siyasetleri temelinde örgü­te çekilebilir. Öncü işçiler ancak içinde bulun­dukları kitleye, onların güvenini kazanan, onların bilinç düzeylerini dikkate alan, bilinç ve eylem düzeylerini bir adım da olsa geliştirecek öneriler sunabildikleri ölçüde “öncü” olma özelliklerini ka­zanırlar ve sürdürürler.

O halde devrimci Marksist partinin hedefi, onlara bu tür kitle mücadelesine yönelik siyasetler sunmak, onları bu siyasetlere kazanmak olmalıdır. Bu siyasal ajitasyon demek­tir. Altyapısını sağlama almış bir partinin kesintisiz bir biçimde sürdüreceği propaganda da ancak bu çerçevede anlam ve işlev kazanacaktır. Kitlelere ideolojik ve tarihsel propagandayla değil, kitle politikalarıyla, sloganlarla yaklaşılabilir. Parti, siya­sal ajitasyonuyla etkilediği öncü işçileri, sistemli bir propaganda sürecinden geçirerek onları ger­çek birer sınıf önderi haline getirme göreviyle yü­kümlüdür.

Parti inşası yalın, doğrusal bir süreç midir? Yani, parti salt tek tek kadroların örgütlenmesi ve yetiştirilmesi yoluyla mı inşa edilecektir? Elbette hayır. Parti inşası iniş ve çıkışlarla, genişleyip daralma­larla, birbirini izleyen propaganda ve yaygın kitle ajitasyonu dönemleriyle dolu bir süreç olarak ya­şanacaktır. Bu süreç kaçınılmaz olarak bir dizi bir­leşme ve ayrışmayı da içerecektir. Parti önderliği­nin gücü de bu evrelerde partiye gerekli virajları (tabii belini kırmadan) aldırma yeteneğiyle ölçüle­cektir.

Parti, nesnel koşullara ve kendi öznel durumuna uygun inşa taktikleri uygulayabilmelidir. Bu tak­tikler, birleşik cephe politikalarından, “açık” dev­rimci partilerin, kitlesel işçi partilerinin kurulması­na kadar değişebilir. Ama her durumda bunlar, temel stratejinin, yani parti inşası stratejisinin bir taktiği olmak ve hiçbir zaman stratejinin yerine ikame edilmemek durumundadır. Devrimci Marksizmi oportünizmden ayıran sınır buradan geçer.

Parti inşası taktiklerinin uygulanabilmesi, partinin önderliğinin gücüne, kitle mücadelesi içinde mevzilenmiş kadrolarının düzeyine ve politik kon­jonktüre bağlıdır. Ama hiçbir zaman önderliğin ve kadroların oluşumu bu taktiklere bağımlı kılına­maz, işte bu nedenden ötürüdür ki devrimci Marksist partinin, Leninist partinin inşası temelde bir stratejidir, bir taktik değil.

Ve sonuncusu, ama en önemlisi, devrimci Mark­sist parti ancak bir Enternasyonal çerçevesinde in­şa edilebilir. Sınıf mücadelesinin uluslararası bir karakter kazandığı emperyalist çağda, her ulusal program uluslararası devrim programının bir parçası olmak durumundadır. Uluslararası program kendini dünya partisinde billurlaştırır. Ulusal par­tiler de ancak bu dünya partisinin birer parçası ol­maları durumunda uluslararası sınıf mücadelesine eklemlenebilirler. Devrimci Marksist bir partinin önderliği ve kadroları ancak dünya arenasındaki sınıf mücadelelerinin deneyimi, dünya partisinin pratiği içinde yetişir ve gelişir. Dünya deneyimine bağlanmayan her parti, sonunda bir ulusal sekt olarak çürümeye mahkûmdur.