Avrupa’da genel grev, Ortadoğu’da devrim

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya politik dengelerini (kökten değiştirmemekle birlikte) sarsan ve uzunca bir süre belirleyen olgular 1949 Çin ve 1959 Küba devrimleri ile 1973’te Vietnam devriminin zafere ulaşması olmuştu. Dünya devrimi süreci açısından çok önemli olan bu ileri adımlar, ne var ki Sovyetler Birliği’ndeki Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci etkisiyle yalıtılmış kazanımlar olarak kalmış, Moskova yönetiminin elinde ABD emperyalizmine karşı kullanılacak “denge kozlarına” dönüşmüştü. (Mao Zedong liderliğindeki Çin bürokrasisinin Sovyet yönetimiyle olan çelişkileri ve  ona yönelik artan düşmanlığı, Stalinist imparatorluğun karşılıklı ihanetlere varan iç çatışması olmanın ötesine geçmemişti.) Sovyet Stalinizmi ile ABD emperyalizmi arasında Yalta ve Potsdam’da kurulmuş olan, dünya coğrafyasının etki alanlarına bölünmesine ve her iki bloğun “barış içinde birlikte yaşamasına” dayalı uluslararası dengeyi asıl değiştiren olay 1989’da Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte Sovyet Stalinizminin irili ufaklı tüm uydularıyla birlikte tarihe gömülmesiydi. Böylece –Çin’in de kapitalist dünyaya katılmasıyla birlikte- ABD emperyalizmi dünya egemenliğinde rakiplerinden kurtulmuş oluyordu. Doğu Avrupa devrimleri dünya proletaryasını ve emekçi halklarını Stalinist boyunduruktan kurtarırken, emperyalist egemenliğin tek boyutlu hale dönüşmesi, uluslararası devrim ve karşıdevrim süreçlerini iç içe geçiriyordu.

Bu yeni uluslararası statüko neoliberal ideologlar tarafından “tarihin sonu” olarak tanımlanıyordu. Dünya halkları artık küresel pazarın özgür bireyler topluluklarına dönüşmüştü. Politik ve toplumsal ideolojilerin de öneminin kalmadığı bu yeni çağda herkes artık işine gücüne bakmalı, fırsat eşitliklerinden yararlanarak zenginleşmenin yolunu aramalıydı. Tarihin motoru artık yeni pazar ve yatırım arayışları, borsa ve spekülasyon mühendislikleri, para kazanma hırsıydı. Neoliberalizmin kurduğu bu hayal dünyası gerçeklere sadece yirmi yıl dayanabildi. Fukuyama’nın adıyla anılan muhafazakar yeni liberal politik ideoloji, belki de tarihin gerçeklere çarpıp dağılan en kısa ömürlü düşünce sistemi oldu. Dünya kapitalizminin 2008’de patlak veren derin yapısal krizi ve emperyalizmin sevgili evlatları olan Kuzey Afrika ve Ortadoğu diktatörlerinin birbiri ardına halk isyanlarıyla yıkılmaya başlaması, tarihin sonunun gelmiş olduğuna değil, yeni bir evreye doğru yöneldiğine işaret ediyordu.

Bu yeni evre 1989 sonrası dünya durumunda nitel bir dönüşüme yol açacak mı? Bunu, her zaman tarihin motorunu oluşturan sınıf mücadeleleri belirleyecek. Bizim bugün yapabileceğimiz, bu mücadeleleri tahlil ederek sınıf seferberliklerine müdahalenin politik ve toplumsal araçlarını inşa etmek olabilir.(1) Günümüzde aşırı sağ muhafazakar ideologlardan, sivil toplum savunucusu sözde solcu profesörlere kadar yayılan bir yelpazede konumlanan tüm politologların inkâr etmeye cüret edemedikleri bir gerçek var: işçiler ve emekçiler her yerde mücadele diyorlar. Avrupa’da sendikaların 14 Kasım’da gerçekleştirdikleri genel grev ve Tunus ve Mısır’da devrimin yeni bir evreye sıçramış olması, burjuvazinin toplumsal çalkantıları soğurma ve eritme mekanizmalarının yetersiz kalmakta olduğuna işaret ediyor. Avrupa’da burjuva demokratik kurumların işlerliğinin, devletin üzerinde yükseldiği toplumsal refahın düzeyiyle ilişkili olduğu açığa çıkıyor; refah devleti burjuvazinin ekonomik ve toplumsal saldırıları altında aşındıkça, demokratik kurumlar da kitle inisiyatiflerini kuşatıp içermekte etkisiz kalıyor. Hükümetler, azgelişmiş ülkelerdeki darbeci cuntaları anımsatır tarzda kararnameler çıkarıp tüm toplu sözleşmeleri askıya alırken, parlamentolara sadece faşistler sızmakla kalmıyor, burjuvazinin nefret ettiği “sistem aleyhtarları” da giriyor. Batı basınında “Arap teröristler” olmaktan çıkarılıp burjuva düzeni koruyabilecek yegane güç “İslamcı liberaller” rütbesine yükseltilen Müslüman Kardeşler ve benzerleri, Arap halkların meşru temsilcileri edasıyla kapitalist dünyanın tüm kapılarının kendilerine açılmış olduğunu sandıkları bir anda kitlelerin nefretiyle ve isyanıyla karşılaşıyorlar. 

Bütün bunlar dünya ölçeğinde gelişmekte olan sınıf mücadelelerinin önemli kesimlerini oluşturuyor. Bu dinamikler sanki birbirinden kopukmuş gibi işliyor; ama Avrupa ve Ortadoğu’daki gelişmelere Çin’de yaygınlaşan emekçi isyanlarını, Rusya’da güçlenen kitle muhalefetini, Arjantin’de şiddetlenen sınıf direnişlerini, vb. de ekleyerek bakarsak, bu “eşzamanlılığın” temelinde belirleyici bir dinamiğin yattığını görebiliriz: kapitalizm, yapısal krizini aşabilmek için üretici güçleri sistematik bir biçimde tahrip etmeyi sürdürüyor. Bu tahribat önlenemez salınımlar halinde kademe kademe tüm coğrafyalara ulaşıyor. Emekçi kitleler ise burjuvazinin saldırılarına karşı, kendi tarihlerinin sunduğu imkanlar ölçeğinde ama hemen her yerde çıplak ellerle mücadele ediyorlar. Mücadelelerin varlığı elbette umut kaynağı ve temel dinamik; ama kitlelerin henüz yeterli mücadele araçlarıyla donatılmamış olmaları ise, burjuva çevrelerde bu tarihsel çarpışmanın da kazanabileceği beklentisini doğuruyor. 14 Kasım Avrupa genel grevi ve Ortadoğu devriminin yeni bir aşamaya sıçraması, uluslararası düzeyde önümüze zamana karşı yarışacağımız amansız bir çalışma döneminin açıldığına işaret ediyor.

14 Kasım Avrupa’sı

Resmi rakamlara göre 26 milyon emekçinin işsiz olduğu Avrupa Birliği’nde, Avrupa Sendikaları Konfederasyonu’nun (ASK) çağırısıyla 14 Kasım’da “Kemer Sıkma Politikalarına Karşı Avrupa Eylem ve Dayanışma Günü” düzenlendi. İspanya, Portekiz, Yunanistan, İtalya ve Belçika’da genel ve kısmi grevler gerçekleştirildi, diğer pek çok ülkede on binlerin katıldığı kitle gösterileri yaşandı. Bir anlamda savaş sonrası Avrupa’sının ilk eşgüdümlü seferberliği oldu. Özellikle, Avrupa emperyalizminin kurumsal bir parçasını oluşturan ASK bürokrasisinin böylesi bir eylem çağırısında bulunma cüretini göstermesi çeşitli çevrelere şaşırtıcı geldi; ama gelişmelere biraz daha yakından bakıldığında, alttan gelen mücadele dalgasının bürokratları önüne katmaya başladığı görülebilir.

Girişimin öncüsü esas olarak Portekiz sendika konfederasyonu CGTP-IN (Confederação Geral dos Trabalhadores Portugueses – Intersindical Nacional) idi. Muhafazakar Passos Coelho hükümetinin uyguladığı vahşi kemer sıkma politikalarına ve özelleştirme girişimlerine karşı Portekiz halkı 15 Eylül’de 1974 sonrasının en büyük kitle eylemlerini gerçekleştirmiş hükümetle birlikte Portekiz Komünist Partisi eğilimli sendika bürokrasisini neredeyse köşeye sıkıştırmıştı. Böylece sendika yönetimi 14 Kasım için genel grev kararı almış, ama bu kararı için ASK’den destek istemişti. Tam o dönemde İspanya’daki sendika konfederasyonları CC.OO (Comisiones Obreras) ve UGT (Unión General de Trabajadores) yönetimleri de işçilerin basıncı altındaydı. Temmuz ayında kuzey eyaletlerindeki grevci madencilerin son derece militan eylemleri ve daha sonra düzenledikleri yürüyüşle 15 Eylül’de Madrid’e girişleri, orada on binlerce Madridlinin dev destek gösterileriyle madencileri karşılaması, ülkenin pek çok başka yerindeki seferberliklerle birlikte sendika yönetimlerini genel grev kararı almaya itmişti. Sonuçta İspanya sendikaları  grevin Portekiz genel greviyle aynı güne gelmesine karar vermişler ve her iki ülke sendikacılarının baskısıyla ASK 14 Kasım’ı Eylem Günü olarak ilan etmişti.

Dolayısıyla 14 Kasım ASK yönetiminin kendi bağımsız girişimiyle kitleleri seferber ettiği bir gün olmadı; tam tersine ulusal sendika bürokrasilerinin emekçi mücadelelerinin ellerinden kaçmasını önleyebilmek için harcadıkları çabanın sonucu oldu. Esasen ASK’yi Avrupa düzeyinde örgütlü bir sendika liderliği, ya da Avrupa sendikaları enternasyonali olarak görmek yanlış olur; ASK, ulusal bürokrasilerin AB’nin kurumsal yapısı içinde gerçekleştirdikleri bir koordinasyon platformu. Asıl amacı kapitalistlerin Avrupa Birliği projesini ayakta tutmak, krizin patlak vermesinden beri izlediği politika ise kemer sıkma uygulamalarının sendika bürokrasilerinin dayanağını oluşturan işçi aristokrasisini fazlaca hırpalamasını engellemek ve emekçi mücadelelerinin hükümetlerin denetim esnekliğinin ötesine taşmasına izin vermemek. Bu amaçla ASK yönetimi AB içindeki farklı kalkınmacı/yatırımcı ve maliyeci/tasarrufçu burjuva sektörlerin arasında süregiden savaşta birincilerin yanında yer alarak krize bir işçi-emekçi alternatifi geliştirmekten şiddetle kaçınmakta. Konfederasyon 14 Kasım çağırısında “kemer sıkma politikaları(nın) Avrupa’yı ekonomik durgunluğa, esas olarak resesyona, aynı zamanda Avrupa sosyal modelinin parçalanmasına sürüklemekte” tespitinde bulunduktan sonra alternatifini “sürdürülebilir bir büyüme hedefiyle ve  Temel Haklar Bildirgesi’nde belirtilen değerlere sadık kalınarak, bütçe kısıntılarının hafifletilmesi ve dengesizliklerin giderilmesi” olarak belirliyordu.(2)ASK’nin 14 Kasım’dan beklediği de kalkınmacı burjuva kesimleri desteklemekten pek öteye geçmiyordu. Nitekim Fransa Maliye Bakanı Pierre Moscovici 14 Kasım günü parlamentoda yaptığı konuşmada, “Bu gösterileri bugün Avrupa’da yürürlüğe koymakta olduğumuz büyüme önlemlerinin gerekçesi olarak görüyoruz”, diyordu. Bununla birlikte emekçi kitlelerin 14 Kasım’da verdiği yanıt sendika bürokrasilerinin beklentilerinin ve programatik sınırlamalarının epeyce ötesinde oldu.

Portekiz’de hava ve demiryolu taşımacılığı ile Lizbon metrosu tamamen durdu. Temizlik ve sağlık sektörlerinde asgari hizmetler verilmekle yetinildi. Kırk il ve ilçede gösteriler düzenlendi, “Troyka’ya geçit yok”, “Açlık, yoksulluk ve IMF’ye Hayır” sloganları atıldı. Başlangıçta CGTP-IN’nin genel grev çağırısını “sekter” bulan ikinci büyük konfederasyon, sosyalist eğilimli UGT (União Geral de Trabalhadores) son anda katılma kararı alarak üyelerinin denetimini elinden kaçırmamaya çabaladı. Portekiz özelinde 14 Kasım öncesi bir gelişmeye de dikkat çekmek gerekiyor: 7 Kasım’da binlerce polis hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı gösteriler düzenlemiş, üç gün sonra da aynı tip eylemlilikler bu kez askerler ve subaylarla birlikte gerçekleştirilmişti. Silahlı güvenlik güçlerinin bu eylemliliklerinin bitiminde okunan bildirgede ise hükümet, Portekiz halk hareketine karşı ordunun kullanılmasına kalkışmaması doğrultusunda sertçe uyarılmıştı. Nitekim 14 Kasım genel grevi ve militan gösterileri sırasında herhangi bir devlet baskısına rastlanmadı.

İspanya’da ise polis baskısı son dönemlerde görülmemiş boyutlara ulaştı. Madrid’de on binlerin katıldığı kitle gösterileri güvenlik güçlerinin –gazlı ve plastik top mermili- şiddetli saldırılarıyla karşılaştı, onlarca insan yaralandı, yere yıkılan kadınlı erkekli genç yaşlı emekçiler coplarla dövüldü. Barselona’da bir kadın emekçi plastik top mermisi sonucu bir gözünü kaybetti, onlarca insan hastanelik oldu. Bu arada genel grev burjuva çevreleri şaşırtan bir başarı sağladı. Sendikalar greve katılımın %77 düzeyinde olduğunu ilan ettiler. İmalat sanayi ve taşımacılık sektörleri hemen hemen tamamıyla iş bıraktı, pek çok ticari işletme kepenk indirdi. Grev gözcüleri ve Öfkeliler hareketinin uzantıları olan mahalle konseyleri il ve ilçelerde yerel gösterilerle herkesi greve davet ettiler. Üniversitelerde ve pek çok orta öğretim kurumunda öğrenim durdu. Ülke düzeyindeki kitle gösterilerine on milyona yakın emekçi ve genç katıldı. Seferberlikler sırasında kitleler hükümeti istifaya çağırırken, gösterilerin bitiminde okunan sendikal bildirilerde Rajoy hükümeti politika değişikliğine davet edildi, aksi takdirde politikalarını referanduma sunması istendi. Günün en olumsuz özelliği ise Bask ülkesindeki ulusalcı ELA (Eusko Langileen Alkartasuna) ve LAB (Langile Abertzaleen Batzordeak) sendikalarının, “CC.OO. ve UGT çizgisinde görülmemek amacıyla” greve katılmayı reddetmeleri oldu. Ulusalcı bürokrasilerin bu sekterliğine rağmen Bask’ta pek çok sanayi kuruluşunda işçiler greve katıldı. Basklı ulusalcıların bu tutumuna karşılık CGT, Endülüs’te SAT ve Galiçya’da CIG gibi azınlık sol sendika konfederasyonları, çoğunluk sendikaların uzlaşmacı tutumunu eleştirmelerine rağmen genel greve katıldılar.

Yunanistan’da, 14 Kasım’dan bir hafta önce, hükümetin Troyka memorandumunu parlamentoya sunduğu 6 ve 7 Kasım günlerinde sendikalar genel grev gerçekleştirmişlerdi, bu nedenle GSEE (Yunanistan Genel İşçi Konfederasyonu) 14 Kasım için sadece üç saatlik grev çağırısında bulundu. Ayrıca başta Atina ve Selanik olmak üzere pek çok kentte gösteriler düzenlendi, işyeri işgalleri yaşandı. İşçiler Atina Üniversitesi senatosunu işgal ettiler, il ve ilçelerde memurlar belediye meclislerinin salonlarında gösteriler düzenlediler. Göstericiler, eylemin uluslararası niteliğini vurgulamak amacıyla Portekiz, İspanya ve İtalya bayrakları taşıdılar.

İtalya’da çoğunluk konfederasyonu CGIL (Confederazione Generale Italiana del Lavoro) başlangıçta mütereddit davranmakla birlikte son anda yarım günlük genel grev kararı aldı; buna karşılık azınlık sol sendika konfederasyonu CO.BAS (Confederazione dei Comitati di Base) greve tam gün olarak katıldı. Telekomünikasyon emekçileri, eğitimciler ve memurlar, CGIL üyesi olmakla birlikte grevlerini 24 saat boyunca sürdürdüler. CGIL’e bağlı FIOM (Federazione Impiegati Operai Metallurgici) metal sendikası da greve aktif olarak katıldı ve örgütlü olduğu pek çok il ve ilçede militan gösteriler düzenledi. 30’u aşkın kentte işçiler ve öğrenciler hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı gösteriler düzenlediler. “Teknokratlar hükümetinin” gösteriler karşısındaki tutumu ise özellikle Roma ve Torino’da şiddete başvurmak oldu. Torino’da  göstericiler tren istasyonu ile devlet dairelerini, Napoli’de de demiryollarını işgal ettiler, metro işçilerinin desteğiyle karşılaştılar. 

Avrupa’nın bu “çevre” ülkelerinin dışında grevin en etkili olduğu yer Belçika’ydı. Pek çok işletmede işten çıkarmaların yaygınlaştığı bun ülkede özellikle Genk’teki Ford fabrikasının kapatılması sendika bürokrasileri üzerindeki taban basıncını arttırmıştı. Bu nedenle büyük sendika konfederasyonlarının pek çok bölge ve sektör sendikası eşgüdümlü grev kararları almış, Liege bölgesinde ise genel grev uygulaması yapılacağı duyurulmuştu. Nitekim Liege’de genel greve çıkıldı ve sendika merkezlerinin önünde gösteriler düzenlendi. Kitleler daha sonra kesintilerin sorumlusu olan Sosyalist Parti binasının önünde toplanarak protestolarını sürdürdüler, buradan belediye binasına geçerek bildiriler okudular. Grev Louvière’de de başarılı oldu, tren ve otobüs taşımacılığı durdu, protestocular kente giriş yollarını kestiler. Gene Charleroi’da da taşımacılık ve metal sektörleri genel greve tam olarak katıldılar; düzenlenen gösterilerde kente giriş yolları kesildi, binlerce gösterici belediye binasını işgal etti.

Fransa’da sendikalar grev kararı almayı reddettiler ama 130 kadar il ve ilçede dayanışma gösterileri düzenlediler. Sendikaların kararına karşın bir dizi fabrikada grevler gerçekleştirildi. Dayanışma gösterilerini düzenlendiği diğer ülkeler Avusturya, İngiltere, Çek Cumhuriyeti, Polonya, Romanya, Slovenya ve İsviçre oldu. Litvanya’da başkent Vilnius’da taşımacılık sektörü greve çıktı.

Bütün bu grevler ve eylemler her şeyden önce Avrupa işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve gençliğin ortak girişimlerde bulunabildiklerini, bunu gerçekleştirebilecek bilince ve isteğe sahip olduklarını ortaya koydu. Bunun görülmüş olması, işçi direnişlerini ve kitle eylemlerini yalıtık ve sektörsel girişimler olarak denetim altında tutmaya çalışan sendika bürokrasileri üzerindeki basıncın artmasını da olanaklı kıldı. Nitekim çeşitli ulusal konfederasyonlar 2013 Martı’nda yeni eylemlerin yapılabileceğini ilan ettiler. Emekçi yığınların ulusal ve yerel düzeyde gerçekleştirilen direnişlerle ve/veya bir-iki günlük grevlerle hükümetlerin ya da bir bütün olarak AB’nin ekonomik ve toplumsal politikalarını değiştirmenin olanaklı olmadığını görmelerine karşın 14 Kasım’a –özellikle krizin en ağır darbeler indirdiği ülkelerde- hevesle sarılmaları, moral bozukluğundan ziyade daha ileri eylem bilincine doğru evrilmekte olduklarına işaret etti. Bu aynı zamanda uzlaşmacıkları tabanda ne denli eleştirilse de sendikaların işçi sınıfı için hâlâ yegane kitle örgütleri olduğunu da gösteriyor; kitleler yeni aygıtlar geliştirilmedikçe ellerindeki araçları yitirmek istemiyorlar. Bu anlamda 14 Kasım grevi ve eylemlilikleri sendika yönetimlerinin henüz seferberlikler oluşturma yeteneklerini koruduklarını ortaya koydu.

14 Kasım aynı zamanda kitlelerin bilincinde ekonomik grev ile politik grevin arasındaki sınır çizgisinin silinmekte olduğunu gösterdi. Avrupa düzeyinde devletler burjuvazinin şirketleri haline dönüştükçe, hükümetler de şirket yönetim kurulları niteliği kazanmakta, parlamentolar “ulusal iradenin tecelli ettiği” yerler olmaktan çıkıp finans kapitalin ve bir bütün olarak Avrupa burjuvazilerinin lobby’lerine dönüşmekte. Bu çerçevede işçilerin ve emekçilerin mücadelesi içinde bulundukları işletmelerin sınırları ötesine taşarak hükümetlere ve parlamentolara yönelmekte. Asgari talepler bu çerçevede politik geçiş talepleri niteliği kazanmakta, direnişler ve eylemler her aşamada biraz daha güçlü politik seferberliklere dönüşmekte. Bu anlamda devrimci sosyalistler için temel sorun ve acil görev, Avrupa proletaryası içinde sendika bürokrasilerini aşabilecek koordinasyonların kurulabilmesi, başta devrimci partiler olmak üzere emekçi kitleler için yeni politik aygıtların inşası ve bunların aracılığıyla hükümetlere ve bir bütün olarak AB’ye karşı süresiz genel greve doğru yol alınabilmesidir. Bu, kapitalistlerin Avrupa’sına karşı işçilerinin ve emekçilerinin Avrupa’sının sağlanmasının da yolunu açacaktır.

Tunus’ta Devrimin Yeni Aşaması

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da devrimlerin patlak vermeye başladığı ilk andan itibaren, bu devrimlerin tarihsel demokratik görevlerle karşı karşıya olduğunu, ama bu görevlerin burjuva liberal önderlikler altında çözülemeyeceğini; çözümün işçi sınıfı ve emekçi yığınların önderliğinde sosyalist uygulamalara geçmekle olanaklı olacağını, bu amaçla da proleter devrimci Marksist partilerin inşasının zorunlu olduğunu söyledik. Kuşkusuz bu tip partilerin verili toplumsal coğrafyalarda inşası kolay değil ve nitekim Arap devrimlerinin bunalımı bu noktada düğümleniyor. Bu krizin en yoğun ve berrak biçimde yaşandığı ülkelerin başında da, devrimlerin kitle seferberliklerinin etkisiyle en ileri noktalarına ulaşmış olduğu Tunus ve Mısır geliyor.

Tunus’ta geçtiğimiz 23 Ekim’de parlamento seçimlerinin birinci yılı doldu. Başbakan Hammadi Cibali’nin liderliğindeki İslamcı Ennahda’nın (Yeniden Doğuş) çoğunlukta olduğu; devlet başkanı Monsef Marzouki’nin CPR’si (Cumhuriyet İçin Kongre) ile meclis başkanı sosyal demokrat Mustafa Bin Cafer’in  Ettakatol partisinin ise diğer çoğunluk gruplarını oluşturduğu Kurucu Meclis, yeni anayasayı hazırlamak ve genel seçimleri düzenlemek için kendine bir yıl süre biçmişti; ama bu tarih dolduğunda ortada ne bir anayasa vardı ne de bu üç partinin oluşturduğu hükümet koalisyonunun (“Troyka”) yeni seçimleri hazırlama niyeti. Bunun yerine İslamcı neoliberal hükümet IMF ve Katar hükümetiyle mali anlaşmalar imzalayarak çokuluslu şirketlerin Tunus’taki varlığını garanti altına aldı, işsizliği azaltmaya yönelik hiçbir girişimde bulunmadı, tüm taleplere rağmen adalet mekanizmasında en ufak bir değişiklik yapmaya yeltenmedi, kendi taraftarlarını yönetim merkezlerine yerleştirip idari sistemde yozlaşmanın önünü açtı, kırsal kesimleri yalnızlığa mahkûm etti, devrim şehitleri ve malûllerini hiçe sayıp toplum dışına itmeye girişti, kitlelere yönelik polis baskısını ağırlaştırdı ve bununla da yetinmeyip “Devrimi Savunma Birlikleri” adı altında oluşturduğu yarı faşist İslamcı çeteleri gençlerin, işçilerin ve köylülerin üzerine sürmeye yöneldi. Özetle, İslamcı Ennahda Tunus’taki halk devrimini kendi önderliği altında gasp ederek ülkede yarı Bonapartist bir rejimin inşası için elinden geleni yapmaya koyuldu. Böylece Müslüman neoliberal akım bir yıl içinde gerçek yüzünü açığa vurmuş oldu; bu arada, “İslamcılığı demokratikleştirme” iddiasındaki devlet başkanı Marzouki ile “sosyal demokrasi” etiketli Ettakatol, Ennahda’nın kuyrukçuları olarak kitlelerin gözünde tüm inandırıcılıklarını yitirerek politik arenadan silinmeye başladılar.

Hükümetin bu politikaları karşısında ise kitleler sessiz kalmadılar, seferberliklerini sürdürdüler. Sidi Bouzid’deki grevler, Kasrin halkının valiyi ilden kovmaları, Tala kentinin kendi “bağımsızlığını” ilan etmesi, El Omran intifadası, Gafsa ve kömür havzasındaki işçi-polis çatışmaları, Herba’daki halk isyanı, Gabes’teki halk gösterileri ve valinin koyduğu sokağa çıkma yasağı… Sadece 2012’nin son aylarındaki bu mücadeleler bile Tunuslu emekçilerin “halk yeni bir devrim istiyor” sloganlarıyla dile getirdikleri taleplerinde ne denli ısrarlı olduklarını ortaya koyuyordu. Bunlara 28 Kasım’da Silyana’daki müthiş mücadele eklendi. O tarihte  UGTT (Tunus Genel İşçi Sendikası) bölge temsilciliği ile sol partilerin oluşturduğu Halk Cephesi, bölgedeki işsizliğe ve artan yoksulluğa karşı hükümetin yeni yatırımlarda bulunması ve Nisan ayındaki gösteriler sırasında tutuklananların serbest bırakılması talepleriyle genel grev ve kentte gösteri çağırısında bulunmuşlardı. Hükümetin, Vali ile görüşmek isteyen grevcilere ve kent halkına yanıtı, plastik misket bombalarıyla saldırmak oldu; böylece başlayan çatışmalar günlerce sürdü, çevre kentlerde de dayanışma gösterileri düzenlendi, düzinelerce gösterici yaralandı, ondan fazlası misket etkisiyle en az bir gözünü yitirdi. Saldırıyı kınamak amacıyla bölgede bir günlük grev ilan eden UGTT’nin bu çağırısı stratejik illerde, özellikle Gafsa maden havzasında, sanayi merkezi Sfax’ta, devrimin başlangıç ili Sidi Buzid’de, devrim sırasında en fazla sayıda şehit vermiş il olan Kaserin’de büyük destek gördü, greve katılım neredeyse yüzde 100 oranında gerçekleşti. Sonuçta hükümet, UGTT görüşmek zorunda kalarak Vali’yi görevden aldı, yaralıların tedavi masraflarını üstlendi ve bölgede yatırımlar gerçekleştirmek doğrultusunda idari adımlar atmayı kabul etti. Bu, kuşkusuz kitle mücadelesinin bir zaferiydi.

Kitlelerin bu mücadelesi sürerken merkezdeki politik arenada kutuplaşma İslamcı neoliberal Ennahda ile Batıcı liberal Nida Tunus kampları arasında gerçekleşmekte. Burgibacı, Bin Alici ve “İslami teokrasi” korkusu yaşayan tüm diğer partileri kendi çevresinde toplayan Nida Tunus, sadece kitlelerin yeni hükümete karşı olan muhalefetini kendi çevresinde birleştirmeye çalışmakla kalmıyor, eski rejimin elit kesimlerinin de yeni “umudu” olarak gelişmenin yollarını arıyor. Burgiba ve Bin Ali hükümetlerinde merkezi görevlerde bulunan, daha sonra Bin Ali’nin ülkeden kaçışının hemen ardından Şubat 2011’den Aralık 2011’e kadar başbakanlık yapan Nida Tunus lideri Kaid el Sibsi, ordunun bir darbeyle “düzen ve barışı” tekrar kurmasını bekleyen “modernist” kesimlerin de sözcüsü durumunda. Başkent Tunus’ta bu iki kutup arasında gerginleşen ilişkiler, işçi emekçi yığınlar açısından “kırk katır ya da kırk satır” seçeneklerinin ötesinde bir çözüm önermiyor. 

Emek kampında esas olarak iki örgütlenme sesini duyurabilmekte: UGTT ve Halk Cephesi. Yarım milyonu aşkın üyesi olan UGTT, devrimin başlarında ikircikli bir tutum takınmakla birlikte, özellikle yerel temsilciliklerinin halk isyanına katılmasıyla birlikte devrimin başarıya ulaşmasında önemli bir işlev görmüştü. Bugün de işçi kitle örgütü olarak ülkede ağırlığı ve önemi tartışılmaz bir niteliğe sahip. Bu özelliği nedeniyle de Ennahda’nın sadece politik olarak saldırmakla kalmayıp, çetelerini de üzerine sürdüğü bir düşmanı haline dönüşmüş durumda. Nitekim Aralık ayı başında UGTT genel merkezinde düzenlenen bir toplantıya Ennahdacı “Birlik” çeteleri saldırmış, bazıları ağır olmak üzere onlarca sendika lideri ve militanının yaralanmasına neden olmuşlardı. Bu saldırı esas olarak bütün bir yıl boyunca İslamcı akımın emek hareketi ve UGTT temsilciliklerine yönelik saldırılarının sadece bir tanesi, belki de sendikanın genel merkezine yönelik olması nedeniyle de en önemlisiydi. Ne var ki, süren seferberlikler ve nihayet genel grev çağırısı, sadece hükümeti ürkütmekle kalmadı, UGTT yönetiminin de mücadelelerin kendi denetiminden çıkması olasılığı karşısında korkuya kapılmasına neden oldu. Böylece sendika yönetimi son anda grev çağırısını geri çekti, talebini hükümetten “Devrimi Savunma Birlikleri”ni dağıtmasını istemekle sınırlarken, İslamcı hareket bu talebin “devrimi gerçekleştiren halkın dağıtılması” anlamına geleceği demagojisine sarıldı. Sonuçta her iki taraf da “ulusal diyalog” çağırılarıyla yetinmek zorunda kaldı. UGTT yönetiminin, özellikle de merkezci bürokrasinin uzlaşmacı ve reformist niteliği, kuşkusuz kitlelerin her ileri atılımının yeni rejimin sınırları içinde kalmasına neden oluyor.

Şu anda UGTT içinde iki ana akım bulunmakta. Bunlardan biri, Habib Aşur çevresinde toplanmış olan reformist kanat. Aşur, Burgiba döneminde onun sendika üzerindeki politik egemenlik kurma ve sendika hareketini yönlendirme girişimlerine karşı çıkmış deneyimli bir sendika bürokratı. Sendikanın sol kanadını oluşturan Halk Cephesi bileşenleri ise Halk Cephesi, daha radikal bir söyleme, çalışma yaşamında daha mücadeleci bir tutuma sahip. Genel grev çağırısının geri çekilmesi, bu iki akım arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine ve sendika içindeki kutuplaşmanın şiddetlenmesine yol açmış durumda. Grevin iptalinin esas sorumlusu ise, sendika başkanı Hüseyin Abbasi. Abbasi kendisini politik açıdan bağımsız olarak tanımlamakla birlikte Aşurcu kanatla sürekli bir işbirliği içinde. UGTT’nin içinde yer alan diğer ideolojik akımlar ise, kendisini bağımsız olarak tanımlayan, ama Sol bir söylemle iki ana kutup arasında konumlandıran Demokratik Yurtseverler Hareketi; sosyal demokrat eğilimli Halk hareketi; gene sosyal demokrat söylemli Modernist Demokratik Blok. Bunların dışında Nida Tunus, Çebbi’nin Demokratik Halk Partisi ve Almassar (Ettahid –eski Komünist Partisi- ve Tunus Emek Partisi koalisyonu) akımı da sendika içinde temsil gücüne sahip oluşumlar.

2012’nin Ağustos ayında kuruluşunu ilan eden Halk Cephesi, bu sürecini 12 Ekim’de tanmamlayarak organlarını oluşturdu. On iki sosyalist ve Arap milliyetçisi partinin oluşturduğu cephenin en önemli oluşumu, gene geçtiğimiz yıl içinde kendini İşçi Partisi’ne (PT) dönüştürmüş olan Hamma Hammami liderliğindeki PCOT (Tunus Komünist İşçi Partisi). PT gibi kendisini Marksist kökenli olarak tanımlayan diğer gruplar, Yurtsever ve Demokratik Emek Partisi (Muhammed Cumhur), Demokratik Yurtseverler Hareketi (Şükrü Belayid), Demokratik Yurtseverler (Cemal Lahzar) ve İlerici Mücadele Partisi (Muhammed Lasued). Troçkist eğilimli Sol İşçi Birliği ve sol sosyal demokrat çizgideki Özgürlük ve İlerleme İçin Halk Partisi de cephenin üyeleri arasında. Arap milliyetçisi partiler ise, Arap birliğini savunan Birlikçi Halk Cephesi, ulusalcı ve Nasırcı Halk Hareketi ile Baasçı Arap milliyetçileri Baas Hareketi ve Demokratik Arap Öncü Partisi. Cephe kendisini, “anti-emperyalist ve anti-kapitalist olmanın yanı sıra, (Ennahda ile Nida Tunus’un karşısında) üçüncü bir kutup olarak iktidara talip güvenilir bir alternatif” olarak tanımlıyor. Programı, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması; işsizliğe ve hayat pahalılığına karşı önlemlerin alınması; ücretlerin artırılması; işsizlik ödentisi; eski rejimin unsurlarından devir alınan alanların ekonomik yaşama katılması; bu uygulamaların finansmanı için alınan dış borçların ödenmemesi; sosyal hareketler üzerindeki polis baskılarının durdurulması; politik tutukluların salıverilmesi; gösteri ve grev haklarına saygı gösterilmesi, gibi talepler ekseni üzerinde kurulu. Cephe ayrıca, hükümetin geçici olması niteliği açısından, ABD ve AB ile gerçekleştirdiği ikili anlaşmaların ve Bin Ali ailesinden devir alınan şirketlerin özel kişilere satışının meşruiyetini sorguluyor.

Kuşkusuz Halk Cephesi, gerek kitle seferberlikleri içindeki varlığı, gerekse kamuoyu yoklamalarında %16 oranında bir destek görmesi bakımından, Tunus’ta yeni bir politik kutup oluşturmakta. Cephe birleşenlerinin, Tunus emek hareketi içinde son derece önemli bir yere sahip olan UGTT bünyesindeki etkisi de hesaba katıldığında, Cephenin önümüzdeki dönemde Tunus’taki sınıf mücadelesinde ciddi bir öneme sahip olacağını görmek olanaklı. Bununla birlikte, mücadelenin her kritik aşamasında, bir yandan PT’nin sol merkezci sınırlılıklarının, diğèr yandan cephe içindeki milliyetçi küçük burjuva partilerin varlığının bağımsız emekçi sınıf politikaları uygulayabilmesini engelleyeceği çok açık. Örneğin, Halk Cephesi, kitlelerin yeni bir devrim sloganlarıyla seferber olduğu bir süreçte, işçi-emekçi önderliğinde devrimin sosyalist hedeflere doğru yöneltilmesi yerine, UGTT’nin başta Ennahda ve Nida Tunus olmak üzere tüm politik akımlara önerdiği “ulusal diyalog” çağırısına taraf olarak katılabilmekte. Oysa devrimin bugüne kadar gerçekleştirilemeyen temel talepleri (iş alanlarının açılması, bölgelerin ekonomik ve toplumsal açılardan geliştirilmesi, yeni bir demokratik anayasa, vb.), ekonominin işçi denetiminde millileştirilmesi, dış borç ödemelerinin durdurulması, merkezi planlama, IMF ve Dünya Bankası’nın yanı sıra ABD ve AB ile gerçekleştirilen ekonomik ve politik anlaşmaların iptali, emekçi demokrasisine dayalı yeni idari kurumların inşası, gibi uygulamalar gerektirmekte. Bu açıdan, Tunus’ta devrimin sürekliliğini sağlayacak bir devrimci işçi ve emekçi partisinin inşası hâlâ en önemli gündem maddesi konumunda.

Mısır: Süren Devrim

Bonapartist diktatörlüklerle yönetilen yarı sömürge ülkelerde demokratik devrimin görevlerinin çözümünün, bu arada demokrasinin inşasının, ayakta tutulmak istenen burjuva devletin çerçevesi içinde gerçekleştirilmek istenmesi durumunda, bu dönüşümün gelip dayanacağı sınırın yarı Bonapartist rejimler olabileceği gerçeğinin bir kez daha yaşanmakta olduğu ülkelerden biri de Mısır. Üstelik Mısır’da Mübarek rejimi kitle seferberlikleri sonucunda bir politik devrim aracılığıyla yıkılmıştı. Ne var ki, ülkedeki öznel politik koşullar, daha doğrudan bir deyişle, işçi emekçi yığınları kendi kitle örgütlenmeleri aracılığıyla iktidara taşıyacak sağlam ve güvenilir bir devrimci önderliğin bulunmayışı, devrimin daha ileri hamleler yapabilmesini olanaksız kıldı ve iktidarı neoliberal burjuva İslami önderliğin ele geçirmesini önleyemedi. Şimdi bu burjuvazi, eski rejimin temel direği olan Ordu ile bir yandan çekişip öte yandan anlaşmalar yaparak, seferberlikleri sönümlendirecek, kapitalist ekonomi sistemini liberalleştirip dünya pazarlarına sağlamca yerleştirecek ve toplumsal/siyasi “barış düzenini” sağlama alacak kurumlar ve idari yöntemler geliştirme çabasında. Bu çabalar, devrimi gerçekleştirmiş olan kitlelerin “iş, ekmek, özgürlük” taleplerini karşılayamadığı sürece de doğan yapı, eski rejimin halk denetiminden uzak bazı kurumları ile burjuva parlamenter işleyişin karışımından oluşan yarı Bonapartist bir yönetim biçimini alıyor. Üstelik, elinde kitle bilincini çarpıtmaya son derece elverişli güçlü bir karşıdevrimci ideolojik silahı olan İslami burjuvazinin denetimi altında gelişen yeni bir rejim bu.

Ocak 2011 devriminden iki, Müslüman Kardeşler’in Mısır örgütü Özgürlük ve Adalet Partisi başkanı Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesiden altı ay sonra, İslamcı iktidar tüm devlet yetkilerini elinde toplama amacında, devrimci süreç ise sona ermekten henüz epeyce uzak olduğunu ortaya koydu. İsrail’in son Filistin saldırısı sırasıda oynadığı “arabulucu” rolle sadece uluslararası arenada değil, ama aynı zamanda her seferinde Filistin halkının yanında olduğunu belli eden Mısırlı kitlelerin nezdinde de prestij kazandığını düşünen Mursi, bu momentten yararlanarak 22 Kasım’da ilan ettiği Anayasal Kararname ile Cumhurbaşkanlığını yasama, yürütme ve yargı yetkileriyle donattı. Bu girişimine devlet kurumları içindeki eski rejim unsurlarıyla mücadele görünümü vermek, yargılanan karşıdevrimci çete unsurları ve polisler hakkında mahkemelerin verdiği kararlardan son derece hoşnutsuz kitlelerin gönlünü kazanabilmek için de, istifa etmeyi reddeden Mübarek döneminde kalma Başsavcı Abdul Mecid’i görevinden uzaklaştırdı. Ama kitlelerin Anayasal Kararnameye tepkisi sert oldu ve 27 Aralık günü yüz bini aşkın kişi Tahrir meydanında toplanarak kararnameyi protestoya koyuldu; İskenderiye, Asut, Tanta, Mahalla, Mansura, Luksor, Süveyş ve Port Sait kentlerinde binlerce kişi sokaklara döküldü.

Tahrir’i işgal eden kitleler 29 Aralık günü için “1 milyonluk gösteri” düzenlemeye karar verince Mursi Anayasa taslağını on beş saatlik bir oturum sonucunda hızla Kurucu Meclis’ten geçirdi ve 15 Aralık’ta referandum düzenleneceğini duyurdu. Ertesi gün Tahrir meydanı ve diğer kentlerin sokakları on binlerce göstericiyle doldu. Bu arada Müslüman Kardeşler taraftarları ve Salafistler de kendi yandaşlarını seferber etmeye başladılar ve 1 Aralık günü Kahire’nin Tahrir’den uzak bir bölgesinde Mursi için dev bir destek gösterisi düzenlediler. Muhalif kitlelerin tepkisi giderek artıyordu; 4 Aralık’ta başkanlık sarayını çevreleyen göstericiler Mursi’yi sarayın arka kapısından kaçmak zorunda bıraktılar; aynı gün pek çok kentte özgürlük ve Adalet Partisi bürolarına saldırılar düzenlendi. Ertesi gün ise İslamcılar bu kez kendi tabanlarını harekete geçirdiler ve iki taraf arasında taşlı, molotof kokteylli sert çatışmalar yaşandı, yedi kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi hastanelik oldu. Ordunun aktif bir tutum almadığı gösteriler sırasında güvenlik güçleri iki yüzü aşkın kişiyi gözaltına aldı. Muhalif kitlelerin tüm gösteriler boyunca attıkları en önemli sloganlar, “Ekmek, sosyal adalet ve özgürlük”, “Halk bu rejimi istemiyor” ve “Yeni bir devrim istiyoruz” idi.

İslamcı neoliberal burjuvazinin inşa etmek istediği rejimin niteliği kendini yeni anayasanın içeriğinde açığa vurmakta. Kurucu Meclis’in Yüzler Komisyonu denen İslamcı kesim ağırlıklı organında (İslamcı olmayan partiler, Kıpti ve Hıristiyan topluluk temsilcileri, İslamcıların dayatmaları nedeniyle boykot etmişlerdi) kapalı kapılar ardında hazırlanan taslak, sadece İslami ögelerle donatılmakla kalmayıp, işçi ve emekçi sınıfları, kadınları, dini ve ulusal azınlıkları demokratik ve sosyal haklardan yoksun bırakmakta. Üstelik yeni anayasa, İslamcı neoliberal burjuvazinin eski rejimin temel organı olan orduyla yaptığı bir “barış anlaşması” niteliği taşıyor. Metinde çok kısmi bazı değişikliklerin dışında, Ordunun sahip olduğu özel statü aynen korunmakta. Silahlı Kuvvetlerin bütçesi (yaklaşık 5 milyar dolar) ve ekonomik faaliyetleri (ulusal gelirin yaklaşık dörtte biri) parlamentonun herhangi bir denetimine tabi değil. Devlet başkanının başkanlığında kurulan Ulusal Savunma Konseyi, bazı önemli bakanların yanı sıra istihbarat servisi başkanı, genel kurmay başkanı ve kuvvet komutanlarından oluşuyor; Konseyin görevi “ülkenin güvenliğini ve silahlı kuvvetlerin bütçesini” korumak olarak tarif ediliyor. Parlamento denetiminde olmayan Konsey, silahlı kuvvetlerle ilgili tüm öemli kararları vermeye yetkili. Anayasaya göre, genel kurmay başkanı aynı zamanda savunma bakanı.

Yeni anayasaya göre iki kamaralı olarak kurulan parlamentonun üst kamarasını oluşturan Şura (Danışma) Konseyi, önemli bir iktidar odağı haline gelmekte. 264 üyeli konseyin 176 üyesi halk oylamasıyla seçilirken 88 üyesi doğrudan devlet başkanı tarafından atanıyor. Kurucu Meclisin lağvından sonra tek yasama organı haline dönüşen Şura’nın bileşimine Anayasa Mahkemesi nezdinde itiraz hakkı bulunmuyor. Kamu fonlarının ve diğer devlet organlarının, bu arada bizzat Şura’nın kendisinin denetimini üstlenen kurulların devle başkanınca atanacak yöneticileri Şura tarafından onaylanmak durumunda. Dolayısıyla Şura Konseyi, kendisini de denetleyecek tüm devlet birimlerinin denetimini Anayasa Mahkemesinden alıp kendisine vermiş oluyor. Bu arada yeni anayasaya göre sivillerin askeri mahkemelrde askeri ceza yasaları uyarınca yargılanmaya devam etmesi onaylanıyor; rasgele tutuklamalara ve işkenceye karşı bazı önlemler getirilmekle birlikte, işkencecilerin cezalandırılması öngörülmüyor. Basının “bağımsız halk gücü” olarak tanınması reddedilerek, basın organlarının “ulusal güvenlik gereklilikleri” uyarınca yasaklanmasının önü açılıyor, habere ulaşma hakkı “ulusal güvenlik” kriteriyle sınırlandırılıyor.

Anayasada “tüm yurttaşlar yasalar önünde eşittir” ifadesi yer almakla birlikte, buna eklenmek istenen “cinsiyete dayalı herhangi bir ayırım olmaksızın” ibaresi İslamcılar tarafından reddedilmiş durumda. Kadınlara sadece 10. maddede “anne” bağlamında değinilmekte. 2. maddede de “İslam hukukunun temel ilkeleri yasamanın temelini oluşturur” denilerek  İslamiyet devletin resmi dini olarak belirlenmekte, Şeriatın da “Sünni doktrinin temel kurallarını ve hukukunu oluşturduğu” ifade edilmekte. Bu tip son derece esnek ifadeler tabii İslamcıların kendi dini doktrinleriyle ceza yasasına müdahale edebilme olasılığını ve tehlikesini yaratmakta.

15 ve 22 Aralık’ta düzenlenen oylamala sonucunda Anayasa taslağı %64 oy oranıyla kabul edildi. Taslak karşısında muhalefet ikiye bölünmüştü; bir kesim boykot çağırısında bulunurken diğeri Red oyu kullanılmasını öneriyordu. Her ne olursa olsun, kabul oy oranı İslamcıların sevinmesine pek yeterli olmadı zira kayıtlı seçmenleri üçte ikisi oy kullanmadı; Assuan’da bu oran %86’ya varıyordu. Dolayısıyla yeni Anayasa halkın yaklaşık %22’sinin oylarıyla kabul edilmiş oluyordu.

Gerçeke, iktidardaki İslamci burjuvazinin kitleler karşısında giderek daha saldırgan bir tutum almaya başlaması –gerici Anayasa ilanının yanı sıra, hem çeteleri aracılığıyla örgütlediği 5 Aralık saldırısı, hem de 27 Ocak’ta üç kentte sıkıyönetim ilan etmesi bu tutumunun en belirgin örnekleri oldu- onun iki yıl önceki demokratik devrim ile olan ilişkisinin bir yansıması. İslamcı hareket Ocak 2011 devrimine başlangıçta katılmamış, bir süre sonra Mübarek rejiminin “uzlaşma” girişimlerine ortak olmuş ve ama kitleler buna izin vermeyip seferberliklerini sürdürünce de devrimin yanında görünmeye başlamıştı. Böylece, ülkedeki en örgütlü “muhalefet” akımı olarak da seçimler aracılığıyla iktidara yükselmiş, bir anlamda iktidarı gasp etmişti. Müslüman Kardeşler örgütünün ve onun kurduğu Özgürlük ve Adalet Partisi’nin emperyalist merkezlere gönderdiği uzlaşmacı mesajlar, ardından IMF ile düzenlediği anlaşmalar, İsrail ile yapılmış olan anlaşmaların korunacağına ilişkin verdiği vaatler, vb., bu akımın Batı basınında burjuva demokrasisinin kurallarına sadık bir “ılımlı İslam” biçiminde sunulmasına yol açmıştı. Kuşkusuz Müslüman Kardeşler, çok daha köktenci ve faşizan nitelikli El Kaide ya da Taliban tipi örgütlerden daha farklı; ne var ki, ideolojisinin ve programının gerici karakteri ve yarı sömürge bir ülkede demokrasinin esneyebileceği azami sınırlar, kısa sürede onun gerçekte devrimin hedeflerini hayata geçirmek üzere değil, ele geçirdiği bu tarihsel fırsattan yararlanarak neoliberal burjuvaziyi asker-sivil bürokrasi karşısında iktidara yükseltmek olduğunu açığa vurdu.

Mısır Müslüman Kardeşler akımının gerçek önderliği aslında Mursi hükümeti ve/veya parlamento grubu değil, hareketin en gerici gizli çekirdeğini oluşturan ve örgütün üzerinde “çelikten disiplin” uygulayan Cemaat akımı. Sahnedeki politikacılar ise Cemaat’in öne sürdüğü sadık temsilciler. Seyyid Kutub taraftarları ve Selefiyyecilerden oluşan Camaat 2008’de akım içinde kendine yeterince bağlı görmediği kişilere yönelik bir “temizlik” yapmış, 2010’da da Muhammed Badiye’yi Baş Rehberliğe getirmişti. Ne var ki bu “operasyonlar” akım içinde bölünmeler yaratmış, Muhammed Habib, Abdulmunem Abulfutuh gibi güçlü isimlerin hareketten koparak Güçlü Mısır Partisi’ni kurmalarına neden olmuştu. Müslüman Kardeşler’in kitle desteğini yitirme eğilimi böylece başlamış, 11 Şubat 2011’de Mübarek’in iktidardan düşürülmesinden sonra da bu eğilime güç veren yeni bir dönüm noktası yaşanmıştı. O tarihe iktidarı ele alan Ordu, devrimci dalgayı durdurabilmek ve diktatoryal tek parti rejimini ayakta tutabilmek için Kardeşler’in desteğini aramıştı. Bunun üzerine Cemaat rejimin “derin devlet” kesimiyle iletişime geçmiş ve uzlaşma girişimlerinde bulunmuş, ama bu politikası nedeniyle de tabanındaki gençlik kesimlerinde büyük kopmalara ve akımdan uzaklaşmalara neden olmuştu. Bununla birlikte, kitlelerin baskısı ve rejimin eskisi gibi devam edemeyeceğinin ortaya çıkması sonuçta Cemaat’i devrimci dalganın üzerine yerleştirip iktidarı gasp etme politikasına itmişti. Ama tabanındaki aşınma eğilimi kendini seçimlerde göstermiş, hareket parlamento seçimleri (28 Kasım 2011 – 11 Ocak 2011) ile cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turu (23-24 Mayıs 2012) arasında geçen bir kaç ay içinde seçmenlerinin yaklaşık yarısının (7 milyon seçmen) desteğini yitirmişti. Bu eğilimi kendisi de fark eden Özgürlük ve Adalet Partisi, hareketin 84 yıllık yaşamı boyunca ilk kez elde ettiği iktidar şansını yitirmemek için şimdi rejimin “derin” kurumları ve gerici çeteleri aracılığıyla kitlelere saldırmakta.

Mursi ve onun çevresi iktidara geldikleri ilk günden başlayarak, Mübarek rejiminin “derin devlet” kesimiyle anlaşmanın, işbirliğine girmenin yollarını aramaya koyuldu. Kardeşler hareketi, bu kesimlerle “barış anlaşması” yapmadığı sürece, programını ve daha sonraki seçimlerde kendisine üstünlük sağlayacak projelerini uygulama olanağının sınırlı olacağının farkındaydı. Tam da bu nedenle Mursi’nin kurduğu daha ilk hükümet bile, Cemaat’e sadık kişilikler ile geleneksel bürokrasinin kadim isimlerinden oluşan yapısıyla, Müslüman Kardeşler ile derin devletinin ortaklığını yansıtıyordu. Bir anlamda başbakan Hişam Kandil, eski rejimin sulama bakanlığında kıdemli bir teknokrat olmanın yanı sıra Müslüman Kardeşler’in Rehberlik Bürosu üyeleriyle olan sıkı dostluğuyla, bu ortaklığı kişiliğinde simgelemiş oluyordu. Askeri ve sivil güvenlik kuruluşlarının geleneksel personeli de Mursi yönetimi altında sürekliliğini korumakla kalmadı, eski rejimin tüm baskıcı, işkenceci ve anti-demokratik kurumları karanlık otonom yapılarını korumayı sürdürdü. Mursi, polis ve askeri kurumların “iş yaşamına” dokunmaktan dikkatle kaçındı, bunları parlamentonun denetiminden uzak tuttu. Özellikle Silahlı Kuvvetlerin, hükümet ya da parlamentonun değil, asker ağırlıklı Ulusal Savunma Konseyi’nin denetiminde kalmasını olanaklı kıldı. Özetle, Müslüman Kardeşler hareketi, “ılımlı İslam” etiketiyle yarı Bonapartist bir rejimin inşasına girişmiş oldu.

İşte kitleler şimdi yeni bir devrim talebiyle böyle bir hükümete ve onun inşa etmeye çalıştığı yeni rejime karşı mücadele ediyorlar. Ne var ki, Müslüman Kardeşler karşıtı liberal burjuva kesimler ile eski rejim artıklarının Batı basınında ağırlıklı yankı bulan muhalefeti nedeniyle, mücadele dinciler ile laikler arasındaki bir kutuplaşma görünümü kazanmakta. “Laik muhalefet” son dönemde Ulusal Selamet Cephesi altında toplanmış durumda. Demokratik bir söylemle mücadelelere önderlik etme gayretindeki Cephenin önde gelen simaları, Birleşmiş Milletler’in eski Irak gözlemcisi Muhammed el Baradey; Özgür Mısır Partisi’nin kurucusu, milyarder işadamı Necib Sawiris; Mübarek’in eski bürokratlarından ve Arap Birliği’nin eski başkanı Emir Musa; Nasırcı ve burjuva milliyetçi Asalet Partisi’nin kurucusu Hamdin Sabahi. Cepheye bazı başka laik liberal simalar, burjuva ve küçük burjuva partiklerin yanı sıra, bir kısım solcu parti ve bu arada 6 Nisan gençlik hareketi de katılmış durumda. Selamet Cephesi, devrimci seferberliklerin demokratik taleplerinden yararlanarak, Mursi’nin diktatoryal kararnamelerinin geri çekilmesi, referandumun ertelenmesi ve yeni bir Kurucu Meclis’in oluşturulması taleplerini ileri sürmüştü. Şimdilerde ise, Müslüman Kardeşleri bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulması yolunda ikna etmeye çalışıyor ve buna karşılık hükümet ile muhalefet arasında, grevlerin ertelenmesini de içerecek bir yıllık bir “ateş kes” öneriyor.

Kitlelerin devrimci seferberliklerini bekleyen tehlike de tam bu noktada, Cephenin mücadelelere önderlik etme konumunda yatıyor. Öte yandan, burjuva partilerin ve kişiliklerin denetim girişiminden kopup bağımısız sınıf temelli bir işçi-emekçi önderliğinin inşası için tüm koşullar bulunmakta. 2012 yılı içinde kitleler çoğu grevler ve işgaller biçiminde olmak üzere 3.400’ün üzerinde ekonomik ve sosyal istemli eylemlilik gerçekleştirmiş durumdalar; ve bunların üçte ikisinden çoğu, Mursi’nin başkanlık koltuğuna oturduğu 30 Haziran sonrasına ait. Özellikle Kafr el Şeyh kentindeki halk hareketi, Şarkiye’deki Rostex boya fabrikası işçilerinin ücret direnişi, Giza’daki köylülerin bölge fabrikaları atıklarının çevre üzerinde açtığı kirliliğin sorumlusu patronlara karşı verdikleri savaşımlar, Minya’da eğitim görevlilerinin geçici sözleşmelere karşı seferberlikleri, İsmailiye hastaneleri personelinin gene geçici sözleşmelere karşı direnişleri ve ücret talepleri, sürece damgasını vuran eylemlilikler oldu.

Bütün bu seferberlikler yaşanırken Mursi hükümeti çabalarını yasal ve yasa dışı yollarla (sendikacılara yönelik faşizan saldırılarla) sendika hareketini zayıflatma üzerinde yoğunlaştırdı. Yüzlerce işçi sendikal faaliyet nedeniyle işten atıldı, 2011 Ekiminde İskenderiye limanında greve çıkmış olan 600 işçi üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. Mursi, Kasım 2012 kararnamesinin hemen ardından da Mısır Sendikalar Federasyonu’nun (ETUF) ve bağlı sendikalar yönetim kurullarının 60 yaş üzerindeki tüm üyelerinin görevden alınıp, onların yerine bir önceki federasyon kongresinde en çok oy almış olan ikinci adayların geçirilmesine yönelik 97 sayılı bir kararname çıkardı. Aynı zamanda, İç İşleri bakanlığını boş üyeliklere atama yapma yetkisi tanındı. En son sendika seçimleri 2006’da yapılmış ve o dönemde rejimin gösterdiği adaylara hemen hiç bir alternatif aday gösterilmemişti; böylece hükümet kararname sayesinde sendikaların yönetimine 150’nin üzerinde İslamcı taraftarını yerleştirme olanağı yaratmış oldu.

Bununla birlikte ETUF dört milyonun üzerindeki üyesiyle (çoğunlukla kamu sektöründe) hâlâ güçlü bir örgütlenme ve oldukça militan bir tabana sahip. Özellikle Mahalla’daki tekstil işçileri ile Helvan demir Çelik işletmeleri işçileri son derece aktifif bir geleneğin temsilcileri. ETUF’tan son dönemde bazı kopmalar olmakla birlikte, emeklilik hakkı ile bazı diğer sosyal haklar bu federasyonun üyesi olmayı gerektirdiğinden henüz bağımsız sendikalara doğru bir akış görülmüyor. Buna karşılık bin civarında ve toplam 2,5 milyon işçiyi kapsayan yeni bağımsız sendika kurulmuş durumda. Örneğin Kahire’de taşımacılık ve liman işçilerinin önemlice bölümü ile hekimler ve öğretmenler bu tip sendikalara üye. Ancak bu sendikalar henüz bir araya gelebilmiş değil ve çoğu, Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu ile Mısır Demokratik Emek Kongresi arasında bölünmüş halde. Bu açıda sınıfın mücadele birliğinin sağlanması, Mısır’daki devrimci seferberliklerin başta gelen ihtiyaçlarından ve görevlerinden biri.

Bu son satırların yazıldığı günlerde Mısırlı emekçiler ve gençler, başta Kahire, Port Sait, Süveyş ve İsmailiye gibi önemli kentler olmak üzere ülkenin hemen her yerinde Mursi rejimine karşı yepyeni bir mücadele dalgası başlatmış ve son iki hafta içinde 54 şehit vermiş durumdalar. Mısır devrimi böylece yepyeni bir aşamaya ulaşmış bulunuyor. İslamcı iktidarın, ılımlı İslam söylemlerinin, burjuva, neoliberal ve baskıcı niteliği altı ay gibi kısa bir dönemde açığa çıkmış oldu. Işçi ve emekçi kitlelerin bu deneyimlerinin ötesine geçerek devrimin özgün taleplerini gerçekleştirecek yeni bir hükümetin inşasına doğru yürüyüşleri sürüyor. Bu yürüyüşün önündeki en büyük tehlike ve engel ise, hükümetin Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkan General Abdul Fettah el Sissi’nin askeri darbe kokan “düzen ve barış” istekli tehditleri ile Ulusal Selamet Cephesi altında toplanan burjuva muhalefetin seferberlikleri kendi gerici kanalına akıtma girişimleri. Tüm devrimci uluslararası çabaların, Mısır’da devrimci proleter bir önderliğin inşasına yardım noktasına odaklanması gerekiyor.

29 Ocak 2013

Dipnotlar:

1.) Avrupa’daki kriz ve sınıf mücadeleleri ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki devrimler sürecine ilişkin tahlillerimizi elinizdeki Mesafe sayısında bulabilirsiniz. (Dünya krizinin daha genel bir analizi için bak. Mesafe 2. Sayı, 2009 Güz.) Bu  yazımızda 2012 sonlarında Avrupa ile Tunus ve Mısır’da gerçekleşen yeni gelişmelerin altını çizmekle yetineceğiz.

2.) Bak.: http://www.etuc.org/a/10439