İDP’nin uluslararası politik ve teorik tarihi

İşçi Demokrasisi Partisi’nin (İDP) tarihsel ve politik kökenleri, biri nesnel biri öznel olmak üzere, iki farklı toplumsal kaynakta yatmaktadır: Bunlardan birincisi, Avrupa’da kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin ortaya çıkmasıyla birlikte tarih sahnesine çıkan modern işçi hareketidir; ikinci kaynak ise, aslında 1789 Fransız Devrimi’nin en radikal siyasi kanatlarının ilkel bir biçimde de olsa ulaşmaya çabaladığı, ne var ki olgun ifadesine ancak modern işçi hareketinin öğretici otoritesi altında kavuşabilmiş olan sosyalist harekettir. Bu iki hareket (işçi hareketi ile sosyalist hareket) arasındaki ilişki, karşılıklı bir karaktere sahiptir: Birisi, diğeri olmadan tarihsel hedeflerine ulaşamaz. Kautsky ile Lenin, bu iki hareketin de farklı kaynaklardan doğduklarını, birbirlerinden ayrı olduklarını ancak birleşmeleri gerektiğini vurgulamıştı. Ancak şu gerçek de kayıt altına alınmalıdır: Sosyalist hareket, politik karakteri itibariyle, işçi hareketinin tarihsel ve programatik deneyimlerinden süzülen derslerin mantıksal sonuçlarına vardırılması ve bu sonuçların metodolojik bir pusula formunda örgütsel form kazanmasıyla ortaya çıkan bir harekettir. Dolaysıyla sosyalist hareket, işçi hareketinin siyasal ve tarihsel deneyimlerinin derslerinin merkezileştirilmiş ve yoğunlaştırılmış bir biçimidir. O, her zaman sosyolojik olarak bir işçi hareketi olma özelliği taşımayabilir: Bu görev, hareketin inşasının sonraki evrelerinde tamamlanabilir ve mutlaka tamamlanmalıdır. Ancak o, daima, politik olarak bir işçi hareketi olmalıdır: Yoksa adına layık değildir.

İşçi Demokrasisi Partisi’nin politik ve programatik tarihinin altında yatan unsur bu ilişkidir. O, kapitalist sömürü ilişkileri altında, karanlıkta el yordamıyla yolunu arayarak mücadeleye atılan işçi hareketinin ve bu hareketin politik ve bilinçli biçimi olmak için mücadele veren sosyalist hareketin uluslararası deneyimlerinin siyasal bir sonucudur. Partimiz, bu tarihsel perspektif eşliğinde kendisini ilan etmiştir.

İDP teorik ve politik olarak, klasik Marksizmin kaynaklarına dayanmaktadır. Dolayısıyla o Bernsteincı, Kautskyci, Stalinist, Maoist, Titocu, Hocacı, Castrocu, Chavezci, Althusserci, Avrokomünist, Üçüncü Dünyacı ve benzeri sözde Marksizm varyanslarının, revizyonist sapmalar ve politik oportünizm örnekleri olduğunu savunmaktadır. Son tahlilde emperyalizmin işçi hareketi içindeki politik temsilcileri olan bu akımlara karşı İDP Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin ve Moreno’nun Marksizmini savunmaktadır. Ancak bu, Marksizmin bu büyük üstatlarının her yazdığının skolastik bir biçimde kelimesi kelimesine savunulması anlamına gelmemektedir. Akımımızın savunduğu, Marksizmin metodolojisidir. Moreno’nun da kaydettiği üzere:

“Genel olarak söylenecek olursa, Troçkist olmak sosyalizmin, Marksizmin ilkelerini savunmak demektir. Gerçekten Marksist olmanın ne anlama geldiğinden başlayalım. Mao ya da Stalin’e yapılmış olduğu gibi bir kült yaratmak durumunda olamayız. Troçkist olmak, Troçki’nin her yazdığını ya da her söylediğini aynen kabul etmek değil, tıpkı Marx, Engels ve Lenin gibi onu da eleştirmek ve aşmak anlamına gelir. Çünkü Marksizmin amacı bilimsel olmaktır ve bilim bize mutlak gerçeklerin bulunmadığını öğretir.”(1)

O halde devrimci Marksist metodoloji nasıl ortaya çıkmıştır, nedir ve tarih boyunca hangi bölünmeler, altüst oluşlar, birleşmeler ve benzerleri neticesinde günümüze ulaşmıştır? Bu soruların cevapları, İDP’nin parçası olduğu uluslararası hareketin politik tarihini oluşturmaktadır.

1789’da patlak veren Fransız Devrimi, kentli yoksulların ve küçük burjuvaların en radikal kesimlerini temsil eden (2) ve Robespierre ile Marat gibi kudretli devrimci figürlerin önderliği altında olan Jakoben Kulübü’nün iktidardan indirilmesiyle, bir gericilik dönemine, yani Thermidor’a tanıklık eder. (3) Bunun nedeni, feodal aristokrasiye ve mutlak monarşiye karşı devrim sırasında hayata geçirilmiş olmasına rağmen temelleri yine de toplumsal olarak zayıf olan, ticaret burjuvazisi ile baldırı çıplaklar (4) arasındaki ittifakın, Jakoben Kulübü’nün hedefine özel mülkiyeti koymasının sonucu olarak çatırdamasıydı. Robespierre 24 Nisan 1793’te devrimin ılımlı ve muhafazalar kanatlarına şöyle sesleniyordu:

“Kapet (5) hanedanının yüce üyelerine sorunuz; size, tartışmasız bir biçimde, mülkiyet haklarının en kutsalının, ilkçağlardan beri ellerinde tuttukları, Fransa topraklarında yaşayan yirmi beş milyon insanı, yasal ve monarşik yetkilerle ezmek, aşağılamak ve zulmetmek için keyiflerine göre kullandıkları kalıtsal bir hak olduğunu söyleyeceklerdir.

Tüm bu kişilerin gözünde, mülkiyet hiçbir ahlaksal ilkeye dayanmaz. Her türlü adalet ve adaletsizlik kavramını dışlar. Peki sizin Haklar Bildirgeniz niye aynı hatayı sergiliyor?” (6)

Gracchus Babeuf’ün Eşitler Komplosu örgütü, Jakobenlerin yenilgisinin ardından kuruldu ve Jakobenlerin sol kanadının sahiplendiği programın daha radikal bir versiyonunu sahiplendi. Eşitler Komplosu’nun amacı devrimin sürekliliğini sağlamak, 1793 Anayasası’nı hayata geçirmek, toprakların ve üretim araçlarının kamulaştırılmasını başlatmak ve gerçek eşitliği sağlamaktı. Tam da bu programı dolayısıyla Karl Marx, bu hareketten “gerçekten etkin bir komünist partinin ilk dışavurumu” olarak bahseder:

“Gerçekten etkin bir komünist partinin ilk dışavurumu, anayasal monarşinin ortadan kaldırıldığı anda burjuva devriminde ortaya çıkar. En tutarlı cumhuriyetçiler, İngiltere’de Tesviyeciler, Fransa’da Babeuf, Buonarroti vb. bu ‘toplumsal soruları’ ilk ilan edenler oldu.” (7)

Eşitler Komplosu tarihsel programını hayata geçirebilmesini sağlayacak olan sosyal tabandan yoksundu çünkü modern işçi hareketi henüz doğum sancıları çekiyordu. Ancak Fransız Devrimi’nin radikal siyasal kanatlarının dünya kamuoyuna duyurdukları programları artık bir kıvılcım çakmıştı. Bugünkü Almanya’yı sınırları içerisinde yer alan Ren bölgesinde ve daha başka birçok yerde Jakoben Dernekleri kuruldu. Jakobenlerden etkilenerek kurulan dernekler, özellikle İngiltere’de özgün bir karakter kazandılar zira bu ülkede artık tamamen gelişmiş bulunan bir işçi sınıfı vardı. Fransız Devrimi, İngiltere’de derhal irili ufaklı işçi örgütlerinin kurulmasını beraberinde getirdi. 1791-1792 senelerinde İngiliz işçi örgütü olan Haberleşme Topluluğu ortaya çıktı ve bu dernek gizli yollardan, Fransa’daki Jakoben iktidara, onun İngiltere’deki temsilcisi olduğuna dair mesajlar gönderdi.

Bilimsel sosyalizmin kurucu figürleri olan Karl Marx ile Friedrich Engels’in öğretileri, bu toplumsal ve siyasal atmosferin bir sonucuydu. Uluslararası hareketimizin ilk programatik ifadesi olan Komünist Manifesto’nun 1848’de yayımlanmasına dek, Marx ile Engels, eski devrimci fikirler ile sosyalizm anlayışlarına karşı politik bir mücadele yürüterek, tarihsel zemini hazırlamak durumunda kalmışlardı. Onlar ilk olarak Genç Hegelciler’in (8) felsefi idealizminden ve Feuerbach’ın (9) mekanik materyalizminden koptular ve tarih ile toplumun hem diyalektik, hem de materyalist bir açıklaması için çalıştılar. Marx 1843’te kaleme aldığı Yahudi Sorunu’nda Genç Hegelciler’den Bruno Bauer’i, 1844 El Yazmaları’nda kapitalist toplumu ve kapitalist ekonomik ilişkileri, 1845’te kaleme aldığı Feuerbach Üzerine Tezler’de materyalizmin determinist yorumuyla sınırlı kalan Feuerbach’ı, 1847’de kaleme aldığı Felsefenin Sefaleti’nde ise anarşist teorinin kurucularından Proudhon’u eleştiriyordu. Marx bu yapıtlarının genelinde kapitalizmin tarihsel sürecin bir ürünü olduğunu ve Genç Hegelciler ile anarşistlerin eleştirilerinin hedefinde olan din ve özel mülkiyet gibi kavramların, aynı şekilde hem tarihsel hem de ekonomik süreçlerin bir sonucu ve parçası olduğunu açıklıyordu. Kapitalizmin kurumları, ekonomik birimleri ve ideolojik araçları, kapitalist sınıfların düşünsel ürünlerinden ziyade, belirli bir üretim tarzı ile ekonomik biçimin sonuçlarıydı. Bu nedenle düşünsel alanda sürdürülen mücadele, ancak politik arenada sürdürülen mücadelenin bir parçası olduğu sürece anlamlıydı. Marx vardığı bu sonucu, aşağıdaki meşhur deyişinde özetliyordu:

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” (10)

Komünist Manifesto sosyalizmi bilimsel temellere, yani kapitalist toplumun iç çelişkileri ile proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yasalarına dayandırıyordu. Bu Saint-Simon, Robert Owen, Charles Fourier, Étienne Cabet ve Flora Tristan gibi isimlerde cisimleşen ve işçi hareketine dayanmayan, evrimci bir programa sahip olan, çoğunlukla sınıf mücadelesini değil bireylerin “eğitilmesini” merkeze alan ütopyacı sosyalizmin aşılması anlamını taşıyordu. Bilimsel sosyalizmin kurucuları şöyle yazıyordu:

“Komünistlerin bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve farklı çıkarları yoktur. (…) Komünistler öteki proletarya partilerinden yalnızca şu noktalarda ayrılırlar: Bir yandan proleterlerin farklı ulusal mücadelelerinde bütün proletaryanın ortak, milliyetten bağımsız çıkarlarını vurgular ve geçerli kılarlar, öte yandan proletarya ile burjuvazi arasındaki mücadelenin geçtiği çeşitli gelişme aşamalarında her zaman hareketin tümünün çıkarını temsil ederler.” (11)

Bu satırlarda ifade edilen anlayış, daha sonra Birinci Enternasyonal içinde ve Paris Komünü sırasında sendikalistlere, Bakunincilere (12) ve Blanquistlere (13) karşı da savunuldu.

Birinci Enternasyonal, akımımızın öncülüğünde kurulan ilk uluslararası proleter örgüttü. İçinde Avrupalı sendikacılar, anarşistler ve Blanquistler de dahil olmak üzere sosyalist yelpazenin birçok kesimini barındırıyordu. Ancak bu deneyim iflas etti. Anarşizmin burjuva parlamentolar ve belediyeler için seçimlerde aday olunmasını sekterce reddetmesi, böylece proletaryayı kritik bir politik mücadele ve propaganda aracından mahkûm etmek istemesi, açmazların ilkiydi. Dahası Paris Komünü deneyimi demokratik komünalist kooperatifçilik ile proletarya diktatörlüğü programlarının, artık aynı örgütsel çatı altında var olamayacaklarını gösteriyordu. Uluslararası akımımız politik mücadele araçlarının sekterce ve küçük burjuva mazeretler eşliğinde reddedilmesini kabul etmeyerek ve işçi demokrasisini programının merkezine alarak, I. Enternasyonal deneyiminden güçlenerek çıktı.

Marx 1883’te hayatını kaybettiğinde, akımımız belirli teorik ve politik mevzilere ulaşmıştı: 1.) Sosyalist program ve strateji, ancak ve ancak kapitalist üretim tarzı ile üretim ilişkilerinin bilimsel analizine dayanarak oluşturulabilir; 2.) Bu analiz bize, yalnızca modern işçi sınıfının kapitalizmi ilga edebilecek toplumsal kapasiteye sahip olduğunu göstermektedir; 3.) Dolayısıyla sosyalist devrim stratejisinin merkezinde ve temelinde bir özne olarak işçi sınıfı bulunmaktadır; 4.) İşçi sınıfının nihai hedefi iktidarı fethetmek ve ekonomiyi sosyalist ölçütlerle yeniden örgütlemektir.

Bu arada akımımız, biri Marx’ın ölümünden önce, biri de sonra olmak üzere, işçi hareketinin içinde siyasal önderlik rolünü üstlenebilmesini sağlamak için, iki önemli taktiksel atılım gerçekleştirdi: Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi ve İkinci Enternasyonal.

İkinci Enternasyonal, hareketimiz açısından aslında stratejik bir öneme sahipti çünkü işçi sınıfı mücadelesinin küresel karakterine uygun bir enternasyonal örgütlenme ile politikanın geliştirilmesini öngörüyordu.

Ancak bir yanıyla da İkinci Enternasyonal, uluslararası akımımız açısından taktiksel bir açılımdı. Tıpkı akımımızın, aslında ufak bir devrimciler çekirdeğinden oluşan Almanya’daki grubunun, geniş bir işçi tabanına sahip Lassallecılar ile birleşmesi ve ortaya Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (tarihin ilk kitlesel işçi partisi) çıkması örneğindeki gibi, İkinci Enternasyonal’in kurulmasının amaçlarından birisi, Marksizmin uluslararası işçi hareketinin geneline ulaşabilmesini sağlamak ve bu hareketin içindeki politik otorite olmasını olanaklı kılmaktı. Bu nedenle İkinci Enternasyonal, Marksist olmayan birçok sosyalist yapıya ve sendikal önderliğe kapılarını açmıştı (yalnızca, politik araçların kullanılmasını reddettikleri için anarşistler ile anarkosendikalistler alınmadı). Bunun avantajlarının yanı sıra, olumsuzlukları da oldu.

Öncelikle Marksist olmayan sosyalist akımların da kabul edilebilmesi için merkezi değil, federatif bir örgütsel form gerekiyordu. Daha sonra, İkinci Enternasyonal kongrelerinin kararlarının ulusal seksiyonlar açısından siyasal olarak bağlayıcı oldukları kabul edilse de, bu kararlara sadık kalınıp kalınmadığının sorgulanması yalnızca kağıt üstünde kalıyordu. Bu nedenle İkinci Enternasyonal bir federasyon biçimini aldı.

Bu esnada akımımız, kendi içinden çıkan ilk oportünizm örneğine karşı mücadele verip, onu yenilgiye uğratarak değerli bir deneyimin içinden geçti. Engels, ölümünden önce, Marksistler ile reformistler arasında bir birleşik parti deneyiminin yaşandığı Fransa’daki Olasılıkçılar kanadına karşı mücadele vermek zorunda kalmıştı. Marx ve Engels Fransa’daki bu deneyime daima karşı olmuşlardı. Olasılıkçılar, sosyalist devrim hedefinin gündelik politikaya yansımaması gerektiğini ve partinin günlük mücadelesinin devrimci değil, reformist temellere oturtulması gerektiğini savunuyorlardı. Ancak Olasılıkçılar hiçbir zaman Marksizmi benimsememişlerdi. Engels’in ölümünün ardından ortaya çıkan oportünizmin kaynağı, işçi hareketi içindeki rakip bir akım değildi, kendi akımımızdı. Alman Marksist Eduard Bernstein, Almanya partisinin Alman burjuvazisine karşı devrimci mücadelesini terk etmesi gerektiğini, aslında Alman burjuvazisinin Prusya monarşisine karşı ilerici bir rol oynayabileceğini, kapitalizmin ekonomik ve demokratik evriminin otomatik bir neticesi olarak sosyalizme devrimci olmayan yollarla geçilmesinin mümkün olduğunu savunuyordu. (14) Bernstein Marksizmin felsefi kaynaklarından birisinin Hegel ve Hegelci diyalektik olduğunu reddetti ve Kant ile Kant’ın ahlaki kategorik buyruklarına dönülmesi gerektiğini vaaz etti.

Oportünizmin Almanya partisinden ve İkinci Enternasyonal’den politik olarak uzaklaştırılması ve Marksizmin devrimci temellerinin korunması mücadelesinde öne çıkan figürler Karl Kautsky, Rosa Luxemburg, Georgi Plehanov ve bir dereceye kadar Vladimir İlyiç Lenin’di. Bu isimler kapitalizmin barışçıl araçlarla ilga edilemeyececeğini, küresel kapitalizmin sıklaşan bir yoğunlukla krizlere ve savaşlara yol açacağını, bu nedenle sınıflar mücadelesinin devrimci sonuçlarının reddedilemeyeceğini ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci rolünün de inkâr edilemeyeceğini öne sürerek, hareketimizin eriştiği teorik ve politik mevzileri savundular. Kapitalist sınıflar kendi toplumsal ayrıcalıklarından kendi rızalarıyla vazgeçmeyeceklerdi; Marksizmin görevi, işçi sınıfının kapitalist sınıfları bu ayrıcalıklardan mülksüzleştirebilmesi için, uygun politik ve programatik silahları sağlamaktı.

Akımımız bu dönemde yine iki önemli sınav verdi. Bunlardan birincisi Rus Marksist Plehanov önderliğinde, köylülüğe dayanan ve bireysel terörizm eylemlerine başvuran Rus Narodnizmine karşı verilen politik mücadeledir. Plehanov Rusya’da sosyalist devrimin ancak bir işçi hareketi biçiminde zafer kazanabileceğini savundu. Bireysel terörizmin emekçi kitlelerin mücadelelerini ilerletmediğini ancak onların bilincinde gerilemeler yarattığını, sosyalizm mücadelesinin kitleler içinde faaliyet yürüten bir politik örgüte ihtiyaç duyduğunu söyledi. Lenin, Troçki ve onların kuşakları, Plehanov’un Narodnizme karşı verdiği politik mücadelenin değerli Marksist derslerinin eğitiminden geçerek yetiştiler.

İkinci önemli sınav, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1903’teki kongresinde yaşanan ayrışmaydı. Menşevikler olarak anılan grup, parti üyelerinin, partinin herhangi bir biriminde faaliyet yürütmesinin zorunlu olmadığını savunuyorlardı. Lenin önderliğindeki Bolşevikler ise parti üyesinin, partinin bir biriminde mutlaka aktif olması gerektiğini savunuyorlardı. Basit gibi gözüken bu tartışma, yıllar içinde gevşek, federatif parti modeli ile Leninist demokratik merkeziyetçi parti arasındaki ayrıma dönüştü.

Dolayısıyla tarihsel akımımız Bernstein’ın reformizmine karşı devrimci yöntemleri, Narodniklerin köylülüğe dayanan sosyalizm fikrine karşı işçi sınıfının belirleyiciliği ile merkezi önemini, Menşevizmin gevşek örgüt modeline karşı da Bolşevik-Leninist tipteki kadro partisini savunarak, değerli deneyimlerden geçti.

İkinci Enternasyonal 1914’te patlak veren ve emperyalistler arası ilk paylaşım savaşı olan Birinci Dünya Savaşı’nda siyasal olarak iflas etti. Rusya ve Bulgaristan partileri hariç, Enternasyonal’de kendi ülkesinin savaş planlarına destek açıklamayan seksiyon yoktu. En büyük kriz Alman partisi SPD’de yaşandı: O güne dek devrimci Marksizmin merkezi ve otoritesi olarak kabul edilen Alman partisi, sendikalist sağ kanat ile merkezci Kautsky önderliğinin altında, parlamentoda Alman burjuvazisinin savaş bütçesi lehine oy verdi. Partinin bu oportünist ve hain tutumuna yalnızca üç önderi karşı çıktı: Franz Mehring, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht. 

Bu dönem, uluslararası hareketimiz için bir reorganizasyon dönemi oldu. Rusya’dan Lenin ile Bolşevikler ve Troçki ile enternasyonalistler, Almanya’dan ve başka birkaç ülkeden Marksist kadrolar, Zimmerwald’da yeni bir uluslararası konferans toplayarak, Birinci Dünya Savaşı’na karşı işçilerin küresel birliğinin esas alındığı proleter enternasyonalizmin ilkelerini savunduklarını duyurdular. Lenin bu sırada, emperyalistler arası savaşlarda hâlâ geçerli bir yöntem olan devrimci yenilgicilik stratejisini ortaya attı. Bu stratejiye göre bütün emperyalist ülkelerin askerleri, silahlarını cephenin karşısında olan sınıf kardeşlerine değil, kendi generalleri ile hükümetlerine çevirmeli ve emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmeliydi.

Alman partisinin şoven ihanetinin altında, Avrupa emperyalizminin ulusötesi kârlarından ayırdığı kırıntılarla, kıta genelinde toplumsal bir katman olarak bir işçi aristokrasisi oluşturması yatıyordu. Parti yıllar içinde artan oranda proletaryanın en yoksul kesimlerine değil, bu aristokratik katmanlara yaslanmaya başlamıştı. Bu aristokratik katmanın tarihsel çıkarları, kapitalizmin zor yoluyla devrilmesini öngörmüyordu; aksine o, reformlar ve kısmî sendikal mücadeleler aracılığıyla elde ettiği ufak ayrıcalıkların korunmasını ve derinleştirilmesini istiyordu. SPD bu reformist yönelime tamamen uyarlandı ve devrimci Marksizmi terk etti.

Savaşın ortasında, yalnızca 20. yüzyılın değil ancak insanlık tarihinin en önemli sosyal olayı yaşandı: 1917 Ekim Devrimi. Bu, uluslararası akımımızın, kendi tarihi boyunca iktidara geldiği tek örnektir. Enternasyonalist bir Marksist partinin (Bolşevik Parti) önderliği altında, Lenin’in Nisan Tezleri’nde ifade edilen sürekli devrim stratejisi ve devrimci program ile silahlanan Rusya işçi sınıfı, seferber olarak, kendi özyönetim organları olan Sovyetleri iktidara taşımıştır. Bu tarihsel moment, yalnızca işçi sınıfının tarihteki ilk devlet iktidarı olma özelliğini taşımıyordu; o, aynı zamanda akımımız için önemli bir birliğin sonucuydu: Troçki ile Lenin’in birliğinin. Troçki, Rusya’nın yarı-feodal toplumsal ve siyasal yapısından dolayı Rus devriminin yalnızca burjuva demokratik bir karakter taşıması gerektiğine inanmıyordu. O, geç sanayileşmiş bağımlı kapitalist bir ülke olarak Rusya’nın burjuva demokratik devriminin görevlerinin, ancak ekonomide sosyalist önlemlerin alınmasıyla tamamlanabileceğini, dolayısıyla devrimin tek bir bütünsel süreç olduğunu ve devrimin burjuva demokratik görevleri ile sosyalist görevleri arasında bir süreklilik olduğunu savunuyordu. Sonuç olarak toprakların köylülere dağıtılması, 8 saatlik işgününün tesis edilmesi, emperyalizmden bağımsızlık, ezilen uluslar sorunu, toplumsal demokrasinin tesisi gibi aslında burjuva demokratik devrimin sorumluluğunda olan görevler, ancak bir proletarya diktatörlüğünün (yani işçi demokrasisinin) altında mümkündü.

Lenin, Nisan Tezleri kapsamında sayılan Nisan 1917 tarihli “Taktikler Üzerine Mektuplar” metninde şunları yazıyordu:

“Eski düşünme tarzına göre, burjuvazinin egemenliğinin ardından proletarya ve köylülüğün egemenliği, proletarya ve köylülüğün diktatörlüğü gelebilir ve gelmelidir.

Oysa gerçek hayatta, işler şimdiden farklı gelişmiştir; birinin diğeriyle son derece özgün, yeni ve eşi görülmedik bir tarzda iç içe geçtiğini görüyoruz. Şu anda yan yana, birlikte, eşzamanlı olarak hem burjuvazinin egemenliği (Lvov ve Guçkov hükümeti) hem de iktidarı kendi rızasıyla burjuvaziye bırakan, kendi rızasıyla burjuvaziye eklenti olan proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü vardır.

(…)

Ben Rusya’da İşçi, Tarım Emekçisi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetleri’nden başka bir hükümet olamayacağını söylüyorum (bir burjuva hükümeti hariç).

(…)

Kamenev yoldaşın ‘burjuva-demokratik devrimin tamamlanmadığını’ söyleyen eski Bolşevik formülü bu gerçekliğin tümünü kucaklayabiliyor mu?

Hayır! Bu formül eskimiştir.” (15)

Lenin 1917’de kaleme aldığı Nisan Tezleri’nde, Troçki’nin yıllar önce Rus devriminin sosyal ve politik karakterine dair öne sürmüş olduğu stratejiyi kabul etti. Kendi partisinde, Bolşevizmin eski demokratik devrim şemasını hâlâ savunanların antikalar müzesine kaldırılması gerektiğini söyledi. Bunun karşısında Troçki de, yıllar boyunca Lenin’in parti modeline karşı çıkmış, bu modelin antidemokratik sonuçlar yaratabileceğini savunmuştu. Şimdi Troçki de hatalı olduğunu kabul ediyor ve Lenin’in parti modelini benimsiyordu. Troçki, ömrünün sonuna dek Leninist parti modelinin şaşmaz bir savunucusu ve onun en usta yorumcusu oldu.

Akımımız, kendi tarihi boyunca sadece bir kere iktidara gelmiştir; tıpkı, kendi demokratik özyönetim organları aracılığıyla ve bir Bolşevik partinin önderliği altında işçi sınıfının tarihte yalnızca bir kere iktidara gelmiş olması gibi. Akımımız, işçi sınıfının iktidara gelmediği hiçbir yerde, iktidara gelmemiştir. Bu, sadece bizim akımımıza özgü bir durumdur. Sosyal demokrasinin, Stalinizmin, Maoizmin veya reformizmin başka varyantlarının birçoğu, birçok ülkede, birçok defa iktidara gelmiştir; ancak onların iktidara geldikleri ülkelerde, işçi sınıfı iktidara gelmemiştir. Bu hain akımların yaptıkları, kapitalist sınıflarla ortak koalisyon hükümetleri biçiminde ortaya çıkan sınıf işbirlikçi rejimler inşa etmek olmuştur. En ileri gittikleri noktalarda kamulaştırmalar gerçekleştirmişler ancak devrimci süreklilik taşıyan doğasını dondurmuşlardır. Kamulaştırmalara gittikleri ülkelerde ise, kapitalist restorasyonu yine kendi organize etmişlerdir. Uluslararası hareketimiz ise örgütü ve programıyla, proletarya iktidarının kurulmadığı hiçbir yerde iktidara gelmemiştir. Bu, akımımızın, işçi sınıfının tarihsel çıkarlarına içkin olan bir programa sahip olduğunu ve başka hiçbir akımın bu programa sahip olmadığını göstermektedir. Bu bizim için bir gurur kaynağıdır ancak aynı zamanda bir özeleştiri konusu da olmalıdır: Yeni Kızıl Ekimler yaratamamış olmamızın nedenlerine dair samimi bir özeleştirinin konusu.

1919’da Üçüncü Enternasyonal’in, yani Komünist Enternasyonal’in (Komintern) kuruluşunun ilan edilmesi, uluslararası hareketimiz için bir dönüm noktasıydı. Önceki Enternasyonallerden farklı olarak Komintern demokratik merkeziyetçi bir örgütsel yapıya sahipti; Komintern’e kabul edilme şartları arasında reformizmden politik-programatik olarak kopmak mevcuttu. Komintern’in ilk 4 kongresi, akımımızın bugün dahi başlıca siyasi dokümanları olmayı sürdürmektedir. Bu dokümanlarda komünist partilerin örgütsel yapıları ile kitlesel işçi sendikalarına dönük Marksist tutum ve taktikler belirleniyordu. Komünist partiler gevşek, federatif yapılar veya içine kapalı, propagandist, sekter mezhepler olmayacaklardı. Parti hücrelerinde faaliyet sürdüren kadrolara dayanacaklar ve kitle mücadeleleri içinde kendilerini inşa etmeyi hedefleyeceklerdi. (16) Önderlikleri ne denli teslimiyetçi ve bürokratik olursa olsun, kitlesel işçi örgütleri, özellikle de sendikalar terk edilmeyecekti. Yalnızca komünist ve ilerici işçilerin örgütleneceği ayrı sendikal yapılar kurmak bir cinayetti çünkü bu taktik, sınıf bilinçli işçileri, sınıfın geri kalanından ayırıyor, böylece sınıfın çoğunluğunu hain önderliklerin politik etkisine terk ediyordu. (17)

Komintern aynı zamanda sosyalist işçi hareketi içinde Marx’ın döneminden beri tartışılan kritik bir konuya dair yöntemsel bir cevap geliştirdi: Program sorunu. Komünist partiler, gündelik mücadelelerin sorunlarına odaklanan asgari program ve tarihsel olarak sosyalizmin inşa edilmesini öngören azami program şeklindeki klasikleşmiş ayrımı terk edeceklerdi. Bu ayrım oportünist sosyal demokrasinin bir mirasıydı ve Ekim Devrimi’nde fiilen aşılmıştı. Artık program geçişsel bir karakter taşıyacak, yani bir Geçiş Programı olacaktı. İşçilerin günlük mücadeleleri ile işçi-emekçi hükümeti hedefi arasında sloganlar ve politikalar düzeyinde bir köprü kurulacaktı. Bu, emperyalizm çağının ekonomik temellerinin siyasal bir sonucuydu: Ücretlere, işsizliğe ve benzeri konulara dair talepler ile üretim araçlarının kamulaştırılması, merkezi bir planlı ekonominin oluşturulması gibi “nihai” hedefler arasında karşılıklık bir bağımlılık ilişkisi mevcuttu. Asgari taleplerin tarihsel bir güvence altında ve kalıcı bir şekilde hayata geçirilmesinin şartları ile ekonomide sosyalist politikaların uygulanmasını dayatan nesnel durum, birbirlerine indirgenmişti. (18)

Avrupa’daki, özellikle de Almanya’daki bir dizi sosyalist devrimin yenilgisi, Rusya’nın ekonomik geriliği, Rusya’daki İç Savaş’ta öncü ve bilinçli işçi kadroların hayatlarını kaybetmesi ve bir dizi başka etken, SSCB’nin bürokratikleşmesini ve yeni işçi devletinin içinde, onun üzerine bina edildiği enternasyonalist Marksist perspektife karşı olan bir bürokratik kastın doğumunu beraberinde getirdi. Bürokratikleşmeye karşı akımımız, Lenin’in politik rehberliği ve Troçki’nin önderliği altında Sol Muhalefet’in kuruluşunu ilan etti. 

Sol Muhalefet, yarı-piyasacı Yeni Ekonomi Politika (NEP) döneminde varsıllaşan kentli zenginlerin ve köylerde tahıl depolarını ellerinde tutan Kulakların, ekonomik ayrıcalıklarından mülksüzleştirilmeleri için mücadele etti. Stalinist bürokrasi, Kulakların kentlerle ticaretinde, onlara tam bir serbestiyet tanımıştı. Muhalefet, Kulakların ihtiyaçlarına bu tip bir uyarlanmanın bir felaket getireceğini, yani kentli işçileri kıtlıkla tehdit edeceğini öngördü ve Kulakların ellerindeki depolar ile tahıllara el konulması için mücadele verdi. Yine Muhalefet çok taraflı, bilimsel ve işçilerin refah seviyesini yükseltmeyi hedefleyen bir sanayileşme ve işçi denetimi programı hazırladı ve SSCB’nin bir endüstri devine dönüşmesi gerektiğin savundu. Bolşevik-Leninistlerin (Sol Muhalefet’in ismi) bir diğer mücadelesi ise bürokratik keyfiyete karşı parti içinde ve işçi konseylerinde işçi demokrasisi rejiminin yeniden tesis edilmesine yönelikti.

Sol Muhalefet, Stalinist bürokrasinin hain politikalarına karşı uluslararası arenada da savaştı. 1924-1925 Çin Devrimi sırasında Stalin ile Buharin, Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP) burjuva milliyetçi Kuomintang’ın içine sokarak partiyi fiilen tasfiye etti ve partiye sınıf işbirlikçi bir strateji ile aşamalı devrim şemasını dayattı. Sonuç bir faciaydı. Muhalefet ÇKP’nin politik ve örgütsel bağımsızlığı ve Çin devriminin görevlerinin kendi içinde bir süreklilik taşıdığını, dolayısıyla sosyalist devrimin görevlerinin gündemde olduğunu savundu. Kremlin’in 1930’larda İspanya ile Fransa’da, kapitalist partiler ile işçi partileri arasındaki sınıf işbirlikçi koalisyon hükümetleri olan Halk Cephesi rejimleri kurmasına karşı Muhalefet, kapitalist partilerin hükümetlerden dışlanmasını ve işçi-emekçi hükümetlerinin kurulmasını savundu. Muhalefet 1926 İngiltere Genel Grevi sırasında, Stalinist bürokrasi ile İngiliz sendikal bürokrasisi arasında kurulan ve sonuç olarak yenilgi getiren oportünist ittifaka karşı mücadele verdi. Aynı zamanda Muhalefet, Komintern’in ve dünyadaki komünist partilerin ulusal politikalarının, Rus bürokrasisinin dış politikadaki diplomatik çıkarlarına tabi kılınmasına karşı savaştı ve Komintern ile bu partilerin politikalarının, küresel ve ulusal işçi hareketlerinin ihtiyaçlarının merkeze alınarak belirlenmesi için mücadele etti.

Uluslararası akımımız tarihinin en ciddi ve fedakârca mücadelelerinden birisini Stalinist bürokrasiye karşı vermiştir. Bu mücadele sırasında SSCB’deki on binlerce kadromuz ve aralarında uluslararası önderliğin parçası da olan yüzlerce militan, başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde Stalinist bürokrasi ile onun gizli polisi tarafından korkakça yöntemler kullanılarak katledildi.

Stalinist bürokrasinin izlediği sekter “Üçüncü Dönem” politikalarının kolaylaştırıcı etkileri sonucunda Hitler’in 1933’te Almanya’da iktidara gelmesi ve Nazizm karşısında Komintern’in Alman partisinin, Kremlin’den dayatılan politik teslimiyetçi çizgiyi izlemeyi sürdürmesi, uluslararası akımımızı Dördüncü Enternasyonal’i ilan etmeye iten başlıca tarihsel olay oldu.

Dördüncü Enternasyonal, tarihsel hareketimizin politik ve programatik olarak bugüne kadarki en parlak uluslararası başarısıdır. Zira o, Stalinizme karşı Marksizmin başlıca ilkelerini savundu: Sınıf mücadelesinin nesnel hedeflerine ulaşamamasını amaçlayan aşamalı devrim teorisine karşı sürekli devrim stratejisini, “tek ülkede sosyalizm” ismi verilen gerici ve ütopik teoriye karşı devrimin küresel diyalektiğini ve enternasyonalizmi, parti içi bürokratik merkeziyetçi rejime karşı Leninist demokratik merkeziyetçiliği ve çeşitli formlara bürünen sınıf işbirlikçi politikalara karşı Leninist-Troçkist sınıf bağımsızlığı anlayışını savundu. 

Lev Troçki, yaygın olarak Geçiş Programı olarak bilinen Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri’nde şöyle yazıyordu:

“Proleter devrim için gerekli önkoşullar sadece ‘olgunlaşmakla’ kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tuttular. (…) Şimdi, artık her şey proletaryaya, esas olarak da proletaryanın devrimci öncüsüne bağlıdır; insanlığın tarihsel krizi, devrimci önderlik krizine indirgenmiştir. (…) Ekim Devrimi’nin bayrağına sığınan Komintern, ‘Halk Cepheleri’nin uzlaşmacı politikasıyla işçi sınıfını iktidarsızlığa mahkûm etmekte ve yolu faşizme açmaktadır. (…) Kapitalizmin çürümesi Almanya’da gamalı haç simgesi altında olduğu kadar, Fransa’da hürriyet kepi simgesi altında da sürmektedir. Tek çıkış yolu burjuvazinin devrilmesidir. (…) Önümüzdeki dönemin stratejik görevi, nesnel devrimci koşulların olgunluğu ile proletarya ve onun öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişkinin üstesinden gelmektir. Bugünkü taleplerle sosyalist devrimin programı arasındaki köprüyü kurmaları için kitlelere günlük mücadele süreci içinde yardımcı olmak gerekir. Bu köprüyü günün koşulları ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin bugünkü bilincinden kaynaklanan ve kaçınılmaz bir biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesine varan bir geçiş talepleri sistemi oluşturmalıdır. (…) Çağımızın ayırt edici özelliği, devrimci partinin en basit güncel sorunlara ilişkin çalışmalarını gereksiz kılması değil, onun bu çalışmaları devrimin görevleriyle ayrılmaz bir biçimde bir arada yürütmeyi olanaklı kılmasıdır.” (19)

Lev Troçki’nin 20 Ağustos 1940’da Stalinist bir ajan tarafından suikaste uğraması ve ertesi gün hayatını kaybetmesi, hareketimiz açısından niteliksel bir kayıp anlamına geldi. Uluslararası akımımız, emperyalistler arası ikinci paylaşım savaşı olan İkinci Dünya Savaşı’yla ve kadrolarımızı avlamaya çıkmış olan Nazi ve Stalinist gizli polisin terörüyle, başlıca kurucularından birisi olmadan yüzleşmek durumunda kaldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hareketimiz genç ve deneyimsizdi. SSCB’deki düzmece Moskova Mahkemeleri ve Enternasyonal’in önderlerinin önemli bir kısmının katledilmesi, tarihsel ve hatta fiziksel olarak devrimci Marksist metodolojinin bir gelenek olarak yeni kuşaklara aktarılmasını, inanılmaz zorlu bir görev haline getirmişti. Ancak akımımız bu zorlu sınavdan başarıyla çıktı.

Dördüncü Enternasyonal’in ilk yüzleşmesi gereken olgu, savaş sonrası ortaya çıkan küresel devrimci dalga ve Doğu Avrupa ile Çin’de kurulmuş olan yeni işçi devletleriydi. Hareketimiz bunların doğuştan bürokratik ve yozlaşmış işçi devletleri oldukları tahlilini yaptı. Bu ülkelerde sınai üretim kamulaştırılmış, mülkiyet devletleştirilmiş ve göreli bir planlı ekonomiye geçilmişti; ancak kamulaştırmalar işçi denetiminde gerçekleştirilmemiş ve ekonomi, işçilerin demokratik karar alma mekanizmaları aracılığıyla planlanmamıştı. İşçi demokrasisi kurumları olan işçi meclisleri ile konseyleri mevcut değildi. Dahası küresel işçi hareketinin çıkarlarına bağlı bir enternasyonalist ve devrimci Marksist politik önderlik de mevcut değildi; yozlaşmış işçi devletlerinin başındaki akımlar, Stalinizmin çeşitli varyantlarıydı. Hepsi “tek ülkede sosyalizm” teorisini, aşamalı devrim şemasını, sınıf işbirlikçi hükümet biçimlerini ve benzerlerini benimsiyordu ve siyasal programları düzeyinde küçük burjuva ve milliyetçi bir karakter taşıyordu.

Uluslararası akımımız savaştan sonra kısa bir süre içinde Bernstein, Kautsky ve Stalin’den sonra tarihindeki dördüncü büyük revizyonist sapmaya karşı mücadele vermek durumunda kaldı: Michel Pablo önderliğindeki Pablocu revizyonizm. Pablo, Dördüncü Enternasyonal seksiyonlarının kendilerini feshetmelerini ve kendi ülkelerindeki sözde “kitle hareketlerine” girmelerini savunuyordu. Pablo’nun bahsettiği kitle hareketleri Avrupa ile ABD’deki Kremlin kökenli resmî Komünist Partiler ile sosyal demokrat partiler; sömürge ve yarısömürge ülkelerde küçük burjuva veya burjuva milliyetçi hareketler. Latin Amerika’daki milliyetçi gerilla hareketleriydi (bu hatalı taktik daha sonra Ernest Mandel ve Livio Maitan tarafından sahiplenildi ve sürdürüldü). Pablo’nun şablonuna göre dünya, geri dönülmez bir şekilde Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru ilerliyordu ve bu savaş emperyalist blok ile Stalinist bürokrasi arasında verilecekti. Savaşın bu taraflaşmasından dolayı Stalinizm, mantıksal olarak kendiliğinden bir devrimci rol oynayacaktı. Bu nedenle hareketimiz kendisini tasfiye etmeli ve Stalinizme doğru bir yönelim kazandırmak için, onun içine girmeliydi.

Pablo bu şablonunu dayatmak için 1951 yılında, Makyavelci ve Stalinist-bürokratik manevralardan esinlenerek, Enternasyonal’in yönetimine adeta el koydu ve kendi revizyonist planlarına karşı muhalefet gösteren Fransa seksiyonunu ve diğer kadroları, bürokratik yöntemlerle ihraç etti. Bu durum, 1952 yılında Bolivya’da iktidarı ele geçirmenin eşiğine gelmiş olan hareketimiz açısından bir felaket oldu.

“Pablocu ihanet geleneği Bolivya’da somutlaşmıştır. Pablo’nun yönettiği Enternasyonal’in Bolivya seksiyonu olan POR (Devrimci İşçi Partisi) bir devrime yönelik yüzyılın en büyük ihanetlerinden birini gerçekleştirmiştir. Bu ihanet, Menşeviklerin Rus Devrimi’ne ihanetine, sosyal demokratların Birinci Dünya Savaşı esnasındaki ve sonrasındaki ihanetine ve Stalinistlerin Çin’deki, Almanya’daki, İspanya’daki ihanetlerine eşdeğer, hatta bunlardan daha da büyük bir ihanettir. 1952 başlarında Bolivya’da Troçkizm tarafından eğitilmiş olan işçi sınıfı bilinen en mükemmel işçi devrimlerinden birini gerçekleştirmiştir: Burjuva ordusunu yok etmiş, ülkedeki tek gerçek iktidar odağı olarak işçi ve köylü milisleri kurmuş, işçi hareketini ve milisleri merkezileştirmek üzere COB’u (Bolivya İşçi Merkezi) örgütlemiştir. COB’u yöneten bürokrasi ise COB’un zapt ettiği iktidarı ulusalcı burjuva partisi MNR’nin (Ulusalcı Devrimci Hareket) ellerine teslim etmiştir. Bolivya Troçkizmi güçlüydü, işçi ve kitle hareketi içinde büyük etkisi vardı, orduyu tahrip eden işçi ve halk ayaklanmasının birleşik yönetimine dahildi. Oysa Pablo’nun yönettiği Uluslararası Sekreterlerlik (US), burjuva hükümeti eleştirel olarak kabul etmek gibi haince ve reformist bir yöneliş sunmuştu. Bolivya Troçkizminin ve tüm Enternasyonal’in mevcut krizinin, Bolivya’da Stalinizmin ve Latin Amerika’daki bütün küçük burjuva ulusalcı hareketlerin gücünün, tüm bunların kökeninde Pablo’nun Enternasyonalimizi Bolivya’da uygulamaya zorladığı bu hain sınıf işbirliği politikası yatmaktadır. Pablocu revizyonist ilke her zaman aynıydı; Bolivya’daki somutlaması ise, kitle hareketi tarafından sıkıştırılan MNR’nin sosyalist devrimi gerçekleştirmek zorunda kalacağı yolundaydı.” (20)

Pablocu revizyonizmin bağımsız Leninist-Troçkist işçi partilerinin inşasını terk eden ve Stalinizm ile küçük burjuva milliyetçi akımlara uyarlanan felaket getirici politikasına karşı ortodoks Troçkizmin politik ve programatik mevzilerini savunmak için Arjantin’den Nahuel Moreno’nun, Fransa’dan Pierre Lambert’in, İngiltere’den Gerry Healy’nin ve ABD’den James P. Cannon’un önderliğinde Uluslararası Komite (UK) kuruldu. UK kısa süre içinde dünya üzerinde militan Troçkist güçlerin yüzde seksinini kendisinde topladı. (21) UK aynı zamanda Doğu Avrupa’da patlak politik devrimleri ve Stalinist bürokrasi karşıtı işçi seferberliklerini, doğru bir Marksist çizgide analiz etti.

Amerikan partisinin UK’yi bir federasyon olarak organize etme eğilimine karşı Latin Amerikalı Troçkistler UK’nin demokratik merkeziyetçi bir temelde örgütlenmesi gerektiğini ve UK’nin revizyonizmi saflarından kovarak, Enternasyonal’i militan ve ilkeli temellerde yeniden inşa etmesi gerektiğini savundu. Ancak Amerikan partisinin Pablocu Uluslararası Sekreterlik’i revizyonist bir kutup olarak tahlil etmeyi bırakması, Pablo’nun hareketten dışarıya itilmesi ve UK ile US’nin Küba Devrimi’ne yönelik ortak tutumlar almaları, bir birleşmeye doğru ilerledi. Birleşmenin sonucu Dördüncü Enternasyonal Birleşik Sekreterliği (kısaca BS) oldu. Fransa’dan Lambert ile İngiltere’den Healy bu birleşmeye katılmadılar. Healy’nin akımı, giderek sekter pozisyonlara saplandı ve ezilen ulus hareketleri, sendikalar, kadın hareketi ve sürekli devrim stratejisine dair son derece oportünist pozisyonları savunur oldu.

Moreno’nun önderliğindeki uluslararası akımımız ise, birleşmenin Pablocu revizyonizmin ilkeli bir eleştirisine dayanmamasından dolayı, bu birleşmeye eleştirel yaklaştı ancak uluslararası hareketten yalıtılmamak, sekter politikalara savrulmamak ve BS içinde Bolşevik-Leninist çizgiyi savunabilmek için, birleşme sürecine dahil oldu. Akımımız, BS içinde yer aldığı süre boyunca Leninist-Troçkist Eğilim ve Bolşevik Fraksiyon gibi farklı iç eğilimler ve fraksiyonlar üzerinden kendi varlığını sürdürdü.

Bu sırada İngiliz sömürgeciliğine, Sri Lanka ve Hindistan devletlerine ve önce Kremlin kökenli Komünist Partilerin terörü ile daha sonra Maocu sınıf işbirlikçi politikalara karşı mücadele içinde pişmiş olan, birçok militan mücadele ile ayaklanma yönetmiş olan ve Dördüncü Enternasyonal’in açık ara en büyük partisi olan Sri Lanka seksiyonumuz Lanka Sama Samaja Partisi (LSSP) 1964’te iktidara geldi. Ancak LSSP bir burjuva koalisyon hükümetinin ortağı olarak iktidara gelmişti. İşçi sınıfının iktidara gelmediği hiçbir yerde iktidara gelemeyeceğimiz ilkesi doğrultusunda LSSP derhal Enternasyonal’den tasfiye edildi ve Dördüncü Enternasyonal’le olan bütün politik ve örgütsel ilişiği kesildi.

Akımımızın Enternasyonal içindeki revizyonizme karşı mücadelesi, Pablocu revizyonizmin tezlerinin politik devamcısı rolündeki Ernest Mandel’e karşı sürdü. Mandel, Üçüncü Dünya Savaşı tezlerini kabul etmiyordu ancak Stalinizmin, kitle basıncı altında kendi içinden reforme edilebileceğine inanıyor, bağımsız Troçkist partilerin inşasını savunmuyor, kapitalizmin altında üretici güçlerin gelişmeyi sürdürdüğünü savunuyor ve programımızın merkezinde bulunan proletarya diktatörlüğü hedefinden vazgeçerek Avrokomünizme uyarlanıyordu.

Mandel “yeni öncü teorisi” adını verdiği yeni bir örgütsel strateji geliştirmişti. Bu teoriye göre, toplumsal arenada o sırada hangi kesim en militan mücadeleleri veriyor ve seferber oluyorsa, parti, bu öncünün içinde, bu öncüyü kazanarak kurulmalıydı. Moreno buna karşı çıktı. Mandel’in teorisine göre partiyi, dönemsel olarak hangisinin daha fazla mücadele verdiğine göre çeşitli toplumsal hareketler içinde inşa etmek gerekecekti. Bu ise partinin, “yeni öncünün” önyargılarına ve duyarlılıklarına uyarlanmasını getirecekti. Halbuki ekonominin toplumsal örgütlenmesinin kapitalist karakteri altında, burjuva toplumu ilga etme kapasitesine sahip olan bir tane öncü sosyal kesim vardı: İşçi sınıfı. İşçi sınıfı içindeki öncü kesimler ise, mücadelelere ve farklı etkenlere göre değişiklik gösterebililiyordu. Moreno, Mandel’e karşı, partiyi toplumsal hareketler içinde değil, proletarya içinde inşa etmeyi savundu.

Moreno, yine Mandel’e karşı, kapitalizmden sosyalizmde geçişte zorunlu bir ara aşama olarak proletarya diktatörlüğü (işçi demokrasisi) döneminin bulunması gerektiğini savundu. Mandel, Avrokomünizmin siyasal çizgisinin dayandığı Avrupalı küçük burjuva kesimlerin demokratik duyarlılıklarına uyarlanarak, işçi-emekçi hükümetinin öngördüğü toplumsal demokratik örgütlenmeyi, burjuva demokrasisinin programına ve biçimsel temsillerine yaklaştırmaya çalışıyordu. Bunun karşısında Moreno, işçi sınıfının bir zor aracı olarak devlet aygıtına karşıdevrimi ve kapitalist sınıfları bastırmak için ihtiyacı olduğunu vurguladı. İşçi demokrasisinin sönümlenmesi ve ardından sınıfsız toplumun ilk evresine geçişin ancak küresel düzeyde gündeme gelebileceğini savundu.

Uluslararası akımımız 1979 Nikaragua Devrimi’ne doğrudan doğruya müdahale etti. Somoza diktatörlüğüne karşı çarpışan Sandinistlerin (FSLN) uluslararası tugayların kurulması çağrısı yapmasıyla, Moreno önderliğindeki hareketimiz, çoğunluğu Latin Amerikalı işçilerden, devrimcilerden oluşan Simon Bolivar Uluslararası Tugayları’nı (SBUT) kurdu.

Tugay, Nikaragua Devrimi’nde öne sürdüğü Leninist-Troçkist programla, 20 Temmuz ile 6 Ağustos 1979 tarihleri arasındaki kısa sürede 70 fabrikadaki toplam sanayi proletaryasının yaklaşık %35’ini sendikalarda örgütledi. Ağustos ortalarında SBUT, Nikaragua genelinde 100’ün üzerinde sendika örgütlemişti. 11 Ağustos 1979’da SBUT Managua’da bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya 40 fabrikayı ve 6000 işçiyi temsilen 120 işçi temsilcisi katıldı ve toplantının sonunda Sandinista İşçi Federasyonu kuruldu. Tugay fabrikalarda işçi komiteleri oluşturdu. Emperyalizmin yayın organı Washington Post, Tugay’ın bu politikasını “aşırı-sol” diye nitelendirdi. Ağustos ortalarında binlerce işçi, Nikaragualı olmayan SBUT savaşçılarına Nikaragua vatandaşlığı verilmesi için bir dilekçe imzaladılar.

Bunların ardından Tugay, Nikaragua’nın altın madenlerinin ve petrol rezervlerinin bulunduğu Bluefields kentine doğru harekete geçti. Tugay kente girer girmez liman işçilerini örgütledi ve 3 gün içerisinde 12 sendika daha kurdu. Silahlı mücadele için birçok işçi milisi oluşturdu. Bu arada yerel burjuvazi paralı askerlerden oluşan bir silahlı kuvvet oluşturdu ve papazlar ile küçük patronların desteğini aldı. Karşıdevrimci bir darbe gerçekleştirilmeye çalışıldı. Miguel Sorans önderliğindeki yerel işçi milislerinin ve enternasyonalistlerin üç gün süren savaşı sonucunda darbe yenilgiye uğratıldı. SBUT bölge burjuvazisini mülksüzleştirdi ve işçileri silahlandırdı, ardından da merkezi Bluefields olan bir işçi-köylü hükümetinin oluşturulmasını önerdi. Ne var ki, FSLN temsilcileri yerel milislerin silahlarına el koydu, kamulaştırılan şirketleri emperyalist sahiplerine teslim etti ve karşıdevrimcileri serbest bıraktı. Tugay’a Managua’ya geri dönülmesi emredildi.

13 Ağustos 1979’da FSLN liderliği Tugay’ı bir toplantıya çağırdı. Tugay, toplantının yapılacağı kent olan Managua’ya 100’ün üzerinde fabrikadan yaklaşık 5000 işçiyle birlikte yürüyerek gitti. FSLN önderliği SBUT’un bütün siyasal faaliyetlerini durdurmasını istedi. Bu arada toplantının dışında bekleyen 5000 işçi Tugay’ın Nikaragualı olmayan militanlarına vatandaşlık hakkı verilmesi için protesto gösteri düzenliyordu. Toplantıdan bir sonuç çıkmadı.

FSLN, 15 Ağustos’da bütün radyo ve televizyonlardan Tugay’ı 16 Ağustos günü Managua’da yapacağı toplantıya çağırdı. Tugay mensupları, bir iyi niyet gösterisi olarak toplantıya silahsız gittiler. Toplantı yerine varır varmaz Tugay mensupları Panama Ulusal Muhafızları tarafından tutuklandılar ve bir askerî nakliye uçağına bindirilerek Panama’ya götürülüp hapse atıldılar. Akımımızın kadroları burada CIA tarafından işkenceden geçirildi. Bunun üzerine 30’un üzerinde Troçkist örgüt uluslararası siyasi bir kampanya başlattı ve siyasi baskıya dayanamayan Panama hükümeti 1 hafta sonra geri adım attı ve Tugay mensuplarını Kolombiya’ya bıraktı.

Bu olanların ardından Panama’nın en saygın burjuva gazetesi olan La Estrella şöyle yazıyordu:

“Guatemela’nın başkentinde 3 Nikaragualı banker, Nikaragua hükümetinin komünist olmadığını, bunun kanıtının da Nikaragua’da bir komünist parti örgütlemeye çalışan Simon Bolivar Uluslararası Tugayı’nın sınırdışı edilmesi olduğunu belirttiler. (…) Bankerleden Alfredo Alanis, Nikaragua Merkez Bankası’nın yöneticisi, Leonal Arquello Gelişim Bankası’nın başkanı, Samuel Santos da özel şirketlerin yöneticisidir.” (22)

Nikaragua deneyimi akımımız için bir dönüm noktasıydı çünkü Ernest Mandel önderliğindeki revizyonist eğilim, FSLN’nin Troçkist savaşçıları sınır dışı etmesini ve Panama polisine teslim etmesini desteklediğini açıkladı ve kadroların Panama’da CIA tarafından işkence görmesini eleştirmedi. Moreno, birbirlerine rakip akımlar olsalar dahi, bir sol hareketin, işçi hareketi içindeki başka bir akımın polise teslim edilmesine karşı gelmemesini, asgari devrimci programın utanç verici bir ihlali olarak gördü. Böylece akımımız BS’den koptu.

Bunun ardından akımımız, Nikaragua Devrimi’nin karakteri ve Birleşik Sekreterlik içindeki Pablocu-Mandelci revizyonizmin niteliği konularında ortak siyasal analizleri ve tahlilleri olan Pierre Lambert’in uluslararası hareketiyle, kısa süreli bir birliktelik deneyimi yaşadı. Ancak Lambert’in Fransa partisinin, François Mitterrand’ın burjuva hükümetine destek açıklamasıyla birlikte, akımımız sınıf bağımsızlıkçı politik çizginin ihlal edilmesine karşı çıkarak, Lambertizmle kurduğu birliktelik deneyimine son verdi ve Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’i (UİB-DE) kurdu.

İşçi Demokrasisi Partisi’nin öncülü olan örgütler, UİB-DE’nin “yeniden sömürgeleştirme” tezlerini, İslamcı harekete yönelik hatalı analizlerini, sekter politikalarını ve onun bürokratik karar mekanizmalarını eleştirdi ve bu nedenle UİB-DE’den İspanya Devleti partisiyle birlikte atıldı. Bunun ardından İspanya devleti partisiyle birlikte Uluslararası Birlik Komitesi (UBK) kuruldu. UBK ise Arap Devrimleri’nin desteklenmesi, Venezuela’da Castro-Chavezci sahte “21. yüzyıl sosyalizmine” karşı devrimci Marksizmin sosyalizm tanımının savunulması gibi ortaklıklar üzerinden İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal’e (İUB-DE) katıldı. İUB-DE, UİB-DE’ye ulusal akımımızın verdiği eleştirilerin benzerlerini vererek, 1998’de ondan ayrılmıştı.

İDP, bu kısa tarihte özetlendiği üzere Marx’ın, Engels’in, Lenin’in, Troçki’nin ve Moreno’nun klasik Marksist geleneğine dayanmaktadır. Onun uluslararası politik tarihi, militan işçi mücadelelerinin bilimsel bir siyasal öğreti aracılığıyla ve materyalist bir perspektifle yönetilmesini, revizyonizm ile reformizmin her türlü biçimine karşı kararlı bir mücadele verilmesini, ortodoks Marksist yönteme ısrarla sadık kalınmasını, devrimci programın yaşayan sınıflar mücadelesi içinde sınanmasını ve proletaryayı zafere taşıyacak olan bir devrimci önderlik ile Enternasyonal’in inşası için yorulmak bilmeksizin çalışmayı içermektedir.

Zira insanlığı tehdit eden tehlikelerin nesnel varlık şartlarını ortadan kaldırmanın yolu, bu siyasal program ve örgüt anlayışından geçmektedir. Bu tehlikeler mevcuttur ancak akımımızın varlığı da bir gerçektir. Nahuel Moreno’nun kaydettiği üzere:

“Bu tehlikeden kurtulabilmenin tek yolu ulusal sınırları, emperyalist iktidarı ve kapitalist özel mülkiyeti yeryüzünden silmektir. Ulusal sınırları ortadan kaldırabilmek için dünya proletaryasının sürekli seferberliğinden ve onun mücadelelerinin bu apaçık amacı doğrultusunda birleştirilmesinden başka hiçbir araç yoktur. Ama ulusal sınırların, emperyalizmin ve kapitalist özel mülkiyetin devrim yoluyla ve proletarya ile onun müttefiklerinin sürekli seferberliği aracılığıyla ortadan kaldırılmasını sadece bir örgüt, Dördüncü Enternasyonal ve işçi hareketinin sadece bir akımı, Troçkizm savunmaktadır. Bu yüzden aşırı güçsüzlüğümüze rağmen alternatifimiz çok belirgindir: Sorun artık barbarlık veya sosyalizm değil, yok oluş veya Troçkizmdir.” (23)

***

Dipnotlar:

1.) Nahuel Moreno, “Bugün Troçkist olmak”, bkz. https://trockist.net/index.php/2019/02/16/bugun-trockist-olmak/. Erişim tarihi: 9 Ocak 2024.

2.) Fransız Devrimi en üst ifadesine 1793 senesinde kavuştu. 10 Ağustos 1792 tarihinde Fransa’da iktidar kent yoksullarının ve Parisli işçilerin eline geçti.

3.) Troçki, Sonuçlar ve Olasılıklar‘da şöyle yazar: “Komünizmin dünya ordusu olan bizler, Jakobenizmle tarihsel hesaplaşmamızı çoktan yapmışızdır. Ama kansız, soğuk liberalizmin saldırılarına, iftiralarına ve aptalca sövüp saymasına karşı da Jakobenizmi savunuruz biz. Burjuva demokrasisi başka hangi döneminde, 1793’ün Jakoben, sans culotte, tedhişçi, Robespierre’ci demokrasisinde olduğu kadar yükselebilmiş ve insanların yüreğini öyle büyük bir alevle tutuşturabilmiştir?”

4.) Baldırı çıplaklar: Sans-culottes. Fransız Devrimi’nin simgesi olan emekçi halk kesimi.

5.) Bourbon hanedanının dayandığı eski hanedan.

6.) Robespierre, Ayaklar Baş Olunca / Jakoben Söylevler, İlk Eriş Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2008, Ankara, Çeviri: İlhan Erman, sayfa 15, 16.

7.) Karl Marx, Friedrich Engels, Collected Works [Toplu Eserler], Cilt 6, 1845-1848, Progress Yayınları, Moskova, 1976, sayfa 321.

8.) Genç Hegelciler: Sol Hegelciler olarak da bilinirler. Hegel’in 1831’deki ölümünün ardından kurulmuş ve profesörler ile öğrencilerden oluşan Prusya monarşisi karşıtı grup. Hegel’in fenomenoloji ve mantık çalışmalarını esas alırlar, hukuk teorisini eleştirirler.

9.) Ludwig Feuerbach (1804-1872): Marx ile Engels’i derinden etkilemiş olan, Hegel’in öğrencisi, Alman materyalist filozof.

10.) Karl Marx, “Feuerbach üzerine tezler”, bkz. https://trockist.net/index.php/1845/10/02/feuerbach-uzerine-tezler/. Erişim tarihi: 9 Ocak 2024. 

11.) Karl Marx, Friedrich Engels, “Komünist Parti Manifestosu”, bkz. https://trockist.net/index.php/1848/02/21/komunist-parti-manifestosu/. Erişim tarihi: 9 Ocak 2024.

12.) Bakunin (1814-1876): Rus anarşist düşünür.

13.) Blanqui (1805-1881): Fransız devrimci. Küçük bir çekirdeğin komplolar ve darbe aracılığıyla iktidarı emekçiler adına ele geçirmesini savunan görüşleriyle bilinir.

14.) Bernstein’ın fikirlerini daha detaylı bir şekilde incelemek için bkz. Eduard Bernstein, Evolutionary Socialism / The Classic Statement of Democratic Socialism [Evrimsel Sosyalizm / Demokratik Sosyalizmin Klasik Açıklaması], Schocken Kitapları, Çeviri: Edith C. Harvey, New York, 1970. 

15.) Vladimir İ. Lenin, Nisan Tezleri, Agora Kitaplığı, Çeviri: Ferit Burak Aydar, Birinci Baskı, Şubat 2011, sayfa 29, 32, 35.

16.) Daha detaylı bilgi için Komintern’in 1921’deki 3. Kongresinde kabul edilen “Komünist Partilerin yapısı, yöntemleri ve eylemi” başlıklı tezlere bakılabilir. Bkz. https://trockist.net/index.php/2019/01/28/komunist-partilerin-yapisi-yontemleri-ve-eylemi/. Erişim tarihi: 11 Ocak 2024.

17.) Söz konusu Komintern belgelerine Troçkist’in “Sendika” konulu dosyasından ulaşılabilir. Bkz. https://trockist.net/index.php/category/dosyalar/sendika/. Erişim tarihi: 11 Ocak 2024.

18.) Aralık 1922 tarihli “Komintern’in Dördüncü Kongresi’nin Komünist Enternasyonal’in programı üzerine kararı” başlıklı metin için bkz. https://trockist.net/index.php/2020/05/04/kominternin-dorduncu-kongresinin-komunist-enternasyonalin-programi-uzerine-karari/. Aynı kongrede kabul edilen “Taktikler Üzerine Tezler” metni için bkz. https://trockist.net/index.php/2020/05/04/kominternin-dorduncu-kongresinde-kabul-edilen-taktikler-uzerine-tezlerden/. Üçüncü Kongre’de kabul edilen “Taktikler Üzerine Tezler” için bkz. https://trockist.net/index.php/2020/05/04/kominternin-ucuncu-kongresinde-kabul-edilen-taktikler-uzerine-tezlerden/. Erişim tarihi: 11 Ocak 2024.

19.) Lev Troçki, Bildirgeler / Emperyalist Savaş ve Dünya Proleter Devrimi, Yazın Yayıncılık, Çeviri: Erdal Tan, Masis Kürkçügil, Nisan 2003, sayfa 12, 13, 15, 16, 18.

20.) Bkz., Nahuel Moreno, Günümüz Programı / Geçiş Programı’nın Güncellenmesi, h2o Yayınları, Birinci Baskı, Ekim 2014, sayfa 113.

21.) Bkz., Moreno, agy., sayfa 120.

22.) Bu alıntı ve yukarıda SBUT hakkında aktarılan bütün bilgiler için bkz. The Simon Bolivar Brigade / The Latin American Combatants who fought to overthrow the dictator Somoza, İlk İspanyolca baskı: Cuadernos Socialistas, Buenos Aires, Mayıs 1999, ilk İngilizce baskı: El Socialista Yayınları, Buenos Aires, 2014, İngilizce çeviri: Daniel Iglesias. 

23.) Bkz., Moreno, agy., sayfa 219.