İşçi demokrasisi ve bürokratik yozlaşma (Sınıf Bilinci, 1988)
Aşağıdaki yazı Yusuf Barman imzasıyla Sınıf Bilinci dergisinin Eylül-Ekim 1988 tarihli ikinci sayısında yayımlandı. Bu metni, “Geleneğimiz (Ulusal Dokümanlar)” temalı dosyamızın bir parçası olarak okuyucularımızla paylaşıyoruz. Sınıf Bilinci, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında çeşitli Troçkist eğilimlerin ortaklaşa bir biçimde çıkardıkları bir devrimci Marksist teorik-politik dergiydi.
***
Yeni Öncü dergisinde “sosyalist demokrasi” konusuna ilişkin olarak oldukça ilginç bir tartışmaya tanık olmaktayız.(1) Belli ki Yeni Öncü, özellikle de dergi yazarlarından Tekin Yılmaz, sosyalist hareket açısından günümüzde ve olasılıkla da gelecekte bu sorunun ayırt edici bir öneme sahip olacağını düşünmekte. Tartışmayı bizce ilginç kılan en önemli olgu, Stalinist kökenli bir derginin işçi demokrasisi sorununu klasik Stalinist yazının çerçevesi dışına çıkarak incelemeye başlamış olması.(2) Bu bakımdan Yeni Öncü’yü kutlamamak olanaklı değil. Stalinist bürokrasinin 1920’lerden başlayarak yükselmesi ve tüm dünya sosyalist hareketini egemenliği altına alması sonucunda bir kenara itilen, çiğnenen ve yalnızca bir avuç devrimci Marksist tarafından on yıllarca bıkmadan savunulan bir devrimci rejim türünün bugün, “demokrasi (sosyalist demokrasi-M.K.) sosyalizmin zorunluluğudur”(3) tespitini yapan Stalinist kökenli bir dergi tarafından yeniden gündeme getirilmesi, bu dergide önemli eğilimlerin gelişmekte olduğuna işaret etmenin yanı sıra, bu eğilimlerin yakın gelecekte önemli gelişmelere yol açacağını da belli etmekte. Üstelik bu tür gelişmelerin yalnızca Yeni Öncü’ye özgü olmadığını da biliyoruz. Öteki ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de, reformist olmayan ve yüzünü işçi sınıfına dönme eğilimi gösteren her çevre, kaçınılmaz olarak işçi demokrasisi sorunuyla hesaplaşmak zorunda kalmakta ya da kalacak.
Tam da bu gelişmelerin ortaya çıktığı bu dönemde bir noktaya dikkat edilmesi gerektiğine inanıyorum. İşçi demokrasisi sorunu devrimci bir bütünlük içinde çözümlenmek durumunda; yani bu kavramın devrimci Marksist kuramın bütünlüğü içine yerleştirilmesi gerekir, aksi takdirde Avrokomünizmin burjuva parlamentarizmine, konseyciliğin liberalizmine ya da Stalinist merkezciliğin revizyonizmine giden yolların kapıları kolayca açılabilir. Bu açıdan, işçi demokrasisi sorununu inceleme konusunda gösterilen cesaret, devrimci kuramın öteki alanlarında da uygulanmaya konmalı ve Stalinist ideolojinin bütünüyle hesaplaşılmalı. Yeni Öncü ya da Tekin Yılmaz bunu hiç yapmıyor demiyorum; üstelik soruna ilişkin kimi konuları yüreklice ele alan dergiye ders verircesine, Stalinizmin devrimci Marksist eleştirisinin tüm yanlarını açıklığa kavuşturma yolunda bir iddiada bulunmak da son derece saçma olur. Ama Tekin Yılmaz, işçi demokrasisinin kopmaz bir biçimde bağlı olduğu ve devrimci Marksist kuramın temel taşlarından biri olan bir konuda takılıp kalıyor ve bu nedenle de onun işçi demokrasisi anlayışı, sakat bedende gelişen ölümcül yeni hücreler olma özelliği kazanıyor. İşte benim proleter demokrasisine bağlı olarak tartışmak istediğim konu bu: İşçi demokrasisi ile sürekli devrim ya da dünya devrimi arasındaki bağlantı ya da bir başka deyişle bürokratik yozlaşma ile “milli komünizm” ya da tek ülkede sosyalizm sözde kuramı arasındaki ilişki.
İşçi demokrasisi kavramı
İşçi devletlerinde demokrasi sorununa girmeden önce kavramın kendisine kısaca bir göz atmakta yarar var. Marksistler demokrasi sorununa sınıfsal kavramlarlarla yaklaşırlar. Burjuva ideologlar için toplum bireylerden oluşur ve bir toplumdaki demokratik özgürlükler, tek tek bireylerin sahip olduğu özgürlüklerin derecesiyle belirlenir. Bu tür bir burjuva demokrasisi anlayışı, serbest ticaret kapitalizmi döneminden kalmıştır. Ne var ki, Marksistler bu özgürlük kavramını tarihte eleştirerek, böyle bir demokrasinin temel olarak mülk sahiplerine özgü bir ayrıcalık olduğunu ve “işçilere tanınan temel özgürlüğün açlıktan ölme özgürlüğü” olduğunu açığa çıkartmışlardır.
Marksistler için temel olan, işçilerin bir sınıf olarak toplum içinde sahip olduğu özgürlüklerdir. Örneğin, sendikalaşma hakkı, grev hakkı, proletarya için yaşamsal demokratik kazanımlardır. Benzer biçimde, sendikalar, işçi basını, işçi partileri, vb. burjuva toplumunda önde gelen işçi demokrasisi mevzileridir. Bunun yanı sıra, örneğin işçilerin sendika yöneticilerini özgürce seçebilmeleri ya da geri alabilmeleri, toplantılarda görüşlerini serbestçe savunabilmeleri, vb. ise, onların sınıf içindeki bireysel özgürlükleridir. Bu bağlamda işçilerin bireysel özgürlükleri ile bir sınıf olarak sahip oldukları özgürlükler çelişmez.
Ama sendikalar bürokratikleşebilir ve üyelerin demokratik katılımı engellenebilir. Marksistler işçi örgütlerindeki bu tür yozlaşmalara karşı mücadele vererek kitle katılımını yaygınlaştırmaya, sendika içi demokrasiyi genişletmeye ve örgütü bürokratik kasttan arıtmaya çalışırlar. Ama bununla birlikte, bürokratikleşmiş de olsa sendikaların burjuva toplumunda önemli sınıf mevzileri ve işçi demokrasisi kazanımları olduklarını unutmazlar, bu örgütleri burjuvaziye karşı korurlar.
Dahası zaman zaman sınıfsal özgürlükler ile bireysel özgürlükler çatışmaya girebilir. Örneğin bir grev sırasında, işçilerin bir bütün olarak davranmaları ve çoğunluk tarafından alınan grev kararına herkesin uyması beklenir. Eğer işverenle anlaşan birkaç işçi grevi kırmaya çalışırsa, grevcilerin bunları gerektiğinde zor kullanarak engellemesi zorunlu hale gelebilir. İşte bu noktada Marksistler, sınıfın bütününün (grev örneğinde, greve çıkan çoğunluğun) çıkarlarının, bireysel özgürlüklerin (grevi kırma özgürlüğü) üstünde olduğunu kabul eder ve savunurlar.
Özetle, işçi demokrasisi kavramı temel olarak sınıfsal özgürlükleri içerir, bireysel özgürlükler ise buna bağlıdır. Buradan Yeni Öncü’ye dönecek olursak, Tekin Yılmaz’ın konuya ilişkin bir yazısına koyduğu başlık uyarınca, “işçi demokrasisinin proletarya devletinin kendisi” olduğunu söyleyebiliriz.(4) Yani, işçi demokrasisinin gerçek zaferi, ancak işçi sınıfının iktidara yükselmesiyle olanaklıdır. İşçi demokrasisi, burjuva demokrasisine karşı mücadele eder, alanını genişletmeye uğraşır, sonuçta hakim rejim durumuna gelebilirse, kapitalizm altında olduğundan milyon kez daha demokratik bir siyasal ve toplumsal sistemin kurulmasına temel oluşturur.
Gerçi Tekin Yılmaz andığımız yazısında koyduğu başlığı bu doğrultuda açmıyor, ama “sosyalist demokrasi proletarya devletinin kendisidir” deyişinden biz, onun işçi demokrasisinin gerçek anlamda devlet iktidarı biçiminde kristalize olabileceğini kabul ettiğini çıkarıyoruz. O halde, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasisi arasında bir “üçüncü yolun” bulunmadığına ilişkin Marksist tezi de dikkate alarak, bir adım daha atalım ve bu kavrayışın doğal sonucunun burjuvaziye karşı sosyalist devrim programına vardığını belirleyelim. Böylece işçi demokrasisi (Tekin Yılmaz’ın deyişiyle sosyalist demokrasi) ile tek ülkede sosyalizm (Ertuğrul Kürkçü’nün deyişiyle milli komünizm) arasındaki ilişkiye yaklaşmış oluyoruz.
İşçi demokrasisi ancak belirli kurumlar çerçevesinde düşünülebilir ve gerçekleştirilebilir. Bu kurumları içinde toplayan temel kurum ise devlettir. Bu bakımdan işçi demokrasisinin zaferi, işçi iktidarıyla, yani proleter devrimle olanaklıdır. Bu, Troçki’nin 1905’te geliştirdiği ve 1924’ten başlayarak da Stalinist aşamalı devrim programına karşı ısrarla savunduğu sürekli devrim kuramının temel tezlerinden birisidir.
Tekin Yılmaz, “… tek ülkede sosyalizmin kuruluşunu gerçekleştirme olayıyla demokrasisi sorununu ben doğrudan bağlantılı bir olgu olarak görmüyorum” diyor.(5) Tek ülkede sosyalizmin kuruluşu ile işçi demokrasisi arasında ben doğrudan bir bağ olduğuna inanıyorum, buna birazdan geleceğim. Ama, tek ülkede sosyalizm kuramı, sosyalizmin kuruluşu sorunuyla sınırlı değildir. Sürekli devrim kuramının içerdiği sosyalist devrim tezine karşı, Stalinist aşamalı devrim anlayışının ileri sürdüğü demokratik devrim, demokratik halk devrimi, ulusal halk devrimi, vb. tezleri, temel olarak bu sözde kuramın doğal, doğrudan ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Burada bu konuya tekrar girmeyeceğim, çünkü en son Sungur Savran Sınıf Bilinci’nin 1. sayısında bunu yeterince anlattı. Ama yineleyecek olursak, işçi demokrasisi konusu devrim stratejisiyle yakından ilişkilidir. Bu konuya el atan herkes, kaçınılmaz olarak proleter iktidarı ve devlet sorunuyla karşılaşmak ve işçi demokrasisinin zaferini gerçekleştirecek olan sosyalist (proleter) devrime karşı ileri sürülen Stalinist aşamalı devrim anlayışıyla hesaplaşmak durumundadır. Yeni Öncü’de ve Tekin Yılmaz’da buna rastlayamıyoruz
Kaçınılmaz yozlaşma mı, bürokratik karşıdevrim mi?
Şimdi tek ülkede sosyalizm kuramı ile işçi demokrasisi arasındaki ilişkiye ve bağa daha yakından bakmak için, 1917’de inşa edilmeye başlanan Sovyet devletinin bürokratikleşmesi ve yozlaşması sorununu ele almaya çalışalım. Yeni Öncü’nün sayfalarında tartışan Orhan Dilber, Ertuğrul Kürkçü ve Tekin Yılmaz, genç Sovyet devletinin karşılaştığı bir dizi sorun karşısında Bolşevik Parti’nin işçi demokrasisini sınırlamaya yönelik bazı zorunlu uygulamalara giriştiği, ama bu uygulamaların daha sonraları, özellikle Stalin döneminde yasallaştırıldığı ve sistemleştirildiği konusunda görüş birliği içindeler. Dilber bunu şöyle ifade ediyor:
“Lenin’in sağlığında, zoraki bir biçimde başvurulan ve geçici tedbirler olarak düşünülen siyasal özgürlüklerin. kısıtlanması (ki bugün bunların hata olduğunu kabul etmek gerekir) bir ilke haline getirilmiştir. Stalin iktidarı gaspettiği anda varolan fiili tek parti rejimini, ilke haline getirmiş, bunu teorileştirmiş ve 1936 Anayasasıyla kurumlaştırmıştır.”(7)
Kürkçü ise şöyle diyor:
“Lenin’in bir ileri ülkede proleter devriminin meydana gelmesine kadar, kaçınılmaz kötülükler olarak gördüğü her şey, milli komünizmin erdemleri olarak teori, ilke ve yasa haline gelerek Stalin egemenliğinde yerleşip kökleşti…”(8)
Ve nihayet Tekin Yılmaz da bu olayı şöyle ifade ediyor:
“Rusya’da tarihsel koşulların öne diktiği engeller, önceden düşünülmemiş olan işlerin yapılmasını da gerekli kıldı…. Lenin söz konusu olan zorunluluk ürünü kurumların neler geliştirebileceğini gördü. Bürokrasinin gelişmesine karşı olan uyarları bu temele dayanır. Ama partinin çoğunluğu bunu göremedi. Aynı yolda çalışmaya devam ettiler. Stalin önderliğinde süren pratik, iç savaştan ne devraldıysa onu pekiştirerek sürdürdü.”(9)
Tam bu noktada Kürkçü, bir adım daha atarak bu “zorunlulukların” neden ve nasıl olup da “yasallaştırıldığı” konusuna giriyor ve Tekin Yılmaz’a “… proletarya egemenliğinin bürokrasi egemenliğiyle; dünya sosyalizminin, milli komünizmle; geçiş devleti teorisinin bütün halkın devleti öğretisiyle ikame edildiği Stalin’le ve onun ideoloji memurlarıyla teorik bir hesaplaşmaya girişecek cesareti pratikte gösterebilecek miyiz?”(10) sorusunu yöneltiyor. Aslında Kürkçü sorduğu bu soruların yanıtlarına kendisi girişmiyor, bu nedenle de yalnızca soruş tarzından birkaç ipucu edinmenin dışında, bu konudaki görüşlerinin ne olduğunu öğrenemiyoruz. Tekin Yılmaz ise daha kategorik ve açık koyuyor düşüncelerini. Kürkçü’nün “milli komünizm” kavramının, “tek ülkede sosyalizmin gerçekleştirilmesi” sorusuna karşılık geldiğini tespit ederek şöyle diyor:
“… tek ülkede sosyalizmin kuruluşunu gerçekleştirme olayıyla demokrasi sorununu ben doğrudan bağlantılı bir olgu olarak görmüyorum… sürecin (Lenin’in sağlığı döneminde başlatılan zorunlu uygulamalar ve bürokratikleşme-M.K.) başlangıcında cereyan eden ve oturan şeylerin sonradan olanlara göre daha önemli olduğunu düşünüyorum. Ondan sonraki süreçte gerçekleşenleri de bu başlangıçların doğal takibi (abç. M.K.) olarak görüyorum. Belli bir tarihten öteye yapılacak eleştirinin ise şöyle olması gerekir kanaatindeyim: zorunlulukların dayattığı bu uygulamaların devam ettirmek ve sistemleşmelerine neden olmak yerine bunları teorinin gereklerine göre yeniden düzenlemek gerekirdi. Stalin’e özel olarak yapılacak eleştirinin bu olduğu inancındayım.”(11)
İşte Tekin Yılmaz’ın bu anlayışı, yani Sovyet Devletinin ve Bolşevik Parti’nin yozlaşmaşını ve bürokratikleşmesini “başlangıçtaki zorunlulukların doğal takibi” olarak görmesi, onun, Stalinizmin Marksizmin içinden çıkan ama ondan ayrı ve ona yabancı bir ideoloji olduğunu görmesini de engelliyor. Ona göre, özellikle iç savaş koşullarında partinin uygulamaya koyduğu diktatörlük önlemlerinin “sosyalizme denk düşmediği kararlılıkla savunulmuş ve bunlara karşı bir mücadele geliştirilebilmiş olsaydı, zorunlulukların yarattıklarınının sistemleşmesi aynı kolaylıkla gerçekleşmezdi… Ama bu yolda kendi önünü kesen, yalnızca tarihsel koşullara bağlı olmayan siyasal hatalar yapıldı. İşte bu temelli hata örgütlenme özgürlüğünün yasa belirlemesiyle teke indirgenmesidir.”(12) Kısaca Tekin Yılmaz iç savaş-zorunlu diktatörlük önlemleri bağlamından bürokratik yozlaşma olgusuna, bir siyasal hata savının aracılığıyla atlayarak işin içinden çıkmaya çalışıyor ve böylece işçi demokrasisine ilişkin bütün söyledikleri birer çelişki yumağı durumuna dönüşüyor.
Tarihte öznel öğenin, devrimde partinin rolu yadsınamaz. Ama dünya tarihi açısından yaşamsal öneme sahip yetmiş yıllık maddi bir oluşumu öznel iradeye ve kararlara (ve yanlışlara) bağlamak, işte bunun Marksizmle ilgisi yoktur. Bu nedenle Sovyet devletinin ve Bolşevik Parti’nin yozlaşmasını, çoğunluğun siyasi hatasıyla açıklamaya girişmek, tarihsel süreçleri ve sınıf mücadelesinin verili dinamiklerini bir kenara itmekten başka bir şey değildir. Şüphesiz Tekin Yılmaz da bunları kabul edecektir, ama o halde niye basitçe “doğal takip” ve “siyasal hata” sonuçları? Bunun, Sovyetler Birliği’ndeki yozlaşmayı 1953’te Stalin’in ölümüne ve Kruşçev önderliğinin “revizyonizmine” bağlamaktan ne farkı var?
Tekin Yılmaz’ın göremediği, Ertuğrul Kürkçü’nün girmediği, ama sorunun merkezinde yatan temel olgu, 1923’ün sonlarından başlayarak Sovyetler Birliği’nde bir bürokratik karşıdevrimin gerçekleşmiş olduğudur. Eğer bu olgu, yani ilk işçi devletinin yozlaşmasının ardında yatan toplumsal dinamik açığa çıkartılmazsa, ne “zorunlulukların yasallaşması” olayı anlaşılabilir, ne “tek ülkede sosyalizm” sözde kuramıyla işçi demokrasisi arasındaki bağ kavranabilir, ne de Stalinist ideoloji ile devrimci Marksizm arasındaki temel tarihsel farklılık görülebilir.
Devrimi gerçekleştiren Bolşevik önderler devrimci eğitimlerini enternasyonalist bir anlayış çerçevesinde almışlardı. Rusya’da bir proleter devriminin olanaklılığı ve zorunluluğu doğrultusunda mücadele verirken, bir yandan da bu geri ülkede gerçekleşecek bir devrimin mutlaka daha gelişkin Batı ülkelerinin devrimlerinden destek alması gerektiğini biliyorlardı. Onlara göre Batıda devrim olmazsa, Rusya’da muzaffer bir işçi devletinin içeriden bir karşıdevrimle ya da dış müdahale sonucunda yıkılması kaçınılmaz olacaktı. Devrimden sonra bile Lenin, “güvendikleri” ve “tüm politika(ları)nın temeli olarak kabul ettik(leri)” şeyin, “dünya işçilerinin acil ve doğrudan desteği” olduğunu söylüyordu.(13) Ne var ki bu destek gelmedi, ama işçi devleti yıkılmadı da. Marksistlerin daha önceden göremedikleri tarihsel bir gelişme gerçekleşti: Bürokratik deformasyon. Parti ve devlet yönetimini elinde tutan kesimlerden bazıları bürokratikleşerek sınıftan koptular ve ayrıcalıklı bir katman haline geldiler.
Batıda devrimin gerçekleşmemesinin yanı sıra devrimden sonra acilen beklenen başarıların elde edilememesi, muzaffer proletaryaya egemen olan güç ve umut coşkusunun, yerini düş kırıklığına ve yorgunluğa bırakmasına yol açtı. İç savaş da buna katkıda bulundu; devrimi gerçekleştiren önder işçilerin büyük çoğunluğu bu savaş sırasında öldüler, geri kalanları ise yönetim kademelerinde yükselerek, morali bozulan ve siyasal açıdan yorulan kitlelerden koptular. Açlık ve sefalet koşullarında çıkarcılık ve kariyerizm yaygınlaşırken, yeni yöneticiler bu dalganın üstüne oturdular. Kızıl Ordu’nun dağıtılması da bürokrasinin oluşumuna katkıda bulundu. Troçki bu gelişmeyi şöyle anlatır:
“Muzaffer komutanlar, yerel Sovyetlerde, ekonomide, eğitimde liderlik mevkileri edindiler ve inatla her yerde, iç savaş sırasında başarıyı garantilemiş olan rejimi getirdiler. Böylece her tarafta yığınlar, ülkenin liderliğine gerçek katılımdan giderek itildiler.”(14)
Dahası, oluşmakta olan bu bürokrasi, yalnızca içinden çıktığı sınıftan uzaklaşmakla kalmadı, yabancı sınıflara doğru da kaydı. Yine Troçki’den dinleyelim olanları:
“Proletarya içinde doğan tepki, NEP’le yeni bir yaşama özendirilen ve giderek cesurlaşan kent ve kır burjuvazisine olağanüstü bir umut ve güven akımına neden oldu. İlk önceleri proletaryanın bir aracı olarak ortaya çıkan bürokrasi, şimdi kendisini sınıflar arası bir uzlaşma mahkemesi olarak duymaya başlıyordu. Bağımsızlığı aydan aya artıyordu.”(15)
Devlet ve parti düzeyindeki kısıtlamalar da bu dönemde yürürlüğü kondu. Önceleri bolşevikler tartışmaları Sovyetlerin çerçevesinde korumaya özen göstermişlerdi. Ama parti ile devlet organlarının kaçınılmaz olarak birbirine yaklaşması, parti içi rejimin esnekliğine darbeler indirmeye başladı. İç savaş sırasında muhalefet partilerinin karşıdevrimin yanında yer alması, Bolşeviklerin bunları haklı olarak yasaklamalarına neden oldu. Ne var ki parti önderleri, işçi demokrasisiyle uyuşmayan bu tedbiri zorunlu ama geçici bir uygulama olarak görüyorlardı. Ama iktidar partisinin hızla büyümesi, kapatılan partilerin kimi siyasal görüşlerinin partiye taşınmasına yol açtı. İç savaştan sonra hizip çekişmeleri yoğunlaştı ve nihayet Mart 1921’de patlak veren Kroştandt ayaklanması sonucunda hizipler de yasaklandı. Bolşevik Parti’nin tarihinde ilk kez gerçekleşen bu uygulama da geçici bir tedbir olarak düşünülmekteydi. Ne var ki, parti içinde yönetim rahatlığı sağlayan bu durum, gelişmekte olan bürokrasi için son derece elverişli bir durum yarattı.
İşte “zorunlulukların yasallaşması” bu bürokrasinin dolayımıyla gerçekleştirildi. Bürokratik kastın ayrıcalıklarının ve mevkilerinin sorgulanmaması, ancak parti içinde tam bir “düzen ve sükunetin” egemen olması ve kitlelerin siyasetten uzak durmasıyla olanaklıydı. Böylece bürokrasi parti ve devlet düzeyinde bu geçici tedbirleri mutlaklaştıran bir uygulamanın öncülüğün yapmakla kalmadı, buna ilişkin kendi “kuramlarını” da geliştirdi. İşte tek ülkede sosyalizm kuramı da, Stalin’in önderliğindeki bu yeni bürokrasinin geliştirdiği ideolojinin doğal bir sonucuydu.
Artık işçi demokrasisi ile tek ülkede sosyalizm kuramı arasındaki doğrudan bağı kurabiliriz. Bu sözde kuramın dünya devrimi anlayışıyla çatışma noktasına biraz sonra geleceğim, şimdi ülke içinde sosyalizmin inşası konusuna bakalım. Marksizme sıkıca bağlı olan Bolşevikler için, komünizmin ilk evresi olan sınıfsız ve devletsiz sosyalist toplum, ancak kitlelerin güçlü atılımı ve sınıfsal seferberliğiyle olanaklıydı. Bu güçlü atılımın kitlesel kurumları ise, işyeri komitelerinden başlayan ve sendikalardan geçerek sovyet kurumlarıyla tamamlanan bir yönetim ve denetim sistemi oluşturmak durumundaydı. Ve proleter devletinin çerçevesinde böylesi bir kitle seferberliği ancak işçi demokrasisiyle ve onun organlarıyla olanaklıydı. Ne var ki, işçi ve emekçi yığınların yönetimi ve denetimi, ayrıcalıklı bürokrasinin merkeziyetçi yönetimiyle çatışıyordu. Bu nedenle bürokrasi, kitlelerin yorgun düştüğü, siyasal ve iktisadi yönetimden geri çekildiği, parti ve rejim üzerindeki denetimini gevşettiği, sovyet kurumlarının içinin boşaldığı ve özellikle de küçük özel mülkiyete yeni olanaklar tanındığı NEP döneminde atılımını gerçekleştirerek işçi demokrasisine ölümcül darbeler indirdi ve kendi deli gömleğini Sovyet toplumuna giydirdi. Ve bunun için de sosyalizmin kurulduğunu ilan etti. Tek ülkede sosyalizmin kurulması kuramı, işte bu tarihsel siyasi manevranın bir sonucudur. Kısacası, tek ülkede sosyalizm tartışması soyut bir kuramsal sorun değildir; tek ülkede sosyalizm kuramı ile bürokratik yozlaşma olgusu arasında doğrudan ve organik bir ilişki vardır.
Bu noktada Tekin Yılmaz’la bir açıklık sağlayalım: Stalinist bürokrasinin 1930’larda kurduğunu ilan ettiği sosyalizm, bugün savunulduğu gibi proleter devletine karşılık gelen sosyalizme geçiş toplumu değil, bizzat komünizmin ilk evresi olan sınıfsız toplumdur. Ocak 1936’da, dönemin Halk Konseyi Komiserleri başkanı Molotov, Merkez Yürütme Komitesi toplantısında, “ülkenin ulusal ekonomisi sosyalist olmuştur. O anlamda sınıfların tasfiyesi sorununu çözmüş bulunuyoruz” diyordu.(16) Tek ülkede sosyalizm başarıya ulaşmış, sınıflar tasfiye edilmişti ve böylece kitle seferberliğine, sınıf yönetimine, denetimine, kısaca işçi demokrasisine ve organlarına gerek kalmamıştı. Tekin Yılmaz’ın, ne 1936’da ne de bugün Sovyetler Birliği’nde sınıfsız toplumun inşa edilmiş olduğuna inandığını sanmıyorum. O halde Molotov’un Stalinist bürokrasi adına yaptığı bu açıklama, önderliğin bir “hatası” mıydı yalnızca? Hayır, ulusal sosyalizm anlayışı bürokrasinin varlık koşuluydu; işçi sınıfının, işçi demokrasisinin denetiminden uzak kalabilmenin kuramıydı. Daha sonraları sınıfsız toplumun kurulmuş olduğu savı da değiştirildi ve böylece sosyalizm kavramı, devrim sonrası sınıflı toplumlar için kullanılmaya başladı. Ve Tekin Yılmaz da bürokrasinin Marksizme getirdiği bu çarpıtmanın etkisi altında kalarak kavram kargaşası içinde boğuluyor:
“Eğer Rusya gibi bir ülkede sosyalizmi kurmaya kalkışmak, nesnel nedenlerle engellenmiş ise, elbette sosyalist demokrasinin gerçekleşebilme olanağı da nesnel olarak yok demektir. Ve eğer Rusya’da sosyalizmin kurulması dünya tarihi açısından devrimci bir rol oynamış ise karşımıza iki durum çıkar: ya devrimci rolden vazgeçmek, ya da sosyalist demokrasiden. ‘Geri bir ülkede’ ister istemez proletarya iktidarı ele geçirmiş ama maddi koşullar sosyalizmin kurulmasına elvermiyor. Evet burada ya devrimci rol ya da sosyalizmin ikilemi karşımıza dikilir.”(17)
Bu sözler gerçek bir kafa karışıklığına işaret etmekte. Birincisi, herhangi bir ülkede “sosyalizmi kurmaya kalkışmayı engelleyen nesnel nedenler” ne olabilir? Bunu bir kalem sürçmesi olarak alıp Tekin Yılmaz’ın “sosyalizmin kurulmasını engelleyen nesnel nedenlerden” söz ettiğini düşünelim; o zaman sosyalizmin inşası çabası neden işçi demokrasisi ile çelişsin? Bir kere dünya bir bütün olarak sosyalizm için nesnel olarak olgunlaşmış durumdadır. Öte yandan tek tek ülkeler için, Troçki’nin deyişiyle, “proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar sadece olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur.”(18) Proletaryanın tarihsel görevi iktidara gelmek ve sosyalizmin kuruluş sürecini başlatmaktır. Ve sosyalizmin inşası bir kitle seferberliğini gerektirdiği oranda, işçi demokrasisi ve onun organları bir zorunluluktur. Sosyalizm kitlelerin eseri olacaktır ve bunu partilerinin önderliğindeki özörgütleri aracılığıyla gerçekleştireceklerdir. Bu anlamda sosyalizmin inşası çabasıyla işçi demokrasisini karşı karşıya koymak, bizzat bu çabanın ve sonunda sosyalizmin kendisinden umut kesmektir.
İkincisi, Tekin Yılmaz alıntısını yaptığım bölümde apaçık bir mantıksal çelişkiye düşüyor; son iki cümlesinde, “maddi koşulların sosyalizmin kurulmasına elvermediği” koşullarda “devrimci rol ya da sosyalizmin ikileminin karşımıza dikildiğini” söylüyor. Şimdi, ikinci cümledeki “sosyalizmin ikilemi” sözcüklerinin gene bir kalem sürçmesi olduğunu ve aslının “sosyalist demokrasi ikilemi” biçiminde olması gerektiğini sanıyorum. Aksi takdirde iş iyice içinden çıkılmaz bir durum alır; çünkü daha yukarıda Tekin Yılmaz devrimci rol ile sosyalizmin kuruluşunu eşitlemişti, bu kez sosyalizmin kuruluşu ile sosyalizm arasında bir karşıtlık yaratmış olur. Öte yandan Tekin Yılmaz, devrimci rol ile sosyalist demokrasi arasında bir gerilim yaratmaktaysa bu kez, “maddi koşulların sosyalizmin kurulmasına elvermediği” koşullarda devrimci rolün yani sosyalizmin kuruluşunun seçilmesi durumuyla karşılaşırız! Bu karmaşık yumağı çözmek Tekin Yılmaz’a düşüyor.
Üçüncüsü, herhangi bir ülkede iktidara gelen proletarya neden “devrimci rol” ya da “sosyalist demokrasi” ikilemiyle karşı karşıya kalsın? Biz tam tersine, ileri ya da geri, tüm ülkelerde “devrimci rolün” işçi demokrasisi ile iç içe geçmiş olduğunu düşünüyoruz. Muzaffer proletarya, ne denli geri olursa olsun, bir ülkede iktidara geldiğinde ulusal ve uluslararası devrimci rolünü sürdürdüğü, işçi demokrasisi çerçevesinde sınıf seferberliğini sürekli kıldığı oranda sosyalizme yaklaşabilecektir. Bu kavramlar ve gerçeklikler arasındaki ikilemleri ve çelişkiyi yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi bizzat Stalinist bürokrasinin kendisi yaratmıştır. Önce sosyalizmin kurulduğunu ilan ederek, işçi demokrasisini ve sovyet kurumlarını canlandırmak isteyen Sol Muhalefet’e karşı amansız bir mücadele vererek onu ezmiş, ardından da bu kavramlar arasında gerilim yaratarak “sosyalizmin” istikrarını devrimci seferberliğin karşısına sürmüştür. Ve böylece bürokratikleşen parti ve devlet, toplumun sosyalizme doğru ilerlemesini durdurmuş, iç çürümeyi başlatmıştır.
Özetleyecek olursak, kitlelerden kopan bürokratik katman ayrıcalıklı bir konuma yükselmiş, partiye “Leninist toplama” sloganıyla mevki düşkünlerini ve yabancı sınıf unsurlarını doldurmuş, kendi tekelci yönetimini kitle denetiminden uzak tutmak amacıyla işçi demokrasisini ve organlarını ezmiş, devrimci öncüyü parti içinden tasfiye etmiş ve bürokratik diktatörlüğünü perçinlemiştir. Bu, Lenin’in sağlığı döneminde girişilen bazı zorunlu uygulamaların doğal bir sonucu, basit bir yasallaştırılması değil, ilk işçi devletinin yozlaşmasına yol açan köklü bir siyasal karşıdevrimdir.
Dünya devrimi sorunu
İşçi devletlerinde, özellikle de geri koşullarda bulunanlarında siyasal çelişkinin işçi demokrasisi ile devrimci rol arasında değil, bürokratik karşıdevrim ile işçi demokrasisi (ya da kitlelerin sürekli devrimci seferberliği) arasında geliştiği bir kez kavrandığında, tek ülkede sosyalizm ya da ulusal sosyalizm sözde kuramı ile dünya devrimi anlayışı arasındaki temel zıtlık açığa çıkar. Çünkü bürokrasi, yalnızca ulusal sınıf seferberliği ile değil, aynı zamanda uluslararası devrimci seferberlik ile de çelişki içindedir. Tek ülkede sosyalizmi kurduğunu iddia eden bürokratik kast, bir yandan kendi ülkesindeki işçi demokrasisini tasfiye ederken, öte yandan da dünyadaki tüm devrimci gelişmeleri “sosyalizmin anayurdunun savunulması” doğrultusunda güdümler.
Tekin Yılmaz, bu gerçeği göremediğinden Stalinist bürokrasinin dünya politikalarının sonuçlarını da kavrayamıyor. Tek ülkede sosyalizmin nihai zaferinin olanaklılığı konusunda, Stalinizmin devrimci Marksist dünya devrimi anlayışına karşı tüm tahrifatlarını üzerinde temellendirdiği Lenin’e ait tek bir makalenin tek bir bölümünü Tekin Yılmaz da eline alıyor ve şöyle diyor:
“Lenin 1915’te yazdığı ‘Avrupa Birleşik Devletleri Üzerine’ adlı makalesinde ilk kez sosyalizmin tek ülkede kurulabileceğini savunur, bu konuda kendisini emperyalizmin eşitsiz gelişim yasasıyla temellendirir. Kuşkusuz Avrupa devriminden umudunu hiçbir zaman kesmemiştir. Ama Rusya’nın yapacağı atılımla sosyalizmin kurulabileceğine de inanır.”(19)
Lenin’in adı geçen makalesindeki düşüncelerinin tümüyle tahrif edilmiş olduğunu, burada sosyalizmin kurulmasından ya da nihai zaferinden değil, sosyalist devrimin başarıya ulaşmasından söz ettiğini, üstelik Lenin’in sosyalizmin kuruluşunun ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceğini ısrarla savunduğunu, tüm Leninist-Bolşevik geleneğin bu enternasyonalist anlayış üzerine kurulduğunu, bunun bizzat III. Enternasyonal’in dökümanlarından açık seçik ortada olduğunu, Sınıf Bilinci’nin 1. sayısında yeterince anlatmış ve Lenin’den konuya ilişkin bir dizi alıntı yapmıştık.(20) Bu nedenle bu konuya tekrar girmeyi gereksiz buluyorum. Ne var ki, Tekin Yılmaz’ın Stalinist bürokrasinin bu ulusal sosyalizm anlayışıyla birlikte dünya devriminin yaygınlaştırılması perspektifinden nasıl vazgeçmiş olduğunu görmesi gerekir. Lenin’in tavrı basitçe “Avrupa devriminden umudunu kesmemek” değildi. Lenin ile Troçki’nin önderliğindeki bütün bir Bolşevik önderler kadrosu Marksizmi bizzat uluslararası devrim çerçevesinde kavramışlar ve öyle de uygulamışlardı. Komintern’in örgütlenmesinin başlıca nedeni ve amacı da bu anlayıştan kaynaklanıyordu.
Rus devriminin kaderini de dünya devrimine, özellikle de Bolşevik önderlik Avrupa devrimine bağlamıştı. Ama daha da önemlisi, Rus devrimini uluslararası devrimin bir parçası olarak görüyordu. Şöyle diyordu Lenin:
“Biz, Rus işçiler ve sömürülen sınıflar, uluslararasi sosyalist devrimin öncüsü olma onurunu taşıyoruz… Bunu Ruslar başlatmıştır, Almanlar, Fransızlar ve İngilizler tamamlayacak ve sosyalizm zafere ulaşacaktır.”(21)
Temmuz 1921’de ise Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde şunları söylüyordu:
“Uluslararası devrimi başlattığımızda, enternasyonal dünya devriminin desteği olmadan proleter devriminin zaferinin olanaksız olacağı bizim için çok açıktı. Devrimden önce de, sonra da şöyle düşünüyorduk: Ya hemen, en azından kısa bir zaman içinde başka ülkelerde devrim patlak verirdi, ya da yok olurduk.”(22)
Yukarıda da söylediğimiz gibi devrim patlak vermedi ama Rusya’da proletarya iktidarı da yıkılmadı, ne var ki bürokratik yozlaşmaya uğradı. İşte tam bu noktada Tekin Yılmaz masumane bir biçimde, “Rus devrimi gerçekleşti ve Avrupa devrimi gelmedi. Bunda Stalin’in ne kusuru var, ben bilmiyorum” diye soruyor. Stalin’in önderliğinde SBKP’nin ve yozlaşan Komintern’in dünya devrimine nasıl darbeler indirdiğine birazdan geleceğim, ama burada şunu ifade edeyim: İlk yıllarda henüz geri planda duran Stalin’in Avrupa devriminin gelmemesinde belki kusuru yoktu, ama siyasal varoluş nedeni vardı. Dünya devrimi Rus proletaryasının yardımına yetişemediği içindir ki genç Sovyet devletinin bürokratlaşmasının maddi temelleri güçlenmiştir. Sovyetler Birliği dünyadan tecrit oldukça kendi geri koşullarının etkisini daha derinden yaşamaya başladı; bu koşullarda yükselen bürokrasi varlık koşullarını güçlendirmeye yönelik olarak Sovyet devletini dünya devriminden giderek daha da tecrit etti. Yeni yöneticiler sınıftan koptukça dünya proletaryasından da uzaklaştılar ve burjuva rejimlerinin kendilerine daha yakın olan radikal, popülist ve sosyal demokrat kesimleriyle işbirliklerine yöneldiler. Maddi ayrıcalıkları arttıkça bürokrasinin iktisadi ve siyasal “istikrar” güdüsü daha da yoğunlaştı ve bu güdü dünya ölçeğinde emperyalist ülkelerle “barış içinde birlikte yaşama” stratejisi biçiminde kristalize oldu.
1923’e değin Avrupa’daki devrimci mücadeleler, bir yandan sosyal demokrasiden kopan genç komünist partilerinin güçsüzlükleri, öte yandan da savaş sonrasının emperyalist dengeleri nedeniyle başarısızlığa uğramıştı. Ama bu tarihten başlayarak yenilgiler sınıfsal dengelerin olumsuzluğunun ve önderliğin güçsüzlüğünün sonucu olmaktan çıkıp, Komintern’i ele geçirmeye başlayan Stalinist bürokrasinin ihanetlerinin ürünü durumuna dönüştü. Ulusal sosyalizm anlayışı çerçevesinde. Komintern’in siyasetleri “anayurdun savunulması” perspektifine oturtuldu ve böylece hızla sağa kaymaya başladı. Bürokrasinin uluslararası ölçekteki merkezci çizgisinin ilk olumsuz sonucu Ekim 1923’te Almanya’da kendini gösterdi ve Alman Komünist Partisi gerçek bir proleter devriminin yükselme döneminde burjuvaziye teslim oldu. Ertesi yıl Estonya ayaklanması çökertildi. 1926’da İngiltere’deki genel grev sırasında Komintern karşıdevrimci sendika bürokrasisiyle işbirliği yaparak mücadeleyi burjuvaziye teslim etti. 1925-27 Çin devrimi sırasında Komintern Çin Komünist Partisi’ni Kuomintang’ın kuyruğuna takarak binlerce devrimci işçinin katledilmesine neden oldu.
Umarım Tekin Yılmaz bunlar karşısında hala “bunda Stalin’in ne kusuru var” diye sormaz. Bürokratik karşıdevrim, genç Rus devletinin tecrit olması ve içerden yozlaşması sonucunda gerçekleştirildi ve Stalin bu gelişmenin önderi olarak iktidara geldi. Partinin, devletin ve Komintern’in yönetimini ele geçirdikten sonra da yine bir “zorunluluğu”, yani ülkenin tecrit olmuşluğunu ve uluslararası devrimin uğradığı dönemsel yenilgi durumunu “yasallaştırdı”: Bu yasanın adı da tek ülkede sosyalizm kuramıydı. Bu kurama göre sosyalizm, tecrit olmuş tek bir ülkede de kurulabilirdi ve kurulmalıydı; bunun için gereken de artık devrim dalgasının yatışması ve ülkede ve uluslararası arenada istikrarın, deyim yerindeyse “kanun ve nizamın” sağlanmasıydı. Kitlelerin karşısına işçi demokrasisi ya da “devrimci rol”, sosyalizmin inşası ya da işçi demokrasisi ikilemleri çıkartıldı. Rusya’da sosyalizmin inşası için proleter devriminin sürekliliğini ve işçi demokrasisini zorunlu görenler acımasızca tasfiye edildi, yorgun kitleler iyiden iyiye bastırıldı. Bürokrasinin, Sol Muhalefet’i uluslararası devrim uğruna ülkeyi devrimci savaşa ve maceraya sürüklemekle suçlaması, öte yandan “artık dinlenmenin zamanı geldi” sloganlarıyla kitlelere sosyalizmin başka ülkelerdeki devrimlere gerek kalmadan da kurulabileceği yolunda güvenceler vermesi, asker ve sivil memurları daha da cesaretlendirdi, işçiler ve köylüler arasında destek buldu.
Tekin Yılmaz yalnızca Bolşevik Parti’nin geçici bir tedbir olarak partileri ve parti içi hizipleri yasaklamasını düşünerek, “Stalinist pratikler denilen durumun Stalin’in eline veri olarak geçmiş olduğu görmezlikten gelinemez” diyor.(23) Yüreklice yanıt verelim: Stalin iktidara geldiğinde hazır bir tek ülkede sosyalizm kuramı mı devraldı, yoksa dünya devrimi anlayışına karşı amansız bir mücadeleyle mi bu sözde kuramı uygulamaya koydu? İktidara geldiğinde Komintern, Sovyetler Birliği’ni sosyalizmin anayurdu olarak mı görüyordu, yoksa bu ülkede sosyalizmin zaferini uluslararası proleter devrimine mi bağlamıştı? Onun iktidarından önce Bolşeviklerin ve Komintern’in devrim stratejisi sürekli devrim mi, yoksa Stalinist aşamalı devrim anlayışı mıydı? Tekin Yılmaz isterse devam edelim: Stalin iktidara geldiğinde, burjuva devrimleriyle işbirliği yapan komünist partiler mi devraldı, yoksa Nazi Almanyası gibi faşist bir ülkeyle saldırmazlık paktı imzalanabileceği anlayışını o mu yerleştirdi? O iktidara gelmeden önce Komintern’e bağlı komünist partilerin mücadele anlayışı, burjuva partileri ile işbirliği yaparak devrimi boğazlamak mıydı, yoksa bunu bizzat Stalin önderliği, geleneksel işçi cephesi siyasetlerini tasfiye ederek 1936’da Fransa’da ve İspanya’da mı uyguladı? Stalin öncesi Komintern, tek ülkede sosyalizmin bekası adına emperyalist ülkelerle paylaşım antlaşmaları yaparak İtalya, Yunanistan, Yugoslavya devrimlerini burjuvaziye teslim ederek çoğunluğunun yenilmesine izin verir miydi? Tekin Yılmaz “bilimsel namustan” söz ediyor; ben devrimci Marksistlerin tersi kanıtlanmadığı sürece moral açıdan üstün olduklarına inanırım, bu nedenle önce bilimden söz edelim: görünürdeki geçici olayları mı, yani burada partilerin ve hiziplerin yasaklanmasını mı, yoksa temel tarihsel ve sınıfsal süreçleri mi, yani burada Stalinist bürokrasinin yükselmesine neden olan olguları ve bunun yol açtığı sonuçları mı temel alacağız? Biz moral bakımdan olduğu kadar tarihsel maddecilik açısından da ikincisini seçiyoruz.
Stalinizm mi, devrimci Marksizm mi?
Stalin ve ekibi, Lenin döneminde başlatılmış bazı zorunlu diktatörlük uygulamalarını veri alarak bunları basitçe ya da “doğal” – bir biçimde yasallaştıran bir kadronun ötesinde bir oluşumdur. Stalin, genç işçi devletinin, içinde bulunduğu olumsuz ulusal ve uluslararası koşulların etkisi altında giderek bürokratikleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkan ve güçlenerek partiyi ve devleti eline geçiren ayrıcalıklı bir kastın temsilcisi ve önderidir. Stalinist bürokrasi kendine yaşam veren koşulları (Avrupa’da devrimin yenilmesi, Sovyet devletinin tecrit olması, kitle seferberliğinin geri çekilmesi, devrimi gerçekleştiren parti ve sovyet önderlerinin tasfiyesi, kariyeristlerin ve yabancı sınıf öğelerinin partiye doluşması, vb.) pekiştirmiş, partiden Leninist demokratik merkeziyetçilik anlayışını, devletten Sovyet demokrasisi kavramını ve Enternasyonal’den dünya devrimi programını tasfiye etmiştir. İşçi sınıfının ve çalışan kitlelerin en çok ezilen ve sömürülen kesimlerini devlet yönetiminden, bunların devrimci önderlerini partiden uzaklaştırarak, aristokrat işçilerin, üst kademe devlet ve ordu mensuplarının ve mülk sahibi küçük burjuvaların bileşiminden oluşan ayrıcalıklı katman diktatörlüğünü kurmuştur. Bu bürokratik karşıdevrim kendi ideolojisini de yaratmıştır: Ulusal sosyalizm ya da tek ülkede sosyalizm kuramı; işte bu sözde kuram Stalinist ideolojinin temel taşlarından birisidir, belki de en önemlisidir.
Bütün bunlar hiç de sancısız bir biçimde olmamıştır. Lenin 1919’dan başlayarak bu termidoryen tehlikeye karşı partinin dikkatini çekmiş ve özellikle yaşamının son yıllarında Troçki ile birlikte bürokrasiye karşı ciddi bir kampanyanın hazırlığına girişmişti. Onun ölümünden sonra devrimci Marksizmin ve Rus devriminin geleneklerinin savunusunu Troçki üstlenmiş ve 1923 sonlarında başlattığı açık mücadelesini 1929’da bürokrasi tarafından sürgüne yollanana değin amansızca sürdürmüştür. Ulusal planda sosyalizmin inşasına yönelik olarak ağır sanayinin geliştirilmesi programından, uluslararası düzeyde dünya devriminin yaygınlaştırılması hedefine kadar devrimci Marksizmin tüm temel kuramsal ve siyasal konumlarını Troçki’nin önderliğindeki Sol Muhalefet savunmuştur. Siyasal düzeyde neredeyse bir iç savaş özelliği kazanan bu mücadele onbinlerce devrimci Bolşeviğin yaşamına malolmuştur. Proletarya üzerinde öteki sınıfların baskısı arttıkça, bürokrasi de parti içi rejim ve sol kanat üzerindeki baskılarını buna göre koşullandırmıştır. Proletaryanın yenilgiler almakta olduğu, sosyal demokrasinin yeniden canlanmaya başladığı ve komünist partilerin merkezcilikten sağa doğru kaydığı bir dönemde bu baskılar iyice şiddetlenmiş ve etkili olmuştur. Sovyet partisi ve Komintern içindeki Leninist kanat, uluslarası devrimci hareket ile birlikte darbe üzerine darbe almıştır. Öte yandan Sovyetler Birliği içinde NEP döneminin çelişkileri yoğunlaştıkça, kent ile kır arasındaki iktisadi ayrım büyüdükçe, sanayinin ve planlı ekonominin önemi arka plana atıldıkça Sol Muhalefet daha kolay bastırılmış ve sonunda yenilmiştir.(24)
Bütün bu gerçekler ortadayken, bakın Tekin Yılmaz Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik karşı devrimi nasıl açıklıyor:
“Toplumdaki pratik, daha doğrusu, topluma benimsettirilmeye çalışılan tek partililik pratiği parti içerisinde de kendisini er geç kabul ettirecektir. Bolşevik partisi içerisindeki problem de partiyi Stalin’in ele geçirmesi ve kendine has pratikleri egemen kılmasıyla başlamamış, tersine partinin topluma yasal olarak dayatmış olduğu pratiklerin geriye dönerek partiye kendilerini kabul ettirmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Tarih de bu uygulama görevini Troçki’ye değil Stalin’e nasip etmiş.”(25)
Tekin Yılmaz tarihi bir cilveler yumağı ya da talih oyunu olarak görmemek zorundadır. Üstelik Sovyetler Birliği’nde ve uluslararası planda komünist hareket içinde süren amansız mücadeleyi basitçe kişisel çekişmeler olarak değerlendirmeye hiç hakkı yok. Stalinist karşıdevrimi doğrudan Bolşevizme bağlamak ve “Stalin olmasaydı aynı şeyleri Troçki de yapardı” diyerek devrimci Marksizmin proleter devrimi için onyıllar boyunca verdiği mücadeleyi küçümsemek, başlangıçta Avrupalı sol entellektüellerin bir züppeliğiydi. Bunu Türkiye’ye 1970’lerde, “Troçkizm ile Stalinizm aynı madalyonun iki ayrı yüzüdür” diyen Birikim dergisi taşımıştı. Bu Avrupalı ve Türk solcu aydınların bugün nerede olduklarını, Leninizmden ne denli uzaklaşarak liberalizmin, sivil toplumculuğun ve konseyciliğin bataklığına gömüldüklerini hepimiz görüyoruz. Bunları ne Yeni Öncü, ne de Tekin Yılmaz için söylüyorum. Hayır, onlar sorunları cesaretle ve açık yüreklilikle önlerine koymuşlardır. Ama Troçki’nin bir sözünü anımsatmama izin verilsin: Stalinizm ile Bolşevizm arasında bir kan denizi bulunmaktadır. Bu denizi güvenilir araçlarla geçmek gerekiyor.
Stalin ile birlikte Sovyet devletinde ve komünist harekette ortaya çıkan yozlaşmayı “tek partililik pratiğine” bağlamak, yukarıda da anlattığımız gibi, bürokratik karşıdevrimin doğasını, toplumsal temellerini anlayamamak demektir. Sorun tek partililik pratiğinin geri dönüp kendisini partiye kabul ettirmesi ve bu olurken de tarihin bir cilvesi sonucu o sırada Stalin’in iktidarda bulunuyor olması değildir. Her şeyden önce, partinin ve devletin bürokratikleşmeye başlamasıyla birlikte parti içinde Leninist-Bolşevikler ile bürokratlar arasındaki mücadele de kızışmış, ve bu bizzat Lenin’in sağlığı döneminde gerçekleşmiştir. Bu nedenledir ki Lenin sık sık uyarılarda bulunmuş, hatta “Vasiyetnamesi” olarak bilinen notunda parti içinde gerekli önlemlerin alınmasını, değişimlerin yapılmasını istemiştir.(26) Ayrıca partiyi zorlayan, onun yozlaşmasının koşullarını hazırlayan tek partililik uygulaması da değildi; dünya devriminin yenilmesi, Sovyetler Birliği’nin tecrit olarak kendi geri koşullarına gömülmesi, devrimi gerçekleştirenlerin bitkin düşerek geri çekilmesi, devrimci önderlerin büyük çoğunluğunun iç savaşta telef olması, parti ve devlet yaşamına yabancı sınıf unsurlarının ağırlığını koyması… İşte tek partililik uygulaması, rejimin yozlaşmasına temel oluşturan bu koşullarda başını kaldıran karşıdevrimle mücadelenin zorunlu bir uygulaması olarak gündeme geldi. Ama yine bu koşullarda yükselen bürokrasi, partilerin ve hiziplerin yasaklanmış olmasından yararlandı; yani onun bir sonucu olarak ortaya çıkmadı. Koskoca bir tarihsel çöküş geçici bir yasaklamayla açıklanamaz.
Tekin Yılmaz bunu göremediği içindir ki, “tarih bu görevi Troçki’ye değil de Stalin’e nasip etmiştir” diyebiliyor. Eğer bürokrasinin temsilciliğini Stalin değil de Troçki üstlenmiş olsaydı, eğer Rus devletinin ve partinin yozlaşmasına karşı Lenin ile birlikte ve ondan sonra Troçki değil de Stalin mücadele etmiş olsaydı, eğer bürokratik karşıdevrimin nesnel temellerini Troçki değil de Stalin açıklamış olsaydı, eğer tek ülkede sosyalizm anlayışına karşı sürekli devrim ve dünya devrimi programını Troçki değil de Stalin savunmuş ve uygulamış olsaydı, eğer Komintern’in yozlaşmasında başı çeken ve onu kapatarak enternasyonalist anlayışa son darbeyi indiren Stalin değil de Troçki olsaydı, eğer yeni bir Enternasyonal için mücadele eden ve IV. Enternasyonal’in temellerini atan Troçki değil de Stalin olsaydı… Bu “eğerleri” çok uzatabiliriz, evet bunların hepsi öyle olsaydı, bugünkü Leninist-Bolşevik bayrağın üzerinde Troçki’nin değil de Stalin’in adı yazılı olurdu. Ne var ki durum bunun tam tersinedir: Bugün, bunalımının en şiddetli döneminden geçmekte olan Stalinizm, bürokratik karşıdevrimin ideolojisinden başka bir şey değildir. Ve bu basitçe tarihin bir cilvesi olarak düşünülemez; Stalin, bürokratik yozlaşmanın temsilciliğini üstlenmiş ve onun önderliğini yapmıştır.
Sovyet devletinin ve Bolşevik partinin yozlaşması olgusunu temel olarak “tek partililik pratiğine” indirgeyen ve Sovyet demokrasisini çoğulculuk ilkesine bağlayan Tekin Yılmaz, bu nedenle işçi demokrasisinin gerçek anlamını ve bu konuda Troçki’nin tavrını yeterince kavrayamıyor. Yine bu nedenle, şöyle devam ediyor:
“Troçki altta kalıncaya değin partinin her türlü uygulamasını savunmaktan geri kalmamış, o zamanlarda parti diktatörlüğüyle proletarya diktatörlüğünün aynı şeyler olduğunu savunmuştur.(27)
“Troçki’yi Stalin’in karşısına bir demokrat olarak dikenler şiddetle yanılıyorlar. Bu pratiğin gerektirdiği teoriyi en pekişik biçimde savunan Troçki’den başkası değildir… (Troçki’nin) parti diktatörlüğü ile proletarya diktatörlüğünün aynı şeyler olduğunu savunması, yöneten yönetilen ilişkilerinin ne kadar pekişik kalması arzusunun açık biçimidir. Herhalde, tek ülkede sosyalizmin gerçekleşemeyecek bir olgu olduğunu düşünmesi ona bu doğrultuda düşünme olanağı vermekteydi… Bu düşünüşün içerisinde demokrasinin hangi zerresinin varolduğunu anlamak mümkün değil, muhalefette kaldığı ölçüde demokrasi talebinde bulundu. Ama bunun adı da kendisi için demokrasi istemektir. Stalin iktidarda kalmayı başardığı için demokrasiyle özel bir problemi olmadı.”(28)
Kısacası, Troçki tek parti diktatörlüğünü savunuyordu, ama iktidara gelemedi; iktidarı Stalin ele geçirdi, bunun üzerine Troçki demokrasiyi sorun edinmeye başladı, Stalin’in ise böyle bir sorunu olmadı. Tekin Yılmaz, bu, Bolşevik devrimine, tarihteki ilk proleter devletine ve onun devrimci önderlerine nefretle yaklaşan burjuva tarihçilerinin yorumudur, Marksistlerin değil. Çünkü burjuva ideologlar demokrasiye bireylerin burjuva normlu özgürlükleri açısından yaklaşırlar, Marksistler ise sınıfsal özgürlükler açısından. İşçi demokrasisi, burjuva parlamentarizminin çoğulculuğu değil, işçi ve emekçi yığınların kitlesel yönetimi ve denetimi anlayışı, yani devrimci sınıf seferberliği kavrayışı üzerine oturur. Tek parti mi, çok parti mi sorusundan önce, sorulması gereken iktidarda kimin olduğu sorusudur. İşçilerin ve emekçilerin büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kesimleri mi, yoksa aristokrat işçilerden, sivil ve asker yöneticilerden ve mülk sahibi küçük burjuvalardan oluşan ayrıcalıklı bir bürokrasi mi? Lenin ve Troçki birinci kesimin, Stalin ise ikinci kesimin temsilcisiydi. Tek parti diktatörlüğü Lenin ve Troçki için tarihin, Rus devriminin belirli bir evresinde proletarya diktatörlüğünün geçmesi gereken zorunlu ama geçici bir biçimiydi, Stalinist bürokrasi için ise mutlak bir ilkeydi, sosyalizmin kendisiydi. Biçimlerin ardındaki olguyu görmek gerekir: Lenin ve Troçki’nin önderliğindeki devlet rejimi, proletaryanın devrimci diktatörlüğüydü, Stalin ise yozlaşmış bürokratik diktatörlüğün şefiydi.
Şimdi gelelim Troçki’nin tek parti diktatörlüğünü savunması olayına. Her şeyden önce Troçki, Tekin Yılmaz’ın sözleriyle, “bu pratiğin (tek parti rejimi) gerektirdiği teoriyi en pekişik biçimde savunan” bir önder değildi. Çünkü, Stalinist bürokrasinin bürokratik merkeziyetçiliği bir ilke durumuna getirmesine değin, tek parti diktatörlüğüne ilişkin bir “teori” yoktu. İkincisi Troçki, proletaryanın devrimci diktatörlüğünü savunuyordu ve iç savaş ve dünya devriminin geri çekilmesi koşullarında bu diktatörlük zorunlu olarak tek parti diktatörlüğü biçimini almıştı. Bu nedenle proletarya diktatörlüğünü savunmak, partinin iktidarını savunmakla bir ve aynı şey durumuna gelmişti. Bakın ne diyor Troçki:
“Proleter partisinin devrimci diktatörlüğü benim için özgürce kabul ya da reddedilebilecek bir şey değildir: Bu bize toplumsal gerçeklikler, yani sınıf mücadelesi, devrimci sınıfın heterojenligi, zafere ulaşmak için seçilmiş bir devrimci öncünün gerekirliği tarafından dayatılmış nesnel bir zorunluluktur. Devlet gibi parti diktatörlügü de, barbarlığın egemen olduğu tarihsel döneme aittir, ama gerçek insanlık tarihine giden yolu açabilecek olan (tek darbede olmasa da) bu dönemin üzerinden atlayamayız… Kendi diktatörlüğünü reddeden bir devrimci parti (öncü), kitleleri karşıdevrime teslim eder. Tüm modern tarihin öğretisidir bu. Soyut olarak konuşacak olursak, parti diktatörlüğünün yerini tüm çalışan halkın herhangi bir partisiz ‘diktatörlüğü’ alabilecek olsaydı, bu çok iyi olurdu, ama bu, kitlelerin, kapitalist koşullar altında ulaşamayacaklan kertede yüksek bir siyasi gelişim düzeyinde olmalarını gerektirir. Devrimin nedeni ise, kapitalizmin kitlelerin maddi ve moral gelişimine olanak vermemesidir.”(29)
Sovyetler, Bolşevik partinin önderliğinde iktidarı eline geçirmiş ve işçi devletinin inşasına girişmiş, ama bu arada öteki işçi partileri teker teker karşıdevrimle birleşmişti. Bunun sonucunda Bolşevikler karşıdevrimci partileri yasaklamışlar ve İç Savaş’ı bu koşullar altında kazanmışlardır. Ama geriye tek partinin iktidarı kalmıştır, işte bu noktada partinin diktatörlüğünü savunmak, proletaryanın iktidarını savunmakla özdeşleşmiştir. Bunu yalnızca Troçki değil, Lenin de “savunuyordu.” 1919’da şöyle diyordu Lenin:
“Bizi tek parti diktatörlüğünü kurmakla suçladıklarında ve, duyduğunuz gibi, birleşik bir sosyalist cephe önerdiklerinde şöyle dedik: “Evet, bu bir tek parti diktatörlüğüdür! Biz bundan yanayız ve bu çizgimizi değiştirmeyeceğiz’.”(30)
Lenin’in ve Troçki’nin bu “savunusu”, bir kuramın, tek parti diktatörlüğü kuramının savunusu muydu? Hayır, Bolşevik önderlik partilerin ve hiziplerin yasaklanmasını, Rus devriminin içinden geçmekte olduğu koşulların bir zorunluluğu olarak kabul ediyordu. Troçki bu gelişimi şöyle anlatır:
“Sıkıntıların artmasıyla orantılı olarak demokrasi daraltılmıştı… Muhalefet partileri birbiri ardına yasaklandı. Bolşevik liderler, Sovyet demokrasinin ruhu ile açıkça çatışan bu önlemi bir ilke olarak değil, gelip geçici bir öz savunma eylemi olarak görüyorlardı.
İktidar partisinin hızla büyümesi, işlerinin yeniliği ve çokluğu, kaçınılmaz olarak iç anlaşmazlıklara yol açtı. Ülkedeki gizli muhalefet akımları çeşitli kanallardan, yegane siyasal örgüt üzerine baskı yaparak, hizip çatışmalarını keskinleştirdiler. İç savaş bitiminde bu çatışma öylesine keskin biçimlere ulaşmıştı ki, devlet gücünü sarsmakla tehdit eder olmuştu. 1921 yılı Mart ayında, Kronstadt isyanı günlerinde (ki bu isyan çok sayıda Bolşeviği saflarına çekmişti), partinin onuncu kongresi, hiziplerin yasaklanmasına başvurmayı yani devlette hakim olan siyasal rejimi, iktidar partisinin iç yaşamına aktarmayı gerekli gördü. Hiziplerin bu yasaklanması da yine, durumda kaydedilecek ilk ciddi düzelme ile vazgeçilecek istisnai bir önlem olarak görülüyordu. Aynı zamanda Merkez Komitesi bu yeni yasayı uygulamakta son derece temkinli davranıyor, her şeyden önce bu yasanın partinin iç yaşamını boğazlamasından kaygılanıyordu.
Ancak ilk tasarımda, yalnızca sıkıntılı bir durum karşısında verilen gerekli bir tavizden ibaret olan şeyin, parti iç yaşamına münhasıran idari rahatlık açısından bakmaya başlamış olan bürokrasinin tam ağzına layık olduğu kanıtlandı.”(31)
Evet bu zorunlu ve geçici önlemler bürokrasinin ağzına lâyık bir lokmaydı ama ne onun doğrudan nedeniydi, ne de bürokrasi bu tek parti uygulamasının “doğal” takibiydi. Avrupa devrimi, hiç olmazsa Almanya’da zafere ulaşsaydı, böylece Sovyet devleti tecrit olmuşluktan bir anlamda kurtulabilseydi, partilerin yasaklanmasına belki de gerek kalmayacaktı. Troçki’nin sözleriyle, “tek parti hakimiyetinin totaliter Stalinist rejime hukuki çıkış noktası olarak hizmet ettiği tartışılmaz bir gerçektir. Ama böyle bir evrimin nedeni ne Bolşevizmde, hatta ne de geçici bir askeri önlem olarak diğer partilerin yasaklanmasında degil, proletaryanın Avrupa’da ve Asya’da uğradığı bir dizi yenilgide aranmalıdır.”(32)
Ama gene de, “isterse bir zorunluluğun dayattığı geçici bir önlem olsun, tek parti uygulaması işçi demokrasisiyle çelişir ve demokrasinin özü çoğulculuktur” denilebilir. Bu sav, soyut ve yalın haliyle elbette doğrudur. Troçki de zaten, yukarıda alıntısını yaptığımız gibi bunun “Sovyet demokrasisinin ruhu ile açıkça çatıştığını” söylüyor. Ne var ki Troçki’nin tek parti diktatörlüğünü savunusunun temelinde yatan olgu, verili koşullarda proleter iktidarının varlığının, partinin diktatörlüğüyle özdeşleşmiş olmasıdır. Burada Lenin’i ve Troçki’yi Stalin’den ayıran temel nokta, birincilerin tek parti diktatörlüğünü işçi iktidarının tek zorunlu ögesi olarak savunmamış olmalarıdır. Lenin’de ve Troçki’de, proletarya iktidarını tek parti diktatörlüğüyle özdeş gören tek bir ifadeye rastlanılamaz.
Şüphesiz Troçki de, tüm diğer Bolşevik önderler gibi, Lenin gibi hatalar yapmıştır. Örneğin sendikaların devlete bağlanması ya da çalışmanın militarizasyonu gibi konularda Troçki, bugün daha net görülebileceği gibi yanlış tezleri savunmuştur. Ama onun bu hatalarını, tek parti diktatörlüğüne dayalı bir Sovyet sistemi istediği biçiminde yorumlamak, üstelik bunun tersine açık ifadelerinin bulunmasına karşılık bunu yapmak, insanları ne kadar oyalar ki?
Troçki, Sovyet rejimini nasıl gördüğünü Geçiş Programı’nda açık ve net bir biçimde ortaya koymuştur. Programın Sovyetler Birliği’ne ilişkin bölümünde, bürokratik diktatörlüğe karşı sovyet demokrasisinin yeniden canlandırılması gerektiğini vurgular ve “Sovyetlerin demokratikleştirilmesi, sovyet partilerinin yasallaşması olmadan imkansızdır”(33) diye ekler. Bu tür alıntılar çoğaltılabilir ve Troçki’nin, Tekin Yılmaz’ın ifadesiyle “yenilgiye uğramadan” önceki görüşlerine ilişkin sayfalarca örnek gösterilebilir.
Bitirmeden önce son bir konu kaldı, o da “çoğulculuk olmadan sosyalist demokrasinin gerçekleşemeyeceği”(34) savı. Eğer bu çoğulculuktan çok partililik kastediliyorsa, işçi demokrasisi ile çok partililiğin özdeş olmadığını, ya da başka bir deyişle, tek parti diktatörlüğü ile işçi demokrasisinin dolaysız bir biçimde çelişmediğini vurgulamamız gerekir. İşçi demokrasisinin asal normu birden çok partinin bulunması değildir. Bu tür bir demokrasiyi tanımlayan yegane ōgenin parti sayısı olduğunu ise hiç söyleyemeyiz. İşçi demokrasisini tanımlayan asıl unsurlar, çalışan kitlelerin ülkenin siyasi ve iktisadi yaşamını doğrudan yönetip yönetmedikleri, bu yönetim işlevlerini üstlenen sovyet, komite, milis gibi kitle özörgütlerinin bulunup bulunmadığı, bu özörgütlenmelerin yönetim kademelerinin doğrudan seçilip seçilmedikleri, geri alınabilir olup olmadıkları, kısaca bir kitle seferberliğinin bulunup bulunmadığıdır. Bu açıdan, iktidara yükselen devrimci partinin, işçi demokrasisini inşaya yönelik olarak “ulusal iradeyi” ya da “işçi sınıfının iradesini” tesis amacıyla başka partilerin kurulmasını özendirmesini beklemek olanaklı değildir.
Öte yandan, günümüzde çeşitli deforme işçi devletlerinde, örneğin Bulgaristan’da sözde çok partili “halk cepheleri” iktidardır. Bu tür partilerin, deyim yerindeyse bürokrasinin kukla partilerinin bulunması, bu ülkelerde işçi demokrasisinin varlığını mı kanıtlar? Şüphesiz hayır. Çünkü bu tür ülkelerde söz konusu olan, bürokrasinin (ya da onun tek partisinin ya da “halk cephesinin”) kitleler üzerindeki diktatörlüğüdür, yoksa çalışan yığınların devrimci iktidarı değil..
O halde çoğulculuğu ya da çok partililiği nereye koyacağız? Buna, işçi demokrasisini kendisinde kristalize edecek olan sovyetler ya da öteki devrimci seferberlik özörgütlenmeleri karar verecektir. Sınıf mücadelesine, önceden belirlenmiş hukuki ya da anayasal normlarla yaklaşmanın olanağı yoktur. Çoğulculuk ya da çok partililik sorunu, sovyetlerde ya da öteki devrimci özörgütlenmelerde hangi partilerin temsil edilip edilmeyeceği konusu, mücadelenin seyri içinde devrimci kitlelerce çözümlenecektir. Sözü yine Troçki’den bir alıntıyla noktalayalım:
“Sovyetler, önceden belirlenmiş bir parti programı ile sınırlanmış değildirler. Kapıları tüm ezilenlere açıktır. Bu kapılardan mücadelenin genel akımına girmiş her tabakanın temsilcileri geçer. Hareket ile birlikte genişleyen örgüt kendi bağrında tekrar ve tekrar yenilenir. Proletaryanın bütün politik akımları, en geniş demokrasi temelinde sovyetleri önderliği için mücadele edebilirler. Bu nedenle sovyetle sloganı geçiş programında baş köşeyi alır.”(35)
Dipnotlar
1. Konuya ilişkin olarak en sık yazan Tekin Yılmaz’ın makaleleri şunlar: “Sosyalist Demokrasi mi?” Mart 1987, sayı 1: “Sosyalizm Tek Partililikle Nitelenemez”, Nisan 1987, sayı 2; “Gorbaçov Reformları ve Demokrasi”. Haziran 1987, sayı 4: “Sosyalizm Örgütlenme Özgürlüğüne Karşı mı?”, Haziran 1987, sayı 4: “Sosyalist Demokrasi Bugünün Sorunudur”, Temmuz-Ağustos 1987, sayı 5: “Sosyalist Demokrasi Proletarya Devletinin Kendisidir”. Ocak 1988, sayı 9; “Bir Kez Daha Sosyalist Demokrasi Üzerine”. Temmuz 1988, sayı 11. Ayrıca bak. Ahmet Ural, “Sosyalist Demokrasi Tartışmaları Üzerine”, Eylül 1987, sayı 7; Orhan Dilber, “Sosyalist Demokrasi Konseylerden ve Sınırsız Örgütlenme Özgürlüğünden Ayrı Düşünülemez”, Ekim 1987, sayı 7: Ertuğrul Kürkçü, “Sosyalist Demokrasinin İmkanları ve Güvenceleri”, Ekim 1987, sayı 7.
2. Ben, “sosyalist demokrasi” yerine “işçi demokrasisi” teriminin Marksist kuram açısından daha doğru olduğunu düşünüyorum. Çünkü “sosyalizm” sözcüğü, kuramda, sınıfların ve devletin, dolayısıyla da demokrasi kavramının ortadan kalktığı bir toplum biçimini tanımlar. Oysa, “işçi demokrasisi”, sosyalizme öngelen sınıflı geçiş toplumuna, işçi devletine özgü bir rejim biçimidir. Üstelik demokrasi kavramının sınıfsal özelliğini tanımlamak açısından da daha aydınlatıcıdır. Elbette içerik bu olmak üzere “sosyalist demokrasi” tanımından da yararlanılabilir. Yine de kavram kargaşasını sürüklememek için ve geleneksel Marksist kullanıma sadık kalmak amacıyla, başka yazarlardan yaptığım alıntıların dışında, işçi demokrasisi ya da proleter demokrasisi tanımını kullanmayı seçtim.
3. Tekin Yılmaz, ag.d., Ocak 1988, sayı 9, s.32. 4. Ibid., s.31.
5.Tekin Yılmaz, a.g.d., Temmuz 1988, sayı 11, s.44.
6. Sungur Savran, “Gelenek’in Marksizmi: Stalinist Bir Sürekli Devrim Teorisi”. Sınıf Bilinci, Haziran 1988, sayı 1.
7. Orhan Dilber, a.g.m, s.45.
8. Ertuğrul Kürkçü, a.g.m., s.40-41.
9. Tekin Yılmaz, a.g.m., s.52.
10. Ibid., s.40.
11. Ibid., s.44-45.
12. Ibid., s. 52-53.
13.V.I. Lénine, Oeuvres, Editions, sociales Paris, 1977, c.33, s.145.
14. Leon Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Köz Yayınlan, Istanbul,
1980, s.78.
15. Leon Troçki, ibid., s.78.
16. Aktaran: Leon Troçki, a.g.y., s.92.
17.Tekin Yılmaz,a.g.m., s.44-45.
18. Leon Troçki, “Geçiş Programı”, M.Yenice, Devrimci Marksizmde “Geçiş Programı” Anlayışı içinde, Eleştiri Yayınları, Istanbul, 1980, s.150.
19.Tekin Yılmaz, a.g.m., s.44.
20. Sungur Savran, a.g.m.; Metin Kalkan, “Eski Ağıza Eski Taam: Yeni Çözüm, agd.
21. V. I. Lénine, ag.y., c.26, s.472.
22. ibid., c.32. s.479-80.
23. Tekin Yılmaz, a.g.m., s.43.
24.Leon Trotsky, Third Intenational After Lenin, Pathfinder Press,
New York, 1970, s.160-63.
25. Tekin Yılmaz, a.g.m., s.43-44.
26. Bu konuda öteki kaynaklanın yanı sıra, bak. Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi, Yücel Yayınları, Istanbul, 1976.
27. Tekin Yılmaz, a.g.m., s.44.
28. ibid, s.52-53.
29. Leon Trotsky, “Dictatorship and Revolution”, Writings (1936-37). Pathfinder Press, New York, 1971, s.513-14.
30. V.I.Lenin, Collected Works, Progress Publishers, Moskova, 1977,
c.29, s.535.
31. Leon Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, s.82-83.
32.Leon Troçki, “Bolşevizm mi, Stalinizm mi?”, Sınıf Bilinci, sayı 1 içinde.
33. Leon Troçki, “Geçiş programı”, agy., s.206.
34.Tekin Yılmaz, a.g.m, s.41.
35. Leon Troçki, “Geçiş Programı”, a.g.y., s.191.