Sürekli devrim kuramı ve Türkiye (Sınıf Bilinci, 1988)

Aşağıdaki yazı Yusuf Barman imzasıyla 1988’in Haziran ayında, Sınıf Bilinci dergisinin ilk sayısında yayımlandı. Bu metni, “Geleneğimiz (Ulusal Dokümanlar)” temalı dosyamızın bir parçası olarak okuyucularımızla paylaşıyoruz. Sınıf Bilinci, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında çeşitli Troçkist eğilimlerin ortaklaşa bir biçimde çıkardıkları bir devrimci Marksist teorik-politik dergiydi.

***

Sosyalist düşüncenin, siyasal etkinliği doğrudan belirleme özelliğine sahip olması nedeniyle büyük önem taşıyan sorunlarından birisi, tarihsel aşamaların belirlenmesi konusudur. Sorun temel olarak, belirli bir oluşumun kapitalizm öncesi bir yapıda mı, yoksa kapitalist mi olduğunun saptanmasına yönelik tartışmalar biçiminde somutlaşıyor. Bu saptama bir kez yapıldıktan sonra da, içinde bulunulan tarihsel durumun yarattığı sorunlarin nasıl ve hangi güçlerle aşılabileceği sorusu gündeme geliyor. Bu iki noktanın çevresinde yoğunlaşan ve 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı Marksistlerini uğraştıran bu soruna en çarpıcı ve köklü çözümü, 1905 devriminin ertesinde Leon Troçki getirdi. Ama o dönemden başlayarak da dünya sosyalist hareketi, biri mekanik, pozitivist düşünceden hareketle evrimci bir siyasal çizgi üzerine oturan, diğeri diyalektik maddeci düşünceye dayalı devrimci bir siyasal rotaya yerleşen başlıca iki kampa ayrıldı. Bu iki kamp tarihsel hesaplaşmalarını 1917 Rus Devrimi sırasında yaptılar ve Troçki’nin sürekli devrim kuramı deneyden zaferle çıktı.

Ama kuramların insanlar ve sınıflar üstü yaptırım gücü yoktu. Mekanik evrimci düşünce kendisini bu kez bir başka yapıda açığa vurdu; Rus devrimini gerçekleştiren ve iktidarı ele alan Bolşeviklerin içinden yükselen bürokrasi, varlığını borçlu olduğu sürekli devrim kuramının en güçlü düşmanı durumuna geldi. Stalin’in önderliğindeki bu bürokrasi, eski savları yeniden dirilterek devrimci sosyalizme karşı dünya çapında amansız bir mücadeleye girişti, Stalinizmin eleştirileri başlıca üç noktada toplanıyordu: birincisi, Troçki, kapitalizm öncesi bir toplumsal yapının burjuva demokratik özellikli görevlerinin çözümünü sosyalist devrime ve işçi sınıfının ik-tidarına bağlayarak “tarihsel aşamaları atlıyordu; ikincisi, demok-ratik devrimde işçilerin ve köylülerin demokratik iktidarı yerine köylülerin desteğinde işçilerin devrimci iktidarını ileri sürerek “köylülüğü ihmal ediyordu; ve üçüncüsü, sosyalizmin ancak dünya çapında kurulabileceğini söyleyerek “tek ülkede sosyalizm” anlayışını reddediyordu.

Ne var ki, genç Sovyet devletini ve III. Enternasyonal’i (Komintern) denetimine alan Stalinist bürokrasinin sürekli devrim kuramına karşı ileri sürdüğü itirazlar, esas olarak tahrifatlar temelinde yükseliyordu. Nitekim, Çin’den başlayıp İspanya’ya kadar uzanan devrimler ve karşıdevrimler sürecinde, Troçki’nin tarihsel aşamaları atlamadığı, ama Stalinist partilerin yeni yeni “aşamalar” yaratarak sosyalist devrimi engelledikleri, hatta çoğu yerde boğdukları; sürekli devrim kuramının köylülüğü ihmal etmediği, ama Stalinizmin burjuva demokratik önyargılarının işçi sınıfını “ittifaklar” adına burjuvazinin ve küçük burjuvazinin peşine taktığı; Komintern’in kuruluşunun temelinde yatan, sosyalist devrimin dünyaçapındaki sürekliliği ve sosyalizmin nihai zaferinin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceği anlayışının Sovyet devletinin varlığını tehlikeye atmadığı buna karşılık tek ülkede sosyalizm siyasetinin dünya devrimini Sovyet bürokrasisinin çıkarlarına bağımlı kılarak basit bir devlet diplomasisi haline dönüştürmek olduğu birçok kez açığa çıktı.

Stalinizmin bu çizgisi günümüzde de sürüyor. Ama şimdi artık çeşitli varyasyonlarıyla birlikte sahneye çıkmakta. Stalinizmin kaçınılmaz olarak içine sürüklenmiş olduğu bunalım, Avrokomünizmden fokoculuğa kadar yayılan geniş bir sapmalar yelpazesinin oluşmasına neden oldu. Bu yelpazede sürekli devrim kuramına yer yok. Gerçi son dönemlerde, bunalımdan çıkış yolları arayan Stalinist akımlardan bazıları, ideolojilerinde farketmeye başladıkları aksamayı tamir etmek amacıyla sürekli devrim kuramından aktarmalar yapmaya eğilimli gözükmekte. Ama bunun umutsuz bir çaba olduğu ortada. Sürekli devrim ve tek ülkede sosyalizm kuramları birbirlerine tabandan zıttır ve biraraya gelemeyecek kertede ters yüklüdür. Şimdi sürekli devrim kuramını Türkiye ölçeğinde araştırmadan önce, özgün biçimiyle kısaca özetleyelim. 

Troçki’nin kuramı

Leon Troçki, 1905 devriminin ertesinde sürekli devrim kuramını geliştirirken, bir bütün olarak dünya tarihinin ve özel olarak da Rusya’nın somut koşullarının tahlilinden hareketle, bir dizi önemli sonuca ulaşmıştı. Bunlardan birincisi, sömürge ve yarısömürge ülkeler ile gecikmiş bir burjuva gelişimi yaşayan öteki azgelişmiş ülkelerde, demokrasi ve ulusal kurtuluş görevleri ile toprak sorununun gerçek ve tam anlamıyla çözümünün artık burjuvazi tarafından gerçekleştirilebilmesinin olanaksızlığına ilişkindi. Bu sorunlar ancak bu ülkelerin işçi sınıfı tarafından ve bir işçi-köylü ittifakı temelinde çözüme ulaştırılabilirdi. İkincisi, temel olarak nüfusunun önemli bölümünü köylülerin oluşturduğu bu tür ülkelerde, devrimci rolü ne denli önemli olursa olsun köylülüğün bağımsız, hele önder bir güç oluşturamayacağı saptamasıydı. Troçki’ye göre köylülük, kimi dönemler bağımsız gibi görülebilen bir etkinlik içine girse de eninde sonunda burjuvaziyi ya da proletaryayı izleyecekti. Bu bakımdan burjuva devriminin sorunlarını çözümleyecek olan bir devrimin zorunlu kıldığı işçi-köylü ittifaki, ancak köylü kitlelerine önderlik eden proletaryanın devrimci iktidarı biçiminde billurlaşabilirdi. Troçki’nin üçüncü bir saptaması da, işçi sınıfının bir kez iktidara gelip, öncelikli olarak demokratik devrimin sorunlarının çözümüne giriştiğinde, kaçınılmaz olarak burjuva ilişkilerin ötesine geçmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalacağına ilişkindi. Böylece, demokratik devrim gelişerek sosyalist devrime dönüşecek ve dolasıyısyla da süreklilik özelliği kazanacaktı.

Troçki’nin 19. yüzyıl devrimlerinin deneylerine ve bu arada Marx’ın bu devrimlere ilişkin çözümlemelerine dayandırdığı sürekli devrim kuramının bu öngörüleri günümüze değin birçok kez doğrulandı. (1) Ama doğrulananlar yalnızca bunlar da değil. Yukarıda özetlenenler sürekli devrim kuramının yalnızca bir yönüne, demokratik ve sosyalist devrimlerin iç içe geçmesi olgusuna ilişkindir Kuramın tamamlayıcı öteki iki ayağı, ulusal sınırlar içinde başlayan sosyalist kuruluşun, sınıf mücadelesi temelinde içerde iç savaşlarla, dışarda ise devrimci savaşlarla süreceği ve sosyalist devrimin ancak uluslararası çaptaki zaferle tamamlanabileceğidir. Kısaca, “sosyalist devrim ulusal arenada başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya arenasında tamamlanır.” (2)

20. Yüzyıl devrimleri ile günümüzün bürokratik işçi devletlerinin tarihi, Troçki’nin bu tespitlerinin doğruluğuna ilişkin kanıtlarla dolu. Ne var ki bu kanıtlar her zaman, Troçki’nin kuramının merkezine yerleştirdiği proletaryanın sosyalist iktidarı biçiminde ortaya çıkmadı. Sürekli devrim kuramı, sosyal demokrasinin ve Stalinizmin sayesinde birçok kez tersinden de doğrulandı. Türkiye solu, bir devrim ya da karşı devrim yaşamadı, ama belirli bir siyasi kuramın doğrulanması ya da geçersiz kılınması için bu tür olayları bizzat yaşamaya da gerek yok. Üstelik ağır yenilgiler alan ve tek ülkede sosyalizm kuramının nasıl kırılıp döküldüğünü gözleriyle gören Stalinizm, bugün de aynı çizgisini, değişik biçimler altında da olsa sürdürmeye çalışmakta. Bu nedenle sorun, her aşamada ve her ölçekte tekrar tekrar irdelenmek durumunda.

Türkiye’de burjuva devrimi

Tarihsel bir kategori olarak burjuva demokratik devrimin Türkiye’de gerçekleşip gerçekleşmediği sorunu, Türkiye solunun son 20 yıldan beri tartıştığı en önemli konulardan biri. Çoğunlukla Stalinist kavramlarla ve mekanik pozitivist yöntemlerle tartışan taraflar başlıca iki kutupta toplandılar. Bunlardan bir kesimi Türkiye’nin ağırlıklı olarak kapitalizm öncesi bir yapıya sahip bulunduğunu, bu nedenle de burjuva demokratik aşamanın atlanamayacağını ve bu sorunun sosyalist iktidar biçimine öngelen bir rejim türüyle çözümlenebileceğini savunuyor. Bunların arasında, üretim tarzının temel olarak kapitalist olduğunu söyleyenler de yok değil; ama bunlar da, kapitalizm öncesi “kalıntılar”ın varlığından kalkarak benzer bir rejim formülasyonuna ulaşıyorlar. Bu tezi savunanlar, demokratik devrimin iktidar biçimine ilişkin olarak ise çok çeşitli kanatlara bölünmüş durumdalar. Ortak paydaları ise, bir sosyalist iktidara karşı olmaları. Bu kanadın bazı kesimlerinin sıkıştıklarında başvurdukları formül, “demokratik halk iktidarı”nın, “sosyalist iktidarın özel bir biçimi” olduğu şeklinde.

Diğer kesim, Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu, çözümlenecek herhangi bir burjuva demokratik sorununun bulunmadığını ve gündeminin sosyalist devrimle belirlendiğini savunuyor. Bu tezi en yalın biçimiyle Türkiye İşçi Partisi ileri sürüyordu. Ama TİP’in reformist ve Stalinist anlayışı, sosyalizmi bir demokrasi sorununa indirgemesi, rejim formülasyonu konusunda demokratik devrimcilerden daha da geriye düşmesine neden oluyordu. Kısacası TİP’in sosyalist devrimden anladığı, demokratik devrimden başka bir şey değildi. Üstelik bu, parti de, 1970’lerin sonlarından başlayarak ve başka partilerle giriştiği flörtlerin de etkisiyle daha klasik bir demokratik devrim programına oturmuş durumda.

Görünüşte ayrı ama özde aynı olan bu iki tezin ortak özelliği, toplumsal oluşumları tamamlanmış kategorilerle tanımlamaya çalışmaları. Bu aşamalı devrim anlayışı, Marksist eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının inkarı üzerinde yükselir. Oysa, bugün Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu, sınıfsal karakteri burjuva olan bir devlet türüyle yönetildiğini söylemek, çağımızda burjuva demokratik devrimlerin sorunlarının ancak (Türkiye’nin tarihinde bulunmayan) köylülüğün desteğindeki proletaryanın sosyalist iktidarı tarafından çözümlenebileceği teziyle çelişmez. Çünkü bir ülkenin kapitalizm öncesi bir yapılanmadan kapitalist bir yapılanmaya dönüşmesi, tarihsel olarak burjuva demokratik devrimini tamamladığı anlamına gelmez.

Türkiye’de 20. yüzyılın başlarından itibaren cılız da olsa bir burjuvazi (ticaret burjuvazisi) gelişmiş ve ilk olarak 1908’de Osmanlı Devleti’nin yönetim mekanizması içinde kendisine bir yer açmıştır. Ardından 1919-23 arasında burjuvazi, toprak ağalarının da dahil olduğu geniş bir egemen sınıflar koalisyonu biçiminde, yeni bir devlet, bir burjuva cumhuriyeti kurmuştur. Bunun bir burjuva siyasal devrim olduğunu belirlemekten kaçınmamak gerekir. Üstelik bu siyasal devrim, yukarıdan aşağı bir toplumsal dönüşüme öncülük etmiştir. Böylece Türkiye’nin egemen üretim tarzı ve ilişkiler bütünü kapitalistleşmiştir.(3)

Bu açıdan Türkiye’nin geçmişinde, tepeden de olsa bir burjuva devriminin en azından başlamış olduğu bir gerçektir. Ama önemli olan, son derece özgün koşullar altında gelişen bu devrimin, tarihsel olarak demokratik devrimin sorunlarını tam ve gerçek anlamda çözümleyip çözümleyemediği sorunudur. İşte sürekli devrim kuramı, çağımızda bunun olanaksızlığını ortaya koyar.

Burjuva devrimi tamamlanmış mıdır?

Burjuva devrimlerinin başlıca iki sorunu, toprak devrimi ile ulusal bağımsızlıktır. Cumhuriyet rejimiyle birlikte, özellikle 1950’lerdeki makineleşmenin etkisiyle tarımdaki kapitalizm öncesi ilişkiler kapitalizme uygun bir karakter kazanmıştır. Ama bu durum Türkiye’nin doğusu için geçerli değildir. Bu bölgelerde kapitalizm öncesi ilişkiler, özellikle toprak ağalığı temelinde günümüzde de sürmektedir. Daha da önemlisi bu olgu, bölgeye özgü ulusal sorunla iç içe geçmiş durumdadır. Bu nedenle Ortadoğudaki çelişkiler yumağı, Türkiye sosyalizminin önüne, bir toprak sorunundan önce bir ulusal sorun biçiminde çıkmakta ve bu yumağın çözümü bir başka devrimci gelişmeye gereksinim göstermektedir. Ama batı ve orta Anadolu’da büyük toprak sahipliği, kapitalist büyük tarım işletmeciliğine dönüşmüş (özellikle Ege ve Çukurova bölgeleri), öte yandan tarımın büyük bölümüne küçük aile işletmeleri egemen olmuştur.

Ne var ki tarımdaki bu kapitalist gelişme burjuva devriminin organik bütünlüğü içinde gerçekleşmemiş ve bir dizi yeni sorunun doğmasına yol açmıştır. Büyük toprak sahiplerinin makineleşmeyle birlikte çiftliklerini ücretli emek istihdam eden kapitalist tarım işletmelerine dönüştürmeleri ve giderek büyütmeleri, bu bölgelerde hızlı bir topraksızlaşma sürecine neden olmuştur. Ama topraksız kalan köylülerin hepsi tarım proleteri durumuna gelmemiş ve kentlere göç başlamıştır. Öte yandan sanayinin cılız yapısı bu göçü soğuramamış ve ortaya devasa bir işsizler ordusu ile lumpen proleterler kitlesi çıkmıştır. Bu sürece, büyüme olanağından yoksun küçük aile işletmelerindeki nüfus artışı da katkıda bulunmuştur.

Tarımdaki bu kapitalist gelişme ve kırın kapitalist iç pazarla bütünleşmesi, burjuva demokratik karakterli bir toprak sorununu Türkiye’nin gündeminden düşürmüştür. Ne var ki, yukarıda da söylendiği gibi bu gelişimin özgün niteliği ve bunun yanı sıra Türkiye tarımının emperyalist dünya pazarına bağımlılığı, burjuva demokratik dönüşümün çözümleyemeyeceği birdizi sorun yaratmıştır. Belirli ürünlerde uzmanlaşma zorunluluğu, kronik verimsizlik, elde edilen gelirin ancak geçimlik düzeyde kalması, küçük işletmelerin büyüme olanağından yoksun olması, işsizlik, vb. sorunlar klasik burjuva demokratik yapının ötesinde çözümlere gerek duymaktadır. Büyük işletmelerin parçalanarak topraksız köylülere dağıtılması evresi geride kalmıştır. Kapitalizm öncesi üretim ilişkileri çerçevesinde devrimci bir nitelik taşıyan bu tür bir talep, bugün için geriye yönelik bir çözüm önerisinden başka bir şey değildir. Şimdi gündemde olan, büyük toprakların, başta tarım işçileri olmak üzere kır emekçilerinin doğrudan denetiminde sosyalist işletmeler durumuna dönüştürülmesidir. Öte yandan son derece yaygın olan küçük işletmelerin acil talepleri uygun taban fiyatları, ucuz tarım girdileri ve devlet kredileri çevresinde dönmektedir. Ama bundan daha önemlisi, bu işletmelerin kollektif çiftlikler biçiminde birleştirilerek rasyonel ve çağdaş işletmeler durumuna getirilmesidir. Ve nihayet, tarımdaki gelişmelere bağlı olarak, sanayinin tarımdaki makineleşmeyi destekleyecek ve kentlere göç eden kitleleri istihdam edecek biçimde, planlı olarak yönlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır.

Burjuva devriminin tamamlanmamışlığı nedeniyle ortaya çıkan bu sorunları, büyük toprak sahiplerinin de yer aldığı egemen sınıflar koalisyonu çözümleyemez. Burjuva devriminin sorunlarının tam ve gerçek anlamdaki çözümü sosyalist bir inşa altında olanaklı durumdadır. Bu anlamda burjuva devrimi ile sosyalist devrim iç içe geçmiş durumdadır. Bu gerçek göz önünde tutulduğunda, tarihsel aşamaların atlanmaması yargısıyla burjuva demokrasisine özgü iktidar formüllerinin ortaya atılması, burjuva devriminin çözümleyemediği sorunların çözümünü yine burjuvaziden beklemekten başka bir anlam taşımaz. Ya da “köylülüğün ihmal edilmemesi” ilkesiyle, kır küçük burjuvazisinin desteklediği burjuva partileriyle koalisyonların aranması ve buna yönelik “özel rejim türleri”nin yaratılması, sosyalizmi uzak bir geleceğe iterek işçi sınıfını burjuvaziye bağlamaktan başka bir kapıya çıkmaz. Temel olan, yoksul köylülüğü, tarım ve kent proletaryasının programına kazanmak, onların desteğini elde etmektir. Eğer bir ittifak söz konusu olacaksa, bu ancak işçi sınıfı ile doğunun özgül ulusal sorunu arasında gerçekleşmek durumundadır.

Burjuva devriminin diğer bir tarihsel sorunu olan ulusal bağımsızlık konusuna gelince, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sömürge devlet olduğunu söylemek olanaksızdır. Türk ulusunun birliği sağlanmış ve ulusal bir devlet inşa edilmiştir. Ama bu, Türk devletinin emperyalizmden siyasi ve askeri açıdan bağımsız olduğu anlamına gelmez. Kapitalist dünyada yer aldıkça, azgelişmiş ülkelerin bu tür bir bağımsızlık elde etmelerinin olanağı yoktur.(4) Kapitalizm bir dünya sistemi durumuna dönüştükçe, azgelişmiş ülke burjuvazilerinin emperyalist sistemle bütünleşmeleri daha da büyük bir zorunluluk olmaktadır. Türk burjuvazisinin de, emperyalizmden siyasi ve askeri bağımsızlığa gereksinimi yoktur. Bu anlamda, bir ulusal devletin kurulmasına yol açan Türk burjuva devrimi, çağın özellikleri nedeniyle tamamlanmadan kalmış ve biçimsel bir bağımsızlık aşamasında durmuştur. Bu sorunun gerçek çözüme ulaştırılabilmesi görevi, burjuvazi ile kader birliği yapan Türk burjuvazisinin değil, emperyalist ittifaktan hiç bir çıkarı olmayan işçi sınıfının omuzlarında durmaktadır. Bu anlamda da burjuva devriminin görevlerinin kaderi sosyalizme bağlanmıştır.

Demokrasi ve sosyalizm

Türk burjuva devriminin bir başka özelliği daha sürekli devrim kuramının çerçevesi içinde kavranabilir ancak. Bu da, bu devrimin klasik anlamda bir demokratik devrim olmadığıdır. Devrime önderlik eden burjuvazi, devrimin sınıfsal temelini halk kitleleri ile bir ittifak üstüne oturtmamıştır. Tam tersine yukardan aşağı doğru gerçekleştirilen bu devrim, bir egemen sınıflar koalisyonu zeminine oturmuş ve bir toplumsal dönüşümler zinciri biçiminde gerçekleşmiştir.

Türkiye’de demokratik hakların, kitlelerin bağımsız mücadeleleri sonucunda mı elde edildiği, yoksa burjuvazi tarafından mı bahşedildiği sorunu en çok tartışılan konulardan biri. Ama bu haliyle bu tartışmadan bir sonuç elde edilemez, şurası açık ki, kesintilerle de olsa Türk burjuvazisi Türkiye’de bir burjuva parlamenter rejimi kurmuştur. Bu gerçek kendisini en özgün biçimiyle hukuk sisteminde açığa vurmaktadır. Ne var ki, bu sistemi belirleyen halk kitleleri değil, egemen sınıflar bloğu olmuştur. Bu nedenle de rejimi çevreleyen demokratik haklar sistemi, her zaman sınırlı, dar ve egemen sınıfların çıkarlarını gözetir bir yapıda belirlenmiştir. Bu açıdan örneğin parlamentonun, hakim sınıflar ile çalışan yığılar arasındaki bir dengenin değil, hakim sınıfların kendi aralarındaki uzlaşmanın bir zemini olduğunu söyleyebiliriz. Çalışan yığınları doğrudan ilgilendiren demokratik haklar ise, çoğunlukla onların bağımsız bir seferberliğini önlemek amacıyla gündeme getirilmiştir.

Burjuva dönüşümün, kitlelerin seferberliği üstüne kurulu bir demokratik devrim biçiminde gerçekleşmemiş olması, bu nedenlerle Türk demokrasisinin son derece köksüz ve kaygan olmasına yol açmıştır. Bu ise, siyasi rejimin temelinde yatan bunalım ögesini açıklar. Burjuva demokrasisi hakim sınıflar ittifakının bir sonucu olma özelliğini korudukça, siyasal üstyapıda ortaya çıkan değişimlerin, yeni ittifak arayışlarının, bu demokrasiyi her seferinde bunalıma sürükleyeceği ve yeni darbeleri gündeme getireceği açıktır. Bu bakımdan demokrasi sorununun çözümü, hakim sınıflar bloğunun siyasal iktidardan uzaklaştırılmasını zorunlu kılmaktadır.

Öte yandan, belki bunlardan daha da önemlisi, dünya çapındaki sermaye birikimi çerçevesinde Türk burjuvazisi son derece güçsüz bir sermayeyi temsil etmektedir. Kısaca, Türk burjuvazisi demokrasiyi finanse edecek olanaklara sahip değildir. Bu nedenle de Türkiye’de kitlelerin yaşamını doğrudan ilgilendiren demokratik talepler, son derece patlamalı gelişmelere yol açmaktadır. Demokratik devrimin gerçekleştirilmesi emekçi yığınların görevi durumuna geldikçe denge unsurları da içeren burjuva demokrasisinin zemini ortadan kalkmakta, demokrasi sosyalizmin bir sorunu haline dönüşmekte.

Bugün Türkiye’de burjuva demokrasisi ile demokratik haklar ilişkisi çelişik bir karakter kazanmıştır. Gerçek demokratik hakların kalıcı olma özelliği, ancak burjuva çerçevenin dışında sağlanabilir, bu nedenle de demokrasi sorunu doğrudan sosyalizme bağlanmıştır.

Türkiye’de sosyalizm olanaklı mı?

Bu sorunun iki bölümü var. Birincisi, sosyalist inşanın öncüsü olarak iktidara gelebilecek bir işçi sınıfının bulunup bulunmadığı; ikincisi, bir iktisadi ve toplumsal sistem olarak sosyalizmin kurulup kurulamayacağı. Birinci sorunun yanıtı, nesnel koşullar açısından hiç şüphesiz “evet”tir. Türkiye’de, emperyalizme bağımlı da olsa bir sanayi kurulmuştur (belki de Ortadoğu’nun en güçlüsü) ve sanayileşme süreci işlemektedir. Bu sanayide yaklaşık 3 milyonluk bir proleterler ordusu çalışmaktadır Buna öteki sektörlerde çalışan ücretliler ile tarım proleterleri de eklendiğinde, ortaya nicel olarak güçlü bir işçi sınıfı çıkmaktadır. Önemli bölümü kentlerde ve sanayi merkezlerinde toplanmış olan bu işçilerin, aileleri ile birlikte düşünüldüğünde nüfus içinde önemli bir yer tuttuğu kuşkuya yer vermeyecek kertede açıktır.

Öte yandan Türkiye’nin, nüfusunun yarısına yakın bir bölümü köylerde yaşayan küçük burjuva ağırlıklı bir ülke olduğu göz önüne alınırsa, proletaryanın gene de toplumun bir azınlığını oluşturduğu ortaya çıkar. Bu nedenle de işçi sınıfının iktidarı, ancak bu kesimlerin çıkarı sosyalizmde olan bölümlerinin desteğiyle gerçekleşebilir. Bunların içinde en önemlisi ise, doğuda yaşayan yoksul ve topraksız köylülerdir. Ama eğer demokratik sorunlar (ulusal sorun ve toprak sorunu) sosyalizm ile iç içe geçmiş durumdaysa ve demokratik devrimin gerçek ve tam anlamıyla tamamlanması ancak sosyalizmle olanaklıysa, işçi sınıfının geliştireceği ittifaklar sistemi yalnızca bir sosyalist iktidar perspektifi altında düşünülebilir. Bu da işçilerin ve köylülerin demokratik iktidarını değil, ulusal mücadele tarafından desteklenen işçi sınıfı iktidarını zorunlu kılar. Sürekli devrim kuramının toplum ve siyaset bilimine en önemli katkılarından biri budur.

Sosyalizmin bir iktisadi ve toplumsal sistem olarak Türkiye’de kurulup kurulamayacağı sorusuna gelince, bu girişim ulusal çerçevede kaldığı sürece, tek başına sosyalizme ulaşamaz. Sosyalizm, sınıf ayrılıklarının ve çelişkilerinin, bu ayrılıklar ve çelişkiler temelinde yükselen siyasal ve ve toplumsal kurumların sönümlenmiş olduğu bir sistemdir. Öte yandan kapitalizm bir dünya sistemi durumuna dönüşmüş ve üretici güçler uluslararası bir özellik kazanmıştır. Bu nedenle emperyalist kapitalizm dünya çapında var oldukça, işçi sınıfının uluslararası birliği kurulmadan ve dünya kaynaklarının yine dünya ölçeğinde planlı kullanımına geçilmeden, tek bir ülkenin sınırları içinde, hele Türkiye gibi bir geri ülkede sosyalizmin inşasının tamamlanmasının olanağı yoktur. Sosyalizmin inşasının tek ülkede tamamlanabileceğini savunmak, 19. yüzyılın ütopik sosyalizmine, çağdaş revizyonizmin giysisini giydirmekten başka bir anlam taşımaz.

Türkiye’de işbaşına gelecek bir sosyalist iktidarın temel görevi, hızlı bir sanayileşme ve kollektifleştirme süreci başlatarak sosyalizme geçişin ekonomik temellerini atmak ve kendisini ülke içi gericiliğe ve emperyalist saldırılara karşı korumak olacaktır. Ama bu iktidar, Ortadoğulu ve Doğu Avrupalı emekçilerden, emperyalist ülkelerin işçi sınıfından, daha da önemlisi bölgedeki ulusal kurtuluş mücadelelerinden son tahlilde, başka ülkelerde kurulacak sosyalist iktidarlardan destek bulmadıkça, her an yıkım tehlikesiyle karşı karşıya olacaktır. Bu yıkım çok çeşitli biçimler altında gerçekleşebilir. Sosyalist iktidar, emperyalizmin kuklası bir bölge devletin saldırısına ya da açık emperyalist işgale uğrayabilir, rejim içerden çürüyerek bürokratik bir diktatörlüğe dönüşebilir ya da ekonomik ablukayla içerden yıkılmaya çalışılabilir. Bütün bunlar sosyalist inşa sürecini kesintiye uğratmaya, çürütmeye, tersine çevirmeye ve nihayet yok etmeye yönelik girişimler olacaktır. Günümüzde bürokratik işçi devletlerinin gelmiş oldukları nokta bunun kanıtıdır.

Bu nedenlerle içerde sosyalizme geçişin temellerini atmaya girişecek olan sosyalist iktidar, bir yandan da başta kendi bölgesinde olmak üzere, dünya ölçeğindeki sosyalist mücadelenin bir parçası olmak zorunda kalacaktır. Sürekli devrim kuramının enternasyonalizme ilişkin yönü bu olguyu vurgular

Önderlik sorunu

Sürekli devrim kuramı, herhangi bir ülkedeki devrimin ve devrimci dinamiklerin nesnel temellerini tanımlar. Öte yandan işçi sınıfının iktidar olup olamayacağı, doğrudan sınıf mücadelesine ve işçi sınıfının bu mücadele içindeki bilinçli eylemine bağlıdır. Sosyalist bir iktidarın önkoşulu, işçi sınıfının (en azından önemli bir çoğunluğunun) böyle bir iktidarın zorunluluğuna inanması ve bunun için gerekli siyasal araca, yani önderliğe sahip olmasıdır.

Türkiye işçi sınıfı oldukça gençtir. Öte yandan kapitalizmin dünya çapındaki tarihi açısından bakıldığında, epeyce kısa sayılabilecek bu geçmişi içinde, kitlesel anlamda bir deneyimi bulunmamaktadır. Ekonomik mücadelenin sınırlarının ötesine taşma eğilimi gösteren birkaç girişimi de (1969 Kozlu, 15-16 Haziran 1970 İstanbul) sendikal çerçevenin dışına fazlaca taşamamış ve kısa sürede bastırılmıştır. Türkiye proletaryasının siyasal eylemi bugüne değin esas olarak burjuva partilerinin, parlamenter demokratik işleyiş temelinde desteklenmesi biçiminde gerçekleşmiştir.

Bunun tek istisnası Türkiye İşçi Partisi deneyi olmuştur. Ağırlıklı olarak sendikacıların girişimiyle kurulan TİP, işçi sınıfının kitlesel siyasal örgütlenmesi doğrultusunda çok önemli bir adımı temsil etmiş ama önderliğinin reformist niteliği ve sosyalizmi bir demokrasi sorunu durumuna indirgemesi nedeniyle bağımsız bir sınıf atılımını gerçekleştirememiştir. İşçi sınıfının bağımsız siyasal eylemi ve siyasal örgütü anlayışı yaygınlık kazanamadan, bu anlayışın somut pratiği yaşanamadan, sağdan ve soldan küçük burjuva halkçılığıyla sarılan TİP kısa sürede bir aydınlar kulübüne dönüşmüştür.

Ama Türkiye işçi sınıfı bir örgütlenme ve mücadele deneyiminden tümüyle yoksun da değildir. Bugün sendikalarda örgütlenmiş işçi sayısı yaklaşık 2 milyon kadardır. Üstelik bu sendikal mücadele pratiği, 1970’li yıllarda DİSK deneyiyle önemli bir militanlık kazanmıştır. Grev, işgal, iş yavaşlatma, destek grevi, hatta genel grev gibi mücadele türleri işçi sınıfının kollektif deneyiminin ögeleri durumuna gelmiştir. İşçi sınıfı mücadelesi özellikle 1970’lerin sonlarında, sendikal sınırlara gelmiş dayanmış, ama sendika bürokrasilerinin reformist etkisiyle orada dondurulmuş, daha üst düzeyde mücadele biçimlerine dönüşememiş, alternatif örgütlenmeler yaratılamamıştır.

Bunlar göz önünde tutulduğunda, Türkiye işçi sınıfının ilk sorunu, bağımsız bir sınıf önderliğinin geliştirilmesi biçiminde ortaya çıkmaktadır. Sınıf bilinci ile tarihsel görevler arasında var olan ayrımın aşılması ancak bu tür bir sosyalist önderliğin etkisiyle olanaklı duruma gelecektir. Sınıf mücadelesinin siyasal içerik kazanması; bu içeriğe özgü özörgütlenmelerin yaratılması; bu deneyimlerin işçi sınıfının kollektif bilincinde saklanması; ve nihayet bu kollektif deneyimler ile işçi sınıfı iktidarının zorunluluğu bilincinin kaynaşması, öteki sınıflardan bağımsız bir sosyalist önderliğin dolayımı olmadan olanaksızdır.

Buradan sürekli devrim kuramına geri dönecek olursak, Türkiye için şu söylenebilir: Sosyalist bir iktidar için tüm nesnel koşullar vardır; bundan sonrası işçi sınıfına ve onun geliştirmek durumunda olduğu sosyalist önderliğine bağlıdır.

***

Dipnotlar:

1.) Sürekli devrim anlayışının Karl Marx’a kadar uzanan kökenlerine ilişkin Türkçe’de kapsamlı bir yayın yoktur. Bu konu, Sınıf Bilinci‘nin ilerdeki sayılarında ele alınacaktır.

2.) Lev Troçki, Sürekli Devrim, Köz Yayınlan, İstanbul, 1976,s.192

3.) Bu tespitlerin ayrıntılı bir anlatımı için, Sungur Savran’ın Onbirinci Tez kitap dizisinin 1. sayısındaki (Kasım 1985), “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu” başlıklı makalesine başvurulabilir.

4.) Hindistan gibi son derece özgün koşullara sahip bazı ülkeler bu kuralın istisnaları olarak görülebilir. Ama bu ülkelerin de, bir dünya bunalımı sırasında emperyalizmden yana tavır alacakları da açıktır.

Haziran 1988