İşçi Cephesi, Şubat 1980 programı

Aşağıda okuyucularımızla, Türkiye’de bugün İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in Türkiye seksiyonu İşçi Demokrasisi Partisi tarafından temsil edilen Troçkist-Morenist akımın kuruluş belgesini paylaşıyoruz. Troçkist-Morenist akım kendi kuruluşunu, 1980’nin Şubat ayında İşçi Cephesi gazetesini çıkarmaya başlayarak ilan etmişti. Aşağıda paylaştığımız program, İşçi Cephesi‘nin bu ilk sayısında yayımlandı. Şubat ayında yayımlanan bu program, 7 ay sonra, 12 Eylül 1980’de gerçekleşecek olan darbeyi öngörerek, yaklaşmakta olan bu karşıdevrimci girişime karşı Türk ve Kürt işçi sınıflarına bir Birleşik İşçi Cephesi taktiği ile Genel Grev öneriyordu. İşçi Cephesi programı, Türkiye solunu bölmüş olan demokratik devrim-sosyalist devrim şeklindeki sahte ve politik olarak hatalı ayrım karşısında, ilk defa bir sürekli devrim stratejisi ortaya koyarak, Türkiye devriminin demokratik görevlerinin, ancak sosyalist önlemler alınarak hayata geçirilebileceğini savunuyordu. Yine bu program, Türkiye solu içinde Kürdistan sorununun devrimci Marksist bir metotla ilk defa sistematik ve bütünlüklü bir şekilde ele alınmasını ifade ediyordu. Sosyalist bir Kürt aydını olan Recep Maraşlı bu konuda şöyle der:

“Rızgari, Özgürlük Yolu, DDKD, Kawa gibi dönemin belli başlı siyasi yapıları ‘Kürdistan’ın dört parçaya bölünmüş sömürge bir ülke’ olduğu tespitini yapıyorlardı. ‘Türk solu’ ise bu teze ‘sömürgenin sömürgesi olmaz, Türkiye’nin kendisi de bir sömürgedir’; ‘Türkiye de Kürdistan da emperyalizmin ortak sömürgesidir’ veya ‘sömürgecilik tezi ayrılıkçı Kürt burjuvazisinin tezidir’ gibi değişik gerekçelerle karşı çıkmaktaydılar.

Giderek Türk solu içerisinde de Kurtuluş, İşçi Cephesi gibi sömürge tezini kabul eden gruplar çıkmaya başladı. Devrimci-Yol, TKP, Aydınlık, Halkın Kurtuluşu gibi gruplar ise bu teze şiddetle karşı çıkıyorlardı.” (Recep Maraşlı, bkz. Dr. Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu / Bildiriler – Sunum Özetleri, Köksüz Yayınları, Birinci Basım, Ocak 2013, syf. 211)

İşçi Cephesi de, diğer birçok sosyalist yayın ve parti gibi, 12 Eylül darbesiyle kapatılacak ve önderliği de tutuklanacaktı. “Geleneğimiz (Ulusal Dokümanlar)” başlıklı dosyamız kapsamında, tarihimizin bu dönemine ve politikalarımıza ışık tutacak olan başka belgeler ile metinleri, önümüzdeki günlerde yayımlamayı sürdüreceğiz.

***

Burjuvazinin yeni saldırı planına karşı proletaryanın cevabı Genel Grev olmalıdır

Ordu komutanlarının yayınladıkları muhtıra ile işçi ve emekçi yığınlar üzerindeki kapitalist saldırı yeni bir boyut kazandı. Burjuva ordusunun generalleri, toplumsal bunalımın bir an önce yasal partiler tarafından bastırılmasını istemekte; aksi takdirde iktidara bizzat el koyabileceği tehditini savurmakta.

Generallerin bu telaşlarının temelinde iki neden yatmakta: Dünya dengesindeki hızlı altüst oluşlar karşısında emperyalist ittifaka bağlı Türk Ordusu’nun üstlenmesi gereken yeni görevler ve orduların, toplumsal çatışmalardan hiç de yalıtık olmadığı gerçeği.

Dünya kapitalist sisteminin gittikçe şiddetlenen bunalımı emperyalist ülkeleri yeni kaynaklara el atma ve dünyada yeni sıcak bölgeler yaratma girişimlerine sürüklüyor. Bu bölgelerin başında ise, gerek petrol yataklarının zenginliği, gerekse de bölge halklarının günbegün yükselen antiemperyalist mücadelesinin kapitalist dünya için getirdiği tehlikeler açısından, Ortadoğu geliyor. Buna karşılık Sovyet bürokrasisi de, kendi “büyük devlet” çıkarlarını korumak ve emperyalist ülkelerin bozdukları dünya dengesini, kendi lehine yeniden inşa edebilmek amacıyla bölgede işgallere girişiyor (Afganistan).

Başta Amerika olmak üzere, emperyalist ülkelerin Ortadoğu’daki bu yeni taktikleri, emperyalist ittifaka dahil bölge ülkelerin (Türkiye, Pakistan, İsrail, Mısır) ordularına önemli görevler yüklüyor. Özünde bir iç savaş ordusu olan Türk Ordusu’nun hızla bu yeni taktiğe kendini uydurması ve emperyalist saldırganlığın temel dayanaklarından biri haline gelmesi gerekmektedir. Komutanların “ordunun asli görevine dönmesinden” kastettikleri budur.

Bunun yanısıra, dünyanın en güçlü ordularından biri olan Şahlık ordusunun, İran emekçi yığınlarının ayaklanışı karşısında nasıl disiplinini kaybettiği, asker üniforması içindeki İran işçi ve köylülerinin nasıl mücadele eden halkın safına geçmiş olduğu belleklerde daha çok tazedir. Türk Ordusu da bu tarihsel mekanizmanın dışında kalamaz. Bu açıdan komutanlar sınıf mücadelesinin, rejimin temel direklerinden birisi olan kışlalara yayılmadan bastırılmasını acilen talep etmekte.

AP hükümetinin programı, bütün yanlarıyla burjuva saldırısının esaslarını içeriyor. Kapitalist ekonomik bunalımı aşabilmek için burjuvazinin topluma dayattığı çözüm, ücretlerin dondurulması, emekçilerin yaşam düzeylerinin düşürülmesi ve sömürünün yoğunlaştırılmasıdır Onun bu yolunda işçi hareketinin bugünkü düzeyi bile engel oluşturmaktadır. İş Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunları. İşte anti-demokratik değişiklik tasarılarının hedefi de bu engeli kırmaktır.

Bu ekonomik saldırı, aynı zamanda mevcut ve gelecekteki daha şiddetli bir direnişi ezebilmek için politik saldırıyla da tamamlanmakta. Dernekler Kanunu, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri kanunlarındaki değişiklikler, ceza maddlerine getirilen yeni ağır hükümler kitle muhalefetini yok etmeye yöneliktir. DGM ve Olağanüstü Haller yasaları, burjuva diktatörlüğünün kurumlarını sağlamlaştırmayı, güçlü bir POLİS DEVLETİ’nin inşasını hedeflemektedir.

Aslında bu kanun değişikliklerinin ve yeni tasarıların çoğu CHP hükümeti döneminde hazırlanmıştı. Bu çok doğaldır. Zira ekonomik—toplumsal bunalımın şiddeti, düzenin sınırları içinde sınıflar arası geçici uzlaşma zeminlerini yok ettikçe, burjuva reformizmi yerini gerici hükümet biçimlerine bırakır. Bu süreç içinde demokratik mekanizma etkinliğini kaybeder, baskı yöntemleri gündeme getirilir. Artık burjuvazinin kendisi demokratik düzeni kırmayı zorunlu görür. CHP reformizminin hızlı iflası da, burjuva rejimlerinin sağa kayışının başlangıcını oluşturmuştur.

Burjuvazi toplumsal bunalımı bastırmanın en ucuz formülünü bulmaya çalışmaktadır. Bu şimdilerde, ordunun da talep ettiği gibi, bir CHP—AP koalisyonu şeklinde somutlanmaktadır. Bunun “demokrasinin” son formülü olduğunu anlayan Ecevit, AP hükümetine bu yolda açık bono sunmuştur. Ya elbirliği ile bir POLİS DEVLETİ inşaa edilir, ya da ASKERİ DİKTATÖRLÜK kaçınılmaz olacaktır.

Ama polis—asker mekanizması, sınıf mücadelesinin sert darbeleri karşısında her zaman çözülme eğilimleri gösterir. Bu nedenden ötürüdür ki, finans-kapital faşist alternatifi de hızla geliştirmektedir. Faşizm, bir yandan devlet kademelerinde yuvalanırken, ordu ile flört ederken, diğer yandan da kendi sivil çetelerini örgütlemekte ve silahlandırmaktadır. Polis—asker diktatörlüğü sınıf mücadelesinin devlet kurumları aracılığıyla bastırılmasıysa, faşizm de işçi sınıfının, şovenist ve antikomünist demagojiler etrafında ayaklandırılan küçük burjuva ve lümpen yığınların saldırıları ile parçalanması, örgütlerinin imha edilmesi ve politik özgürlüklerin boğulmasıdır. MHP, sistemli katliamları ve faşist demagojileri ile yarattığı kargaşa ortamında tüm nefretleri işçiler ve emekçiler üzerinde yoğunlaştırmaya, “kanun ve nizamın” bu yığınların yok edilmesiyle kurulacağı yargısını yaygınlaştırmaya çalışmakta ve “sıranın kendisine gelmesi” için mücadele etmektedir.

Burjuva saldırısı ve gerici rejimler dizisi, işçi ve emekçi yığınların savunmalarının düzenlenmesini acil bir görev olarak ortaya çıkarmaktadır. Azgınlaşan gericilik, yaygınlaşan faşist terör, bunların işlettiği iç savaş dinamikleri ile doğan BARBARLIK tehlikesi, ancak SOSYALİZM alternatifinin inşaasıyla önlenebilecektir.

Bu noktada işçi sınıfının savunmasının düzenlenmesi ve Devrimci Eylem Programı’nın hayata geçirilmesi mücadelesi, gelişen siyasi olaylar içinde belirli taktiklerle somutlanmalıdır. Sınıf seferberliğini gerçekleştirecek olan bu taktik ise bugün bir GENEL GREV biçiminde ortaya çıkmaktadır. Kapitalist saldırıyı püskürtmenin, sınıfın mücadele birliğini sağlayabilmenin ve her türden gerici, Bonapartist ve faşist rejim tehditlerine karşı koyabilmenin yolu mevcut koşullarda Genel Grev’den geçmektedir.

Ancak, birincisi, böylesine bir Genel Grev, bugün ülkedeki hiçbir siyasi parti ve/veya akımın çağrısı ile gerçekleşemez. Bu açıdan bu seferberliğin işçi sınıfının kitle örgütleri olan sendikalar ve başta DİSK tarafından düzenlenmesi gerekmektedir. Ama düzenin tehditleri karşısında koltuklarının ve bedenlerinin telaşı içinde kıvranan bürokratlar, mücadelenin önünde hantal bir engel oluşturmaktadır. Bu yüzden öncü—devrimci işçilerin bu engelleri aşmaları, sendikalarını seferber etmeleri, yöneticilerini zorlamaları zorunludur.

İkincisi, bir genel grev sınıfın tümünü kapsamalıdır. Dolayısıyla, grev harekatı, DGM direnişinde olduğu gibi DİSK üyeleriyle sınırlı kalmamalı, Türk-İş’e bağlı ve bağımsız sendika üyelerini olduğu kadar, sendikasız işçileri de içine çekmelidir. Ama böylesine bir birlik, yöneticilerin birbirlerine yolladıkları davetiyelerle değil, bizzat tüm temsilcilerin fabrika fabrika sınıf kardeşlerini mücadeleye çekmeleriyle gerçekleşebilir.

Üçüncüsü, Genel Grev, mevcut sendika yönetimlerinden daha yaygın, sendikasız iş yerlerini de denetimi altına alan ve kitlelere dayanan geniş bir önderlik kadrosu gerektirir. Bu önderlik ise, FABRİKA KOMİTELERİ biçiminde somutlanabilir. Fabrika Komiteleri, bölge, şehir ve ülke düzeyinde merkezileşmeli ve tek bir EYLEM KOMİTESİ’ne bağlanmalıdır. Genel Grev seferberliğinin genel kurmayı bu Eylem Komitesi olmalıdır.

Dördüncüsü, her işçi eylemi gibi genel grevin de polis-asker-faşist saldırılarına karşı savunulması gerekir. Bu görev için Eylem Komitesine bağlı olarak her bölgede SAVUNMA KOMİTELERİ kurulmalıdır. Savunma Komitelerinin görevi, sınıfın savunmasını örgütlemek, yürütmek olduğu kadar, faşistlerin silahsızlandırılmasıdır da.

Beşincisi, sıkı örgütlenmiş, başarılı yürütülmüş bir Genel Grev ülkede her an bir devrim-öncesi durum yaratabilir. Yarın ordu-polis çözülebilir, hükümet düşebilir ve burjuvazi tam bir dağınıklığın ve iktidarsızlığın içine sürüklenebilir. Böylesine bir durumda Genel Grev hangi iktidar formülünü ileri sürecektir? İktidarı CHP’ye, onun şu veya bu kanadına teslim etmek tam bir ihanet olur. Ama toplumun kurtuluşu, işçi sınıfının burjuva devletini parçalayabilmesine ve iktidarı ele geçirebilmesine bağlıdır. Bu yüzden, böylesine bir devrim-öncesi durumdan devrimin zaferiyle çıkabilmek ancak kitleleri temsil eden İşçi Eylem Komitesinin iktidarı zaptetmesiyle mümkündür. Bu ise bir işçi CUMHURİYETİ’nin ilanı demektir.

Bütün bu görevler, kitlelere güvenmeyen, onlardan soyutlanmış kimi çevreler tarafından “aşırı” bulunabilir. Ama İşçi Cephesi olarak biz biliyoruz ki, kitlelere atfedilecek herhangi bir durgunluk, pasiflik eğilimi, aslında politik korkaların ve oportünistlerin kendi pasifizmlerine geçirdikleri bir kılıf olacaktır. İşçiler kendilerinden istenen her türlü militanlığı, cesareti, ataklığı tüm grevlerde, direnişlerde, mücadelelerde göstermişlerdir. Eksik olan ise devrimci bir iktidar programı ve bu yolda mücadele veren kararlı, devrimci bir önderliktir.

Ve böylesine bir önderlik ancak mücadele içinde ve dönemin gerektirdiği talepler aracılığıyla kitlelerle diyalog içinde gelişecektir. Sınıfımızın neyi yapıp, neyi yapamayacağı bu diyalog içinde ortaya çıkacaktır.

İşçi Cephesi

“İŞÇİ CEPHESİ” ÇIKARKEN

GİRİŞ

Türkiye bugün olağanüstü bir dönem içinde bulunuyor. Toplumların hayatı her zaman böylesine altüst oluşlarla karşılaşmaz. Kapitalizm kendi içinden refah-sükun dönemleri çıkardığı gibi, özgün çelişkileri kaçınılmaz bunalımlara da yol açar. Şimdi Türkiye kapitalizmi ekonomik-toplumsal-politik açılardan tam bir bunalımın, kaosun içinden geçiyor. Ekonominin dengesini bulamayışı, hızlı fiyat artışları, yatırımların neredeyse sıfıra inmesi, işsizliğin devasa boyutları burjuvazi, küçük burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıfsal dengelerde görülen hızlı gelgitler; parlamento içinde hiçbir burjuva partisinin “rahat” bir yönetim kurma imkanına sahip olamayışı, dengesiz hükümetlerin gelip gidişi, bir askerî diktatörlük ihtimalinin siyasi hayat üzerindeki giderek artan tehlikesi, faşist hareketin sistemli saldırılarının daha da planlı ve yoğun bir nitelik kazanışı — bunlar hep mevcut bunalımın göstergeleri.

Hiçbir toplum böylesine bir bunalıma uzun süre dayanamaz. Çeşitli sınıflar kendi çözümlerini kendi çıkarları doğrultusunda ileri sürerler ve topluma dayatırlar. Ve bugün Türkiye burjuvazisi de düzenin hızla bir “kanun ve sükun” evresine girmesi için elindeki bütün silahları kullanıyor. Kendi sömürü düzeninin devamı açısından emekçi yığınların muhalefetinin, dahası bir hareket olarak varlığının yok edilmesini gündemine getiriyor. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında, kapitalizmin “sakin” dönemlerinde görülen uzlaşma imkanı ortadan kalkmakta. Zira kapitalizmin bunalımının derinliği, böylesine bir uzlaşmayı burjuvazi için bir “lüks” haline getirmekte. Böylece “uzlaşmanın” temel mekanizması olan parlemento da etkinliğini yitirmekte, parlamenter demokrasi toplumsal “dengenin” yolu üzerinde ağır bir engele dönüşmekte.

Sınıf mücadelesinin darbeleri altında devlet mekanizması da bölünmüş ve etkinliğini epeyce yitirmiş durumda. Polisin ikiye ayrılması, memurların zıt kamplar halinde kutuplaşması, sağ ve sol akımların ordu içinde mevzilenmeye başlamaları, vs. burjuva diktatörlüğünün eski yetkinliğini azaltmış bulunuyor. Tüm burjuva partilerinin “devlet gücünün arttırılması” maddesini programlarının başına almalarının nedeni bu. Ama devletin etkinlik kaderi ülkedeki sınıf mücadelesine bağlıdır ve ondan bağımsız olasılıkların şansı azdır.

Bu durum devleti klasik anlamıyla “güçlü” kılacak bir askerî diktatörlük tehlikesinin temelini oluşturmaktadır. Emekçi yığınların hareketini süngü ve salvo zoruyla ezecek ve böylece burjuvazinin arzuladığı toplumsal “sükuneti” kuracak bir askerî diktatörlük. Böyle bir durumda parlamentonun, demokratik hakların, en basitinden ekonomik mücadelenin varlığını sürdürebilmesi, uzun süreler için olanaksızlaşacaktır.

Ama geçmiş askerî müdahalelerin deneyleri, böylesine bir rejimin ayakta kalışının, sınıf mücadelesi ile yakından ilgili olduğunu burjuvaziye ve ordu kurmayına kanıtlamıştır. Bu açıdan işçi hareketini “yukardan” ezme perspektifinin yanısıra, onu bir de sivil bir mücadele ile sokakta yok etmenin politik hareketi olan faşizm de kendisini bunalımı çözmeye aday göstermektedir. MHP, işçi hareketini ve demokrasi mücadelesini parçalamanın, ezmenin, yok etmenin yöntemi gereği, ekonomik bunalımın altında yoksullaşan ve politik çılgınlığa yönelen, küçük burjuva kitlelerin nefretini, proletarya ve sosyalizm üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmakta, sivil çeteler kurmakta, bunları silahlandırmakta ve ayaklanma taktiklerine girişmektedir.

Bütün bu bunalım ve politik gelişmeler toplumda hızlı bir iç savaş dinamiğinin işlemesine yol açmakta. Bu süreçte ya burjuvazi güçlerini toparlayacak, birleştirecek, ve öngördüğü “kanun ve nizam” düzeninin önündeki engeli, emekçi hareketini ezecektir; ya da proletarya tarihsel görevini yerine getirecek ve toplumu gerçek kurtuluşa, yani sınıfsız-sömürüsüz bir yaşantıya yöneltecek olan yolun ilk metresine sokacaktır. Bu ise, işçi sınıfının diğer emekçi yığınlarla ittifak içinde iktidar savaşına girmesiyle mümkün olabilir.

İşte böylesine bir ortamda proletaryanın içinde şimdilik küçük bir grup olarak, İşçi Cephesi olarak, gerçekleri, gördüğümüz tehlikeleri aktarma, çıkış yollarını gösterme ve uygulama mücadelesi içindeyiz. Bunalımın, emekçi yığınlar lehine aşılmasının yegane yolunun, proletaryanın aktif bir mücadele cephesi içinde birleşmesi, böylelikle toplumun tüm ezilen, sömürülen kesimlerine önderliğini koyması ve iktidara yürümesi olduğuna inanıyoruz:. Bu doğrultuda elimizden ne geliyorsa onu seferber edeceğiz.   

Ama bizi diğer sol akımlardan ayırt eden yalnızca, bu bunalım dönemindeki tahlil ve çözüm farklılıkları değildir. Bizler, dünya işçi sınıfı mücadelesine ağır darbeler indirmiş ve onu burjuvazinin ellerine teslim etmiş Stalinizmin her türden politik görüntüsü ile mücadeleyi de hedef edinmekteyiz. Stalinizm, Marksist-Leninist geleneklerden, teoriden, politikadan tam ve evrensel bir kopuşu ifade eden ideolojik ve politik bir akımdır. Bugün işçi hareketinin bir dizi önderliği Stalinist reformizmin ve revizyonizmin etkisi ve güdümü altındadır. Proleterler, bu boyunduruktan kurtulamadıkları sürece, sosyalist devrim bir hayal ya da en faciasından sonu bürokratik bir diktatörlükle biten tarihsel bir istisna olacaktır.

Türkiye proletaryasının burjuvazinin saldırılarından, BARBARLIK demek olan bir askerî diktatörlük ya da faşist mezalimden toplumu kurtarabilmesi ve bir İşçi İktidarı’na yürüyebilmesi için, burjuva ve küçük burjuva ideolojileri olduğu kadar, Stalinist engelleri de içinden söküp atmak durumundadır.

Bu nedenden ötürüdür ki, proletarya içinde mücadele veren bir akım olarak, mücadele çizgimizi belirleyen Eylem Programı’mızı sunarken bizi sınıf içindeki diğer akım ve partilerden ayırdeden bir dizi konumumuzu da kısaca açıklamak gereği görüyoruz. Tüm bunlar ileride daha geniş boyutlarıyla ve tarihsel deneyimleriyle birlikte anlatılacaktır.

Ama hemen ekleyelim ki, bizler sekter papağanlar değiliz. Mücadelenin içindeyiz ve görüşlerimizi bizzat bu mücadelenin içinde anlatacağız. Hedeflerimizin doğruluğuna inanıyoruz ama Stalinist şeflerin yaptığı gibi yukarıdan-uzaktan emirler gönderilmesine karşıyız. Burjuvazi saldırıyor, mevcut işçi örgütlerinin liderlikleri şaşkınlık içinde çırpınıyor, ya da kendilerini kurtarmak için burjuvaziyle anlaşmanın yollarını arıyor. Bu, emekçileri yıkıma götürür. Ya toplanırız, ya çökeriz. Bizim görüşlerimiz uygulanmıyor diye uzakta durmayacağız, mücadelenin içinde ve sınıfın birliği için savaşacağız. Tüm öngörülerimize rağmen, çöküntü olacaksa, birtakım sendika, parti yöneticileri nazik vücutlarını kurtarabilirler, ama biz Troçkistler olarak yarını tekrar inşa edebilmek için o çöküntünün altında kalmaya kararlıyız.

HANGİ DEVRİM?

Türkiye solunda yıllardan beri — neredeyse onyıllardan beri — “demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi?” tartışması yapılır. İdeolojik kökenleri aynı olmakla birlikte bir dizi reformist ve revizyonist akım, bu temelde ayrışmakta ve hatta demokratik devrimin çeşitli yorumları üzerinden farklılaşmalar, ayrı örgütler doğmakta. MDD, UDD, UHDD, DHD, ADHD, vs. türünden “demokratik aşama”nın türlü formülasyonları oluşturulmakta. Bu durum sol hareketi tam bir kavram kaosuna sürüklediği kadar, proleter öncüye de özünde hiçbir politik hedef kazandırmamakta ve onu devrim mücadelesinde silahsız bırakmaktadır.

Ama bu kaos yalnızca Türkiye soluna özgü bir durum değildir. Stalinizm, uluslararası komünist hareket üzerinde kurduğu bürokratik egemenlik ile, özellikle Bolşevik devriminin politik-teorik kazanımlarını parçalamış, yok etmiş ve bir kenara atılmış olan “Demokratik Aşama”yı yeniden diriltmiştir. Bugün Türkiye’de olduğu kadar tüm ülkelerde mevcut olan demokratik devrim-sosyalist devrim tartışmaları, bizzat demokratik devrim “aşaması” üzerindeki anlayışlar 1924’ten itibaren başlayan işte bu Stalinist çarpıtmanın bir ürünüdür.

Aşamalı devrim teorisi, sosyalist devrim ile demokratik devrimi birbirinden ayırmakta, sınıfsal dinamiklerini birbirinden koparmakta ve her devrim için farklı hükümet ve devlet biçimleri ileri sürmektedir. Bu “teori” basitçe Stalinizmin proletaryayı burjuvazinin — ya da onun şu veya bu kesimlerinin — ellerine teslim etme politikasıdır. Kendilerine göre sosyalist devrimin gündemde olduğu ileri kapitalist ülkelerde bile devrimin önüne, geçirilen bir “antitekel”, “antifaşist” vs. sözcüğü ile burjuvaziyle ittifak ihaneti çizgisi geliştirilmektedir. Hâlen Stalinizmin birbirine düşman resmî ağızları (Moskova – Pekin) bu teslimiyet politikalarına “ileri demokrasi”, “kapitalist olmayan yol”, “üçüncü dünyacılık” türünden kılıflar bulmaya çalışmaktadırlar.

Şurası açıktır ki, nerede proleter devrimi bir işçi devletinin inşaası İle zafere ulaşmışsa, bu ancak, Stalinist ihanet çemberini kırarak ve aşamalı devrim anlayışına rağmen olmuştur. Ülkemizde de öyle olacak.

Bu teorinin çıkmazlarını el yordamıyla da olsa sezinlemiş bulunan kimi Stalinist akımlar ise, bu Menşevik anlayışı sözde reddetme görünümü vermeye çalışmakta ve ama aynı çizgiyi, bu kez de, iki devrim arasındaki “süreyi” kısaltarak yeniden ileri sürmektedirler. Ve buna da Lenin’den aldıkları bir tanımı, “kesintisiz devrim” kavramını alet etmektedirler. Hemen söyleyelim k|, “kesintisiz” ya da ilk formüle edilmiş haliyle adı Troçki’ye ait olan “Sürekli” devrim teorisi, iki devrim arasındaki süre ile değil, devrimin ve devrimci iktidarın sınıf karakteriyle ilgilidir. Her iki devrimi, birbirinden ayrı sınıf iktidarları ve devlet biçimleri ile birbirinden ayırmanın Bolşevizmle en ufak bir bağı yoktur. 

Bugün Türkiye burjuvazisinin hiçbir devrimci niteliği bulunmamaktadır. Yerli burjuvazi emperyalizme bağımlıdır ve çıkarları dünya kapitalist sistemi ile iç ice geçmiştir. Onun bugün ülkemizde üstlenebileceği görev ancak karşıdevrimciliktir. Ancak ülkemizde tarım devrimi ve ulusal sorun ile belirlenen burjuva demokratik devrimin görevleri tümüyle yerine getirilmiş değildir. Bu aslında çağımızda, yani emperyalist çağda burjuvazilerin tüm devrimci fenerlerinin sönmüş olması ve demokratik devrimlerin görevlerini yerine getirme kapasitelerini tamamen yitirmeleriyle ilgili bir durumdur ve yalnızca Türkiye burjuvazisi için değil, demokratik devrimlerini sonuna kadar götürememiş tüm yarı sömürge ve sömürge ülkeler için geçerlidir.

Ülkemizde demokratik devrimin görevleri tümüyle yerine getirilmemiş olmasına rağmen güçlü bir sanayii proletaryası doğmuş ve gelişmiştir ve bu sınıfsal güç bu devrimin sorunlarını çözebilecek yegane öncü dimaktır. Yani emperyalizme bağımlı, yarı sömürge kapitalist bir ülke olan Türkiye’de burjuva demokratik devrimi yürütebilecek iktidar ancak proletarya diktatörlüğüdür. Dolayısıyla devrimimizin toplumsal karakteri ilk elde demokratik iken, sınıf karakteri ise sosyalist olmak zorundadır. Öte yandan demokratik devrimin görevlerinin yerine getirilmesi için proletarya diktatörlüğünün hızla sosyalist uygulamalara da geçmesi gerekecektir. Bu açıdan devrimimiz, demokratik ve sosyalist aşamların iç içeliği ile karakterize olmaktadır. Bu, Sürekli Devrim’in ilk, ve emperyalist çağda geri kalmış ülkeler açısından en önemli yönüdür.

Tekrar edelim: Ülkemizi emperyalizmden bağımsızlaştıracak, tarım devrimini yerine getirebilecek ve ulusal sorunu halledebilecek yegane güç proletarya diktatörlüğüdür, yani Sosyalist Devrim’dir. İşte demokratik devrim ile sosyalist devrim arasında bir “Çin Seddi”nin bulunmayışı, halledilmesi gereken görevlerin toplumsal içeriğinin, tarihsel-kategorik sıralaması açısından iki ayrı “aşama” oluşturan bu iki devrimin sınıf iktidarının aynı oluşundan, yani proletarya diktatörlüğü oluşundan kaynaklanmaktadır. Leninizm, demokratik devrim için formüle edilen her türlü “halk devleti”, “halk iktidarı” gibi sınıfsal içerikleri tanımlanmamış kavramları reddeder. Her devletin tek bir sınıf karakteri vardır ve bugün dünyada ya burjuvazinin, ya da proletaryanın diktatörlükleri bulunmaktadır ve bulunabilir. Demokratik devrimin gelişerek sosyalist devrime dönüşmesi aynı işçi devleti (proletarya diktatörlüğü) altında gerçekleşir.

Bütün bunlar, nüfusun halen yarıdan fazlasını oluşturan geniş köylü yığınların “ihmal” edilmesi anlamına mı geliyor? Kesinliklikle hayır. Troçki’nin dediği gibi, “proletaryanın köylülük ile ittifakı olmadan, demokratik devrimin görevlerinin çözülmesi, hatta ciddi bir biçimde ortaya konulması bile olanaksızdır.” (Sürekli Devrim, Köz Yayınları, s. 90). Ancak unutmamak gerekir ki, Marksist bir gerçek, kısaca köylülüğün bağımsız bir siyasi örgütlenmeye sahip olamayacağı olgusu, işçi-köylü ittifakına çok özel bir nitelik kazandırmaktadır. Köylülük, ya burjuvazinin, ya da proletaryanın peşinden gidecektir. Bu açıdan ülkemizde devrimin zaferi ancak proletaryanın köylü yığınları peşine takması ile mümkün olabilecektir. Peki bu işçi-köylü ittifakının somut içeriği nasıl yansıyacaktır? Bu soruyu esas itibariyle devrim mücadelesinin kendisi çözecektir ancak tarihsel deneyimler bize bu ittifakın kendisini genelinde bir İşçi-Köylü Hükümeti biçiminde somutlamakta olduğunu göstermektedir. Bu hükümet, proletaryanın devrimci partisinin ve diğer proleter partilerin de içinde yer alacakları işçi ve köylü konseyleri temeli üzerinde yükselen bir iktidardır.

Kısaca, ülkemizde sosyalist devrim gündemdedir. Devrimin zaferi ise proletaryanın köylü yığınlarla ittifakı içinde iktidarı ele geçirmesi ile mümkün olabilecektir. Devrimci iktidarın gündemindeki ilk görevler ise emperyalizmden bağımsızlığın gerçekleştirilmesi, tarım devriminin yürütülmesi ve ulusal sorunun halledilmesi olacaktır. Tüm bu görevler proletaryanın iktidarının aynı zamanda antikapitalist uygulamaları ile birlikte yürütülmek durumunda bulunacaktır. Böylece demokratik ve sosyalist çözümler içice geçerek devrimi sürekli kılacaktır.

NASIL BİR İKTİDAR?

Türkiye proletaryasının köylü yığınların desteğinde iktidarı ele geçirmesi aynı zamanda yeni bir devletin, işçi devletinin inşaasını da gündeme getirecektir.. Zira tarihsel deneyimler ve bilim “işçi sınıfının hazır bir devlet makinasını ele geçirip onu kendi hesabına kullanmakla yetinemeyeceğini” (Marks-Engels) göstermiştir. İşçi sınıfının sosyalizme geçiş için burjuva devletini parçalaması ve yerine kendi devletini koyması gerekecektir. Peki bu nasıl olacaktır?

Bu soru ve verilecek cevap bizce çok önemlidir, zira tam bu noktada Marksizm ile reformizm ve her türden aşırı sol maceracılıklar arasındaki kesin ayırım çizgisi ortaya çıkmaktadır. İşçi Cephesi olarak biz ne burjuva devletinin kurumlarının kullanılmasıyla sosyalizme varılabileceği yolundaki ham parlamentarist hayallere inanırız; ne de bir grup insanın kitlelerden kopuk bir biçimde iktidarı ele geçirmelerini devrim olarak görürüz. Devrimi kitleler yapar. O halde, kendisini kitlelerin önüne atan her akım, kitlelere devrimin yolunu net bir biçimde göstermek zorundadır.

İşçi devleti, proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin ertesi gününde yayınlayacağı bir kararname ile kurulmayacaktır. Sosyalizmin tüm kurumları gibi proleter devletinin unsurları da, mevcut kapitalizmin içinde gelişmektedir ve geliştirilmek durumundadır. Devrime proleter partisi öncülük yapmak zorundadır. Ama devrimi yapacak olan kitlelerin tümü bu partinin içinde örgütlenemezler, zira parti proletaryanın öncü kesimlerini bağrında birleştirir. O halde geniş proleter ve diğer emekçi yığınlar hangi örgütlenmeler içine gireceklerdir, güçlerini birleştireceklerdir? İşte dünya işçi hareketi ve muzaffer devrimlerin deneyimleri buna konseyler, komiteler ya da bunların en yüksek ifadelenmesi ie ÖZÖRGÜTLENMELER yanıtını vermektedir. Gelecekteki proleter devletin temellerini, ilk nüvelerini bu özörgütlenmeler oluşturacaktır.

O halde mücadelemizin her safhasında, mücadelenin türüne uygun olarak burjuva devletine rakip kitle örgütlenmelerini formüle etmemiz ve ısrarlı bir biçimde uygulamaya koymamız gerekir.

Örneğin, faşizme karşı mücadele sorunu. MHP’nin sivil çeteleri örgütlü bir biçimde kitlelerin üzerine saldırmakta, katliamlar düzenlemekte, mahalleleri basmakta. Devrimciler olarak bizler ise her türlü olanağımızı seferber ederek bu saldırılara karşı koymaya çalışıyoruz. Ama asıl sorun faşizme karşı kitlelerin seferber edilmesidir. O halde işçi ve emekçi yığınların faşizme karşı örgütlenmesi ve kitlesel mücadelenin birimlerini oluşturmak temel görevimizdir. Bu ise fabrikalarda, mahallelerde, köylerde Savunma Komiteleri oluşturmak demektir; bunları işçi-köylü milisinin nüveleri olarak geliştirmek görevi ile karşı karşıyayız. Açıktır ki, işçi milisi sivil faşist çetelere olduğu kadar burjuva devletinin resmî kurumlarına da rakip, proleter kökenli bir örgütlenmedir.

Ya da bir grevi düşünelim. Her grevin gözcüleri vardır, İşte bu grev gözcülerini bizler, işçi milisi olarak ele almak, varlığını ve görevlerini bu perspektifte geliştirmek durumundayız. Yine bu örgütlenme de, burjuva polisinin rakibidir.

Bir devrim durumunu karakterize eden burjuva devletine rakip bu tür örgütlenmelerin yaygınlaşması, merkezileşmesidir. Proleter devletinin unsurları giderek mevcut devleti tehdit edecek ve toplumda bir İKİLİ İKTİDAR durumu yaratacaktır. Ama böylesine bir ikilik uzun süremez; ya burjuvazi proletaryanın özörgütlenmelerini parçalayacak ve kendi diktatörlüğünü yeniden sağlama alacaktır, ya da proletaryanın öncülüğünde tüm devrimci kitleler burjuva devletini parçalayacak ve yerine kendi yönetim organlarını egemen kılacaktır. İşte devrimin kaderi buna bağlıdır.

Ama kitlelerin bu örgütlenmeleri yalın anlamıyla olmaz zira onların çeşitli kesimleri çeşitli partiler tarafından temsil edilmektedir, ya da öyle olabilir. Şu anda dahi işçi hareketi içinde birçok parti, birçok siyasi akım bulunmaktadır. Bu parti ve akımların bir anda ortadan kalkması ve şu anda herkes için soyut bir kavram olan “proletaryanın devrimci kitle partisi”nin tüm kitleleri peşine takıvermesi mümkün değildir. Bu mücadele içinde olacaktır. Ama bugün mücadele proletaryanın parçalanmışlığı gerçeğinden hareketle sürdürülmek durumundadır.

Bu nedenden ötürü biz Troçkistler olarak İşçi Demokrasisi ilkesi çerçevesinde tüm proleter parti ve akımlarını böylesine organlar geliştirmeye, bunların aracılığıyla sınıfın mücadele birliğini kurmaya çağırırız. Sınıfın kendisi birleşmeden, bırakın devrimin zaferini, faşizme karşı mücadelenin geliştirilebilmesi bile mümkün değildir.

Kitle özörgütlenmeleri, özünde işçi-köylü meclisleridir. Burada kitlelerin desteğine sahip her türlü akım gücü oranında temsil edilmelidir. Bu, sosyalist demokrasi anlayışımızın özünü oluşturur.

Hiçbir parti, işçi sınıfının küçük bir azınlığına dayanarak iktidarı ele geçiremez. Geçirse bile yerinde kalması mümkün değildir. Ama kitlelerin önderliği ise, kitlelerin birleştirilmesi mücadelesinden geçer. Herhangi bir parti ya da akımın, konsey türü örgütlenmeler olmadan yığınların desteğini sağlayabilmesi, bu desteği bir devrim mücadelesine dönüştürmesi ve devrimci iktidarını sürdürebilmesi olanaksızdır. Tarihin ve halen dünya üzerindeki tüm devrim mücadelelerinin öğrettiği bu gerçek, proleter partisi haline gelmeye çalışan parti ve akımların bolluğu ve proletaryanın da bir önderlikten yoksun bulunması ile karakterize olan durum Türkiye için çok daha geçerlidir.

Türkiye’de işçi sınıfının birleşik cephesi sosyalist demokrasi temeli üzerinde yükselen ve kitlelerin bağırından gelişen konsey türü örgütlenmeler aracılığı ile gerçekleşecektir. Böylesine bir sınıf cephesi, proleter demokrasisini reddeden parti ve akımların birer engel teşkil etmesi halinde, bunlara rağmen oluşmak zorunda kalacaktır.

PROGRAM SORUNU

İşçi sınıfına iktidarın yolunu gösteren bir program olmadan, devrimci bir önderlik gelişemez. Öte yandan devrimci bir önderliğin proletaryayı ve peşindeki kitleleri devrime yönlendirebilmesi için sunacağı programın, daha doğrusu bu programı oluşturan stratejik anlayışın, devrim sorunu üzerindeki anlayışı ile çok yakın bağıntısı vardır.

Emperyalist çağa kadar Marksizmin programı esas olarak “asgari” ve “azami” olarak bölünmüştü. Bu dönemde Avrupa ülkelerinde hızla bir sanayi proletaryasının gelişmesine karşılık, burjuvazinin feodaliteye ve monarşilere karşı mücadelesi tam bir çıkmaza girmiş değildi. Gerçi burjuvazinin devrimci fenerinin sönüşünün ilk belirtileri daha 1848 devrimlerine dayanır. Buna rağmen üretici güçlerde süregiden gelişme ve proletaryanın iktidarı tek başına ele geçirme ve sürdürme nesnel düzeyine erişememiş olması, demokratik devrim-sosyalist devrim ikilemini gündemde tutuyordu. Dolayısıyla da proleter hareketin programı da asgari-azami olarak ikiye bölünmüştü.. Asgari program, proleter partisinin burjuva devrimi sınırları içinde gerçekleşmesi için mücadele edeceği demokratik görevleri içerirken; azami program, iktidarın sosyalist zaptı sonrasında uygulamaya konulacak politikaları sıralıyordu.

Ama emperyalist çağla birlikte demokratik devrim-sosyalist devrim ikilemi ortadan kalktı ve gündeme tek bir program yerleşti: Proletaryanın diktatörlüğü. Bizzat demokratik devrimin görevlerini yerine getirebilmek için dahi proletaryanın, köylü kitleleri peşine takarak iktidarı ele geçirmesi gerekiyordu. Bu açıdan Marksizmin programı da asgari-azami bölünmüşlüğünden kurtuluyor ve kitleleri bugünden sosyalist devrime yönlendirecek bir eylem programı gündeme geliyordu.

1905 Rus Devrimi ile açılan bu devrimler ve savaşlar çağında, “asgari program” artık burjuvazinin yedek tekerleği haline gelmiş olan sosyal demokrasinin programı haline dönüşmüştü. 3. Enternasyonal, “kapitalizmin reformunu öngören sosyal demokratik asgari programı”, açıkça “karşıdevrimci bir aldatmaca” olarak niteliyordu. Marksistlerin bu çağdaki görevleri, kapitalizmi düzeltici talepler ileri sürmek değil, onu bizzat bilinçli bir yıkıma götürecek olan taktikler izlemek olmalıydı. Bu açıdan devrimciler ileri sürülecek bir talebin, mevcut kapitalist düzen içinde karşılanıp karşılanamayacağına bakamazlardı; tersine, işçi sınıfının en acil, en basitinden ekonomik taleplerini dahi, bizzat devrimin zorunluluğunu kitlelere anlatabilmek amacıyla formüle etmeliydiler.

İşte bu geçiş talepleri sisteminin özünü oluşturuyordu. Komünist Enternasyonalin 3. Kongresi’nde bu yöntem şöyle anlatılıyordu:

“Komünist Partilerin önem verdikleri kapitalist sanayiinin rekabet gücü, ya da yaşama yeteneği değil ama proletaryanın artık katlanamadığı ve katlanmaması gereken sefalettir. Eğer talepler geniş proleter kitlelerinin hayati ihtiyaçlarına tekabül ediyor ve eğer kitleler bu talepler karşılanmadıkça yaşamlarını sürdüremeyeceklerini hissediyorlarsa, o zaman bu talepler için mücadele bir dönüm noktası olacaktır. Reformistlerin ve merkezcilerin asgari programı yerine Komünist Enternasyonal, proletaryanın somut gereksinmeleri için, bütününde burjuvazinin gücünü kıran, proletaryayı örgütleyen ve proletarya diktatörlüğü için mücadelenin aşamalarını oluşturan, bireysel taleplerin her birinin geniş kitlelerin bir gereksinimini ifade eden bir talepler düzeni için mücadele eder; kitleler henüz bilinçli bir biçimde proletarya diktatörlüğüne taraftar olmasalar bile bu böyle yapılır.” 

Devrimci Marksizmin bu geçiş talepleri anlayışı, iktidar anlayışı ile sıkı sıkıya bağlıdır. Her talep, aynı zamanda, kurulu düzene karşı alternatif bir örgütlenmeye de yönelir. Bu noktada üretimin işçilerce denetimi talebi özel bir öneme sahiptir. Kapitalist ekonominin anarşik, başıbozuk, denetimsiz niteliği, sık sık bunalımlara yol açar. İş yerleri kapanır, işçiler işten atılır, fiyatlar alabildiğine yükselir. İşte böylesine bir dönemde üretimin işçilerce denetimi, işçi sınıfının hayati ihtiyaçları açısından kaçınılmaz bir talep haline gelir. İş yeri düzeyinde denetimi sağlamak için işçilerin kendi aralarından demokratik bir biçimde seçecekleri Fabrika Komitesi, işyerindeki kapitalist yönetime karşı oluşturulan bir ikinci yönetim, işçi yönetimi organı haline dönüşür. Fabrika kimin malıdır? Kapitalistin mi, yoksa işçilerin mi? Bir kez bu soru tüm ekonomi çapında yaygınlaştığında, tüm ülkeyi fabrika komiteleri sardığında, burjuva sistemine karşı işçi iktidarının organları da doğmuş demektir.

Ama bu durum elbette uzun sürmez. Bir toplumda iki iktidar birden uzun süreyle bu açıklıkta yaşayamaz. Ya burjuvazi işçi kitle özörgütlerini parçalayacaktır, ya da ikincileri burjuva sisteminin yerini alacaktır. Geçiş Talepleri’nin mantığı, kitleleri bu noktaya, yani sosyalist devrimin eşiğine sürüklemektir.

Bu yöntem, Marksizmin demokratik talepler uğruna mücadelesinin niteliğini de belirler. Elbette ki acil ve demokratik taleplerin kendilerine özgü dinamikleri bulunabilir. Ama bizim demokrasi mücadelemiz mutlaka devrim mücadelemizin bir parçası olmak durumundadır. Kaldı ki her demokratik hak, devrim mücadelesinin yan ürünleridir. Bugün eğer Türkiye’de demokratik ve ekonomik haklar, ağır bir tehditin altındaysa, bunun temel nedeni, proletaryayı devrim savaşına hazırlayabilen bir önderliğin bulunmayışında, mevcut reformist liderliklerin bir dizi demokratik taleple yetinerek kitlelere iktidarın zaptı gerekliliğini açıkça gösterememelerinden ötürüdür. Kısaca, faşizme karşı bir “asgari” program ileri sürmeleri ve bu doğrultuda burjuvazi ve resmi devlete yaslanmalarındandır.

Bu anlayışın ışığında İşçi Cephesi olarak hazırladığımız ve doğrultusunda mücadele ettiğimiz Eylem Programı’nı sunuyoruz. Bu programımız katı, donmuş ve değişmez değildir. Tersine, mücadelemiz içinde gelişecek ve kitlelerle diyaloğumuzu oluşturacaktır, Biz bu programı proletaryaya dayatmıyoruz. Böylesine bir dayatmacılığa da karşıyız, zira sınıfa yukardan emirler yollama görevi Stalinistler için geçerlidir. Eylem Programımız şu anda proleter öncüsü içinde küçük bir azınlık da olsak, giderek artan oranda işçilerle ve emekçilerle ilişkimizin temel aracı olacaktır. Programımız mücadelemize ışık tutacaktır ve mücadelemiz de programımızı geliştirecek, biçimlendirecektir.

Değişmeyecek olan ise yöntemimizdir. Marksist yöntemden taviz verilemez. Bu yöntem, her mücadelenin proletaryanın diktatörlüğünü hedeflemesi ile ilgilidir. Bu açıdan bu hedefi sürekli nişanlamak ve bunla ilgili özörgütlenmeleri gündeme getirmek program mücadelemizin temelini oluşturur. Bu, aynı zamanda Stalinizmin her türlü reformist aşamalı devrim anlayışlarına, Blankizmin her türlü “öncü-darbeci” çizgilerine karşı; asgari-azami program teslimiyetçiliği ile devrim lafazanlığına karşı mücadeleyi gerekli kılar.

Bugün programına proletaryanın iktidarını almayan ve kitlelere sosyalist devrimin yolunu göstermeyen her hareket, işçi sınıfının önünde bir engelden başka birşey değildir.

ENTERNASYONALİZM

Enternasyonalizm devrimci Marksizmin en temel konumlarından birisidir. Ne var ki, bu da Stalinizm tarafından hançerlenmiş ve “Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!” şiarı, Moskova ve Pekin devlet saraylarının birer bürokratik egemenlik aracına dönüşmüştür. Lenin’in ölümüyle birlikte 3. Enternasyonal’de başlayan yozlaşma, giderek bu dünya örgütünü Stalinist bürokrasinin

ulusal politikalarının dışişleri bakanlığına dönüştürmüş ve nihayet 1943 yılında bizzat Stalin tarafından, emperyalist müttefiklerine bir armağan olarak kapatılmıştır. Stalin ve onun hampalarının Komintern’i kapatma gerekçelerini ve bu döneme kadar gelişen olayları, Stalinizmin dünya komünist hareketine taşıdığı çarpıklıkları ilerde ayrıntılarıyla tüm işçilere sergileyeceğiz. Ama bu noktada şunu hemen belirtelim ki, bu gerçekler ne olursa olsun Komintern’in kapatılması dahi, revizyonizmin, Marksizm-Leninizm’i boğazlama girişiminin hangi noktaya kadar varacağını göstermektedir.

Enternasyonalizm nedir? Enternasyonalizm biz Troçkistler için basit bir slogan, diğer ülke işçilerine duygusal, kardeşçe bir yaklaşımdan ibaret değildir. Her komünist konum gibi bunun da nesnel, bilimsel temelleri vardır. Enternasyonalizm, dünya ekonomisinin, üretici güçlerin evrensel gelişiminin ve sınıf mücadelesinin tüm dünya ölçeğindeki bütünlüğünün teorik ve politik bir yansımasıdır. Kapitalizm, tüm ülke ekonomilerini ve uluslarını hiyerarşik ama birleşik bir bütün haline sokmuş ve kendisini bir dünya sistemi haline dönüştürmüştür. Kapitalist üretici güçler, bölgesel feodalizmin ve her türlü prekapitalist yapının tersine tüm dünya ölçeğinde yayılma zorunluluğu ile karşılaşmış ve de yayılmıştır. “Halklar arasındaki ulusal farklılıklar ve karşıtlıklar, burjuvazinin gelişimi, ticaret özgürlüğü, dünya pazarı, üretim biçimindeki ve buna tekabül eden yaşam koşullarındaki aynılık yüzünden, her geçen, gün giderek yok olmaktadır.” (Marks-Engels, Komünist Manifesto). Bu kelimeler 1848 yılında yazılmıştır. Emperyalist çağda kapitalizmin temelinde yatan bu eğilim dolu dizgin süregitmiş ve kapitalizmi tam bir dünya sistemi haline dönüşmüştür. 

Kapitalist üretici güçlerin dünya ölçeğindeki yayılma eğilimi ile, halen mevcut ulusal devletler ve onların sınırları, çağdaş çelişkilerin en büyüklerindendir. İşte bu çelişkidir ki proletaryayı bir dünya sosyalist sistemi yaratma görevi ile karşı karşıya bırakır. İnsanlığın ilerlemesi için gereken, üretici güçlerin uluslararası gelişiminin önüne set çeken ulusal sınırların parçalanıp atılması ve dünya sosyalist sisteminin kurulmasıdır. Bu ise proletaryanın uluslararası birliği, dünya ölçeğindeki mücadelesi ile mümkün olabilir. Bir dünya sosyalist devrim partisinin, yani bir Enternasyonalin gerekliliğini doğuran, bu nesnel gerekliliktir.

Kaldı ki, ulusal baskılar ve azgelişmiş ülkelerin emperyalist devletler tarafından sömürülmelerinin temel nedeni, sınıfların varlığıdır. Dolayısıyla, ulusal bağımsızlık ve emperyalist sömürü zincirinin kırılması, sınıf mücadelesi ve sınıfların ortadan kalkmasına bağlıdır. “Bireyin birey tarafından sömürülmesi son bulduğu oranda, bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesi de sona erecektir. Bir ulus içindeki sınıflar arasındaki karşıtlıklar yok oldukça, bir ulusun bir başka ulusa karşı düşmanlığı da sona erecektir.” (Marks-Engels, Komünist Manifesto). Bu iki cümle, bir ülkedeki sosyalist devrimle, dünya devriminin bütünlüğünü en berrak biçimiyle ortaya koymaktadır.

Demek ki, her ulusal devrim gibi bizim devrimimiz de, uluslararası devrimin bir parçasıdır. Ama bunun nesnel açıdan böyle olması yeterli değildir. Ülkemizin proletaryası bunu bilinçli bir biçimde kavramalıdır. Devrim mücadelemizi ve devrimin kendisini, proletarya en azından bölgenin kaderiyle birlikte ele almak ve stratejisini buna göre çizmek durumundadır. Zira devrimimizin kaderi, bölgedeki mücadelelerden bağımsız olarak değil, tam tersine onlarla birlikte belirlenecektir. “Proletaryanın üstünlüğü (ulusal farklılıkların ve karşıtlıkların) daha da hızlı yok olmasını sağlayacaktır. En azından önde gelen uygar ülkelerin birleşik eylemi, proletaryanın kurtuluşu için ilk koşullardan birisidir.” (Marks-Engels, Komünist Manifesto). İşte tüm dünya proleterlerinin birleşmesi, kurtuluşun, böylesine bir birleşiklik içinde olabileceği önkoşulundan kaynaklanır.

Peki bu birleşme, bu birleşik eylem nasıl olacaktır? Stalinizm enternasyonalizmi, kendi devlet politikasına dönüştürdüğünden, egemenliği altındaki partilere emir vermek biçiminde anlar ve uygular. Leninizm’de enternasyonalizm ise bir dünya sosyalist devrim partisi, yani bir Enternasyonal biçiminde somutlanır.

Stalinizm, Leninist-Bolşevik enternasyonalizmden kesin bir kopuş, küçük burjuva milliyetçiliğine tam bir sapıştır. Biz Troçkistler ise I. Enternasyonal’in, II. Enternasyonal’in 1914 yozlaşmasına kadarki döneminin ve III. Enternasyonal’in Stalinist çarpıtma öncesi ilk dört kongre döneminin savunucuları ve mirasçılarıyız. Devrimci Marksizmin tüm bu geleneği bugün 4. Enternasyonal’in bayrağı altında toplanmıştır. İşçi Cephesi olarak hedefimiz, ulusal devrimimizi, dünya sosyalist devrimine bağlayacak olan 4. Enternasyonal’in ülkemizde gelişmesi ve kendisini bir ulusal kesim halinde somutlamasıdır.

KÜRDİSTAN SORUNU

Türkiye devrimini en azından içinde bulunulan bölgedeki devrim ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle birlikte ele aldığımızda, ilk enternasyonalist dayanışmanın, Kürdistan sorunu ile birlikte gündeme geldiğini görmekteyiz.

İşçi Cephesi olarak sınıfsız bir toplumun kuruluşunu amaçlıyor ve bu doğrultuda mücadelemizi sürdürüyoruz. Şüphesiz sınıfsız bir toplumu amaçlamak, aynı zamanda ulusların da ortadan kalkmasını gerektirmektedir. Ama nasıl sınıfsız bir topluma varmanın yolu, burjuva devletinin yıkılmasından sonra geçici bir süre için, bizzat kendisini de ortadan kaldıracak olan bir işçi devletinin kurulmasını zorunlu kılıyorsa, ulusların ortadan kalkmasının yolu da her ulusun tüm ulusal-demokratik haklarını elde edip kullanabilmesinden geçer. Bu, ezen ulus milliyetçiliği ile ezilen ulus milliyetçiliği arasındaki temel farkı görmemize yardımcı olur. Yani, ezen ulus milliyetçiliği gerici, şoven, ırkçı ve saldırgan bir nitelik taşıdığı için kesinlikle mahkum edilmeli ve ona karşı yılmadan ve tavizsiz bir mücadele verilmelidir. Oysa ki, ezilen ulus milliyetçiliği gaddarca bir baskıya karşı onurlu bir isyan bayrağını ve yok edilmek istenen bir kültürün canlandırılmasını savunduğu için ilerici bir nitelik taşımakta olduğundan hoşgörüyle karşılanmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde veya ezen konumundaki ulusun işçi sınıfı Kürt ulusunun bağımsızlık mücadelesine aktif olarak destek sunmazsa, Türkiye işçi sınıfının enternasyonalizmi de soyut ve ayakları yere basmayan bir lafazanlık olarak kalmaya mahkum olacaktır. Bu, Türkiye işçi sınıfının ezilen Kürt ulusunun mücadelesi ile birleşmemesi demek olacağından bizzat kendi kurtuluşunu da sağlamaktan aciz kalması anlamına gelir. “Her ulus, kendi kaderini tayin etme hakkını elde etmelidir ve bu, işçi sınıfının da kendi kaderini de tayin etmesini kolaylaştıracaktır.” (Lenin)

Bu noktadan hareketle, Türkiye devrimci proletaryasının Kürt ulusunun bağımsızlık mücadelesine yaklaşımı ne olmalıdır? “Ulusal sorunda Bolşevizme özgü olan şey, ezilen ulusları, hatta en gerilerini [Türk devleti bugün ‘UKTH’yi’ ‘benimsediğini’ söylemekte (…) ancak FKÖ temsilciliğinin açılışındaki Türk Resmi Devlet tezi (…) Kürt ulusunun da kendi kaderini tayin hakkını bırakınız savunmayı, onun varlığını dahi inkâr etmektedir] dahi yalnız nesneler olarak değil, siyasi özneler olarak da ele almasıdır. Bolşevizm onlara kendi kaderlerini tayin etme ‘hakkını’ tanımakla ve parlamentoda bu hakkın çiğnenmesini protesto etmekle yetinmez. Bolşevizm, ezilen ulusların içine girer, onları ezenlere karşı ayaklandırır, onların mücadelesini kapitalist ülkelerin proletaryasınınkine bağlar, ezilen Çinlilere, Hindulara, veya Araplara ayaklanma sanatını öğretir ve medeni cellatlar karşısında bütün bu işin sorumluluğunu üzerine alır. İşte Bolşevizm, yani eylem halindeki devrimci Marksizm, ancak burada başlar. Bu sınırın dışında kalan herşey merkezciliktir.” (Troçki)

İşçi Cephesi, bütün ulusların işçilerinin birliğini savunur. Ama bu birliğin yolu da, her ulusun işçi sınıfının kendi ülkesinde oluşturacağı siyasi örgüt veya örgütleriyle bütün diğer uluslarla eşit bir düzeyde, tek bir ENTERNASYONAL örgütte, yani bir dünya partisinde temsil edilmesiyle sağlanmasından geçer.

(…)

Şayet Kürdistan, emperyalizmin ve ona bağlı olan gerici, ırkçı devletlerin ilhakına rağmen ve tüm inkâr ve çarpıtmalarına rağmen nesnel bir olgu ise, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun kabulü ya da reddi bir tercih sorunu değil, bizim dışımızda bir gerçekliktir. Bu açıdan, o ülkelerdeki kardeşlerimiz olan Kürt işçileri, emekçileri ve yoksul köylülerin kendi ulusal siyasi örgütlerini kurmalarını ve onlarla örgütsel olarak bir dünya partisinde bir araya gelmeyi de savunmalıyız. Nasıl ki, Amerikan, Fransız, İran, Japon, Hindistan, vs. örgütleriyle bir araya gelmeyi savunuyorsak.

Biz, burjuvaziye, onun muhtemel gerici, askerî diktatörlük biçimlerine ve faşizm tehlikesine karşı temel müttefikimiz olarak emekçi Kürt halkını görüyoruz. Ve inanıyoruz ki, emekçi Kürt halkının antifaşist mücadeleye katkısı olmadan bu mücadele kolaylıkla kazanılmayacaktır. Şüphesiz Kürt ulusunun bağımsızlığa kavuşması da, bizim Türk burjuvazisine karşı mücadelemizle daha da kolaylaşacaktır. Emperyalizm tarafından parçalanmış Kürdistan’daki kardeşlerimizin varlığı bile faşistleri tedirgin etmeye yetmektedir. Bu varlığın kendisini birleşik mücadelemizin ilk adımı sayalım ve ikinci adımı biz atalım.

Türk milliyetçiliğine karşı amansız bir mücadele yürütelim, aramızda burjuvazinin Kürt düşmanlığı politikasına kapılmışlara doğruyu kavratalım, Türkiye işçi sınıfı olarak Kürt Ulusal Hareketini açıkça ve cesurca destekleyelim.

İşte ancak bu takdirde Kürt emekçilerinin güvenini kazanabilir ve ortak düşmanımız olan Türkiye burjuvazisine ve emperyalizme tüm Orta Doğu’da ağır darbeler indirmenin fırsatlarını yakalayabiliriz. Bunun dışında önerilecek her şey aldatmacadan başka bir şey değildir.

EYLEM PROGRAMI

I. BURJUVA DEMOKRASİSİ BUNALIMDADIR

Türkiye kapitalizmi, kendi varlığını tehdit eden bir ekonomik ve politik bunalımın içinde debelenmektedir. Ekonomik hayat tam bir dengesizlik içinde gelişme hızını kaybetmiş durumda. Bu durum, üretici güçlerin gelişmesini engelleyen yapısal bunalımın varlığından kaynaklanmakta. Artık altyapı tesisleri, enerji kaynakları, ulaşım ve iletişim sistemleri, mevcut teknik ve kültürel düzey, kapitalistlerin artık-değer yaratma süreçlerinin kesintisiz büyümesine yetmiyor. Bütün bunların yenilenmesi ise büyük sermayelere gereksinim duyuyor.

Kapitalistler, gereken maddi kaynakları bağımlı oldukları emperyalist merkezlerden temin etmekte güçlük çekiyorlar. Zira dünya kapitalist sisteminin kendisi de hızla bir bunalımın içine sürüklenmekte. Ayrıca emperyalistler Türkiye’ye yapacakları “yardım” için hükümetlerin ücretlerin dondurulması, büyümenin iyiden iyiye yavaşlatılması ve tüm toplumun bir “özveri” içine sokulması yolunda politikalar izlemesini istemekte. Böylece işçi ve emekçi yığınların daha fazla sömürülmeleri, evlerindeki bir lokma ekmeğin, sırtlarındaki bir hırkanın, kapitalistlerin kasasına aktarılması gündeme getirilmektedir.

Ama emekçi kitleler zaten son iki yıl içerisinde % 159 oranında artan hayat pahalılığının, devasa boyutlara ulaşan işsizliğin, ağırlaşan yaşam koşullarının pençesi altında bulunuyorlar. Bu basit gerçeklikten de açıkça görülüyor ki, onların yetersiz de olsa sahip oldukları örgütlülük, en başında sendika ve dernekleri, partileri, kısmî ekonomik ve demokratik hakları bile burjuvazinin sömürüyü arttırma planları önündeki engelleri oluşturmaktadır. Bu nedenden ötürüdür ki, burjuvazi çok yönlü bir saldırıyı gerçekeleştirmenin çabası içindedir.

Bunu hangi burjuva güç yapacaktır? Açıktır ki, CHP hükümeti bu bunalımın altından kalkamamıştır. Tersine, “kemerleri sıkma” politikaları, ona destek veren işçi ve küçük-burjuva yığınların tepkisini topladı ve burjuvazi ile emekçi yığınlar arasında bir “uzlaşma” imkanını hepten yok etti. Bunun göstergesi, CHP’nin son seçimlerde kendi oy kitlesini seferber edemeyişi ve sağ partiler, özellikle AP karşısında gerilemesidir.

Ama AP iktidarı da tek başına burjuvazinin istediği çözümü gerçekleştiremeyecektir. Zira bu çözüm, yani ücretlerin dondurulması, sendikaların baskı altına alınması ve etkinliklerinin kırılması, demokratik kamuoyunun susturulması, parlamenter sistem dışında uygulamalar gerektirir. Ekonomik bunalımın şiddetiyle, burjuvazi ve emekçi yığınlar arasında herhangi bir uzlaşma imkanı yok oldukça, böylesine bir uzlaşmanın temel mekanizmalarından birisi olan parlamento da etkinliğini ve varlık gereğini yitirmekte; burjuvazi için bir “lüks”, proletarya için ise bir yük haline dönüşmektedir.

AP hükümetinin işçi sendikaları ve işçi haklarına karşı her saldırısı, sınıf tarafından şu veya bu biçimde cevaplandırıldıkça, kapitalist saldırının boyutları genişletilmeye çalışılacaktır. Bu, AP hükümetinin sivil yönetiminin çapını ve askerî güçlerle faşist milislerin devreye daha fazla girmelerine yol açacaktır. Böylece burjuva harekâtı burjuva demokratik sınırların dışına varacaktır.

Hele burjuvazinin kimi çevrelerinin dile getirdiği CHP-AP ittifakı talebi, parlamenter sistemin hepten işe yaramazlığının daha kısa bir sürede görülebilmesi için bir manevradan ibarettir. “Yurtsever” küçük-burjuva demokratları bunu “ulus-ülke çıkarları” adına istiyor olabilirler; ama demokrasi dışı burjuva güçler için, bir diktatörlük rejimine geçişin gerekçelerini oluşturacak bir araçtan başka birşey olmayacaktır CHP-AP koalisyonu.

Sınırlı ve kısıtlı demokratik ve ekonomik hakların varlığı bile burjuvaziye bir yük olur duruma geldikçe, bir askerî diktatörlük ve faşizm tehlikesinin çapı da büyümekte. Askerî bir darbe halinde ortaya çıkacak rejimin geçmiş 12 Mart yönetimleri gibi olacağını, hele göstermelik de olsa parlamentonun, sendikaların, diğer işçi ve demokratik örgütlerin varlığının devam edebileceğini sanmak ise, kurulabilecek hayallerin en büyüğü olacaktır.

Parlamenter düzenin temellerinin kayışının en büyük nedenlerinden birisi de şimdiye dek sisteme destek vermiş küçük-burjuva yığınların, ekonomik bunalımın sert darbeleri altında ondan kopmaya başlamalarıdır. Burjuvazinin, bu kesimlerin desteğini yeniden sağlamasının en etkin araçlarından birisi, kendisini MHP hareketi şeklinde somutlayan faşizmdir. Orta sınıfların ve lümpen proleter kesimlerin tepkilerini, işçi sınıfı ve sosyalizm üzerinde toplayan, onları sivil çeteler halinde örgütleyen ve silahlandıran faşist hareket, demagojik ajitasyonlar ile, güç gösterileri ve ayaklanma deneyimleri ile (ordu ile giriştiği flörtler ile) hızla bir iktidar alternatifi haline gelmektedir.

Bu olumsuz dinamikler, emekçi yığınların yok edilmesi demek olan BARBARLIK yönünde işlemektedir. Proletaryaya ve her şeyden çok onun öncüsüne düşen görev, toplumun önüne SOSYALİZM alternatifini koyabilmektir.

Proletaryanın toplumun tüm ezilen ve sömürülen kesimlerini kendi programı etrafında toplayamaması, onlarla ittifak içinde iktidara yürüyememesi ve sınıfsız toplumun ilk adımı olan İşçi Cumhuriyeti’ni kuramaması halinde, kapitalizmin toplumu felakete sürüklemesi engellenemez. Ama bunun için her şeyden önce proletaryanın kendi güçlerini seferber etmesi, aktif bir mücadele programı üzerinde birleştirmesi ve kapitalizmin mezar kazıcılığı tarihsel görevini omuzlaması gerekmektedir.

II. İŞÇİ HAREKETİNİN DURUMU

İşçi sınıfının bugün faşizme ve ekonomik çöküntüye karşı aktif bir savunma mücadelesi içine giremeyişinin temel nedeni, onu bu yolda örgütleyecek ve seferber edecek devrimci bir önderliğe sahip bulunmayışı olduğu kadar mevcut önderliklerin onun önünde bir engel oluşturmalarıdır. Proletaryaya atfedilecek herhangi bir “durgunluk” ya da “ilgisizlik” eğilimi, onun düzene teslimiyetçi ve uzlaşmacı önderliklerini bir anda ve kendi basma aşabileceğini sanmak, ya da aktif savunma önerilerini sınıf içinde yaygınlaştırmak için devrim-öncesi bir durumun gökten düşmesini beklemek, ancak politik korkaklığa ve pasifizm teslimiyetine geçirilebilecek iğrenç bir maskeden başka birşey olamaz.

Mevcut sendikal önderlikler ve kendilerini işçi sınıfının öncüleri olarak gören reformistlerin ana yönelişleri, faşizmin ve siyasi gericiliğin azgınlaşan saldırıları karşısında, işçi sınıfını giderek işlemez hale gelen demokratik düzene daha da bağımlı kılma çabalarıdır. Onlara göre demokrasi tehlikededir ve işçiler onu kurtarmalıdırlar. Ama bu demokrasi burjuva demokrasisidir ve bizzat burjuvazinin kendisi onu yıkma eğilimindedir. Proletaryanın öncüsüne düşen görev ise sınıflı toplumun son kurumlarından birisini oluşturan bu rejime son vererek burjuva demokrasisini tarihin çöplüğüne atmak ve kendi demokrasisini, yani PROLETER DEMOKRASİSİ’ni toplumun gündemine sokmadır.

TKP, TİP, TSİP gibi Stalinist reformizmin Moskova kanadını temsil eden partiler demokrasi mücadelesinde “anti-faşist” burjuvaziyi ürkütmemek adına formüle ettikleri çeşitli cephe çizgileriyle, proletaryayı burjuvaziye bağımlı kılmak ve ondan medet ummak politikası izlemeye çalışmaktadırlar. Ama sistem, yani kapitalizm sürdükçe faşizm tehlikesi her zaman var olacaktır. Onun ezilmesinin tek gerçekçi yolu, proletaryanın bizzat kapitalizmi yıkmasıdır. Moskova eğilimli Stalinistlerin “anti-tekel”, “anti-faşist”, “anti-emperyalist” yaftaları altında burjuvazinin şu veya bu kesimleri ile ittifak politikaları proleter devriminin önündeki bir engelden başka bir şey değildir.

Stalinizmin Pekinci kanadı ise ihanet çizgisini tam bir açıklıkla sürdürmekte ve işi, “milli birlik” hükümetleri istemeye, sıkıyönetimi desteklemeye kadar vardırmaktadır. TİKP ve onun şu veya bu şekilde paralelinde olan akımlar, işçi hareketi açısından açıkça karşı-devrimci konumlarını ilan etmişlerdir.

Bağrında 1 milyonu aşkın işçiyi toplamış olan Türk-İş yönetimi ise, hâlâ “partiler üstü” politikasını, yani işçi sınıfını kapitalizm karşısında silahsız bırakma ve onu düzenin sınırları içinde hapsetme işlevini sürdürmeye çabalamaktadır. Ama burjuvazinin açık saldırıları ve proleter kitlelerin hoşnutsuzluklarının derinleşmesi, bu yönetimi bile sözde karşı çıkışlara sürüklemek zorunda bırakmaktadır. Proletaryanın öncüsünün önündeki görevlerden birisi de, bu gerici liderliğin yıkılmasının gerekliliğinin açıkça anlatılması ve yollarının gösterilmesidir.

DİSK bürokrasisi ise, gelişen gerici ve faşist tehlikeleri, en azından kendi yönetim varlığını tehdit eder bir biçimde geliştiğini gördüğünden yeni yönelişler arama çabası içindedir. Her bürokrasi gibi onun da sınıfa ve sınıf hareketine başvurmasını belirleyen, toplum içindeki konumunu koruma dürtüşüdür. Uzlaşmacılığının maddi temellerinin kaymakta oluşunu gören DİSK yönetimi yeni çıkışlar arama sürecinde dahi, kitlelerin sosyalizm doğrultusunda seferber edilmesini değil, demokrasi mücadelesi ile yetinilmesini programlaştırmaktadır. Ama özellikle ağır bunalım dönemlerinde işçiler en kısmî haklar için mücadelenin bile ağır kayıplara yol açacağını hissederler; ve bu nedenden ötürüdür ki, ağır kayıpların gündemde olduğu mücadele süreçlerinde, bu kayıplarla orantılı hedefler için seferber olmak isterler. DİSK yönetiminin sonuçsuz kalacak bir dizi kısmî talepler için mücadele çağrısı, proletarya için bir belirsizlik oluşturacaktır ve sınıf yönsüz kalacaktır. Kendilerini “halkın silahlı öncüleri” ilan eden bir dizi küçük-burjuva radikal akım ise ısrarlı bir biçimde kendilerini sınıfın dışına atmaktadır. Faşistlere karşı dövüşmenin, faşizme karşı mücadele olmadığını, faşizme karşı mücadelenin ana görevinin başta proletarya tüm emekçi kitlelerin örgütlenmesi ve seferber edilmesi olduğunu göremeyen bu akımlar programsızlığın, yönsüzlüğün ve Stalinizmin getirdiği ağır darbelerin etkisi altındadırlar. Onların varlığı, işçi sınıfında kurtuluşu dışardan bekleme eğilimlerini güçlendirmekte ve işçiler giderek kendi kurtuluşlarının bizzat kendi silâhlanmaları ile değil, silahlı genç koruyucuların varlığı ile de mümkün olabileceği şeklindeki kör inanca kapılıp bununla yetinebilmektedirler.

Tüm bunlar işçi sınıfının devrimci Marksist bir kitle partisine gerekliliğini açıkça ortaya çıkarmaktadır. Ama böylesine bir partinin bir anda oluşabileceğini sanmak hayaldir. Bu doğrultuda sınıf ve sendikalar içinde güçlü bir propoganda yapmak gerekmektedir. Şu anda böylesine bir parti sendikalar temeli üzerinde kurulabilir ancak. Ama bu partinin düzen partilerinden herhangi birinden farklı devrimci bir nitelik taşıması ancak ve ancak programı ve taktikleri ile belirlenecektir. 

Programına proletarya diktatörlüğünü almayan ve sınıfın mücadele gücüne dayanmayan ve onu sosyalizm doğrultusunda seferber etmeyen her parti, burjuvazinin işçiler üzerine koyacağı yeni bir zincir halkasından başka bir şey olamayacaktır.

Kitleleri pençesi altında ezen ekonomik bunalım, emperyalizme bağımlı kapitalist ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Bu bunalımın çalışan yığınlar lehine aşılmasının yegane yolu bankaların, sigorta şirketlerinin ve temel sanayiilerin millileştirilmesidir. Bu gerçekleşmeden emperyalizmden bağımsızlık ham bir hayaldir. Tüm ekonomiyi denetimi altında bulunduran bu kurumlar, birkaç kapitalist grup tarafından yönetilmektedir. Gerek kent emekçilerinin hayat şartlarının düzeltilmesi ve iyileştirilmesi ve gerekse de köy emekçilerinin çöküntüden kurtulması, ancak bankaların, sigorta şirketlerinin ve temel sanayiilerin tüm çalışanlar tarafından denetlenmesi, tazminatsız olarak millileştirilmesi ve halkın gerçek gereksinimleri doğrultusunda ve merkezî bir planlama ile işletilmesi ile mümkündür.

Öte yandan ülke ekonomisinin kan dolaşımı olan dış ticaret de, tüketicileri değil, fakat yalnızca kendi kârlarını düşünen özel tekellerin elinden alınmalı ve devlet kontrolüne devredilmelidir. Dünya pazarları ile kurulacak ilişkilerde tüm halkın yararına sonuçlar çıkartacak olan yalnızca işçiler tarafından yönetilen devlet iktidarıdır.

Ekonomik bunalımın çalışan yığınlar üzerindeki diğer bir çökertici etkisi de, işsizlik felaketi olarak belirmektedir. Kredi yetersizliği, hammadde sıkıntısı, enerji darlığı gibi nedenlerle sürekli olarak işyerleri kapanıyor, ya da kitle halinde işçi çıkartılıyor. Kapitalist bunalımın sorumlusu işçiler değil, kapitalist sömürü sistemidir. Bu yüzden kapanan, ya da toplu tensikatlarda bulunan fabrikalara işçiler tarafından el konularak işletilmesi ve tüm işletmelerde İşçi Kontrolü’nün yaygınlaştırılması vazgeçilmez bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. Bunalım giderek tüm kapitalist ekonominin iflasına yol açmaktadır. Bundan kurtuluş, ancak ülke ekonomisinin işçilerin ve diğer tüm emekçilerin kontrolü altında yeniden inşa edilmesindedir.

Tüm bunlar doğrultusunda, aşağıdaki talepler, bütün çalışanlar için gerçekleşmesi zorunlu olan acil görevler olarak belirmektedir:

a) Asgari Ücret Tespit Komisyonu’na DİSK de dahil edilmeli; asgari ücretin tespitinde işçilerin gereksinimleri belirleyici olmalı; ücretlerde oynak merdiven sistemi getirilmelidir.

b) Asgari ücretten vergi kesilmemeli, aradaki fark kapitalistlerin kârlarından alınarak kapatılmalıdır.

c) En az asgari ücret düzeyinde İşsizlik Sigortası tüm işsizlere ödenmeli; iş haftası kısaltılarak mevcut işler bütün çalışabilenler arasında paylaştırılmalı; bu yolda ücretlerden en ufak bir kısıntı yapılmamalıdır.

d) Bütün çalışanlara toplu sözleşmeli-grevli sendikalaşma hakkı tanınmalı; İş Yasası’nın 13. ve 17. maddeleri derhal iptal edilmeli; tüm işçi örgütlerinin aracılığıyla yeni bir İş Yasası hazırlanmalıdır. Grev hakkındaki her türlü sınırlama derhal kaldırılmalı ve genel grev hakkı tanınmalıdır.

e) Devlet eliyle bütün işçilere aylık ücretlerinin onda biri oranında kira ödeyecekleri, sıhhatli bir yaşamı sürdürebilecekleri sosyal konutlar sağlanmalıdır.

III. “GÜÇLÜ DEVLET” GİRİŞİMLERİ VE FAŞİZME KARŞI MÜCADELE

Ekonomik ve politik bunalım, burjuvazinin yıllardan beri toplum üzerinde kurmuş olduğu dengeyi bozmuştur. Burjuvazi arzulamakta olduğu “kanun ve nizam” düzenini, emekçi sınıflar hareketini ve örgütlerini zapt-ü rapt altına almadan kuramaz. Bu nedenden ötürüdür ki, bir “Güçlü Devlet’in” kurulması formülleri gündeme getirilmektedir. Bu formüller kazanılmış demokratik hakların lağvedilmesi, emekçi örgütlerinin baskı altına alınması, giderek kapatılmasını içermektedir. Buna paralel olarak burjuvazi polis ve asker mekanizmalarının güçlendirilmesi, hükümetlerin ellerine olağanüstü yetkiler verilmesi peşindedir. Tüm bu girişimler sömürülen kitleleri baskı altına almaya yöneliktir ve bu yüzden başta işçi sınıfı olmak üzere tüm çalışan kitleler tarafından karşı konulmalıdır.

“Demokratik” mekanizma içinde işbaşına gelen hükümetlerin bu görevleri yerine getirememesi oranında, bir askerî darbe ile kurulacak diktatörlük olasılıkları artmaktadır. Bu türden Bonapartist girişimlere karşı tüm işçi partilerinin, sendika ve derneklerinin açık bir tavır alması, hazırlıklı olması ve birleşik bir mücadele çizgisi geliştirmeleri gerekmektedir. Bu, günümüzün en acil görevlerindendir.

MHP’nin önderliğindeki faşist hareket, yıllardan beri izlemekte olduğu “bunalımı çözmeye tek alternatif” taktiğini, kısmi gelgitlere karşın başarıyla izlemektedir. Bir yandan güç sınaması olarak geliştirdiği ayaklanma taktikleri, diğer yandan ordu ile giriştiği flörtler, bu partinin bir iç savaş hazırlığının işaretleridir. Gençlik içindeki desteği aracılığıyla faşist hareket, şimdi de mahallelerde, fabrikalarda ve kırsal kesimlerde örgütlenmekte ve yaygınlaşmaktadır. Proletaryanın öncüsünün faşizme karşı bugünden itibaren tüm halk için bir aktif savunma programının;

a) Demokratik haklar ve örgütler ortak bir biçimde burjuva devletine karşı korunmalıdır. Hükümetlerin baskı yasaları çıkarma girişimlerine, genel grev ile karşı konulmalıdır.

b) Sıkıyönetime derhal son verilmesi için tüm emekçi yığınlar seferber edilmelidir.

c) Hiçbir yasallığı olmayan her türlü gerici darbe karşısında kitlelerin “direnme hakkı” açıkça doğmuş olacaktır. Darbeye girişen tüm subaylar derhal tutuklanmalıdır. Bu görevde dayanılacak olan güçler kitlelerin kendisidir.

d) Böylesine bir darbe girişimine karşı bugünden itibaren, apansız yakalanmamak ve maceracı girişimlerle yenilgiye uğramamak için, devrimci genel grevin propagandasının ve hazırlıklarının derhal başlatılması gerekmektedir.

Bu savunma programı;

a) Mahallelerden, fabrikalardan, okullardan ve kırlardan faşistlerin temizlenmesi;

b) Ordu ve polis içindeki tüm faşistlerin teşhiri ve defedilmeleri;

c) MHP ve tüm diğer faşist örgütlerin silahsızlandırılmasıdır.

Bu savunmanın örgütlenmeleri ise İşçi ve Köylü Milisleri’ne yönelik olarak Savunma Komiteleri’dir. Tüm işçi partilerinin ve sendikalarının temel görevi, bu çizgi doğrultusunda işçilerin Birleşik Cephesi’ni kurmak ve proletarya ve yoksul köylülüğü silahlandırmaktır. Bu gerçekleştirilemediği takdirde, faşizmin zaferi kaçınılmaz kılınacaktır ve bunun sorumluluğu esas olarak bu mücadeleye girişmeyen veya bundan kaçınan işçi sınıfı önderliklerinin sırtında olacaktır.

IV. KÜRT ULUSUNUN BAĞIMSIZLIĞI İÇÎN MÜCADELE

Türk devletinin emekçi yığınlar üzerindeki egemenliğinin temel araçlarından birisi de Kürt ulusunu kendi denetimi altında tutması, onun tüm ulusal haklarından mahrum etmesi ve asimile etmeye çalışmasıdır. Ülkede ne zaman gerici bir burjuva planı hazırlansa, derhal Kürt sorunu gündeme getirilmekte ve kitleler içinde şovenist duygular kabartılmaya çalışılmaktadır. Bu yüzdendir ki, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi aynı zamanda Kürt ulusunun tüm haklarının, yani ayrılma hakkı da dahil olmak üzere Kürt ulusunun Kendi Kaderini Tayin Hakkı için mücadeleyi de içermek zorundadır.

Bunun yanı sıra bir yandan Ortadoğu’daki son gelişmeler, diğer yandan ülke içindeki iç savaş dinamikleri, Kürt ulusunun bağımsızlık mücadelesi ile Türkiye proletaryasının aktif savunma çizgisi arasında yakın ilişkilerin kurulmasını her zamankinden daha zorunlu bir görev olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu doğrultuda:

a) Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız desteklenmesi ve bu yolda aktif propaganda ve ajitasyon çalışması yapılması;

b) Ezilen bütün azınlıklar ve milliyetler üzerindeki baskıya son verilmesi;

c) Türk işçileri arasındaki şovenist eğilimlere karşı amansız bir mücadele yürütülmesi;

(…)

e) DİSK’in Kürdistan’da örgütlü olduğu bütün birimlerde sendikal eğitimin yaşayanların dilinden yapılması, taleplerinin geliştirilmesi ve emekçi yığınların seferber edilmesi gereklidir.

V. MİLİTARİZME KARŞI MÜCADELE

Ordu, burjuvazinin emekçi yığınlar ve baskı altında tutulan uluslar üzerindeki egemenliğinin silahlı örgütüdür. Proletaryanın hedefi, ise, burjuva ordusunun dağıtılması, demokratik asker sovyetlerinin kurulması ve tüm emekçilerin burjuvazi ve emperyalizme karşı silahlandırılmasıdır. Bu ancak bugünden militarizme karşı ve ordu içindeki antidemokratik saldırılara karşı mücadele verilebilmesiyle gerçekleşecektir. Ayrıca, askerlerin “üniforma içindeki kent ve kır proleterleri” olduğunu bilen devrimci Marksistler olarak, ordu içinden gelebilecek herhangi bir gerici-faşist darbe girişimine karşı koymanın en önemli görevlerinden birinin, militarist mekanizma içinde, ona karşı mücadele etmek olduğuna inanırız. 

Bu yolda:

a) Erata dayak atmaya son; insan haklarına uygun yaşam koşulları;

b) Hayat sigortası

c) Erlere ve erbaşlara asgari ücret; haftada 60 saat çalışmaya son;

d) Subayların ve astsubayların zorunlu hizmetleri kaldırılmalıdır;

e) OYAK kesintileri kaldırılmalıdır;

f) Orduda Türk olmayan erler üzerindeki özel baskıya son;

g) Erata siyasal hakların tanınması;

h)  Komutanların siyasal hayat üzerindeki girişimlerine karşı erat ve subay ve astsubayların denetimi doğrultusunda mücadele;

ı)  Seçmen yaşma gelmiş erlerin oy kullanma hakkı tanınmalıdır.

VI. SOSYALİST ALTERNATİFİN İNŞAASI

Ülkedeki mevcut siyasal bunalım burjuvazinin çözümlemelerini istediği biçimde kabul ettirememesi ile proletaryanın kendi çözümlerini geliştirebilecek siyasal bir önderliğe sahip olmaması ile karakterize olmaktadır. Zamanını ve içinde doğabilecek olasılıkları kesin bir biçimde kestiremeyeceğimiz bu bunalım bir süre daha devam edecekse de, nihayetsiz olamayacağı açıktır. Bu dinamikler içinde gelişen gerici emeller ve faşist hareket karşısında proletaryanın öncüsünün kitleler için SOSYALİST ALTERNATİFİ geliştirmesi mutlak bir görevdir. Bu doğrultuda biz devrimci Marksistler olarak, tüm işçi parti, sendika ve akımlarını yukarıdaki program etrafında toparlanmaya, birleşik bir mücadele çizgisi geliştirmeye, BİRLEŞİK İŞÇİ CEPHESİ’nin kurulmasına çağırırız.

Bu bunalımın emekçi yığınlar lehine aşılabilmesinin yegane yolu, proletaryanın birleşmesi ve tüm emekçi yığınları iktidarın devrimci zaptı doğrultusunda seferber etmesinden geçer. Görevimiz, toplumun her kesitinde burjuva devletine karşı özörgütlenmeler geliştirmek, kitleleri bu yolda silahlandırmaktır. Bu ise, ancak İŞÇİ-KÖYLÜ MİLİSLERİ’nin kurulması, KONSEY tipi kurumların demokratik olarak kitleler içinde geliştirilmesi ile mümkündür.

Proleterler,

Toplumumuzun ve tüm insanlığın geleceği bizlerin ellerindedir. Görevlerimiz büyüktür.

Burjuvazi, faşist çetelerini bizlere karşı kurmaktadır. Ordu içinde gerici darbe girişimleri hazırlanmaktadır. Burjuvazi, diktatörlüğünün tüm imkanlarını seferber etmektedir.

Bizim görevimiz ise emekçi halkımızı gericiliğe ve faşizme karşı seferber etmektir.

Bu, kurtuluş yolumuzda ilk adımı oluşturacak oları SOSYALİST DEVRİM’in çağrısıdır.