Başta proletarya, tüm emekçi yoksul halk iki ucu keskin bir kılıcın tehditi altında. Seçim havasına girildiği bu ortamda, anketlerde önde gösterilen iki burjuva blok (Cumhur ve Millet ittifakları) vaatlerini ve önerilerini açıkladıkça tehdidin içeriği ve boyutları netleşiyor.
Cumhurbaşkanının liderliğinde devletin olanaklarına konup yağma politikalarından yararlanan oligarşi; inşaat, enerji ve silah sanayilerinin üzerindeki egemenliğini korumaya çalışıyor. Kamu bankalarına çökmüş olan saray yanlısı finans kapital de öyle. Bunlar için otokratik başkanlık rejiminin ayakta tutulması, sürdürülmesi yaşamsal önemde. Rejimin oligarşik burjuvaziyi beslemek için uyguladığı ekonomi politikaları kuşkusuz dev boyutlara ulaşacak enflasyonla, dış borç ödeme olanaksızlıklarıyla ve daha da artan döviz fiyatlarıyla son derece ciddi bir finansal krize neden olabilecek. Ama başkanlık rejiminin çökmesi oligarşinin parçalanması anlamına gelecek ve vice versa. Dolayısıyla Cumhur İttifakı’nın ileriye doğru koşmaktan başka seçeneği yok ve belki de daha hızlı koşmak zorunda kalacaktır.
Bu politikanın yarattığı toplumsal kriz seçime karşı palyatif uygulamalarla ertelense bile, sonrasında rejim tarafından daha da ağırlaştırılacak baskılarla ezilmeye çalışılacak sınıfsal çalkantılara ve seferberliklere yol açabilecektir. Rejim yasal ve gayri resmî “kolluk kuvvetleriyle” yürüteceği bu politikasına yaratmak istediği toplumsal desteği ise taşra ve büyük kent varoşlarına yeni yerleşmiş küçük burjuva kesimlerde arayacaktır; kaldı ki şimdiden onlara İslami ve milliyetçi argümanlarla yöneliyor, onları hazırlıyor. İşçi sınıfının bazı kesimlerinin de bu karşıdevrimci propagandanın etkisi altında kalabileceğini göz önünde tutmamız gerekiyor.
Otokratik rejimin karşısında “güçlendirilmiş parlamenter rejim” şiarıyla konumlanan reformist ve liberal burjuva muhalefetin ekonomik politika önerisi “anti enflasyonist” eksenli. Bu politikayı büyük ölçüde Ali Babacan dile getiriyor, ama Kılıçdaroğlu da ABD gezisi sırasında görüştüğü, özel ve kamu sektörlerinin liberal temelde işbirliğini öneren ekonomi profesörü Daron Acemoğlu’nun görüşlerine başvuruyor. Bu temelde, olası bir Millet İttifakı iktidarında 20 yıl öncesinin Derviş önerilerinin tekrar gündeme getirileceğini beklemek yanlış olmaz. Ekonominin “soğutulması”, sanayi üretiminin yavaşlatılması ve sıkı para politikaları; buna eşlik eden yapısal reformlar, belki de IMF’den alınacak uygun koşullu borç ve tabii onun denetiminde (veya bilgisi dahilinde) uygulanacak ekonomik ve sosyal önlemler Millet İttifakı programının üzerinde yükseleceği temeller olacak.
Reformist burjuvazi bu “acı reçetenin” kendi payına düşecek olan sermaye birikimi sıkıntılarını uzun vadeli çıkarları açısından göğüslemeye hazır görünüyor. Ama bu ani frenin yol açacağı işyeri kapanmalarının, tensikatların ve ücret kesintilerinin emekçi yığınlar üzerinde yaratacağı yoğun işsizlik ve yoksulluk yükü, keskin kılıcın öbür ucunu oluşturuyor. CHP’nin “sosyal devlet” ve “adil paylaşım” vaatlerinin; İYİ Parti’nin milliyetçi hassasiyetlere sahip çıkmasının; Saadet ve Gelecek partilerinin İslami motiflerle yüklü ahlaki ve popülist çağrılarının, ezilen yoksul kitleleri sabretmeye ikna edebileceğine dair herhangi bir garanti oluşturması çok güç. Reformist ve liberal partilerin AKP’nin etkisi altındaki taşra ve varoş yoksullarının en azından belirli kesimlerini kazanabilmek için muhafazakâr ve milliyetçi söylemlere başvurmaları, hatta Kemalistlerin “helalleşmeleri”, Kürtlerin de yardımıyla belki seçimleri kazanmalarına katkıda bulunabilir, ama programları yarın proletaryayı ve emekçi kesimleri bu söylemlerle çatışmaya sürükleyecek tüm öğeleri içerdiği de ortada.
Yeni bir mücadele dalgası mümkün mü?
Her iki burjuva seçeneğin de genel bir emekçi seferberliğine yol açma olasılığı bulunuyor. Ama kitlelerde biriken endişeler ve kızgınlık açık mücadelelere dönüşür mü, dönüşebilecek mi?
Bu olasılığın gerçekleşebileceğine yönelik bütün işaretler var ve bunlar gerçek. 2021’in son aylarında başlayan işçi mücadeleleri ertesi yıl boyunca İstanbul, Kocaeli, İzmir, Manisa ve diğer bazı sanayi havzalarına yayıldı. Küçüklü büyüklü onlarca fabrikada ve işerinde grevler, direnişler, gösteriler, hatta işgaller düzenlendi. Bu mücadelelerin çoğu sendikalaşma ve ücret artışı talepleriyle gerçekleştirildi. Pek çok öncü işçi bu mücadelelerde deneyim kazandı. Patronlarla çatışmanın işaret fişekleri olan bu eylemlerin elbette kendi içlerinde (üstesinden gelinebilecek) bazı zaafları vardı, ama asıl sorun başka bir yerde yatıyordu: Birincisi, kendi aralarında birleşik bir mücadeleye dönüşmedi; ikincisi, söz konusu olan işyerlerinin dışında emekçi halkın destek seferberlikleri oluşmadı; ve üçüncüsü, tekil patronların ötesinde hükümete (ve rejime) yönelik bir politik tutum kazanmadı.
Devrim açısından bunlar yaşamsal öneme sahip, üstesinden gelinmesi gereken sorunlar. Bunların ardında yatan yapısal bir durumu görmemiz, dikkate almamız gerekiyor. İşçi sınıfı hızla büyüdü. TÜİK’e göre 2022 yılı ortasında toplam çalışan sayısı 14,5 milyona ulaştı. Bu sayı, 2008 krizinin ardından yüzde 91 oranında artmış, yani ücretli emekçi sayısı son 14 yılda neredeyse ikiye katlanmış oldu. Ama bu rakamların biraz daha ayrıntısına girince, sanayide (imalat ve madencilik) ve inşaat sektörlerinde çalışan işçilerin bu toplamın %44’ünü (6,5 milyon) oluşturduğunu görüyoruz. Yani toplam nüfusun neredeyse dörtte biri proleter ailelerden oluşuyor. 8 milyona yakın diğer ücretliler de eklendiğinde, emekçi yığınların büyüklüğü ortaya çıkıyor.
Ama bu nicel büyüme sınıf bilincinde belirli bir ilerlemeye doğrudan tekabül etmiyor. Zira bugün 20 ile 45 yaş aralında olan bütün işçilerin tüm çalışma yaşamı AKP iktidarı altında geçti. Önemli bir kesimi taşradan sanayi havzalarına taşınan, taşrayla tüm bağları kopmamış, bir anlamda yeni işçileşmiş bu emekçilerin ufukları ve yaşam biçimleri, politik İslam’ın ve milliyetçiliğin yoğun propagandasından etkilendi, onun altında biçimlendi. Okullardan camilere, basından tarikatlara kadar hemen tüm ideolojik propaganda alanlarını denetleyen burjuvazinin ideolojik egemenliğinin sınıf bilincinin gelişmesinin önünde ne büyük engeller oluşturduğunu görmemek, tahmin edememek mümkün değil. Son bir yılda ağırlaşan ekonomik ve sosyal kriz dönemine, emek mücadelelerinin tarihinden, deneyimlerinden ve kadrolarından koparılmış “genç ve deneyimsiz” işçi sınıfı böyle girdi.
Genel olarak bu özellikleri taşıyan sınıfın ekonomik krizin ağırlaştırdığı yaşam koşullarına karşı ilk tepkileri elbette ücret artışı talep etmek ve sendikalara başvurmak oldu. İşyerlerinde mücadeleler, sendikalaşma girişimleri karşısında patronların baskılama ve işten atma girişimlerine karşı tepki biçiminde gelişti. İşçilerin ilk bilinç sıçramasının kendiliğinden ve sendikal düzeyde olması, taleplerin işyeri içinde ve patrona yönelik olması normaldi; ama “normal” olmayan sendika bürokrasilerinin bu mücadeleleri o kendiliğindenlik düzeyinde ve işyerinin sınırları içinde tutmaya çalışmalarıydı. Mücadelelerin yaygınlaşıp örgütlü bir seferberliğe dönüşmesinin önündeki en büyük engel sendika bürokratları oldu. Sendika yönetimlerini eleştiren ve diğer işyerlerinden dayanışma talep eden öncü işçiler ise (ki bunlar ilk işten çıkarılanlardı) çoğunlukla patronlar ve bürokratlar tarafından tasfiye edildi. Tıpkı 2015’teki Metal Fırtına mücadelelerinde olduğu gibi. Mücadelelerin bazılarının işyeri düzeyinde kalan kısmi başarılar elde edilmesini sağlamakla birlikte çoğunlukla geri çekilmeyle sonuçlanması sendikalara karşı ciddi bir güvensizlik yaratmakla kalmadı; deneyimleri geleceğe taşıyacak öncü işçilerin önemli bir kesiminin dağılmasına neden oldu.
Bunu engelleyebilecek yegane güç, öncü işçileri devrimci bir program etrafında toplayan, onların aracılığıyla önerilerini sınıfa ulaştırabilen, onun güvenini kazanan, sendikaları etkileyip bu kitle organları içinde işçi demokrasisini yaşatabilen, tüm işçi örgütleriyle işbirlikleri yapma becerisini gösteren bir Sol hareket olabilirdi. Ama sınıf bundan yoksundu ve kendini sol ve sosyalist olarak tanımlayan partilerin ve oluşumların çoğunluğu bu özelliklere sahip değildi. Hâlâ da değil. Teorik olarak, ama daha önemlisi çalışmalarını zorlaştırdığı için mevcut Bonapartist rejime karşı olan sendikalarla birlikte Sol hareketin büyük bölümü de kapitalist sistemin içine çekilmiş ve oraya yerleşmiş durumda. Bugün en büyük çabası oradaki yerini koruyabilmekten, biraz geliştirebilmekten ibaret. Seçim sürecinde “taktik” düşüncelerine ve çekişmelerine dalmış olan Sol’un küçük burjuva reformist karakterinin temelinde bu olgu yatıyor.
Sınıfın genel yapısal/sosyolojik koşulları nesnel verilerdir ve öznel iradenin bunu değiştirmesi mümkün değildir. Ama sınıf mücadelesinin ve bilincinin gelişmesinin önündeki engellerin temizlenerek aşılması öncünün stratejik müdahalesiyle mümkündür ve gereklidir. Bu olmadığı sürece tekil mücadelelerin genelleşmiş ve başarılı bir sınıf çatışmasına dönüşmesinin olasılığı bulunmuyor.
Bir adım daha ileri…
Sol hareket sınıf mücadelesindeki yukarda sıraladığımız barikatları aşan bir seferberlik yaratabilir mi? Sol’un büyük kesiminin reformist programlarıyla bunu başarabilmesi neredeyse olanaksız. İşçi sınıfının gövde kesimleri bugün AKP, MHP ve CHP başta olmak üzere burjuva partilerine oy verenlerden oluşuyor. Sol partilerin eylem programlarını ve taktiklerini liberal küçük burjuvaziye yaklaştıran “halk cepheci” anlayış ve uygulamalarıyla proleter kitleler nezdinde güven ve seçenek oluşturmaları beklenemez. Onların başarısı kentli küçük burjuvazi içinden saflarına katacakları üye ve sempatizan sayısı ile seçimlerde alabilecekleri oy miktarıyla ölçülecek, sınıf hareketi dinamikleriyle değil.
Sol’un bu programatik duruşunu değiştirmesi olanaksız değil, sınıf mücadelelerinin diyalektiği içinde devrimci bir tarzda ileri çekilebilmeleri mümkün. Ama bunu da güçleştiren farklı yöntemler söz konusu: ikamecilik ve kendiliğindencilik. Sistematik olarak görüyoruz, ama son bir yılın mücadeleleri sırasında ikameci anlayışlara daha sık rastlar olduk. Mücadeleye girişen kitlenin bilinç ve kavga iştahı düzeylerini, taleplerinin yönünü anlamadan veya dikkate almadan onların adına hareket eden; onları bir adım daha ileri doğru teşvik eden talep ve örgütlenme biçimleri yerine kendi eylemlerini sergileyen; kitle seferberliği yerine kurtarıcı pratik ve sembollere çağırı yapan bir Sol’un, anlık zafer naraları atmanın dışında proletaryaya kazandıracağı bir şey yok, olmuyor. Sınıf mücadelesi deneyimlerinde öğrenilecek bir şeyin olmadığına inanmış bu kesimler programlarında ileri adım atma olasılığına da sahip olamıyorlar.
İkameci Sol kesimlerin sekterliğinden ve sendikalardaki bürokratik yönetimlerin ihanetinden usanmış ve bunların eleştirisi üzerinden stratejik arayışlara girmiş olan bazı sosyalistler ise, kendiliğindenliğin mucizevi bir tedavi sağlamasını arzuluyorlar. Bu yoldaşlar sınıf mücadelesinin önüne dikilen sekter ve bürokratik engellerin, sınıfın bağrından fışkıracak yeni örgütlenme türleriyle aşılabileceğini düşünüyorlar. Bu doğrultuda da samimi devrimci bir çaba içindeler. Ama onlar da “saf” bir kendiliğindenliğin olmadığını bilirler. Bir işyerinde işçilerin tümünün aklında eş zamanlı olarak sendikalaşma ve mücadele komitesi kurma fikri ve iradesi oluşmaz. Aksini düşünmek teolojik totolojinin ötesine geçmez. İşçi sınıfı farklı katman ve bilinç düzeylerinden oluşur. Onların mücadele içine çekilmesi eşitsiz ve bileşik, görece uzun veya kısa bir süreç halinde gerçekleşir. Ve daha da önemlisi, işçilerin tümü üzerinde bir isyan isteği etkili olsa bile, bu isteği pratiğe dönüştürecek olan, bir-iki veya bir grup işçinin çağırısıdır. Yani en basit “kendiliğinden” eylemin içinde bile bir “öncü” unsur bulunur. Bir mücadele örgütlenmesinin, bir komite seçeneğinin oluşması da, bu öncülerin buna ne derece hazır olduklarına, niyetlerine ve önerilerine bağlıdır. Bu noktada eğer hayalci olmayacaksak, kimi mücadelelerde öncülerinin kendi iradelerini kitlenin yerine geçirebildiğini ve/veya derhal sendika bürokrasisiyle işbirliğine girerek mücadelenin sınırlarını belirleyebildiklerini unutmamak gerekiyor.
Bunlarla birlikte, sınıf mücadelelerinin önündeki en büyük engelleri ikameci ve reformist Sol’un oluşturduğunu söylemek haksızlık ve yanlış olur. Bugün asıl engel sendikaların başındaki bürokratik gericiliktir. Sosyalist sol ise, bu engeli aşacak programa ve mücadele yöntemine sahip olmadığı sürece ya bürokrasiye uyarlanmayı ya da ona benzeyerek onun yerine almayı tercih etmeye mahkûm kalıyor.
Ne yazık ki günümüzde işçi ve emekçi yığınların kitlesel örgütleri hâlâ sendikalar. Bu kurumların yerini alabilecek veya onları aşacak yeni kitlesel ve işçi demokrasisine dayalı organların ortaya çıkması ancak sınıf seferberliklerine bağlı ve onların içinden çıkabilir. Eşitsiz biçimde ve yer yer sarsak olarak da olsa, işçiler mücadele edebilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama onları mücadelelerini birleştirmeye, genelleştirmeye, örgütlemeye ve politikleştirmeye çağıracak güvenilir bir genelkurmaya henüz sahip değiller.
Burjuvazinin farklı programlar altında da olsa neticede ekonomik ve toplumsal krizin yükünü hep birlikte emekçilerin üzerine tüm ağırlığıyla yıkacağı önümüzdeki döneme hazırlanabilmek için, mücadeleci sınıf öncülerini, tarihsel deneyimleri içselleştiren ve aktaran devrimci Marksist talepler, sloganlar ve mücadele taktikleri çevresinde toplayabilmek önümüzdeki acil görev olarak durmakta.