İran’da ayaklanma: Sonuçlar ve olasılıklar

İran’ın başkenti Tahran’da 13 Eylül günü ahlak polisi (gaşti irşad) tarafından zorunlu başörtüsü yasasına uygun davranmadığı için gözaltına alınan Jina Mahsa Amini, gözaltında işkence görmüş ve 16 Eylül günü vefat etmişti. Amini’nin katledilmesi üzerine başlayan ayaklanma ülkenin tamamına yayıldı ve dördüncü haftasına girdi. 

Gaşti irşad yani irşad devriyesi olarak çevirebileceğimiz bu polis birimi 2005 yılında kadınlardan ve toplumun genelinden yükselen tepkilere rağmen kurulan bir tür ahlak polisidir. Bu birimin görev tanımı İran İslam Cumhuriyeti yasalarına göre kadınlar için zorunlu olan başörtüsü kullanımını sokaklarda denetlemek ve bu yasaya uygun davranmayan kadınları gözaltına alarak onları uyarmaktır. Bu işlem sonrasında da gözaltına alınan kadınlar ancak ailelerinin erkek fertleri -yani babaları, kocaları veya ağabeyleri- tarafından teslim alınarak serbest bırakılırlar. Maalesef Jina Mahsa Amini’nin katledilmesinden de görebileceğimiz üzere ahlak polisi yalnızca kadınların nasıl giyineceklerine müdahale etmekle kalmayıp aynı zamanda kadınları öldürmeye kadar varan türlü işkence uygulamalarına başvurabiliyorlar. 

Sadece ahlak polisinin işkence uygulamalarına bile bakarak İran’daki molla rejiminin baskıcı karakterini anlamak mümkündür. Fakat kolayca tahmin edileceği üzere gerici molla rejiminin baskısı yalnızca kadınlarla sınırlı kalmıyor. Rejim; emekçiler, kadınlar, lgbti+lar, öğrenciler ve Kürt halkı gibi ezilen uluslar üzerinde gözaltı, tutuklama ve idam gibi birçok baskı aracını kullanıyor. 1979 yılında Şah Rıza Pehlevi’nin İran halklarının seferberliği sonucunda yıkılması sırasında ortaya çıkan işçi şuralarını yasaklayan, kadınlara zorunlu başörtüsü yasası hazırlayan ve sosyalist ve/veya Kürt devrimcileri katleden Humeyni rejimi, İran’daki en ufak demokratik talebi dahi baskılamayı hedefleyen bir anayasa hazırlamış ve Bonapartist bir rejim inşa etmişti. 

Molla rejiminin inşası

Elbette molla rejimine karşı İran halkları mücadele etmeyi sürdürdü. Fakat binlerce devrimcinin katledilmesi, binlercesinin de sürgüne gitmesi sebebiyle İran’daki mücadeleler büyük oranda sınırlandı. 1988 yılında sona erecek İran-Irak savaşının da etkisiyle şovenist bir dalga oluştu ve İslam rejimi, kendi inşası için uygun bir zemin elde etmiş oldu. Örneğin bugün İran’daki ayaklanmada rejimin sıkça başvurduğu Besic milisleri, bu savaş esnasında devletin tanıdığı bir ordu birimi haline geldi. Besic milislerinin temel işlevi bugün olduğu gibi demokratik taleplerle seferber olan kitlelerin baskılanması ve hatta imhasıydı. 1999 yılındaki büyük öğrenci seferberliğinde Besic milisleri, üniversitelerdeki yurtları basmış ve öğrencileri katletmişti. Rejimin her türlü demokratik hakkı baskı altına alması, sendikalar, gençlik örgütleri ve devrimci örgütleri yasaklamasının da etkisiyle uzun yıllar boyunca İran halkları rejim içerisinde bazı reform imkanlarına bel bağlamıştı. Hatta 1990’lı yılların sonuna doğru Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı sırasında bazı küçük reform girişimleri de oldu. Fakat bu reform girişimleri de üyelerinin tamamı mollalardan oluşan Anayasayı Koruyucular Konseyi tarafından engellendi. Bu gibi örneklerden de anlaşılabileceği üzere İran’daki gerici rejim, Ayetullah Humeyni’nin Şii teolojisinden ilhamla geliştirdiği Velayet-i Fakih düzeni sayesinde tamamıyla mollaların yönetimde olduğu ve rejimin esneme payını da oldukça sınırlandırabildikleri bir anayasal yönetim oluşturdu. İran’daki gerici rejimin baskılarına rağmen halk seferberlikleri bir şekilde sürdü. Reformist Hatemi’nin yerine muhafazakâr Mahmud Ahmedinejad’in cumhurbaşkanı seçilmesi sonrasında rejim içeride baskıyı dışarıda da devrim muhafızları eliyle karşıdevrimci faaliyetlerini daha da artırdı. 

Yeşil hareketin yenilgisi ve önderlik değişimi

2009 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu yüzden tekrar rejimi içinde dönüşümden yana olan reformistler büyük bir kampanya düzenledi. İran’da başbakanlık makamı ilga edilmeden önceki son başbakan olan reformist Mir Hüseyin Musevi’nin adaylığı etrafında bir kampanya gerçekleşti ve şüpheye yer bırakmayacak sandık hilesi sebebiyle de Musevi seçilemedi. Seçim sonucunda Ahmedinejad da Musevi de seçimi kazandığını ilan etti. “Oyum Nerede?” sloganı etrafında ve Musevi’nin seçim kampanyasının da sembolü olan “Yeşil hareket” adı altında yüz binler seferber oldu. Rejimin bu eylemlere cevabıysa başta Musevi ve Kerrubi gibi reformist liderlerin ev hapsine alınması, yine yüzlerce reformist politikacının tutuklanması oldu. Seferberlikler boyunca yüzlerce kişi tutuklanırken onlarca eylemci de katledildi. 

Yeşil hareketin yenilgisi sonrasında 2013 yılında yine bir reformist olan Hasan Ruhani cumhurbaşkanı seçilse de yine reform tasarıları, İslamcı rejimin mollalardan oluşan çeşitli anayasal kurumlarına ve Ayetullah Ali Hamaney’e takıldı. Bütün bunların üzerine İran’daki kitle seferberlikleri sürmeye devam etti. Örneğin 2017 yılından bu yana özellikle kadınlar “Beyaz Çarşamba” veya “Benim kameram benim silahımdır” gibi isimlerle zorunlu örtünmeye karşı sivil itaatsizlik eylemleri düzenliyor. Bu eylemlerde öne çıkan kadınlar tutuklanıp eylemler bastırılsa da kendiliğinden bir şekilde bu eylemler tekrar ediyor. Kadın seferberliklerinin yanı sıra işçi hareketi de son yıllarda yükselişte. Özellikle petrol işçileri ve şeker fabrikalarındaki emekçiler son yıllarda belirli aralıklarla devam eden grev deneyimleri geçirdiler. Eğitim emekçileri de oldukça dinamik ve mücadeleci sektörlerin başında geliyor. Hâlihazırda süren ayaklanmaya en yakın zamanda gerçekleşen mücadeleyi geçtiğimiz temmuz ayında geride bırakan eğitim emekçileri, rejimin baskısına ve öncü öğretmenlerin tutuklanmasına rağmen mücadelelerini sürdürmeyi başarıyor.

Yukarıdaki seferberliklerin yanı sıra 2019 Kasım’ında tarihe “Kanlı Aban” isyanı olarak geçen bir seferberlik yaşandı. Benzin fiyatlarının arttırılması sonrasında başlayan eylemler ülkenin çok büyük kısmına yayılmış ve çok hızlı bir biçimde rejim karşıtı bir isyana dönüşmüştü. Yüzlerce kişinin -kimi iddialara göre 1500 kişi- öldürüldüğü binlerce kişinin de tutuklandığı Kanlı Aban isyanı da kimi vilayetlerde birkaç hafta sürse de 2020 başında etkisini yitirmişti. Yeşil hareketin geri çekilmesi, reformistlerin İran halklarının ihtiyaçlarını ve acil taleplerini karşılamaktan oldukça uzak olmaları İran’daki seferberliklerin karakterini derinden etkiledi. Kadınlar rejimin gerici baskısına dayanamaz hale gelmişken, emekçiler pandemi sonrasında enflasyonun yükselmesi karşısında ekmek talebiyle seferber olurken ve ulusal baskılar sebebiyle Kürtler, Azeriler ve Beluçlar üzerindeki ulusal baskı devam ediyorken kitleler artık rejimi restore etmek değil devirmek için seferber oluyor.

Halk rejimin yıkılmasını istiyor

Bugüne geldiğimizdeyse Jina Mahsa Amini’nin katledilmesinden hemen sonra kadınlar “Kız kardeşimi öldüreni öldüreceğim!” ve “Kadın, Yaşam, Özgürlük” sloganlarıyla sokaklara çıktı ve akabinde eylemler çok hızlı bir biçimde rejimi yıkmayı hedefleyen bir ayaklanmaya dönüştü. İran İslam Cumhuriyeti’nin baskısına maruz kalan neredeyse bütün toplumsal kesimlerin seferber olması ve eylemlerin çok hızlı bir biçimde -birkaç gün içinde- bütün İran’a yayılması oldukça önemli bir noktaya işaret ediyor. Jina Amini’nin bir Kürt kadını olması üzerinden rejim ayaklanmayı bölmeye çalıştı fakat bunun gibi birçok denemeye rağmen moral üstünlük açık bir şekilde seferber olan İran halkının yanında gözüküyor. Örneğin Ayetullah Ali Hamaney, Mahsa Amini’nin ölümünün soruşturulacağı ve sorumluların açıklanacağı şeklinde açıklamalar yapmak zorunda kaldı. 

Eylemlerin karakterine baktığımız zaman açıkça İslam rejiminin yıkılması talebiyle hareket eden ve ulusal ölçeğe ulaşmış bir halk ayaklanması olduğunu söyleyebiliriz. Bazı hükümet binalarının ateşe verilmesi ve Humeyni fotoğraflarının yakılması gibi görüntülere şahitlik etsek de hâlihazırda hükümet binalarının ele geçirildiğine dair bir veri yok. Geçtiğimiz hafta içerisinde Tahran Emniyet Müdürü’nün sahaya inerek polislere yaptıklarının doğru olduğu ve şüpheye düşmeye gerek olmadığını söylediği görüntüler izlemiştik. Halkın, ordunun kendi saflarında bulunmasına yönelik çağrılarına yüzlerce eylemcinin vahşice öldürülmesi de eklenince rejimin kolluk kuvvetleri içerisinde ölçeğini bilemediğimiz rahatsızlıklar ihtimali oluşuyor. Elbette bu rahatsızlıkların 1979 yılındaki gibi ordunun devrimin saflarına katılmasına kadar varıp varmayacağını kestirmek oldukça güç. Yaşanan eylemlerin artık mütevazı protestolar olmaktan çıkıp öndevrimci duruma varan bir ayaklanmaya işaret etmesini düşünmemiz mümkün. Bu noktada Arap devrimlerinden hatırladığımız yerel koordinasyon komitelerine benzer özörgütlenmelerin oluşup oluşmadığı yani yerel önderliklerin açığa çıkıp çıkmadığı devrimin kaderini belirleyecek dinamiklerin başında geliyor. Her ne kadar kendiliğinden bir şekilde başlayan ve ilerleyen bir ayaklanmadan söz ediyor olsak da basit bir fabrikadaki yahut üniversitedeki eylemlerin örgütlenmesinde bile öne çıkan mücadeleci kesimlerin olduğunu düşünmek yanlış olmayacaktır. Fabrikalarda, kampüslerde ve şehir meydanlarında mücadelenin başını çeken öncülerin birleşmesi sorunu her zamankinden de oldukça güncel bir sorun halini almıştır. İran halklarının ayaklanmasının bir devrim haline dönüşmesi ve molla rejimini devirebilmesi için yıkmaya çalıştığı merkezi organizma gibi hareket edebilir hale gelmesi gereklidir. Yani -tam olarak var olup olmadığını veya nasıl bir formda olduğunu bilmediğimiz- yerel örgütlenmelerin gelişmesi ve farklı sektörlerdeki öncülerin bir araya gelmesi ve bu örgütlenmelerin de ulusal ölçekte rejimin merkezi aygıtlarına karşı mücadele etmesi hayati bir önemdedir. Aksi takdirde İran’daki ayaklanmanın da daha önceki ayaklanmalarda -örneğin Suriye devrimi- gördüğümüz üzere yalıtılması akabinde de rejim tarafından imhası mümkün hale gelecektir. 

Halen sürmekte olan ayaklanma nereye varacağını kestirmek güç olsa da artık net bir şekilde İran’da yaşanan en küçük bir sorunun bile rejim karşıtı bir eyleme hatta ayaklanmaya dönüşme potansiyeli taşıdığını söyleyebiliriz. Örneğin Tahran’ın hava kirliliği yahut kuraklık gibi birçok sorun sebebiyle başlayan eylemlerde bu duruma şahitlik ettik. Yani rejimin yıkılmasına taraftar olmayan ama bununla birlikte rejimin halk üstündeki baskısını hafifletmeye çalışan reformist politikacıların -Musevi, Hatemi, Kerrubi vb. isimler-, İran halklarının taleplerini karşılayamaz ve seferberliklerine önderlik edemez hale geldiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. 

Rejimden çıkış ve sonrası

İran’da son yıllardaki seferberliklere baktığımızda doğrudan rejimden çıkış hedefini koyan bir bilinç düzeyinin oluşması çok kıymetli. Rejimi yıkma talebiyle seferber olan kadınlar ve emekçiler; İran haklarının farklı sektörlerini de mücadeleye katma ve devrimin parçası kılma sorumluluğunu yükleniyor. İran halklarının özellikle son yıllarda rejimi yıkma isteğini bu denli ifade etmesi yalnızca ezilenlerin ve emekçilerin dikkatini çekmiyor. 1979 yılında ülkeden kaçan Şahçı monarşistler ve devrimden sonra rejimin büyük oranda imha ettiği Halkın Mücahitleri gibi liberal akımlar ayaklanmayı yakından takip eden güçlerin başında geliyor. Monarşistler ve Halkın Mücahitleri; ABD, AB ve BM tarafından da desteklendiği için oldukça ciddi mali kaynaklara ve İran dışında güçlü ağlara sahipler. Bazı eylem videolarında da “Ne şah ne rehber, zalime ölüm!” sloganının atılması bazı mücadeleci sektörlerin 1979 öncesinde Pehlevi yönetiminin sorumlusu olduğu işkenceleri unutmadığını gösteriyor. İran rejiminin sıkça başvurduğu üzere ayaklanmayı emperyalistlerin -veya onların kuklalarının- tetiklediği yalanına karşı kesin bir şekilde karşı durmalıyız. Bununla beraber sınıf mücadelesinin deneyimlerine dayanmalı ve bu gibi ayaklanmalarda demokratik gericilik metotlarına da bağışıklık geliştirmeliyiz.

“Yerel, ulusal ve uluslararası burjuva aktörler, kendilerinin sosyoekonomik ve hatta fiziksel varlıklarını tehdit eden devrimci gelişimleri ya baskı araçlarıyla ya da demokratik gericilik metotlarıyla (önderliği ele geçirip, hareketi sistem içi mevzilere geriletmek) önlemeye ya da frenlemeye çalışacaktır. Bu aktörlerin hepsi, kendi karşıdevrimci programlarının ihtiyaçları uyarınca kitlesel seferberlikleri kullanmayı deneyecektir – tarihte birçok kereler yaptıkları üzere.” (“İran: Devrime giden Larissa yolu (mu?)”, Kaan Gündeş)

İran örneğinde de monarşist güçler ve Halkın Mücahitleri demokratik gericilik metodunu kullanacak aygıtlar olabilir. Bu güçler özellikle kadınların bazı taleplerini savunmaları ve rejimin yıkılmasını kendi varlık koşulları haline getirmeleri üzerinden ayaklanmaya önderlik etmek isteyecek ve İran ayaklanmasının emperyalist-kapitalist sistemden kopuşa varmaması için çaba gösterecektir.

Bu sebeple böylesi bir ayaklanmanın içinden geçerken yükseltilmesi gereken diğer önemli tartışma da rejimin yıkılması durumunda yerine ne geleceğidir. Tabii ki henüz rejim yıkılmamışken seferber olan kitlelerin ana odağının rejimi yıkmak olması oldukça doğal ve anlaşılır. Bununla beraber hem seferberliğin sınıfsal karakterinin işçi sınıfı ve ezilenler lehine olması adına hem de seferberliğin başarıya ulaşması için rejimin yıkılması talebine demokratik anayasa ve kurucu meclis talepleri de eşlik edebilir. Aslına bakılırsa mevcut ayaklanma da dahil olmak üzere birçok seferberliğin temel sebepleri zaten mevcut şeriat anayasasının getirdiği sınırlılıklardan kaynaklanıyor. Örneğin zorunlu başörtüsü yasasıyla sendikalar ve meslek örgütlerinin yasaklı olması gibi birçok mesele halkı gerici anayasanın lağvı noktasına vardırabilir. Dolayısıyla mevcut seferberliğin de başını çeken kadınların başörtüsü yasağının kaldırılması talebi veya petrol, eğitim yahut şeker işçileri gibi birçok sektörün sendikalarının anayasal garanti altına alınması talebi doğal olarak demokratik bir anayasa yazılması talebini önümüze koyuyor. Böyle bir anayasanın hazırlanabilmesi için de elbette molla rejiminin yıkılması ve yerine kurucu bir meclisin inşası önemli bir gündem olarak karşımızda bulunmakta. Kurucu meclis talebinin önemi yalnızca rejimin yıkılmasını hızlandırabilecek bir araç olmasından kaynaklanmıyor. Aynı zamanda “Tüm işçi, emekçi, kadın ve gençlik örgütlerinin de (partilerden sendikalara, derneklere, platformlara, vb. kadar) kendi talepleriyle birlikte özgürce katılabilecekleri, sıfır barajlı seçimlerle oluşacak bir Kurucu Meclis” demokratik gericilik metotlarına karşı İran proletaryasını güçlendirecek bir talep olabilir. Kurucu meclis talebi, mevcut seferberlik içerisinde fabrikalarda, kampüslerde ve meydanlarda öncüleşen emekçileri bir araya getirebilecek ve örgütlülüklerinin gelişmesine hizmet edebilir. Hâlihazırda rejimin yapısı sebebiyle Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin onayından geçmeyen kimse İran parlamentosuna aday dahi olamıyor. Birçok reformist politikacının hatta din adamının bile bu konseyin onayından geçemediğini göz önünde bulundurduğumuzda seferber olan bütün kesimlerin temsil edilebileceği bağımsız ve egemen bir Kurucu Meclis talebinin İran emekçilerinin ve kadınların acil talepleri için ne kadar hayati olduğunu görebiliriz.

Bütün bunların gerçekleşmesi için de seferberliğin kendi organlarını/özörgütlenmelerini oluşturması ve acil talepler ekseninde rejimden çıkış için mücadeleyi sürdürmesi hem İran hem de dünya işçi sınıfı açısından önemli gelişmelere sebep olabilir.