Ukrayna işgalinde karşı cepheler

Savaşların ve devrimlerin, bazı pozisyonları zaman zaman çakışır gibi görünen politik hareketler arasındaki gerçek farklılıkları (politik, ideolojik, sınıfsal, vb.) net biçimde açığa çıkardığı bir gerçek. Çünkü sınıf savaşlarının tepe noktalarını oluşturan savaş ve devrim süreçlerinde politik ve askerî alanları sadece profesyonel askerler ve politikacılar değil ama daha önemlisi halk kitleleri işgal etmeye başlar. Farklı cepheler oluşur ve mücadele esas olarak iki zıt cephe arasında sürer. Aynı cephede mücadele eder gibi görünenler arasındaki farklılıklardan hatta uzlaşmaz çelişkilerden değil, bizzat cephenin kendisinden söz ediyorum. 

O halde devrimci sosyalistler için her şeyden önemlisi cephenin tarifi ve karakterizasyonudur. Ukrayna savaşı da cephelerin tanımı konusunda sol hareket içinde farklı tutumlar üstlenen kesimler arasında ciddi bir yarılmaya yol açtı. Öyle ki, bu çevreler bizzat Ukrayna’da olsalar, bir kesimi Rus birliklerinin saflarında, diğerleri ise Ukraynalı direnişçilerin arasında seferberliğe katılıp birbirlerine silah sıkacaklardır. Durum bu kadar ciddi. Böyle olması da bir bakıma iyi, zira soruna dünya proleter devriminin çıkarları açısından bakanların, karşılarındaki siperlerde hangi düşman güçlerin bulunduğunu bilmelerine yardımcı oluyor.

NATO-Rusya savaşı mı?

Rus üniforması kuşananların temel bir argümanı var: ABD-NATO emperyalizmi, daha SSCB’nin dağılmasından itibaren Rusya’yı çevreleme harekâtına girişmiştir. Ve bu girişimini özellikle Doğu Bloku’nun dağılan parçalarını yutarak sürdürmüş, operasyonunu Asya’daki diğer eski Sovyet bileşenlerine de yaygınlaştırmış ve neticede Rusya’nın her zaman kendi tarihsel parçası olarak gördüğü Ukrayna’ya gelip dayanmıştır. Batı emperyalizminin bu ilerleyişine artık Rusya dur demektedir ve Ukrayna’yı işgal ederek bir “meşru müdafaa” harekâtı başlatmıştır.

İlgili tarafların işçi sınıfını ve emekçi halklarını, onların çıkarlarını dikkate almayan, sınıf mücadeleleri tahliline dayalı Marksist yöntemden son derece uzak, yanlışlarla dolu bu savın birinci sakatlığı, devletleri kendi içinde bütünsel, homojen ve bağımsız birimler olarak kabul etmesi ve onların dış politikalarını birer satranç hamlesi olarak görmesi. Bu metot elbette söz konusu devletlerin sınıf karakterini de hesaba katmaz.

Tam da bu nedenle bu savın sahipleri Rusya’nın karakterizasyonuna girişmekten kaçınıyorlar. Çünkü Rusya’yı emperyalist bir devlet olarak tanımlasalar, emperyalist bir ülkenin bağımlı, yarı sömürge bir ülkeyi işgal etmesinin karşısında yer almak durumunda kalacaklardır. Hayır, Rusya da bağımlı bir ülke tanımını geliştirseler, bu kez de saldırıya uğrayanın yanında konumlanacaklardır. Yani her iki durumda da Rus yayılmacılığından yana olamayacaklardır.

Rusya’nın sınıf karakterini tanımlamaktan kaçınmalarının bir diğer önemli nedeni de, onu emperyalist bir devlet olarak niteleseler, bu kez iddia ettikleri NATO-Rusya savaşını bir emperyalist savaş olarak kabul etmek zorunda kalacaklar ve emperyalist devletler arasındaki bir savaşta taraf tutmuş olacaklardır. Oysa emperyalistler arasındaki bir savaşta devrimcilerin tutumu, her iki tarafın asker üniforması giydirilmiş emekçilerine, “silahlarınızı kendi burjuvazilerinize çevirin” sloganında özetlenen devrimci bozgunculuk politikasıdır. Bunu yapmıyorlar, yapamıyorlar.

Geriye, “meşru müdafaa” tezi savunucularının belki de akıllarına getirmeyip uzak durmaya çalıştıkları bir iddia kalıyor: Savaşın emperyalist Batı bloku ile “yarı sömürge, bağımlı” Rusya arasında olması. “Yarı sömürge” Rusya eğer ulusal kurtuluş mücadelesi vermek amacıyla örneğin Avrupa Birliği’ne veya ABD’ye, hatta emperyalist Çin’e saldırsaydı üzerinde durulacak bir tez olabilecek bu görüş de, gene sözde kendisi gibi bağımlı Ukrayna’yı işgale girişmiş olması karşısında tuzla buz oluyor. 

Neticede, “Rusya daha emperyalist olmadan önce bile ABD ve NATO tarafından kuşatılmaya başladı” demekle yetiniyorlar. Bu elbette doğru, ama şu sorunun yanıtını vermek gerekir: Neden? Batı emperyalizmi ırkçı nedenlerle mi Rusya’yı yok etmek istiyordu? Emperyalist hükümetlerin ırkçı eğilimleri devrimciler için bir gerçek, ne var ki ırkçılık veya herhangi bir başka gerici ideoloji onlar için dünya üzerindeki egemenliklerinin bir aracıdır. Emperyalizm sadece Rusya’yı değil, tüm dünya ülkelerini kuşatmanın, onları kendi denetimlerindeki neoliberal dünya ekonomisinin içine çekmenin, eritmenin ve kendisine bağımlı kılmanın peşindedir. Dahası ve de belki de en önemlisi, emperyalist burjuvazi, dönemin emperyalist ülkelerinin gerisinde olmakla birlikte devasa bir sermaye birikimi ve son derece zengin doğal kaynaklarla dünya kapitalizmine katılan Rusya’nın dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek bir zaman zarfında emperyalist karakter kazanabileceğini sol liberallerden ve sözde Marksistlerden çok daha iyi biliyorlardı.

Savaşın karakteri

Bütün devletlerin istihbarat servisleri planlar yapar ama ulusal ve uluslararası sınıf mücadeleleri ve bunların diplomatik düzeydeki politik veya askerî yansımaları, kumkumalarla değil, sınıf güçlerinin müdahaleleriyle gelişir. Gizli servislerin komploları ancak bir avuç provokatörü harekete geçirebilir, ama ya kitleler? Demokratik ve sosyal hakları için ayaklanan kitlelerin yarattığı seferberlikleri ve gerçekleştirdikleri devrimleri ABD’nin komplosu olarak tanımlayıp bir kenara atmak isteyen sav sahiplerinin kendilerine bırakın Marksist, devrimci demeye bile hakları yok. Onlar Erdoğan’ın ağzından koşuyorlar: “Gezi Fettulah Gülen’in, yani ABD’nin bir komplosudur”. Slavofiller bu eleştirimiz karşısında ayağa fırlayıp bağırmaya başlayacaklardır: “Hayır, Gezi istibdata karşıydı”. Ya Stalinist bürokrasiye, onun restorasyoncu artıklarına, Ortadoğulu diktatörlere karşı ayaklanmalar? Onlar, sosyalist rejimlere karşı ABD tarafından kışkırtılan gerici ayaklanmalar mıydı? Bu ülkelerdeki halk ayaklanmalarının dile getirdiği özgürlük talepleri hangi referansa göre “gericiydi”? 

Ulusal ve enternasyonal proleter hareketin önderlik etme yeteneğine sahip olmadığı bu meşru ayaklanmaların yarattığı boşlukları, elbette durumu fırsat bilen ulusal ve emperyalist burjuvazi dolduracak veya doldurmaya çalışacaktır. Onların bu müdahalelerine karşı elbette kesintisiz bir savaş vermek durumundayız. Ama devrimci bir programla halk seferberliklerine katılıp onları sosyalist devrimler doğrultusunda yönlendiremiyoruz diye, sırf ABD egemenliği olmasın diye bir başka emperyalist gücün veya diktatörlük rejimlerinin yanında saf tutmak, işte bu karşıdevrimci pozisyon almaktan başka bir anlam taşımaz. Bunu yapan ve bu arada kendine solcu veya devrimci diyen bir politik akım, sadece elinden geldiğince mücadele etmeye çalışan halk yığınlarının arasından kovulmakla kalmaz, kendini halkın üzerine ateş açılan karşıdevrimci siperde bulur.

Ukrayna halkı yüzyılları aşan bir süreden beri egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadele etmektedir. Litvanya’ya, Polonya’ya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na, Çarlık Rusyası’na, Stalinist diktatörlüğe ve şimdi de emperyalist Putin Rusyası’na karşı… Bütün bu mücadeleler sırasında pek çok kez savaştı, pek çok kez ayaklandı. Restorasyon döneminde Rus ve Ukraynalı oligarklara karşı seferber oldu. Pasifistlerin, liberallerin ve emperyalist burjuvazinin çeşitli çiçek adları ve renkleriyle güzelleme altında hakir gördüğü, ılımlılaştırmaya çalıştığı “devrimci” girişimler, dünya proletaryası ve devrimci güçlerin yeterli yönlendirmesinden ve önderliğinden mahrum kaldı. Tam da bu nedenle yalpaladı, geri çekildi, yer yer gerici güçlere teslim oldu. Bu ortamda Rus emperyalizminin ve oligarklarının yayılmacı ve şoven baskısı, onları Batı emperyalizminden güç alan Ukrayna burjuvazisinin kollarına doğru itti. Bu, ABD emperyalizminin düzenlediği komplonun değil, sınıf mücadelelerinin kaçınılmaz bir sonucuydu. Ve emperyalist rekabet Rusya’nın “arka bahçesini” işgal etmesine neden oldu.

Bugün Ukrayna halkı Rus şovenizmine ve işgaline karşı bir kez daha kendi kaderini belirleme mücadelesi veriyor. Mevcut savaşın karakteri tam da budur: Ukrayna halkının ulusal kurtuluş savaşı. Devrimcilerin görevi, cephenin Ukrayna tarafında olmak ve Rus işgaline karşı mücadele etmek. Evet cephenin bu tarafında her tür ve renkten politik akım var ve önderlik şimdilik burjuvazinin elinde. Ama devrimci proletarya bu cephede Ukrayna halkının kendi kaderini belirleyebilmesi uğruna savaşmazsa, yarının sınıf savaşında Ukraynalı halk kitlelerine Ukrayna burjuvazisine ve emperyalizme karşı sosyalist devrim çağırısı yapabilme yeteneğine ve güvenirliğine sahip olamayacaktır. 

ABD ve AB emperyalizmlerinin Ukrayna hükümetine silah ve para yardımında bulunması savaşın karakterini asla değiştirmez. Tıpkı İspanyol cumhuriyetçilerin Franco faşizmine; Fransız, İtalyan, Yunan ve Yugoslav direnişçilerinin Nazi işgaline karşı mücadelelerinde emperyalist ülkelerden kabul ettikleri yardımlar gibi, Ukrayna halkının da Rus emperyalist işgaline karşı bu silahlara ihtiyacı var. Devrimci proletaryanın görevi kendi hükümetleri üzerinde bu yardımların iki katına çıkarılması doğrultusunda baskı yapmaktır. Emperyalist ülke işçi sınıfı ile Ukrayna emekçi halkı arasındaki köprü ancak bu yolla kurulabilir. 

Savaş naralarımız, “Ne Rus, ne NATO emperyalizmi!”, “Yaşasın Ukrayna halkının kendi kaderini tayin hakkı” olmalı.