İspanya ve Meksika: Reformist iktidarların bir bilançosu (II)

Yazının birinci bölümünü okumak için burayı tıklayabilirsiniz.

***

Reformist belediyecilik anlayışı: Barselona Müşterekler 

Bu noktada Podemos’un ihanet politikalarının parti lideri Iglesias’ın kişisel politik hırslarının bir getirisi değil sözde neoliberalizm karşıtlığı söylemi altında kapitalist sömürü düzeninin bekasını savunan reformist anlayışın kaçınılmaz bir sonucu olduğunu vurgulamak adına, Podemos’un yerel yönetimlerdeki bilançosuna da kısaca değinmek gerekiyor. Bu aynı zamanda bize, yakın zamanda birbiri ardına yolsuzluk dosyaları açan, özellikle pandemi döneminde iktidarın tüm baskı ve engellemelerine rağmen atılan çeşitli sosyal ve demokratik adımlarla “halk için şeffaf belediyecilik” anlayışını yükselttiğini savunan CHP’li belediyelerinkine benzer “halkçı” belediyeciliğin sınırlılıkları, yapabilecekleri ve yap(a)mayacakları konusunda da fikir verecektir. 

Barselona Büyükşehir Belediyesi’ni ele alacak olursak: Podemos’un en büyük bileşeni olduğu Barselona Müşterekler (BComú) isimli seçim cephesinden Nisan 2015’te Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen ve 2008 krizinde evlerini kaybedenlerin oluşturduğu İpotekten Etkilenenler Platformu’nun (PAH) önde gelen üyelerinden olan Ada Colau ve ekibi, seçim kampanyalarında en çok yurttaşların evlerine haksızca el koyan bankaları ve bankaların konut piyasasını canlandırmak adına bu evleri sattıkları çokuluslu şirketleri hedef almıştı. Kampanya herkese konut, elektrik, su ve doğalgaz hakkı savunuyordu. Ancak Belediye yönetimini ele geçirince vaat edilen konut kamulaştırmasını uygulamaya koymak yerine, Bcomú yönetimi bu konutların bir kısmını belediye bütçesini kullanarak çokuluslu şirketlerden satın almayı tercih etti. Pandemi sırasında dahi hâlâ devam etmekte olan polis zoruyla konut tahliyelerini, ya da borç yüzünden elektrik, su ve doğalgaz hizmetlerinin kesilmesini sadece yavaşlatacak önlemler alınırken bunları engelleyecek ya da durduracak politikalar geliştirilmedi. 

Neoliberalizm ve mevcut politik sistem dışında başka alternatifler olduğunu savunan Podemos belediyeciliği, örneğin kadınlara yönelik hizmetleri belediye kapsamına almakla övündü. Ancak bir kısmı zaten özelleştirilmiş olan belediye hizmetlerinin neredeyse tamamı, Podemos belediyeciliği döneminde kamu-özel ortaklıkları kapsamında özelleştirip ticarileştirildi. Sadece altyapı, inşaat ve soylulaştırma projeleri değil ek olarak kadınlara yönelik hizmetler de dahil olmak üzere tüm sosyal hizmetler ihaleler aracılığıyla özel şirketlere devredilerek taşeronlaştırıldı. Bu taşeronlaştırmayı temize çıkarmak için bir Sosyal ve Dayanışma Ekonomisi departmanı kurularak, kamu ihalelerinin bu departmana kaydolan çeşitli kooperatif, vakıf veya STK’lara veya daha fazla sayıda kadın, engelli ve uzun süredir iş arayan emekçileri istihdam eden firmalara verildiği söylendi. Ancak şeytan ayrıntıda gizliydi. Öncelikle, bu kurumların istihdam ettiği “öncelikli gruplar” süreli kontratlarla ve güvencesiz şekilde istihdam ediliyorlar. Ek olarak, bu sistemin getirilmesiyle eş zamanlı olarak Barselona Büyükşehir Belediyesi, mahallelerdeki politik ve kültürel yaşamın merkezi olan ve geleneksel olarak işleyişi mahallelinin özyönetimine dayalı olan Mahalle Evleri’nin (Casal de Barri) belediyeden aldığı yıllık fonlarda büyük kesintilere gitti. Bu kesintiler sonucu işleyişte yaşanan zorluklar ise Mahalle Evleri’nin çoğunun yönetimine, ihalelerle yukarıda sayılan kurumların getirilmesi ve özyönetimin sonlandırılmasıyla aşıldı! Yani iddia edilen “güler yüzlü” taşeronlaştırma, mahallelerdeki politik örgütlülük ve hareketliliği belediyenin kapsamına ve kontrolü altına almak adına “sosyal ve dayanışma ekonomisine” dayalı olarak yapıldı. Bu arada çöp toplama, yaşlı bakımı, çocuk bakımı, kadın hizmetleri, sığınmacı entegrasyonu gibi temel sosyal hizmetlerin ihaleleriyse çokuluslu şirketlerin yan şirketlerine peşkeş çekildi. Örneğin, bir düzine kamu hizmeti ihalesini, adı defalarca yolsuzluğa karışmış olan futbol takımı Real Madrid’in sahibi ve PP’ye yakınlığıyla bilinen Florentino Pérez’in çokuluslu şirketler grubunun parçası olan ufak (ve kimi zaman paravan) şirketler aldı. 

Podemos’un yükseliş döneminde emperyalizmden kopuş veya hesaplaşmaya yönelik değil, aksine onun pozisyonunu muhafaza etmeye ve dış borç ödemelerini sürdürmeye yönelik reformist bir “haklı borç, haksız borç” ayrımı ortaya atılmıştı. Barselona Müşterekler bu ayrıma dayanarak verilen “haksız borçları ödememe” vaadini de gerçekleştirmedi. Belediyenin kaynaklarının büyük bir kısmı işçi ve emekçilerin, “ilerici politikalar” ekseninde şehrin kapılarını açtığı göçmenlerin, kadınların, ya da evlerini kaybeden ailelerin ihtiyaçlarına değil bankalara ve ticari şirketlere olan ve yolsuzluk kaynaklı yaklaşık 830 milyon avro tutarında olan borcun ödenmesine harcanmaya devam etti. (20) 

Belediyenin halkla ilişkiler departmanı neoliberal politikalar karşıtı sürdürülebilir, eşitlikçi, adaletli, dayanışmacı belediyecilik reklamları yaparken, bir yandan da dayanışma mutfakları, dayanışma kütüphaneleri, alternatif ve yerel para birimlerine dayalı hizmet takası oluşumları, şehir bostanları, çalışan ailelerin çocuklarını bırakabilecekleri okul sonrası etüd evleri gibi 400’ü aşkın yerel ve gönüllülük esasına dayalı dayanışma ağı da Dayanışma Ekonomisi Ofisi ve Ağı kapsamına alınarak belediye hizmetlerinin bir kısmını üstlenmeleri sağlandı; yani belediye hizmetlerinden ücretsiz yararlanması gereken insanlar belediyenin ücretsiz hizmet sağlayıcısı ve emek rezervi haline geldi. 

Son olarak Barselona’daki bağımsızlık yanlısı seferberlikler sırasında ve Katalan siyasetçilerin tutuklanma kararının ardından günlerce süren protestolar boyunca Barselona Büyükşehir Belediyesi’nin çeşitli toplu taşıma hatlarını keserek, metro istasyonlarını kapatarak ve belediyeye bağlı kolluk kuvvetleri olan Guardia Urbana’nın protestoculara karşı şiddet uygulamasına ses çıkarmayarak yükselen bir halk ayaklanmasını bastırmak adına aktif bir rol oynadığını da unutmamak gerekiyor. Polis şiddetinin, CaixaBank, Sabadell, gibi finans sermayedarlarının, Colonial ve Abertis gibi büyük gayrimenkul devlerinin devam eden protestolar nedeniyle merkez ofislerini Barselona dışına taşımayı düşündükleri yönündeki açıklamaları sonrasında iyice artıp yaygınlaşması, reformist belediyeciliğin kırmızı çizgilerini oldukça kalın çizilmiş bir şekilde ortaya koyuyor.  

Reformizm = Güler yüzlü kapitalizm

İster yerel ister ulusal düzeyde olsun mevcut koşulları işçi ve emekçilerin lehine değiştirme yönünde adımlar atmak yerine mevcut koşullarda elden gelenin en iyisini yapmak, kapitalist sistemin çıkmazlarını yüzeysel olarak törpülerken temelini sağlamlaştırmaktan öteye gidemiyor. Çünkü bu çabanın sınırlarını işçi ve emekçilerin değil ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaçları belirliyor. Güler yüzlü kapitalizmin tek vaat ettiği kapitalist rejimi, yalnızca onun ekonomik gücünü ve özel kârlarını değil aynı zamanda devletini ve işçilere karşı baskı araçlarını da zayıflatmayacak koşullar altında değiştirmek, yani yeniden üretmektir. Dolayısıyla güler yüzlü kapitalizmin mümkün olduğunu savunan reformist önderlikler, “ilerici,” “solcu,” “halkçı” maskelerine ve söylemlerine rağmen ne işçi ve emekçilerin ekonomik ve demokratik talep ve ihtiyaçlarını karşılayabilir ne de sınıf mücadelesini işçi ve emekçiler lehine ilerletebilirler. Aksine nihai hedefleri, burjuvaziyi kendi sınıf egemenliğini ciddi bir şekilde tehdit etmeden rejimin sivriliklerinin törpülenebileceğine ikna etmek, yani sınıf mücadelesine ve sürekli devrimin tüm iç ve dış gelişimine karşı bir kalkan görevi görmektir.    

MORENA ve Podemos’un sadece ortaya çıkış ve iktidara geliş süreçlerini mercek altına almak bile, bu süreçlerin üzerinde yükseldiği politik-ekonomik konjonktürler ve kapitalist-emperyalist düzen içerisindeki konumları farklı olsa da her ikisinin de bu düzenin bekasını önceleyen sınıf işbirlikçi önderlikler olduğunu gözler önüne seriyor. Bu elbette ki bu önderliklerin iktidarlarını korumak, sağlamlaştırmak ya da güçlendirmek adına kimi zaman çeşitli ekonomik ve demokratik tavizler vermediği anlamına gelmiyor. Ancak kitlelerin ister büyük umutlarla, ister alternatifsizliğin yarattığı kötünün iyisi iç çekişlerle, ister önceki iktidarları cezalandırmak amacıyla bel bağladığı bu önderliklerin iktidara gelince izledikleri politikalar, bir elleriyle verdiklerinin on mislini diğer elleriyle geri aldıklarını; kapitalist-emperyalist sistemden kopuşa yönelik bir sınıf perspektifi ve programına sahip olmayan bu güler yüzlü iktidarların, özellikle kriz dönemlerinde yaşadıkları politik savrulmaların kitlesel ve örgütlü bir sınıf mücadelesi ve basıncının yokluğunda kaçınılmaz bir şekilde sağa doğru olacağını gösteriyor. İçinden geçtiğimiz pandemi ve derinleştirdiği küresel ekonomik kriz dönemi bu durumu oldukça açık bir şekilde ortaya koyuyor.

“Dördüncü dönüşüm” ve sonuçları 

Temmuz 2018’de iktidara gelen AMLO ve partisi MORENA, 1 Kasım 2018 itibariyle görevi devraldığında   ABD’nin Meksika üzerinde yürüttüğü kirli emperyalist politikaların direk sonucu olan sefalet ve şiddetten kaçarak ABD’ye ulaşma hedefiyle yola çıkan yedi binden fazla Orta Amerikalının oluşturduğu “Göçmen Karavanı” Meksika’ya varmış, ülkenin ABD’yle olan kuzey sınırında insani bir kriz patlak vermişti bile. ABD’nin ekonomik yaptırım tehditlerine boyun eğerek, Trump’ın inşa ettirmeyi başaramadığı beton sınır duvarını Meksika ordusuyla etten ören eski Başkan Nieto’nun gidişi ve yerine o güne kadar “göçmen dostu” bir söylem benimseyen AMLO’nun gelişi durumu sanıldığının aksine kötüleştirdi. 

AMLO bir kısmı Meksika sınırları içerisinde yer alan ve insanlık dışı koşullara sahip ABD sığınmacı kamplarını kapatmayı reddettiği gibi, başkanlığının ilk yedi ayında Nieto’nun son yedi ayda sınır dışı ettiği göçmenden yaklaşık 22.000 daha fazla göçmeni sessizce sınır dışı etti. Sorunun sadece bu şekilde çözülemediği anlaşılınca “sizlere arkamı dönmeyeceğim!” diyerek göçmenlere oturma izni veren AMLO hükümeti, bu uygulamayı Orta Amerikalı kardeşlerine kucak açmak olarak lanse etse de asıl amaç ABD’ye yapılan sığınmacı başvurularını azaltmak ve Trump’a “iyi niyetli” olunduğunu göstermekti. Örneğin bu oturma iznini elde etmenin birincil şartı izne başvuran göçmenin hiçbir şekilde Meksika üzerinden ABD’de sığınmacı başvurusu yapmayacağını, yaparsa sınır dışı edilmeyi kabul ettiğini taahhüt etmesiydi. Çalışma ve sosyal hizmetlerden yararlanma gibi haklar da içermeyen bu oturma izni sınırda sıkışan binlerce göçmen için tek hayatta kalma umuduyken, bu umudun somut karşılığı ya Meksika sınırları içerisinde sefalete, insan kaçakçılarına ve seks ticaretine terk edilmeleri, ya da en iyi ihtimalle kölelik ücretlerine ve kayıt dışı ekonomide emeklerinin sömürülmesine mahkum olmak oldu. Göçmenleri emperyalizmin gazabından değil, emperyalizmi göçmenlerden korumayı tercih eden bu politikaların sonucu olarak Meksika’da ırkçılık hızla yükselişe geçti. AMLO hükümeti göç ve yeniden yerleşim süreçlerinde yaşanan taciz, tecavüz ve şiddet vakalarına karşıysa tek bir soruşturma dahi açmadı.

AMLO’nun emperyalizme uzattığı zeytin dalı bununla da kalmadı. Meksika’nın emperyalizme tanıması gereken yeni ekonomik ve politik imtiyazlar anlamına gelen ve NAFTA’nın yerini alan USMCA’nın (Amerika-Meksika Kanada Serbest Ticaret Anlaşması) imzalanması, Nieto’nun başkan olarak son icraatlerinden biriydi. Bu anlaşma, özellikle metal ve otomobil sanayilerinde çalışan Meksikalı emekçilerin zaten düşük olan ücretlerini Amerika’nın koyduğu gümrük vergileri, Amerikalı ve Kanadalı çokuluslu şirketlerin üretimlerini Meksika’ya taşımalarını kolaylaştıran maddeler nedeniyle daha da aşağıya çekecekti. AMLO bu yeni anlaşmayı “ekonomik büyümeyi teşvik edeceği” gerekçesiyle destekledi. USMCA, Temmuz 2019’da MORENA’nın çoğunluğa sahip olduğu 128 koltuklu Senato’da sadece 4 olumsuz ve 114 olumlu oyla kolayca geçirildi ve 1 Temmuz 2020’de yürürlüğe girdi. Daha anlaşma yürürlüğe girmeden çokuluslu kapitalist otomotiv devlerinin tedarik zincirinin aksamaması yönünde Trump’ın Meksika’ya yaptığı çağrı sonrasında, pandemi karşısında önlem alınmasını şart koşmaksızın işçilerin hayatları pahasına üretimin tam kapasite normale dönmesi emrini veren yine AMLO’ydu. 

AMLO başkanlık koltuğunu devraldığında, kamuoyu tarafından “kimin başkanı olacağı” sorusunun test edileceği şeklinde yorumlanan bir olay daha manşetlerdeydi: Eski Başkan Nieto’nun başlattığı 13 milyar dolarlık yeni Mexico City havaalanı projesi. Seçim kampanyası boyunca şehrin kuzeyine yapılması planlanan bu yeni havaalanının yaratacağı masraf ve çevresel yıkımı hedef alan AMLO, başkan olarak yaptığı ilk açıklamalarında, projeye dair kendisinin ön ayak olmasıyla yapılan referandumdan çıkan “Hayır” sonucunu tanıyacağını, inşaatına başlanan havaalanı projesinin daha az iddialı ve çevre dostu bir projeye dönüştürüleceğini ilan etti. Hedef aldığı mafyalara gönderme yaparak projenin iptalinin “ekonomik ve politik çıkarların arasındaki bağı kopardığını” söyleyen AMLO’nun bu çıkışı, yeni hükümetin iç ve dış burjuvaziye kafa tutması şeklinde yorumlanırken çok geçmeden anlaşıldı ki, AMLO’nun “daha az iddialıdan” kastı, inşaatın sürdüğü bölgeyi orduya hava üssü olarak tahsis edip, projeyi yarı sivil yarı askeri havaalanı projesine çevirmek ve projenin inşaatını bizzat orduya devrederek bir taşla iki kuş vurmaktı. AMLO bu şekilde bir yandan iktidarını sağlamlaştırmak adına orduyu yanına çekerken diğer yandan birtakım mafyaların değil, ordu üzerinden kendine yakın burjuva sektörlerin ceplerini dolduracaktı. Üstelik bu, orduya peşkeş çekilen tek proje de değildi. AMLO’nun 2019-2024 Ulusal Altyapı Programı çerçevesinde tam veya kısmi kontrolünü orduya devrettiği bir düzine tartışmalı altyapı tesisi, yol ve tren hattı projesi var. Projenin orduya devredilmesiyle 13 milyar dolara değil sadece 4,1 milyar dolara mal olacağı ve yeniden tasarlanan “sade” mimarisi, gerçekleşecek çevre yıkımının “tesellisi” olarak yedirilmeye çalışıldı. Ancak ordu içerisinde danışıklı dövüş ihaleler, paravan şirketler ve gerektiğinde şiddet kullanılarak yapılan yolsuzluklar nedeniyle tamamlanmasına henüz en az bir yıl olan projeye yapılan harcama şimdiden 13 milyar doları geçmiş durumda. Yapılan tahminlere göre proje en az 30 milyar dolara patlayacak. Yani, eski devlet başkanı Nieto döneminde alınan ve “yoksulların başkanı” AMLO’nun “binmeye utanırım” diyerek kamuya kaynak yaratmak adına 120 milyon dolara sattığı başkanlık uçağının kamuya yarattığı gelirin yaklaşık 250 katı. 

Üstelik bu, AMLO’nun iktidarını işçi ve emekçilere değil, organize suç çeteleriyle işbirliği içerisinde ekonomik kazanç uğruna sivilleri katleden orduya yaslamasının tek örneği de değil. AMLO, bugüne kadar yürüttüğü üç cumhurbaşkanlığı kampanyasında da askerlerin sokaklardan ve kamusal düzenden elini çekmesi gerektiğini savunmuştu. Ama başkanlığı devralır almaz, Federal Polis, Ordu ve Deniz Kuvvetleri birliklerinden oluşan yeni bir jandarma birliği olan 80.000 kişilik Ulusal Muhafızlar’ı kurarak onlara kamusal ve sivil düzeni koruma ve güçlendirme yetkisi verdi. Yani o zamana kadar acil durum ve olağanüstü hâl koşullarında sivil düzene karışma yetkisi olan orduya, Ulusal Muhafızlar aracılığıyla AMLO hükümeti tarafından olağanüstü olmayan koşullarda da sokağa inebilme, şiddet kullanma ve tutuklama yetkisi verildi. MORENA hükümeti de kendinden önce gelen hükümetler gibi, devlet şiddetini politik örgütlenmeyi caydıracak siyasi bir strateji olarak kullanacağını göstermiş oldu. Peki neydi bu “olağanüstü olmayan” koşullar? Elbette ki öğrenci protestoları, kadın eylemleri, sendikal hareketler, grevler gibi işçilerin, gençlik ve kadın sektörlerinin hak arama mücadeleleri. 10 Eylül 2020’de Amerika ve Meksika arasındaki Su Ticareti Anlaşması kapsamında Meksika’nın borçları yüzünden Chihuahua eyaletindeki La Boquilla barajının suları bölge halkının erişimine kapatılınca, tarım üreticileri susuz kalmış ve eylem yapmışlardı. Bu eylem sırasında Ulusal Muhafızlar’ın protestoculara saldırarak 36 yaşında bir kadını öldürmesi ertesinde hükümet kanadından yapılan tek açıklama bunun “trajik bir kaza olduğuydu.” AMLO hükümetinin ilk ayında şiddet ülke çapında %10 arttı. 

Bu Ulusal Muhafızlar’ın ilk katli değil. Ve Meksika’da yaşanan yüzlerce kadın cinayetinden sadece birisiydi. 2019 yılında Mexico City’de dört polisin bir kadına tecavüz etmesi ardından kadına yönelik şiddete karşı ülke çapında sokaklara çıkan kadın hareketi, kadın cinayetlerine karşı yapılan düzenli protestolarla giderek büyüdü ve güçlendi. (21) AMLO hükümeti ise büyüyen bu öfke karşısında kadın cinayetlerini önlemek adına tek bir adım atmazken tersine kadın düşmanı söylemlerini arttırdı. Hatta kendi “ilerici” hükümetini eleştirdiği için kadın hareketini “tutucu” olmakla suçlayacak kadar ileri gitti. Kadın hareketinin kriminalizasyonuna dönük bu politikalarının yanı sıra, kürtajın ülke çapında suç kapsamından çıkarılarak yasallaşması konusunda “her iki tarafı da dinlemek lazım” şeklindeki orta yolcu söylemi, geçen iki sene sonunda açıktan kilise yanlısı ve kürtaj karşıtı bir pozisyona evrilmiş durumda.

AMLO’nun kimin başkanı olduğunun diğer önemli göstergeleri de Matamoros şehrinde başlayıp ülkenin ABD’yle sınır kuzey eyaletlerinde bulunan maquiladora (22) fabrikaları işçilerinin Ocak 2019’da başlayıp yaklaşık 4 ay süren grevi, Nisan 2019’da yürürlüğe giren Emek Reformu ve AMLO’nun başkanlık dönemi boyunca gerçekleşen parçalı işçi direniş ve mücadelelerine başkanlık konutu ve hükümet kanadından verilen tepkilerdi. 70.000’den fazla işçinin katıldığı ve yaklaşık 80 fabrikaya yayılan Matamoros grevine AMLO’nun verdiği ilk tepki maquiladoralarda günlük asgari ücreti iki katına çıkarmak oldu (günlük 88,36 pesodan 176,72 pesoya, yani günlük 4,63 dolardan 9,25 dolara). Tabii yasalara göre bu artışın sadece asgari ücret alan işçilere uygulanmasını zorunlu kılarak. Dolayısıyla patronlar, işçilerin büyük bir çoğunluğunun zaten asgari ücretin üstü maaşlarla çalıştığını söyleyerek, patron yanlısı sendika (CTM, SJOIIM ve SITPME) bürokrasilerinin de desteğiyle, bu artışı işçi ücretlerine yansıtmayı reddettiler. Buna karşılık, işçilerin herkese %20 zam ve yıllık 32.000 peso (1.665 dolar) prim talebiyle grevlerini sürdürmesi ve diğer fabrikalara da yayması üzerine, AMLO işçileri “şirketlerin durumunu da düşünmeye” davet ederek “denge” bulmaya çağırdı. İşçilerin geri adım atmaması üzerine grevler federal mahkemelerce yasadışı ilan edildi ve grev hattındaki işçilere saldırarak grevleri durdurmak için ordu aktif olarak devreye sokuldu. Benzer şekilde Meksika’nın oldukça yoksul güney bölgelerinden biri olan Michoacan’da aylarca maaşlarının yatmamasına ve eğitime getirilen kesintilere karşı 2019 yılı başında yaklaşık 2 ay polis ablukasında grev yapan öğretmenleri de “sağcı” olmakla suçlayan AMLO, birikmiş maaşlarının verilmesi karşılığında (!) onlardan işe geri dönmelerini ve eğitimdeki kesintileri kabul etmelerini talep etti. Nisan 2019’da yürürlüğe giren Emek Reformu ise tazminat, işsizlik maaşı gibi haklara kısıtlamalar getirirken sözde grev hakkının ve toplu iş sözleşmelerinin önünü açıyordu, ama tabiki varolan patron yanlısı sendikalara karşı tabandan mücadeleci sendikal oluşumların güç kazanmasının önünü kapayarak. 

Eğitimde yaşanan ücret kesintileri, AMLO’nun neoliberal kemer sıkma politikalarına karşı öne sürdüğü “cumhuriyetçi kemer sıkma programının” bir parçasıydı. Bu program kapsamında yüksek düzey devlet görevlilerinin maaşlarında kesinti yapılması gibi göstermelik uygulamalar (örneğin Yüksek Mahkeme hakimlerinin yıllık 400.000 dolar olan maaşlarında %25 kesintiye gidildi) devreye sokulurken, varolan bütün sosyal programların ve projelerin (sağlık, eğitim, çocuk ve yaşlı bakımı, çevre vb.) bütçelerinde çoğunu aktif olarak sonlandıran ağır kesintilere gidilerek, yerine nakit yardım sistemi geçirildi ve bu şekilde kaynakların özel sektöre akışı kolaylaştırıldı. Bunun bahanesi de devlet içerisindeki yolsuzluğu önlemekti. Bu programların çoğu pandemi döneminde “zaten kullanılmadıkları” gerekçesiyle MORENA hükümeti tarafından kesin olarak sonlandırıldı. (23) Söz verilen vergi adaleti de tabii ki zenginlerden alınacak vergileri arttırmak ya da on yıllarca vergi borçlarını ötelemelerine izin veren yasaları lağvetmek çerçevesinde yapılan bir vergi reformu değildi. Reformdan kasıt AMLO’nun vergi borcu en yüksek 15 şirketi kamuoyuna ifşa edip (Walmart, Toyota, IBM Mexico, FEMSA gibi) onlardan kamuoyu önünde “borçlarını ödemelerini” rica etmesiydi.         

Tüm bunlara ek olarak, en tartışmalısı beş güney eyaletinden geçecek 1500 km uzunluğundaki turistik Maya Treni projesi olan pek çok altyapı projesi, yerli halkların sosyal ve çevresel yıkıma yol açacağı yönündeki tüm itiraz ve eylemliliklerine rağmen hükümet tarafından “ekonomiyi canlandıracakları” gerekçesiyle iptal edilmedi. AMLO’nun 2019-2024 Ulusal Altyapı Programı’nın parçası olan bu projeler, ABD’nin güney Meksika ve Orta Amerika’ya yaptığı 5,8 milyar dolarlık yatırım anlaşması kapsamında bir “Marshall Planı” olarak sunulup, pandemi döneminde hızlandırıldılar. Emperyalizmin bölgedeki yağma ve talan politikasının tipik bir örneği olan bu projeler ordu, devlet ve çokuluslu şirketler üçgeninde ülkenin doğal kaynaklarını sömürüyorlar.

Son olarak AMLO hükümetinin pandemi yönetimi de yukarıda özetlenen “ilerici” politikalarının ekseninden şaşmadı. Pandeminin başlangıcında alınan “esnek” önlemler ve kısıtlamalar, Trump’ın Meksika’da gerçekleşen üretimin aksamaması çağrısıyla 17 Mayıs’ta tamamen kaldırıldı ve pandemiden korunma tamamen bireysel sorumluluğa indirgendi. Artan işsizlik ve ekonomik zorluklara ve çöken sağlık sistemine yönelik, “normalleşme” ve ucuz kredilerle “borçlandırma” dışında somut başka bir politika izlenmezken, maskesiz mitingler yapıp gerçek anlamda halkı “kucaklayan” AMLO, Trump ve Bolsonaro’yu aratmayacak şekilde yaz ayları boyunca pandemi yokmuş gibi davranmaya devam etti. Kendisine yakın olan “temiz” burjuva sektörleri başkanlıkta olduğu son 2 yıl boyunca altyapı, eğitim, sağlık, iletişim gibi alanlarda kamu-özel işbirlikleri kanalıyla destekleyen AMLO, bu işbirlikleri çerçevesinde devam etmekte olan projelere pandemi boyunca kaynak akıtmaya devam etti. Ama pandemiyi hükümetinin ekonomik tabanını ve çevresini sağlamlaştıracak bir fırsat olarak görerek patronların genelini rahatlatacak ekonomik önlemler açıklamayı reddetti. Bu hareketiyle çeşitli burjuva sektörlerin oldukça tepkisini çeken AMLO, bu tepkiye eski devlet liderlerine ve çeşitli patronlara “sistematik yolsuzluk” suçlamasıyla soruşturma ve yargı yolunu açacak bir referandum düzenlemeyi planladığını açıklayarak cevap verdi. AMLO bu şekilde hem Kongre ara seçimlerinin yapılacağı Haziran 2021 öncesinde bugüne kadar arkasında değil karşısında durduğu işçi ve emekçiler arasında zayıflayan popülerliğini (24) geri kazanmayı, hem de onların desteğiyle devlet ve burjuvazi içerisindeki “düşmanlarını” saf dışı bırakmayı planlıyor. 

Atılan her somut adımın açıkça ortaya koyduğu gibi AMLO’nun “ilerici” hükümet senaryosu, “mafyaların” “temiz burjuvayla” yer değiştirmesi anlamına geliyor. AMLO ve MORENA ne özel mülkiyetle, ne emperyalizm ve serbest ticaretle, ne finans sektörüyle, ne kadınlara yönelik şiddetle, ne çevre yıkımıyla, ne de yolsuzluk ve yoksullukla mücadele ediyor. Vaat edilen “dördüncü dönüşüm” Bonapartist sağcı stratejiler altında işçi ve emekçilerin hiçbir talebine cevap üretmezken, “ilerici” ve “sol” umutlar bağlanan MORENA da ahlaki ve politik meşruiyetini kaybeden egemen üst sınıfın bir Truva atından başka bir şey olmadığını açıkça ortaya koymuş durumda.

Küçük iktidar ortağı, büyük hesaplar

MORENA’dan farklı bir taktik izleyen Podemos, iktidarın küçük ortağı olarak “toplumsal dönüşüm” vaatlerine Podemos-Unidos/PSOE hükümeti göreve geldiği andan itibaren hiç olmadığı kadar temkinli yaklaştı. Iglesias koalisyon hükümetine dair sağlanan anlaşmanın ertesinde yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Sağcı parti ve şirket basınları, attığımız her adımda bizi çok sert eleştirecekler. PSOE ile kurduğumuz hükümette azınlık olarak birçok sınırlılık ve çelişkiyle karşılaşacağız ve birçok şeyden vazgeçmek zorunda kalacağız.” Yani Iglesias işçi ve emekçilerin ihtiyaçlarına cevap vermeyeceğini açıkça deklare ediyor, koalisyon ortağı olarak sorumluluğunun iktidarın “vicdanı” olmaktan ve PSOE’nin politikalarına sosyal içerikli dokunuşlar yapmaktan öteye gitmeyeceğini baştan kabul ediliyordu. Bu şekilde sevaplar Podemos’a, günahlarsa PSOE’ye kesilebilir, iktidarda olmasıyla birlikte görünürlüğü artan Podemos ise bir türlü yakalayamadığı o popülist momenti bir sonraki seçimlerde bu “vicdan” üzerinden kurgulayabilirdi. 

Öncelikle PSOE/Podemos Unidos koalisyonunun, iktidara gelmesinin hemen ardından patlak veren Covid-19 krizine hiç de “hazırlıksız” yakalanmadığı, İspanya Savunma Bakanlığı ve hükümet yetkililerinin ocak ayının başında salgının yaratacağı etkiler konusunda bilgilendirildiği açığa çıktı. Hükümet salgına karşı 13 Mart’ta ülke çapında ilan edilen karantina öncesinde hiçbir geniş çaplı önlem almamışken, Savunma Bakanlığı o tarihe kadar orduya Kişisel Koruyucu Ekipman (KKE) tedarik edilmesi için dört farklı ticari anlaşmanın altına imza atmıştı bile. 24 Mart’ta pandemiye karşı açıklanan 200 milyar avroluk ekonomik önlem paketinin 117 milyon avrosu şirketleri kurtarmaya ayrılır ve banka ve şirket borçları aynı 2008 sonrasında olduğu gibi bir kez daha kamu garantisi kapsamına alınırken, Iglesias’ın “2008 ekonomik krizi sonrasında yaşananlar tekrar yaşanmasın” diyerek 200 milyar avroluk ekonomik paketten işçi ve emekçilerin desteklemesine yönelik ayrılmasını istediği “sosyal kalkan” bütçesi ise sadece 600 milyon avro; yani toplam paket bütçesinin %0,3’üydü.  İşçi ve emekçilere ayrılan bu “vicdanlı” bütçenin yarısı da zaten hizmetlerinin çoğu Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) modeliyle senelerdir özelleştirilmiş olan belediyelere kaynak olarak aktarıldı. Kalanıysa emekçilere ücretli izin, kira ödemesi, su, elektrik gibi temel ihtiyaçlara ücretsiz erişim ya da sağlık hizmetlerinde artış sunmak yerine Türkiye’dekine benzer bir şekilde kısa çalışma ödenekleri, borç ve kredi ertelemelerine kaynak oldu. Krizin faturası işçi ve emekçilere kesilirken Podemos’un da dahil olduğu İspanya Devleti hükümeti, sadece 2018 yılı faizi Iglesias’ın sosyal kalkanının 500 katı olan kamu borçlarını ödemeyi sürdürdü!

Podemos’un partneri Birleşik Sol üyesi Çalışma Bakanı Yolanda Diaz, “Bu sağlık krizini fırsat bilerek kimse işçi çıkaramaz” söylemiyle 27 Mart itibariyle ülke genelinde işten çıkarmaların yasaklandığını açıklasa da yasaklar taşeron veya sigortasız çalışan işçileri, yasak dönemi boyunca süresi biten geçici sözleşmelerin yenilenmesini ve uzunluğu 15 günden 6 aya kadar değişen deneme süresi sonrası yapılabilecek fesihleri kapsam dışı bıraktı; yani işçi sınıfının çoğunluğunu! 2018 yılından bu yana ulaşım (Ryanair, havaalanı işçileri, taksiciler, Deliveroo, metro işçileri), perakende (Amazon, H&M), posta hizmetleri, halk sağlığı hizmetleri, sosyal hizmetler ve eğitim dahil olmak üzere pek çok sektörde gerçekleştirilen onlarca grevden hiçbirini desteklemeyen Podemos-Unidos, pandemi döneminde metal ve sağlık sektörlerinde yapılan grevler, kimi grevlerin polis zoruyla bastırılması ve “normalleşme” çerçevesinde bireysel önlemler dışında hiçbir önlem alınmaksızın emekçilerin çalışmaya geri dönmeye zorlanması karşısında da sessizliğini korudu.

Siyasal söylemini demokrasi, şeffaflık ve adalet üzerine kuran Podemos’un lideri Iglesias, Başbakan Yardımcısı sıfatıyla partisinin onayı ve kendi rızasıyla Nisan ayında İspanya İstihbarat Teşkilatı’nın (Centro Nacional de Inteligencia – CNI) faaliyetlerini yöneten ve denetleyen İstihbarat İşleri Komisyonu’nun yönetim kadrosuna dahil oldu. Ekim ayında İspanya Ulusal Güvenlik Konseyi (CSN) tarafından onaylanan “Dezenformasyona Karşı Müdahale Prosedürü” kapsamında ve CNI sorumluluğunda hayata geçirilen ELISA isimli dijital gözlem projesiyle birlikte, İspanya Devleti “dezenformasyonu” tespit etmek ve bu tür kampanyalara “politik yanıt” verebilmek için sosyal medya platformlarının ve medyanın devlet tarafından gözetimini ve sansürünü yasallaştırdı. CCN tarafından yayımlanan ilk rapora göre, bu yılın Nisan ve Eylül ayları arasında, ELISA tarafından 157 farklı çevrimiçi platformda 1808 “küreselleşme karşıtı” içerik tespit edildi. CCN raporu, bu “küreselleşme karşıtı” söylemlerin “sistem karşıtı bir karaktere sahip olduğunu (…) demokratik kurumlara karşı [çıkarak] ülkenin bekası da dahil olmak üzere sosyal uyuma [ve] istikrara doğrudan tehdit oluşturabileceklerini” belirtti. (25) Salgının “ideolojik amaçlarla araçsallaştırıldığını” iddia eden Podemos, bu durumun “dijital linç” riskini doğurduğunu öne sürmüştü. Alınan bu “tedbir,” Podemos ve PSOE’nin Covid-19 salgını kapsamındaki politikalarına yönelik eleştirilerin, burjuva politikacıları sindirme ve “linç etme” girişimleri olarak değerlendirdiğini ve bu nedenle bastırılmaları gerektiğini düşündükleri anlamına geliyor. Tüm bu gelişmeler, Podemos’un ifade özgürlüğüne ve demokratik haklara yönelik saldırıların uygulanmasında öncü bir rol oynamaya başladığını gösteriyor. 

Podemos-Unidos/PSOE hükümeti, 2020 Kasım ayında 2021 bütçesini ve Avrupa Birliği’nin pandemi kapsamındaki ekonomik önlemler paketinden İspanya’nın payına düşen 140 milyar avronun nasıl harcanacağını açıkladı. Iglesias tarafından “ülkenin politik ekonomisinde neoliberal kesintiler ve kemer sıkma döneminden kesin bir kopuş sağlayan yeni bir dönem” açtığı iddia edilen bütçe, kamu hizmetlerine 2020 bütçesine göre %27 oranında daha fazla kaynak ayırıyor. Peki bu ne demek? 140 milyar avronun 72 milyarı şirketleri kurtarma planlarına ayrılırken yaklaşık 10 milyar avronun kamu hizmetlerine ayrılması demek. Ancak kamuya kaynak ayrılması demek, otomatik olarak bu kaynakların işçi ve emekçiler yararına kullanılması anlamına değil, Kamu Özel Ortaklığı (KÖO) modeliyle senelerdir özelleştirilmiş olan kamu hizmetlerini işleten özel şirketlere peşkeş çekilmesi anlamına geliyor. Benzer şekilde yeşil enerjiye geçişe ve dijitalizasyona ayrılan kaynaklar da KÖO modeli üzerinden Avrupalı çokuluslu şirketlerin kasalarını doldurmaya yarayacak; bu kapsamdaki projeleri değerlendirme ve fon tahsis etme süreci de AB’nin “Dörtlü Çetesi” olarak bilinen uluslararası danışmanlık şirketleri (Deloitte, PwC, Ernst and Young ve KPMG) tarafından denetlenecek. Podemos’un iktidara geldiğinden beri kamusallaştırma talebini rafa kaldırdığını göz önüne alırsak açıklanan bu “kopuş” bütçesi burjuva sınıf iktidarının dönüşümünü değil korunmasını, bu haliyle Podemos’un işçi ve emekçilerin temel ve acil ihtiyaç ve talepleriyle arasındaki kopuşun giderek derinleştiğini ifade ediyor. 

Yüksek gelirliler için sermaye kazanç vergisi ve gelir vergisinde oldukça minik artışların yanı sıra, özel emeklilik sistemine uygulanan vergi indiriminin kaldırılması ve ufak çapta bir Tobin vergisinin uygulanmaya konulmasını da içeren bütçe kararları, Iglesias’ın “servet vergisi” talebini ise “verilen tüm kavgalara” rağmen kapsamına almadı. Kapitalist-emperyalist sistemden kopuş perspektifiyle yükseltildiğinde bir geçiş talebi işlevi görebilecek servet vergisini, Podemos parlamento kürsülerinde “vergi adaletini yeniden inşa etmenin bir vatanseverlik meselesi” olduğu, servet vergisinin ise “sözde vatansever değil gerçek vatansever” olanların karşı çıkmaması gereken bir uygulama olduğu gibi sağcı-ulusalcı bir pozisyondan savunuyordu. 

Biden’ın ABD başkanı seçilmesi üzerine, Trump’ın çeşitli İspanyol tarım ürünlerine uyguladığı %25 oranındaki gümrük vergisinin kaldırılması umuduyla, PSOE/Podemos-Unidos hükümeti Mayıs 2021’de sona erecek ABD-İspanyol İkili Savunma Anlaşması’nı bir sene daha uzattı. Birleşik Sol üyesi Tüketici İşleri Bakanı Alberto Garzón ise Endülüs’ün güneyinde yer alan ABD askeri üsleri Rota ve Moron de la Frontera’nın devamlılığını garantileyen bu anlaşmaya arka çıkarak, “emek açısından bakıldığında, bu üslerin çok sayıda istihdam olanağı yarattığını” savundu. Pandemiyle birlikte %16,2’ye yükselen işsizlik oranı karşısındaki bugüne kadar Podemos-Unidos’un önerdiği tek somut proje, çalışma saatlerini — ve tabii ki çalışan nüfusun ücretlerini de — düşürerek istihdam yaratılmasıydı. Bunun yerine, ülkede çokuluslu şirketlerce birbiri ardına kapatılan onlarca fabrikanın işçi denetiminde kamulaştırılması ve kamu yararına üretime yönlendirilerek istihdam yaratılması savunulabilirdi. Ancak bu egemen sınıfların çıkarlarına doğrudan ters düştüğünden, Podemos-Unidos için fazlaca “kızıl” bir çözüm olurdu. Dolayısıyla, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki yüzbinlerce işçi ve emekçinin ölümüne, yerinden edilmesine ve sefaletine yol açan ABD emperyalizminin, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de yürüttüğü kanlı savaşlarda kilit rol oynayan bu iki askeri üssün yarattığı istihdam üzerinden Garzón’un yaptığı bu açıktan emperyalizm savunuculuğu şaşırtıcı değil ama mide bulandırıcıydı. Garzón bu açıklamaları yaptığı sırada Iglesias ise pandemi döneminde yolsuzluk skandallarıyla çalkalanan yozlaşmış monarşik düzenin temsilcisi İspanya Kralı VI. Felipe ile beraber özel mülkiyeti, özelleştirmeleri ve emperyalizmle diyaloğu savunan Evo Morales’in reformist partisi MAS’tan başkanlık seçimlerini kazanan Luis Arce’nin başkanlık koltuğunu devralma törenine katılmakla meşguldü. Tüm bu gelişmeler Podemos özelinde de gösteriyor ki kapitalizm kendi solunu, kendi sağıyla ayakta tutuyor. 

Reformizmin özü ve devrimci kopuşun gerekliliği

MORENA ve Podemos gibi reformist ve “ilerici” önderliklerin kitlelere sunabileceklerini en iyi Lenin özetliyor:

“Bunlar, yönetici sınıfın sınıf çıkarları, konumu ve politikasıydı (…) Hedefleri dahilinde hayalperest ve abartılı bir şekilde kendilerini kolayca ‘sosyalist’ ve ‘sosyalist demokratlar’ olarak adlandırabilen küçük burjuvazinin devrimci proletaryaya güvenmekten korkmaları, onları kendilerini burjuvaziye emanet etmeye mahkûm eder. Çünkü burjuvazi ile proletarya arasındaki şiddetli sınıf mücadelesiyle yarılmış bir toplumda bir ‘orta yol’ olamaz, özellikle de bu mücadelenin bir devrim tarafından kaçınılmaz olarak şiddetlendirildiği durumlarda. Ve küçük burjuvazinin sınıfsal konumunun ve özleminin özü imkansızı istemelerinde, imkansızı arzulamalarında yatar, yani ‘orta yolu.’” (26)

Troçki ise işçi sınıfının somut talepleri ve ihtiyaçlarıyla kapitalizmden kopuş arasında kurulması gereken köprünün gerekliliğini şöyle açıklıyor:

“(K)apitalizmin çürüme çağında, yani artık ne sistematik sosyal reformların ne de kitlelerin yaşam düzeyinin yükselmesinin söz konusu olamayacağı; artık burjuvazinin her seferinde bir eliyle verdiğinin iki mislini öbür eliyle geri aldığı (vergi, gümrük resimleri, enflasyon, ‘deflasyon’, hayat pahalılığı, işsizlik, grevlere polisiye sınırlamalar vs.) [çağda], artık küçük burjuvazinin her ilerici talebi ister istemez kapitalist mülkiyetin ve burjuva devletinin sınırlarını aş[ar] (…)” (27)

Yani devrimci Marksistlerin işçi ve emekçilerin yakıcı ihtiyaçlarından yola çıkarak sosyalist perspektifte, sınıf bağımsızlığında, kapitalist-emperyalist sistemden kopuşta ve tüm bunları programatik bir eksene oturtabilecek devrimci bir partinin inşasında ısrarcı ve mücadeleci olmasının sebebi “modası geçmiş” ya da “ütopik” bir kapris değil, güncel bir zorunluluktur. Bunlardan herhangi birinin eksikliğinde varılacak nokta, yukarıdaki uzun bilançoların da ortaya koyduğu gibi hangi “orta yoldan” gidilirse gidilsin, hangi söylem tutturulursa tutturulsun ve düzenden çıkış arayışındaki kitleler sandıkta ne kadar ikna edilirse edilsin, her dönemeçte tanıklık etmekte olduğumuz pandemi ve ekolojik yıkım ile birlikte artık insanlığın varlığını tehdit etme noktasına ulaşan kapitalist-emperyalist sistemin devamlılığını ve egemen sınıfların çıkarlarını gözetmeye mahkûmdur ve gözetecektir. “Ya sosyalizm ya barbarlık” ajitatif bir slogan değil bu mahkumiyetin en yalın ama aynı zamanda en yoğun ifadesidir. 

Bu bilanço aynı zamanda Türkiye solunun ve sosyalistlerinin, önünde duran çeşitli “ilerici,” “halkçı” ya da “ideolojilerden uzak” ittifaklarla “önce bir demokrasi gelsin de….” umuduyla yaşayabileceği aşamacı yakınlaşmanın hayalperest vaatleri ve somut sonuçları arasındaki farka dair görece tamamlanmış bir resim sunmaktadır. Bugün Türk ve Kürt işçi sınıfına sunulan alternatiflerin onların talep ve ihtiyaçlarına cevap verip veremeyeceği, bu alternatiflerin demokratik duyarlılıklarına değil sınıf karakterlerine bağlıdır. Bu gerçeği farklı, ama farklı olduğu kadar da tanıdık unsurlarla dolu olan bu iki güncel reformist deneyim üzerinden detaylıca ele almaya çalıştık. Bunun amacı sosyalistlere kapitalizmin ilgasını değil ıslahını savunan tüm alternatiflerin önlerine çıkan her yol ayrımında burjuvaziyi tercih ettiklerini göstermek; bu alternatiflerin işçi sınıfını burjuvazinin ellerine teslim etmek, işçi ve emekçiler içerisindeki sağ, ulusalcı ve gerici unsur ve izlenimleri besleyerek onları bir kez daha yenilgiye uğratmak olduğunu hatırlatmaktır. Ve onları asıl imkansız olana — reformist kurtuluş fikrine — bel bağlamak yerine gerçek imkanların yaratılmasına çağırmak. 

***

Dipnotlar

(20) Bkz. https://ajuntament.barcelona.cat/estrategiaifinances/es/ 

(21) Türkiye alternatif medyasında en çok yankı bulan protestolardan biri, 2020 Şubat ayında erkek adalete ve hükümetin kadın cinayetleri karşısındaki sessizliğine karşı kadınların Sonora eyaletindeki Anayasa Mahkemesi’ni ateşe vermeleriydi. 

(22) 1990’lara kadar San Diego’yu Tijuana’dan ayıran sınırda yoğunlaşan, NAFTA’nın devreye girmesiyle 3000 km’lik ABD-Meksika sınırına ve Meksika’nın iç bölgelerine de yayılan, Meksika’da hiç dolaşıma sokulmadan doğrudan Amerikan çokuluslu şirketleri tarafından diğer yabancı ülkelere ihraç edilecek mallar üreten fabrikalara verilen isim. 2020 itibariyle yaklaşık 3000 maquiladora ve bu fabrikalarda çalışan 1 milyonu aşkın Meksikalı işçi olduğu tahmin edilmekte. Meksika için kullanılan “ABD üretiminin arka bahçesi” tabiri, Meksika’nın ucuz emek gücünü sömürerek doğrudan Amerika’ya üretim yapan maquiladora fabrikalarından geliyor.  

(23) Bu karar 23 Nisan 2020’de Resmi Gazete’de (Diario Oficial de la Federación) yayımlandı.  https://www.dof.gob.mx/nota_detalle.php?codigo=5592205&fecha=23/04/2020&print=true 

(24) Anketlere göre AMLO’nun popülerliği son iki yıl içerisinde %80’den %60’a geriledi ve şimdiden nüfusun sadece %19’u bir sonraki seçimlerde kesin olarak MORENA’ya oy vereceğini söylüyor. 

(25) Raporun tamamı için bkz. https://www.ccn.cni.es/index.php/es/allcategories-es-es/12-categoria-es-es/708-principales-narrativas 

(26) V. I. Lenin. 1977. The Class Origins of Present-Day and “Future” Cavaignacs. Lenin Collected Works. Cilt 25. Moskova: Progress Publishers. syf. 93-96.

(27) Lev Troçki. 2003. Geçiş Programı. Yazın Yayıncılık. syf. 17.