Türkiye’nin dış politikasına ilişkin çalışmamızın bu bölümünü kaleme almaya başladığımız sırada, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Batı emperyalist bloğunu ondan ve özellikle de Avrupa Birliği’nden uzaklaşarak Şanghay birliğine katılmakla tehdit etmeye başlamıştı. Onun başında olduğu hükümetlerin izledikleri diplomasi stratejisini, çalışmanın üçüncü bölümünde ele alacağız. Ama daha şimdiden belirtmekte yarar var: Erdoğan ve Adalet ve Kalkınma Partisi ne kadar dış politika alanında yeni bir çığır açmış gibi görünseler de onların çizgisi, Batılı güçlere yönelttikleri eleştiriler ve verdikleri gözdağları, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden beri uygulamaya çalıştığı ve Cumhuriyet dönemi politikacılarının aynı çizgide sürdürdüğü egemen güçler arasındaki dengelerden yararlanarak ayakta kalma stratejisinden farklıdır, ne de Türkiye’yi ait olduğu yarı sömürge statüsünden kurtarmaya yeterlidir. Osmanlı döneminde hanedan ve egemen sınıflar bloğunun (askeriye, ilmiye, kalemiye), Cumhuriyet döneminde de asker ve sivil bürokrasi ile sanayi ve ticaret burjuvazisinin yaptığı gibi, şimdi de Erdoğan’ın önderliğindeki Bonapartist oligarşi egemenliğini ve hatta kendi var oluşunu, büyük güçlerin şimdi birilerine sonra öbürlerine yaslanarak, onların aralarındaki gerginliklerden ve çatışmalardan yararlanmaya çalışarak idame ettirme gayretindedir. Bu, yarı sömürge ülkelere özgü klasik bir diplomasi politikasıdır.
Bu politikanın bariz örneklerine bu bölümde ele alacağımız 1960-80 döneminde de rastlıyoruz. Bu açıdan anılan dönem sırasındaki dünya koşullarına kısaca da olsa göz atmamız, Türkiye’nin dış politika manevralarını anlayabilmemiz açısından yararlı olacaktır.
Dünya dengeleri
Türkiye’nin dış politikasını belirleyen ana unsur, daha Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren “ulusal güvenlik” ve “ulusal kalkınma” olmuştu. Zar zor kurulmuş mevcut sınırlar içinde Türk devletinin varlığı, aslında onu yaratan devlet bürokrasisinin ve giderek oluşmakta olan burjuvazinin ana kaygısıydı. Diplomasi stratejisi de bu kaygıdan hareket ederek kurgulanıyordu. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Batı ittifakına yaklaşması ve NATO’ya dâhil olması da, devlet yöneticilerinin tüm antikomünist yargılarına rağmen, bu ideolojik seçimin değil, ulusal güvenlik kaygılarının ürünü olmuştu. Zira, biraz sonra ele alacağımız gibi, Türk egemen bloğu tüm Batıcı söylemine ve stratejisine karşın Sovyetler Birliği ile olan ilişkilerini geliştirip, emperyalizmin isteklerine ve hatta baskılarına karşı da karşı duracaktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş dönemlerine özgü “büyük güçler arasındaki dengelerden yararlanma” politikaları Cumhuriyet yöneticileri tarafından da izleniyordu.
Cumhuriyetin kurucuları için “Batıcılık”, emperyalist güçlere koşulsuz bağlanma anlamından ziyade, Osmanlı’yı yıkıma götüren ekonomik ve sosyal gerilikten kurtulma anlamı taşıyordu. Batılı gelişmiş ülkeler bunu kendi tarihleri içinde gerçekleştirmiş görünüyorlardı ve teknolojiden devlet yönetim biçimine ve hukukuna, hatta kılık kıyafete kadar bu tarihsel deneyimin Türkiye’ye aktarılması gerektiğine inanılıyordu. Sosyal devrimini henüz gerçekleştirmiş olan Sovyetler Birliği’nin kalkınma ve sosyal atılım alanlarında henüz parlak bir örnek oluşturamadığı bir dönemde yeni Türkiye Cumhuriyetinin, pek çok diğer geri ve yarı sömürge ülke gibi Batı kapitalizmini kendine model alması yeni egemen bürokrasi ve filizlenmekte olan burjuvazi açısından kaçınılmaz oluyordu. Bu stratejinin seçilmesinin ülkenin emperyalizme bağımlılığını artıracak olmasına karşın.
Bununla birlikte, Türkiye’nin diplomatik anlamda emperyalizme bağlanması, ABD’nin yanında Kore’ye asker göndermesi ve karşıdevrimci NATO ittifakına katılmasının gerisindeki ana itici etken, Sovyetler’in boğazlar üzerindeki istekleri ve baskılarıydı. Onların Türkiye hükümetinin izniyle boğazlardan geçerek Akdeniz’e inebilmeleri belki de pek önemli olmayacak, hatta zamanı geldiğinde diğer süper güçlere karşı kullanılabilecek bir tehdit unsuru da olabilecekti. Ama Sovyet hükümeti, bunun ötesinde boğazlarda üs sahibi olmak istiyordu. İşte bu noktada da Türkiye’nin ulusal güvenlik kaygıları şiddetleniyor ve bu isteğe karşı şiddetle direniliyordu. NATO ittifakına girilmesi esas olarak bu kaygıdan kaynaklanıyordu. Sovyetler’in üs isteğinin karşılanması, belki de bir adım sonrasında ülkenin doğu sınırlarının yeniden tartışılmasını da gündeme getirebilecekti ki, Türk egemen bloğu o noktaya gelinmeden direnilmesi gerektiğine karar vermişti. Bu kaygıdan hareketle emperyalist ittifaka katılması elbette ileride bizzat emperyalist ülkelerden kaynaklanan yeni güvenlik kaygılarına yol açacak, ülkenin yarı sömürge olma niteliğini güçlendirecek ve dış politikada da her zamanki süper güçler arasındaki dengelere oynama taktiklerini tekrar ve tekrar gündeme getirecekti.
Nitekim bu kaygılardan ilki çok geçmeden Jüpiter füzeleriyle ilgili olarak doğdu. “Sovyet tehdidine” karşılık olarak Türkiye 1959’da Menderes hükümetinin ABD başkanı Eisenhower ile yaptığı anlaşma uyarınca 15 adet orta menzilli ve nükleer başlıklı Jüpiter füzesinin İzmir’e yerleştirilmesi konusunda anlaşmaya varmıştı. Gerçi hükümetin dışişleri yetkilileri bu girişimin Sovyetler Birliği’ni kızdıracağı ve baskılarını artıracağı görüşündeydi, ama gerek ordu kademeleri gerekse diğer hükümet yetkilileri onları dikkate almıyorlardı. Ama gerçekten de Kruşçev, Türk hükümetinin kararının hemen ardından ABD nezdinde şikâyetlerini ve itirazlarını dile getirmeye başlamıştı. Aslında Eisenhower’dan sonra işbaşına gelen Kennedy ve onun hükümeti 1961’de İzmir’e yerleştirilen Jüpiterlerin bir nükleer savaş sırasında Sovyetler’e karşı etkili olmayacaklarını düşünmekte ve bu nedenle de Akdeniz’e gönderdikleri Polaris nükleer denizaltılarının varlığı sayesinde Türkiye’deki füzeleri geri çekmeye hazırlanmaktaydılar. Tam bu sırada, Ekim 1962’de Küba krizi patlak verdi. Kruşçev ABD’den önce Küba üzerindeki ablukayı kaldırmasını ve adaya herhangi bir saldırıda bulunmayacağına dair garanti vermesi karşılığında oraya yolladığı füzeleri geri çekmeye hazır olduğunu bildirmiş, ama ertesi gün ise Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılmasını şart koşmuştu. Kennedy ise ikinci mektuba yanıt vermeyip ilk Sovyet isteğini kabul etmiş, böylece bir nükleer savaş tehlikesi önlenmişti. ABD 1963’te Jüpiterleri Türkiye’den kaldırdığında ise, Türk hükümeti ülkenin ABD tarafından bir “ticaret” konusu haline getirilmiş olduğunu düşünmeye başlamıştı. ABD hükümeti, Türkiye’nin bilgisi olmadan, zaten çekmeyi düşündüğü füzeleri gizli bir pazarlık konusu yaparak, “dostunun” üzerinden kriz yönetimi uygulamıştı. Bu gelişmenin ardından Türkiye parlamentosundan bir heyet 1932’den beri ilk defa Sovyetler Birliği’ni ziyaret ederek “dostluk ilişkilerini” yeniden gerçekleştirme çabasına girişecekti.
Türkiye bu adımı atarken dünyadaki güçler dengesinde açılan yeni bir dönemin koşullarını da gözlemlemekteydi. ABD’nin başını çektiği emperyalist blok ile Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki bürokratik işçi devletleri grubu arasındaki gerginlikler “soğuk savaş” diye adlandırılan mücadeleler sürmekteydi. Emperyalizm dünya egemenliğini gerekirse silahlı saldırılarla sürdürmek ve yaygınlaşmaktan vaz geçmiş değildi. Buna karşılık 1949 Çin ve 1959 Küba devrimleri, Vietnam’daki antiemperyalist direniş, Afrika’daki bağımsızlık mücadeleleri, pek çok Ortadoğu ülkesinin ve bağımsızlığına kavuşmuş eski sömürge ülkelerin Sovyetler Birliği ile geliştirdikleri ilişkiler, Sovyet bloğunun emperyalizmin arzuladığı biçimde ve hızda yok edilemeyeceğini açığa çıkarmıştı. Bu arada Sovyet bürokrasisi de II. Dünya Savaşı sonrasında Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerde komünist partileri iktidarı almaktan men etmiş, devrimin dünya ölçeğinde yaygınlaşmasını frenleyerek etki alanlarına paylaştırılmış bir Avrupa’daki kurulu statükoyu korumaya istekli olduğunu, kanıtlamıştı. Öte yandan her iki blok da geliştirdikleri nükleer silahlarla aralarında bir dehşet dengesi kurmuşlardı.
Dolayısıyla sıcak çekişmeler yerini bir “detant” sürecine bırakıyordu. Aslında iki bloğun barışması düşüncesi Stalin’in ölümünden hemen sonra 1954’te Sovyetler Birliği dış işleri bakanı Molotov tarafından ortaya atılmıştı. Kurulan dehşet dengesinin blokların önder ülkelerine getirdiği “güven” “karşılıklı ve dengeli kuvvet indirimi” girişimlerine yol açıyordu. 1969’da Sovyetler Birliği Molotov’un önerisini yeniden gündeme getirir. 1970-73 arasında Almanya, Doğu Almanya’nın bağımsız bir devlet olarak varlığını kabul eder. Bütün bu gelişmelerin üzerine 1973’de taraflar arasında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği görüşmeleri başlatılır. İki yıl sonra imzalanan Helsinki senedine göre Avrupa’nın güvenlik sorunları, insancıl sorunlar ve ekonomi, bilimsel, teknoloji ve çevre sorunları üzerinde iki bloğun işbirliği yapması kararlaştırılır. Taraflar verili dünya statükosunu böylece tescil ediyorlar ve Sovyet bürokrasisinin deyimiyle “barış içinde birlikte yaşama” dönemine giriyorlardı.
Türkiye’nin güçler arasındaki dengelere oynama biçimindeki “güvenlik stratejisini” uygulayabilmesini kolaylaştıran “yumuşama” ortamının ardında yatan başka nedenler de vardı. Emperyalist kampta Almanya’nın doğu sınırlarını kabul etmesi ve ekonomik alanda (Japonya birlikte) ABD ile rekabet edecek gelişme seviyesine ulaşmasının yanı sıra, ABD’nin egemenliğini tartışmalı bulan De Gaulle, Fransa’yı milliyetçi politikalar çerçevesinde güçlendirmeye çalışmaktaydı. Üstelik Fransa’nın diğer bazı Avrupa ülkeleriyle birlikte hazinesinde topladığı dolarlar bu uluslararası para biriminin değer yitirmesine yol açıyordu. ABD’nin Vietnam savaşı harcamaları için sürekli para basması da bu devalüasyonu güçlendiriyordu. Oysa ABD 1960’ların sonunda Vietnam savaşını kaybetmekte olduğunu anlamış ve 1969’da bu ülkeden çekileceğini açıklamıştı. Doların ağır devalüasyonuyla birlikte, tüm dünya ülkelerini kendi para birimlerini dolara göre ayarlamaya zorunlu kılan (ve IMF ile Dünya Bankası’nın kurulmasına yol açan) Bretton-Woods sistemi de çökmüş oluyordu (1971). Bu gelişmeler, Vietnam savaşı nedeniyle tüm dünyada yaygınlaşan antiemperyalist seferberliklerle ve 1968’deki işçi ve öğrenci ayaklanmalarıyla birleşince ABD’nin emperyalist kamp içindeki önderliği sarsılıyor, merkezkaç kuvvetler etkili hale geliyordu.
Ama merkezkaç eğilimler sadece emperyalist kamp içinde yaşanmıyordu. 1956’da Macaristan’da ve 1968’de Çekoslovakya’da patlak veren antibürokratik işçi ve öğrenci ayaklanmaları, Stalinist Sovyet bürokrasisi tarafından ezilmekle birlikte bürokratik diktatörlükleri sorgulayan devrimci eğilimlerin varlığını ortaya koymuştu. Öte yandan Sovyetler Birliği’nin II. Dünya Savaşından sonra Yugoslavya ve Arnavutluk’u da (tıpkı Yunanistan gibi) emperyalist kampa bırakmış olmasına rağmen bu ülke komünist partilerinin ve partizanlarının mücadelelerini sürdürerek iktidara gelmeleri ve buralarda birer işçi devleti inşa etmeleri, Moskova’dan bağımsız sosyalist inşa çabalarının var olduğuna işaret ediyordu. Sovyetler Birliği, aynı şekilde 1949’da galip gelen Çin devrimini de denetleyemiyor, Mao’nun liderliğindeki Çin bürokrasisi ile derin çelişkiler yaşıyordu. Bu arada Romanya İngiltere ve Fransa’dan, Polonya ve Macaristan ise ABD’den finansman sağlayarak kendi sanayileşmelerini Moskova’nın planları dışında geliştirme çabası içindeydiler.
İki blok arasındaki soğuk savaş sürüyor, ama önder ülkelerin sorgulanır hale geldiği bir ortamda emperyalizm ile işçi devletleri blokları arasında bir tür “yumuşama” süreci açılıyordu. Öte yandan ülke içinde, Demokrat Parti’nin son döneminde ağır bir krize sürüklenmiş olan ekonomiyi tekrar rayları üzerine oturtmak, ama bunun da ötesinde gelişme açısından yeni bir sermaye birikimi süreci başlatmak zorunluluğu bulunuyordu. Türkiye, dış politikalarını bu genel parametreler çerçevesinde belirlemeye çalışacaktı.
Yeni birikim modeli
27 Mayıs 1960 darbesiyle açılan yeni dönemde, siyasal düzlemde olduğu kadar ekonomik alanda da yeni bir yapılanmaya gidilecekti. Oldukça geniş demokratik haklarla donatılan yeni anayasayla, devlet bürokrasisi (asker ve sivil) sadece kendi egemenliğini sarsabilecek, 1950’li yıllardakine benzer şekilde kendi denetiminden uzaklaşabilecek bir siyasi atmosferin yeniden oluşmasını engellemeye yönelik önlemler alınmış olmuyordu. Ama aynı zamanda, koruması altındaki sanayi burjuvazisinin taleplerinin hayata geçirilmesine ilişkin gerekli faaliyet alanlarının da açılmasını öngörüyordu. Bunların başında da, zaten başlatılmış olan korumacı dış ticaret politikaları çerçevesindeki ithal ikameci sanayileşmenin bu yeni dönemde beş yıllık kalkınma programlarıyla garanti altına alınmış olması geliyordu. Buna paralel olarak yeni anayasanın çerçevesi, bu sanayileşme politikasının gerektirdiği yeni proleter katmanların oluşabilmesine imkân verecekti. Böylece ekonominin dışa bağımlılığının azaltılacağını düşünen bürokrasi, siyasal planda ve dış politika alanında da bunun gereğini yerine getirmeye çalışacak, Batı dünyasıyla “ulusal çıkarlar” nedeniyle bir dizi sürtüşmeye girecekti.
Türkiye burjuvazisinin yeni bir birikim modeline duyduğu gereksinim, esas olarak 1950–60 yılları arasındaki Demokrat Parti iktidarının temelsiz liberal politikalarının ekonomide yarattığı kargaşa ortamıydı. Menderes hükümetlerinin ekonomik programı esas olarak devletçilik uygulamalarının sınırlanması, özel girişimciliğin özendirilmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi ve planlamaların kısıtlayıcı etkilerinin giderilmesine dayanıyordu. Kalkınma stratejisini ise, emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği tarımsal üretim ve tarıma dayalı sanayinin teşvik ve himaye edilmesi temeline oturtuyordu. 1951’de gerçekleştirilen Sanayi Kongresi’nde dönemin Ekonomi ve Ticaret Bakanı Zühtü Hilmi Velibeşe, hükümetin hedefini “….şimdiye kadar yapıldığı gibi sınai mamul ithalatını azaltan, dolayısıyla dış ticaret hacmimizi daraltan sanayi yerine, ihracatımızı çoğaltan sanayinin teşvik ve himayesi” olarak açıklıyordu.
Ne var ki bu liberal ekonomi stratejisi hızla artan enflasyona ve ciddi bütçe açıklarına neden olur. Dış ticaretteki liberalizasyon, yetersiz ihracat potansiyeli ve ithalatın artması nedeniyle ödemeler dengesini bozar, dış borç yükünü ağırlaştırır. Beklenen dış yatırımlar ise gerçekleşmez. 1958’de ciddi bir devalüasyon ve KİT ürünlerine zam yapılır. Büyüme yavaşlar ve ekonomi durgunluğa girer. Bütün bu gelişmeler, ekonominin dışına sürüklenen imalat sanayisi burjuvazisinin yanı sıra, satın alma gücü giderek düşen sivil ve asker bürokraside huzursuzluk yaratır. Bu gelişmeler DP iktidarının baskıcı politikalarıyla da birleşince 27 Mayıs darbesinin ve onunla birlikte korumacılığa dayalı yeni bir planlı ekonomik stratejinin ve sermaye birikimi modelinin temellerini hazırlar.
Darbe hükümetlerinin acil hedefi bozulan ekonomik dengeleri yeniden düzeltebilmek için bütçe açıklarını asgariye indirmek, bunun için de devlet harcamalarında tasarrufa gitmek, açıkların Merkez Bankası emisyonlarıyla karşılanmasına son vermek, tarımda destekleme alım fiyatlarını denetlemek olur. Kitlelerin satın alım gücünün artırılmasının ekonomiyi canlandıracağına inanılmaktadır. Devletin yatırım politikalarının da uzun vadeli ve ağır maliyetli projelere değil, döviz getirici sektörlere yönelmesi arzulanır.
Planlı döneme oldukça iddialı büyüme hızları hedeflenir ve bu hedeflere yıllara göre değişen artış ve azalışlarla önemli ölçüde ulaşılır. 1954-61 yılları arasında ortalama büyüme oranı %3.7 iken, bu rakam 1962-76 arasında %6.3’e ulaşır. Aynı dönemde sanayideki büyüme hızı %9.3, sanayinin Gayrisafi Yurt İçi Hasıladaki (GSYİH) payı ise %15.6 olur; sanayinin bu payı 1977-79 arasında %24.5’e çıkar. İmalat sanayisinde birikim oranı (sabit sermaye yatırımları/GSYİH), 1976-78 yılları döneminde %9.7 gibi oldukça yüksek bir düzeye ulaşır. Bunlar sanayi burjuvazisinin altın yıllarıdır.
Bununla birlikte, bu dönemler sırasında, sanayideki büyüme hızlarında ithalat olanaklarıyla ilgili olarak gelgitler yaşanır. 1960’ların sonlarında yaşanan döviz darboğazı ithal girdilerinin sağlanamamasına ve imalat sanayisinin daralmasına yol açarken, 1970 sonrasında yurtiçine akan işçi dövizleri tekrar bir canlanmaya neden olur ve bu durum 1977’ye kadar sürer. Ama o yıldan itibaren başlayan ciddi ve hızlı düşüş ülke içinde mal sıkıntılarının yaygınlaşmasına ve ağırlaşmasına neden olur. Bu iniş çıkışların temel nedeni sanayi üretim ve yatırımı için gereken hammadde ve yatırım mallarının yurtdışından ithal edilmek zorunda olmasıdır. Bu bağımlılık, her döviz sıkıntısında sanayi sektöründe ağır krizler yaratır.
Sanayinin sistematik olarak ihtiyaç duyduğu döviz ihracat yoluyla karşılanamadığından devlet fonlarından sanayi burjuvazisinin kullanımına sunulur. İthalatın giderek artması, 1974 petrol kriziyle birleşince dış ticaret açıkları giderek büyür, krizden çıkış yolu olarak görülen devalüasyon girişimleri de ihracat gelirlerini artırmak yerine yurt içi üretim maliyetlerini artırarak enflasyonu hızlandırır. 1977’den itibaren Türkiye ekonomisi yapısal bir krizin içine sürüklenir.
1962-68 Yıllara göre GSYİH büyüme oranları (%)
Kriz döneminde tüm sektörlerde ciddi gerilemeler görülür ve ulusal hasıla tahrip olur. 1977’de %27,2 oranında gerçekleşen sermaye birikimi oranı dönemin sonunda %21,5 oranına geriler. Özellikle sanayi sektöründeki birikim hızı yavaşlar ve nihayet 1979’da %-5 oralar gerçekleşir, yani sadece birikim olmamakta ama kaynaklar tahrip olmaktadır. 1978’de enflasyon oranı %52,6 gibi müthiş bir düzeye çıkar, karaborsa başlar, KİT açıkları yüksek boyutlara ulaşır, piyasada tuz, ampul, sigara gibi temel mallar ile tüp gaz ve benzin bulunamaz hale gelir. 1980’de dış borçlar toplam 19,131 milyon dolara ulaşır; toplam borcun GSYİH içindeki patı %27 düzeyindedir. İthalat harcamaları, ihracat gelirlerinin yarısını bile karşılayamamaktadır.
Bu iflas noktasında 1980 yılının 24 Ocak tarihinde Demirel hükümeti, IMF’nin direktifleri doğrultusunda yeni bir “istikrar programı” ilan eder. Kararın mimarı Başbakanlık Müsteşarı ve DPT Müsteşar Vekili Turgut Özal’dır. Program iil bakışta klasik IMF programı gibi görünse de asıl amacı ithal ikameci sanayileşmeden Türkiye ekonomisinin tamamen liberalleştirilerek giderek küreselleşmekte olan dünya ekonomisine entegrasyonudur. Programda alınan önlemler hep bu yöndedir: Devalüasyonla dolar 47 TL’den 70 TL’ye çıkarılır, KİT ürünlerine muazzam zamlar yapılır ve bu ürünlerin fiyatlarının piyasa tarafından belirlenmesi kararlaştırılır, kamu harcamaları kısılır, sıkı para politikasına geçilir, döviz kuru değişken hale getirilir ve faizler serbest bırakılır.
Ne var ki, toplumsal reaksiyona son derece açık bu programın uygulanması politik istikrar ve güçlü hükümetler gerektirmektedir. Oysa Demirel hükümeti son derece zayıftır, varlığı dinci Milli Selamet Partisi ile faşist Milliyetçi Hareket Partisi’nin kırılgan desteğine bağlıdır. Öte yandan 1970’lerin ortalarından itibaren yükselmekte olan işçi ve emekçi mücadeleleri ile sosyalist solun giderek radikalleşmesi, faşist çetelerin saldırılarına karşı silahlı direnişin yaygınlaşması, 24 Ocak kararlarının uygulanabileceği istikrar ortamına izin vermemektedir. Türkiye kapitalizminin içine sürüklendiği bu yapısal krizden çıkışın yolunu, tekelci burjuvazi ile emperyalizmin adına iktidara el koyan 12 Eylül askeri cuntası olur. Kapitalizmin ülkedeki yeni liberal birikim modelini Özal’ın programını hayata geçirecek olan Bonapartist diktatörlük ve onu izleyen Özal hükümetleridir.
ABD ile “aşk ve nefret” ilişkisi
1960 sonrasında beş yıllık kalkınma planlarına bağlanarak çeki düzen verilmeye çalışılacak olan ithal ikameci sanayileşme politikası esas itibariyle Menderes’in başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarının son dönemlerinde gündeme gelir. Hükümet yetkilileri sanayi tesisleri olmadan ekonominin ayakta duramayacağını düşünmeye başlamışlardır, ama bu anlayış Türkiye ve benzeri ülkeler için ABD’nin planladığı tarımsal gelişme stratejisine ters düşmekteydi. Bunun üzerine hükümetin Sovyetler Birliği ile ilişkilerini geliştirerek yeni kredi ve teknoloji arayışlarına girişmesi ABD için alarm zillerinin çalmaya başlamasına neden oluyordu. Üstelik DP’nin artan muhalefet karşısında baskıcı yöntemlere başvurarak “istikrar” konusunda denetimi elinde kaçırır olması emperyalizmin endişelerini daha da artırıyordu. Washington, Türk silahlı kuvvetleri içindeki hoşnutsuzluktan elbette haberdardı, öyle ki ABD ve NATO kurumlarında çalışan muhalif subayların rahatsızlıklarının bilgisine sahip olmakla birlikte CIA bu konuyu Menderes hükümetine iletmiyordu. 27 Mayıs’taki darbenin hazırlığından da DP iktidarını haberdar etmeyecekti. ABD bir anlamda Menderes’ten ve DP iktidarından kurtulmayı yeğlemişti.
Nitekim darbeciler iktidara el koyduklarında, Alpaslan Türkeş’in okuduğu ilk bildiride “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO’ya ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız” açıklaması yapılıyordu. Bu açıklama, elbette albaylar cuntasının Türkiye’nin uluslararası politik konumunda herhangi değişiklik öngörmediklerine ilişkin niyet beyanıydı; ama bunun da ötesinde, gene ön plana çıkan “ulusal güvenlik” refleksinin, bu darbeyi Ortadoğu’da gelişen Nasırcı ve BAAS yanlısı hareketlere benzeterek ABD’den gelebilecek herhangi bir müdahaleye karşı savunma durumuna geçtiğine işaret ediyordu.
Öte yandan, askeri cunta (Milli Güvenlik Kurulu) ülkenin dış borçlarına sadık olduklarını ve ödemeye devam edeceğini açıklamıştı. Bu, gerek dış borçların ödenmesi, gerekse de yeni yatırımlar için öngörülen kredilerin sağlanabilmesi açısından Türkiye’nin Batı’ya, özellikle de ABD’ye olan bağımlılığını sürdüreceğine işaret ediyordu. Bu gerekirlik ise zaman zaman, bürokrasinin, ordunun ve iktidarların hassas olmaya çalıştıkları ulusal güvenlik stratejisiyle çelişen özellikler kazanıyordu. Buna neden ilk olay Küba krizi ve Jüpiter füzeleri krizi sırasında yaşandı. 1962’de Kruşçev, ABD’nin Türkiye’ye bu füzeleri yerleştirmesini sert bir dille kınamış ve buna “cevap verilebileceğinden” söz etmişti. ABD hükümetinin bu füzeleri geri çekmeyi reddetmesine karşılık, Küba krizi çözümlendikten sonra 1963’te Jüpiterleri sökmesi, önce Türkiye kamuoyunda, ardından da hükümet çevrelerinde füzelerin ABD ile SSCB arasında pazarlık konusu yapıldığı ve sökme kararının Türkiye’den habersiz olarak alınmış olduğu inancı yaygınlaştı. Washington’da alınan kararların Türkiye’nin güvenliğini zedeleyebileceği anlayışı ve kuşkusu yaygınlaştı. Füzelerin karşılığında F-100 ve F-104 savaş uçaklarının alınması da bu kaygıları yok etmedi, tersine güvenlik stratejisinin tek yönlüden ziyade çok yönlü bir diplomasiyle sürdürülmesi anlayışı ve politikası hakim olur hale geldi. Ayrıca kamuoyunda ABD karşıtı ve antiemperyalist hareketler ivme kazanmaya başladı.
ABD ile bir sonraki çatışma neredeyse Jüpiter bunalımıyla eşzamanlı olarak, 21 Aralık 1963’te Kıbrıs’ta Rumların gerçekleştirdiği “Kanlı Noel” saldırısıyla birlikte patlak verdi. Dört gün sonra Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, ABD başkanı Lyndon Johnson’a bir mektup yazarak ABD’nin Rumlara baskı yaparak adadaki Türklere yönelik saldırıları önlemesini talep etti. Johnson ise cevabi mektubunda, “gelişmelerden endişe duyduğunu” belirtmekle birlikte iki toplumun unsurlarının birbirlerini katletmekte olduğunu ve bu nedenle ABD’nin bu çatışmada taraf olmayacağını duyurdu. ABD’den umudunu kesen Türkiye hükümeti bu kez Mart 1964’de Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a bir mesaj yollayarak, saldırılarının kesilmemesi halinde Türkiye’nin askeri müdahaleye hazır olduğu ima etti, hatta bu konuda 16 Mart’ta TBMM’den dış müdahale yetkisi aldı. Ancak Haziran başı için planlanan müdahale, Johnson’un ünlü mektubuyla birlikte askıya alındı. Johnson mektubunda Türkiye’yi böyle bir kararı ABD’ye danışmadan almakla eleştiriyor, böyle bir müdahalenin iki NATO ülkesini (Yunanistan ve Türkiye) savaşa sürükleyebileceği kaygısını belirtiyor, bu durumun Sovyetler’in çatışmaya müdahale etmesine yol açabileceğine işaret ediyor, bu durumda NATO anlaşmasının Türkiye’yi Sovyetler Birliği karşısında savunmakla yükümlü olup olmayacağının çok tartışmalı olduğunu ifade ediyor ve Türkiye’nin böyle bir müdahalede NATO silahlarını kullanamayacağını bildiriyordu. Başbakan İsmet İnönü, Johnson’a onun bütün argümanlarına Türkiye lehine yanıt veren bir mektup gönderir , ardından da 22 Haziran’da onunla Washington’da görüşür, ancak Türkiye müdahale planını uzun süreliğine ertelemek zorunda kalır. Bu gelişme sadece Türkiye hükümetinin “milli gururunu” kırmakla kalmadı, ama aynı zamanda devlet organları içinde NATO’da kalınıp kalınmaması konusunda tartışmaların derinleşmesine, kamuoyunda ise anti ABD duyarlığın artmasına neden oldu.
Ama işler bununla da kalmadı, Türkiye hükümetleri bu noktadan itibaren Sovyetler Birliği ve bazı azgelişmiş bağlantısız ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye başladı. 1965’te ABD’nin Vietnam politikasına karşı çıkarak Birleşmiş Milletler’de ABD’nin bu ülkede silah kullanmasını eleştirdi. Aynı yıl ABD’nin önerdiği Çok Taraflı Nükleer Güç’e katılmayı reddetti, dört yıl sonra da bu ülkeyle yapılan bir dizi anlaşmayı Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması başlığında bir araya topladı. Bu arada 1967’deki Ortadoğu savaşı sırasında Arap ülkelerini destekledi, İsrail ile olan ilişkilerini dondurma noktasına geldi. Öte yandan, NATO’ya olan silah bağımlılığını azaltmak amacıyla kendi silah sanayisini geliştirmeye, özellikle de bir çıkartmaya hazırlamak amacıyla donanmasını güçlendirmeye ağırlık verdi.
Bu arada 1960’ların ortalarından itibaren güçlenmeye başlayan sol ve işçi-emekçi muhalefeti akımları ABD emperyalizmine bağımlılık sorununa giderek daha fazla eleştirel bir yaklaşım içine girmişlerdi. NATO’dan çıkılması görüşünü parlamentoya taşıyan ise Türkiye İşçi Partisi (TİP) oldu. Türkiye’nin NATO’ya olan emir-komuta ve silah bağımlılığının siyasi bağımlılığı güçlendirdiği savıyla hareket eden TİP, ülkenin egemenliği sorununa ağırlık veriyordu. Liberal ve sağ partiler ise, soğuk savaş koşullarında Sovyetler Birliği’ne karşı NATO korumasına ihtiyaç duyulduğunu iddia ediyorlar, ayrıca ittifaktan çekilmenin Türkiye’yi Yunanistan karşısında olumsuz bir konuma iteceğini vurguluyorlardı. Gençlik hareketleri ise açıkça antiemperyalist bir konuma yerleşmişlerdi. Ocak 1969’da Orta Doğu teknik Üniversitesi’ni ziyaret eden ABD büyükelçisi Komer’in otomobilinin yakılması, aynı yılın 16 Şubatı’nda ise İstanbul’u ziyaret eden ABD 6. Filosunun protesto edilmesi bu tutumun en açık örnekleri oldu.
Ekonomik alanda da ilişkiler iyi gitmiyordu. 1950’lerin sonlarında ABD ödemeler dengesinde oluşan açığın nedenini dışa yaptığı yardımlar olduğunu saptayarak bu yardımların azaltılmasına karar vermişti. Türkiye’ye olan yardımları 1961’de 256 milyon dolarken iki yıl sonra 98,6 milyon dolara düşmüştü. Bu arada 1963’te SSCB ihraç ettiği kromun fiyatını düşürmüş ve ABD’de Türkiye’yi bırakıp bu madeni Sovyetler’den almaya yönelmişti; bu durum Türkiye’nin ABD ile olan ticaret dengesini iyiden iyiye bozuyordu. Öyle ki, hükümet 1970’te ciddi bir devalüasyon yaparak doların fiyatını 9 Türk lirasından 15 liraya yükseltmek zorunda kalacaktı. Esasında ABD Türkiye’yi ithal ikameci sanayileşme politikasından vazgeçirmeye, onu esas olarak özelleştirmeler yapmak, turizme ve tarım ürünleri ihracatına dayalı bir ekonomik çizgiye çekmek doğrultusunda baskı uygulamaktaydı. Bu baskılara direnme noktasında güçlenmekte olan sanayi burjuvazisi ile sık sık ABD ile ihtilafa düşen hükümetler arasında ciddi bir anlaşmazlık bulunmuyordu.
Bütün bu uzlaşmazlıklara karşın Türkiye egemen sınıfları hâlâ “Kuzeyden gelecek tehditlere karşı” emperyalizme bağlılık noktasında direnmeyi sürdürdüler. 12 Mart 1971 askeri darbesi antiemperyalist ve devrimci gençlik ve işçi-emekçi mücadelelerini faşizan baskılarla ezmeye yöneldiğinde elbette yanında ABD’nin desteğini gördü. Bunun karşılığı ise ABD’nin isteği doğrultusunda ülkedeki haşhaş ekiminin yasaklanması oldu. Ne var ki, 1973’ten itibaren tekrar yarı Bonapartist parlamenter sisteme dönülünce, “ulusal güvenlik sorunları” hükümetleri Washington ile gerginliklere sürükledi.
Bunların başında da, Türkiye’nin 15 Temmuz 1974 tarihinde Yunanistan’daki faşist askeri cuntanın desteğiyle Kıbrıs’taki Enosis (Ada’yı Yunanistan’la birleştirme hareketi) yanlısı milliyetçi çetelerin bir darbeyle Makarios yönetimi devirmesi karşısında Kıbrıs’a 20 Temmuz’da askeri müdahalede bulunması geliyordu. Müdahale karşısında, ABD Dışişleri Bakanı Kissenger’ın Türkiye’nin Kıbrıs’ta ABD ve NATO silahlarını kullanıp kullanmadığının araştırılacağını bildirmesine karşın ABD senatosu, kullanıldığının bir gerçek olduğu varsayımından hareketle ve Türk birliklerinin adadan çekilmesini sağlamak üzere 19 Eylül’de Türkiye’ye silah ambargosu uygulanması kararı alır. Buna karşılık Türkiye Şubat 1975’te ambargonun kaldırılmaması halinde ABD üslerinin kapatılacağını ilan eder ve o dönemin Demirel hükümeti, parlamenter ve sivil muhalefetin de baskılarıyla 25 Temmuz’da üsleri kapatır ve Ortak Savunma İşbirliği Anlaşmasını fesheder. Faaliyeti durdurulan tüm üsler Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetimine devredilir. Sonuçta Türkiye, üslerin kendisi tarafından izin verilen amaçların dışında kullanılmaması şartını öngören yeni bir Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması karşılığında ambargoyu Ağustos 1977’de kısmen, Eylül 1978’de de tamamen kaldırtmayı başarır.
1977 aslında Türkiye için bir dönüm noktası niteliğindedir. Sınıflar mücadelesi doruk noktasına ulaşmıştır. Giderek güçlenen sol ve sosyalist akımlar karşısında karşıdevrimci faşist çeteler ülkeyi bir iç savaşa doğru sürüklemektedir. İç pazara yönelik ekonomi tükenme noktasına ulaşmış, döviz yetersizliği sanayiyi durma noktasına doğru sürüklemektedir. IMF Türkiye’yi sistematik olarak bir dış boş tuzağına sürüklemekte, ekonomiyi liberalleştirme doğrultusunda hükümetlere baskı yapmaktadır. Ülke içindeki çalkantılara, 1979 İran devrimi ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgali ile birlikte bölgesel istikrarsızlıklar eklenmektedir. Demirel önderliğindeki AP-MSP-MHP koalisyonundan oluşan Milliyetçi Cephe hükümetlerinin ABD’ye olan ihtiyacı giderek artmaktadır.
Ama bu arada yeni savunma stratejisi arayışları da vardır.
Yeni arayışlar
Kıbrıs müdahalesi ve ardından gelen üç yıllık ambargo Türk bürokrasisini, ABD’ye ve genel olarak emperyalizme olan bağımlılık ilişkisini tamamen koparmadan da olsa, güvenlik stratejisini yeniden gözden geçirmeye sevk eder. Tek yanlı ilişkilerden ziyade “çok yönlü” diplomasi arayışlarına girişilir. Yani, NATO’ya girişten sonra bir bakıma “ihmal” edilen dünya güçleri arasındaki dengelere oynama stratejisine dönüşün yolları aranmaya başlanır.
Ama bürokrasiyi ve hükümetleri kaygılandıran bir başka nokta da, Türkiye ekonomisindeki hızlı ve ciddi düşüştür. 1977’de %3 düzeyinde olan büyüme oranı 1979’da %-0,8’e, ertesi yıl da %-2,8’e geriler. Üstelik bu gerileme, genel olarak dünya kapitalizminin 1973 petrol kriziyle birlikte tetiklenmiş olan yapısal krizidir. Arap ülkelerin uyguladığı ambargo, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde zaten düşmekte olan kâr oranlarını iyice aşağı çekmektedir. Bu noktada IMF ve Dünya Bankası Türkiye ekonomisini borç sarmalına sürüklemekte ve onu liberalizasyona zorlamaktadır. Demirel hükümeti 1975-77 arasında on üç kez devalüasyon yapar. 1973-77 arasında ihracat 1,3 milyar dolardan 1,7 milyar dolara çıkarken ithalat aynı dönemde 2 milyar dolardan 5,7 milyar dolara yükselmiş, bu da ülkenin borç yükünü kaldırılmaz derecede ağırlaştırmıştır: Dış ticaret açığı 4 milyar doları, dış borç ise 10 milyar doları aşmıştır. Onu izleyen kısa süreli Ecevit hükümeti de doları 25 TL’ye yükseltir. IMF Türkiye’deki bankaları kredi açmamaya zorlamaktadır. Enflasyon ise %52,6 gibi fahiş bir düzeye yükselir. Tekrar gelen Demirel hükümeti ise 1980’deki 24 Ocak kararlarıyla IMF’nin talebi doğrultusunda ithal ikameci politikalara son vermeye yönelecektir.
Bu ortamda burjuvazinin IMF yanlısı tavrını anlamak açısından, son Ecevit hükümeti döneminde, Mayıs 1979 gazetelere verdiği ilana bakmakta yarar vardır:
Ekonominin yürümesi için ise, en az 5 milyar dolarlık ithalat yapılması zorunludur. Bir yandan döviz kıtlığı, öte yandan enerji yetersizliği, yatırımları ve mevcut sanayinin üretimini hızla düşürmektedir. Nüfusumuz 44 milyonu aşmıştır. Yıllık artış 1 milyon kişinin üzerindedir. İşsiz sayısının geçen yıl 2 milyon 240 bin kişi olduğu ifade edilen ülkemizde, çalışabilir her 100 kişiden 14’ü işsizdir. Oysa, uygulanan ekonomi politikaları ve sendikaların davranışları, Türkiye’de, işsizlik sorunun, giderek daha da ağırlaştırmaktadır. Ve… bir yılda %60’ı aşan korkunç enflasyon sosyal ve ekonomik bünyemizi kemirmeye devam etmektedir… Artık enflasyonun hızı yavaşlatılmalıdır. Halkımızın eline geçen paranın değerinin bekçisi olması gereken Devlet, karşılıksız para basmak yerine, başka yollar aramalıdır… Parlamento’muzun ise, henüz vergilendirilmemiş kesimleri artık vergi kapsamına alması tarihi bir görevdir…Şiddetle ihtiyaç duyduğumuz dış kredilerle, uyguladığımız ekonomik sistem birbirine çok yakından bağlıdır. Pazar ekonomisinden gitgide uzaklaşan bir anlayışla, ne Batı dünyasında hak ettiğimiz yeri, ne yeterli kredileri, ne de yatırımlara gerekli dış sermayeyi bulabiliriz… Ekonomimizi bir yasakçı “mevzuat ağı” içinde boğan, kişinin teşebbüs şevkini kıran, kişiyi yanlış yönlere sevk eden aşırı müdahaleci ve güven sarsıcı zihniyet bunalımın asıl sebebidir… Zorlayıcı, önleyici önlemlerle üretim artmaz. Olsa olsa ekonomik yapı çarpılır. Giderek rejim değişir.
Bu ortamda, gerek askeri ve diplomatik açıdan, gerekse de felakete sürüklenen ekonomiye yeni kaynaklar aramak bakımından, Bülent Ecevit bir “Yeni Ulusal Savunma ve Dış Politika Doktrini” geliştirir. Bu doktrine göre her şeyden önce Türkiye’nin silah bağımlılığından kurtulması gerekiyordu. Bu amaçla da Sovyetler Birliği’nden silah satın alınması, Libya ve İran ile birlikte ortak silah üretimi koşullarının yaratılması gibi fikirler ileri sürülüyordu. Doktrinin önemli bir başka noktası da, daha sonraları Ahmet Davutoğlu’nun geliştireceği “Yumuşak Güç” anlayışının öncüsü diye tanımlanabilecek olan “Bölge Merkezli Politika” kavramı altında, Türkiye’yi çevreleyen ülkelerle dostluk ilişkilerinin geliştirilerek ülkenin etrafında bir güvenlik kuşağının oluşturulmasıydı; bu politika, doktrine göre, silahlanmaya ayrılacak harcamaların azaltılması anlamına da gelecekti. Bunların yanı sıra Ecevit, NATO ittifakından beri devlete egemen olan “kuzeyden gelecek tehdit” anlayışının yerine asıl tehlikenin “batıdan”, yani Yunanistan’dan gelmekte olduğu savını diplomasinin ekseni haline getirmek istiyordu. Kuşkusuz ABD bu doktrinden büyük endişe duymuş ve belki de iktidardan uzaklaştırılmasını sağlayan güçleri motive etmişti. Dolayısıyla bu doktrin bütünü anlamında hayata geçirilemeyecek, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da tamamen unutulacaktı.
Aslında Türkiye, Ecevit’in bu doktrininden önce de, tek yanlı diplomasinin getirdiği ekonomik ve siyasi sınırlamaları aşabilmek amacıyla çeşitli yeni diplomatik ve ekonomik işbirliği arayışları başlatmıştı. Daha 1967’de Başbakan Demirel, Sovyetler Birliği ile olan ekonomik ilişkileri geliştirmiş ve bu ülkeyle hemen hemen hiç olmayan ticareti yoğunlaştırarak ülke ihracatı ve ithalatındaki payını %6 dolaylarına çıkartmıştı. Demirel bu girişimini yaparken açıkça “Batıdan” şikâyetçiydi:
Batı, Türkiye’nin sanayileşmesini istememiştir veya mümkün görmemiştir. Bize tavsiye edilen tarımdır ve… hafif endüstridir ve ağır sanayi ve sanayileşmenin diğer kollarını pek hoş karşılamamışlardır… Sovyetler ile müzakere ettik, bunların inşasına geçtik. Bundan da rahatsız oldular… 1967’de Amerikan sefiri başbakanlığa geldi, beni ziyaret etti. Hala gözümün önünde olay. Kapıdan girdi, daha oturmadan ‘Are you changing axis?’ diye bana sordu. Yani ‘Aks mı değiştiriyorsunuz?’ Sovyetlerle bizim münasebetlerimizi düzeltmemizden çok rahatsız olmuştu Amerika.
Nitekim Türkiye Mart 1967’de Sovyetler Birliği ile yedi sanayi projesi geliştirir ve 200 milyon dolar tutarında uzun vadeli kredi kabul eder. 1972’de 288 milyon dolar ve 1977’de de 700 milyon dolar olmak üzere iki kredi daha alır. 1970’lerin sonlarında Türkiye tüm azgelişmiş ülkeler arasında Sovyetler’den en fazla kredi alan ülke durumunda gelir. Bu ilişkilerin diplomatik alandaki bir sonucu da, Kıbrıs konusunda Sovyetler’in Türkiye karşıtı bir tutum almaması olur. 1967’de Yunanistan’da tamamen ABD emperyalizmi yanlısı askeri cuntanın işbaşına gelmesinden sonra Sovyetler, Kıbrıs’ın Yunanistan’a katılması (Enosis) karşıtı politika izler.
Gerek hükümetlerin Demirel örneğinde olduğu ABD’ye yönelik ekonomik ve politik şikayetleri, gerekse Sovyetler Birliği ile kurulan yeni ilişkiler, yukarıda da söylediğimiz gibi, NATO ittifakında kalınıp kalınmaması tartışmalarını gündeme taşıyordu. Daha sonraları Ecevit’in dış politika danışmanlığını üstlenecek olan Profesör Haluk Ulman, ittifak üyeliğinin Türkiye’yi büyük bir ordu bulundurmaya zorladığını ve bunun ülkeyi ekonomik açıdan zorladığını; bir konvansiyonel savaş durumunda onu ulusal çıkarlarına aykırı da olsa savaşa mecbur bıraktığını; nükleer bir savaşta ise tamamen yıkıma sürükleyeceğini savunuyordu. Ona göre Türkiye tarafsız bir ülke olmalıydı. Demirel’in dış işleri bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ise ittifakta kalınmasında ısrar ediyor, ayrıca ayrılınması durumunda bunun Türkiye’yi Yunanistan karşısında zayıf bir duruma düşüreceğini iddia ediyordu. Ama bu tartışmalar sürerken 1968’de Sovyetler’in devrimci ayaklanmayı bastırmak üzere Çekoslovakya’yı işgal etmesi ve Doğu Akdeniz’de donanma kurması, bürokrasi içinde tarafsızlık tezinin savunucularını köşeye sıkıştırdı ve tartışmaya son verdi.
Türkiye’nin yeni diplomatik ilişkiler arama çabalarından biri de bağlantısız ülkelere yönelmesi oldu. Aslında 1949’ta Karaçi’de (Pakistan) toplanan Asya Devletleri Kongresi’ne Türkiye “Batılı bir ülke” olduğu gerekçesiyle katılmamıştı. 1955’te Bağlantısızlar Hareketinin nüvelerinin atıldığı Bandung (Endonezya) Konferansı’nda ise ciddi bir hata işler. Bağlantısızlar Hareketi’nin liderlerinden Nehru, Türkiye Dışişleri Bakanı Zorlu’nun ve Menderes hükümetinin bölgedeki Amerikancı politikalarından şikâyet etmektedir; ona göre tüm ulusların ABD, İngiliz ve Rus egemenliğinden kurtarılması gerekmektedir. Türkiye Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu ise konferansta İngiltere ve ABD’yi şiddetle savunur. Tarafsızlığın ve bağlantısızlığın yanlış olduğunu ileri sürer, yanına Irak, Pakistan ve Seylan’ı alarak oluşturduğu blokla konferansı baltalamaya çalışır. Daha da vahimi, Çin, Hindistan, Mısır ve Endonezya’nın başını çektiği bağlantısız ülkeleri, ABD’ye destek vermedikleri takdirde Rusya’nın yayılmasına hizmet etmekle suçlar.
Ama Johnson’un mektubundan ve Kıbrıs konusunda yalnız ve çaresiz kaldığını gördükten sonra Türkiye dışa açılma açısından bağlantısız ülkelerle yakınlaşmanın yollarını aramaya başlar. 1964’te hareketin Kahire konferansına gözlemci olarak katılmak üzere başvurur, ama reddedilir, sadece dinleyici sıralarında yer alır. 1965’te Kıbrıs politikası Birleşmiş Milletler’de ağır bir yenilgiye uğrayınca pek çok bağlantısız ülkeye “iyi niyet heyetleri” gönderir. 12 Mart darbesinden sonra 48 ülkeye yönelik yardım programları oluşturur. Ama bu çabalar esas olarak 1978-79 döneminde Ecevit hükümeti tarafından yoğunlaştırılır. Rodezya’da (bugün Namibya) ırkçı beyaz rejime karşı ZANU ve ZAPU savaşçılarına 300 biner dolarlık yardım yapılır. Portekiz sömürgeciliğine karşı Mozambik kurtuluş hareketi, Etiyopya’ya karşı da Eritre direnişçilerini desteklenir. 1979 devriminden sonra İran’a ambargo uygulayan ABD’nin yaptırımlarına katılınmaz. Tabii bu girişimler bütünlüklü bir stratejiden yoksundu ve Türkiye açısından yalnızlığını kırmaya yönelik bir ilk deney olarak kalacaktı.
Türkiye’nin basitçe Batı’nın sözcüsü olmaktan çıkıp diğer ülkelerle otonom ikili ilişkiler geliştirme politikasının hedefinde Ortadoğu’daki Arap ülkeleri de vardı. Aslında Türkiye bu bölgede yeniden oluşmakta olan politik durum karşısında da kendisine bir yön çizmek durumundaydı. Zira 1950’lerin sonlarından sonra Ortadoğu’da çizilen sınırlar aynen devam etmekle birlikte, savaş galibi emperyalist ülkeler tarafından kurulan siyasi düzenler (çoğunluğunda monarşiler) genç ve laik subaylar tarafından devriliyor, ortaya Arap milliyetçiliğine dayanan iktidarlar çıkıyordu. Temmuz 1952’de Mısır’da darbeyle iktidarı ele geçiren ve ertesi yıl Cumhuriyet ilan eden Hür Subaylar Hareketi’nin güçlü adamı Cemal Abdül Nasır, bütün bir bölge için kurtarıcı durumuna yükselmişti. Ama bu arada Irak ve Suriye’de güçlenen Baas (Arap Sosyalist Diriliş Partisi) hareketi kendi ülkelerinde Nasır’ın bu güçlenişini engelleyecek ve kendisini bir seçenek olarak gündeme getirecekti. Bu parti 1963’te Irak ve Suriye’de darbeyle iktidara geldi. Bütün bu gelişmeler bir bakıma ABD, Fransa ve Britanya’nın bölgedeki etkisini kırıyor, üçüncü dünyacı ve ilerlemeci anlayışların yaygınlaşmasına ve bu ülkelerin Sovyetler Birliği ile olan ekonomik ve politik ilişkilerini güçlendirmelerine neden oluyordu.
27 Mayıs 1960 darbesinin arından kurulan askeri hükümet Ortadoğu’daki ilişkilerin geliştirileceğini belirtiyordu. Gene aynı yıl MGK üyelerinin bazıları yaptıkları bir açıklamada, Türkiye’nin bağımsızlıkları için mücadele eden ulusları, bu arada Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği mücadeleyi desteklediği ilan ediliyordu. Bu arada 1961 sonlarında Suriye’de oluşan darbeyle iktidara gelen yönetimin Mısır’ın oluşturduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden ayrılma kararı alması üzerine Türkiye’nin yeni Suriye yönetimini tanıması ve bunun o ülkenin bir iç sorunu olduğunu belirtmesi, Mısır’ın Türkiye ile olan ilişkilerini kesmesine neden olacaktı.
Türkiye’nin Kürtler üzerindeki asimilasyon girişimlerinin 27 Mayıs’tan sonra ağırlaştırılarak sürdürülmesi politikaları se bir dönem için Irak’taki General Kasım hükümetiyle sürtüşmesine neden oldu. Kasım, Kuzey Irak’taki Kürt halkına yönelik olarak daha uzlaşmacı bir çizgi izliyor, bu da Ankara’yı Türkiyeli Kürtlerin benzer özerklik istemlerinde bulunabilecekleri yönünde endişelendiriyordu. Ama 1962’de Irak’ta Molla Mustafa Barzani’nin Bağdat yönetimine karşı ayaklanması durumu tersine çevirdi. General Kasım Türkiye’yi Kürt ayaklanmasını desteklemekle eleştirdi ve Hakkari’ye yönelik uçak saldırılarında bulundu. Türkiye hükümeti ise bir ikilem içindeydi: Bir yandan ayaklanmanın Bağdat’ı zayıflatmasına memnun oluyor, ama bir yandan da isyanın Türkiye topraklarına yayılmasından kuşkulanıyordu. Ama Kürt ayaklanması Kuzey Irak’la sınırlı kalarak sürüncemeli bir hal kazanacak, böylece Ankara ile Bağdat arasındaki gerginlik azalacaktı.
1964’teki İkinci Bağlantısızlar Konferansı’nda ve 1965’teki Birleşmiş Milletler oylamasında Arap ülkelerinin Kıbrıs konusunda Türkiye’nin karşısında tutum almaları, Ankara’nın bu konuda yeni atılımlar yapma kararı almasına neden oldu. Nitekim 1965’te iktidara gelen Adalet Partisi hükümeti, 1950’li yıllarda DP’nin izlediği dünya politikasından koparak Ortadoğu’daki “ilerici hükümetlerle” iyi ilişkiler kurmaya karar verdi. Çeşitli ülkeler ziyaret edildi, Mısır, Irak, Suriye ve Tunus’la ekonomik ve diplomatik ilişkiler kuruldu ve güçlendirildi. Suudi Arabistan kralı Faysal’ın 1966’da önerdiği İslam Konferansı’na (daha sonra İslam İşbirliği Örgütü) katılma konusu ise Türk Dışişlerinde tartışma konusu oldu. Demirel konferansa katılmakta bir sakınca olmadığını belirtse de daha sonra resmi politika, Türkiye’nin İslam ülkeleriyle işbirliğinin sadece ekonomi ve Kıbrıs konularıyla sınırlı olduğu, herhangi bir İslami siyasi örgüte üye olunmayacağı biçiminde belirlendi. Bu konumlanma, Türkiye’yi ABD’nin ve genel olarak Batı’nın sözcüsü durumunda gören Arap hükümetlerinin bu bakışlarını korumalarına neden oluyordu.
Türkiye’nin Arap ülkeleri nezdindeki imajını oldukça değiştirecek ilk olay 5 Haziran 1967’de patlak veren Arap-İsrail savaşı oldu. Savaş boyunca Türkiye siyasi olarak Arap ülkeleri desteklemekle kalmadı onlara giyecek ve gıda yardımlarında bulundu. Sorun Birleşmiş Milletler’de görüşülürken, ABD ve diğer Batı ülkelerinden ayrı olarak Arap ülkeleri lehine oy kullandı, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini savundu. Aynı şekilde, Filistin halkının İsrail’e karşı yürüttüğü mücadeleyi de destekliyordu Türkiye. Bu tutumu, Arap ülkeleriyle olan ilişkilerinin giderek yakınlaşmasına zemin hazırlayacak, bunun sonucunda da 1973’te OPEC üyeleri Türkiye’yi petrol ambargosu dışında tutacaklar, ertesi yıl da Kıbrıs konusunda çoğunlukla Türkiye’yi destekleyeceklerdi.
Türkiye 1975’te İslam Ülkeleri Konferansı ile ilgili tutumunda da tam bir dönüş gerçekleştirdi. Petrol ambargosuyla tetiklenen dünya krizinin ve ülkede başlamakta olan ekonomik çöküntünün etkilerini biraz da olsa hafifletmek amacıyla Arap ülkelerine daha sıkı yaklaşmanın kararı alındı ve artık laiklik ve Türkiye’nin “Batılı” olması gibi tartışmalar yaşanmadan Cidde’de toplanan İslam ülkeleri dışişleri bakanları toplantısına bakan düzeyinde katılındı. 1976’daki konferans ise İstanbul’da toplandı.
Bütün bunlar, Türkiye’nin Ortadoğu ve genel olarak Arap ve İslam ülkeleriyle olan ilişkilerinin güçlenmesine neden oluyordu, ama Ankara’nın bu arayışları herhangi bir yeni ideolojik ve politik yönelişe oturmuyor, güvenlik ve yeni ekonomik kaynak arayışları çerçevesinde gidip gelmeler biçiminde gelişiyordu. Nitekim Ankara Filistin mücadelesini desteklemekle birlikte İsrail ile olan ilişkilerini asla kesmemiştir. 1977’de Mısır İsrail ile Camp David anlaşmasını imzaladığında Arap ülkeleri Mısır’la ilişkilerini kesmiş, ama Türkiye ABD ile birlikte anlaşmanın yanında yer almıştır. 1979’daki İran devriminin ardından Türkiye hükümeti Washington ile İran arasında arabuluculuk yapmakla birlikte, ABD’nin Ortadoğu planlarının atlama taşı olmayı sürdürmüştür. Bu rolü 1980 askeri diktatörlüğü ile birlikte daha da güçlenip belirgin hale gelecektir.
* * *
Anlatılmaya çalışıldığı gibi Türkiye’nin 1960-80 dönemi boyunca dış politikası “ulusal güvenlik” stratejisinin uzantısı biçiminde gelişmiş, ama bu stratejinin sadece ABD ve NATO’nun koruyucu şemsiyesi altında olmasından uzaklaşılmaya çalışılmıştır. Onu bu yönde hareketlendiren, özellikle Kıbrıs konusunda Türkiye’nin uluslararası platformlarda ne denli yalnız kaldığını görmüş olmasından kaynaklanmıştır. Ne var ki, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin geliştirilmeye çalışılması, dönemin “bağlantısız ülkeleri” ve Ortadoğu’daki Arap devletleriyle ilişkilerin güçlendirilmesi, ne ABD’ye bağımlı bir yarı sömürge ülke olma statüsünden uzaklaşmaya yönelik politik saiklerle yapılmış, ne de Cumhuriyet’le birlikte kurulan diplomasi anlayışını aşan yeni bir ideolojik ve politik sürekliliğe kavuşturulmuştur. Buna yönelik yeni bir strateji, gene ABD’nin yörüngesinde kalmak kaydıyla, 1980’den itibaren gündeme gelmeye başlamış, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları döneminde sarsak ve yanlışlarla dolu biçimde de olsa oluşturulmaya çalışılmıştır. Avrupa Birliği ile ilişkilerin de yepyeni özellikler kazanacağı bu dönemdeki Türkiye dış politikasını bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz.