AKP’nin kapatılması davası, Ergenekon davası, Silahlı Kuvvetlerin Kuzey Irak’ta sürdürdüğü operasyonlar derken 28 Temmuz günü Güngören’de patlatılan bombalar, ülkedeki politik keşmekeşin derinleşmekte, ya da derinleştirilmeye çalışılmakta olduğunun işaretini verdi. İşçi sınıfının örgütlü bir güç olarak doğrudan taraf olmadığı böylesi bir kaotik ortam taktik yanlışlar yapmaya, hatta stratejik hatalara düşmeye son derece elverişli olduğundan, bazı belirlemelerin tekrardan altını çizmekte yarar var.
Krizin nedeni demokrasi yanlıları ile (askeri) diktatörlük heveslileri arasındaki çekişme midir?
Hayır, bu sadece başını Taraf gazetesinin çektiği bazı medyanın yarattığı bir sanal görünümdür. Biz Marksistler soruna sınıflar mücadelesi diyalektiğiyle yaklaşmalıyız. Krizin nedeni, Anadolu sanayi ve ticaret burjuvazisinin kendi gelişmesi önünde bir engel olarak gördüğü askeri ve sivil bürokrasiyi kenara itme, bürokrasinin ise elinde bulundurduğu ekonomik ve sosyal ayrıcalıkları yitirmeme mücadelesidir. Bu anlamda, krizin temelinde egemen sınıflar arasındaki çatışma yatmaktadır.
Söz konusu olan laikler ile şeriatçılar arasındaki bir kavga mıdır?
Hayır, laiklik olduğu kadar İslami ideoloji de, egemen kesimlerin kendi çıkar mücadelelerine geçirdikleri politik kaftanlardır. Anadolu burjuvazisi kendi yedeğine belirli muhafazakâr halk kitlelerini almaya çalışırken, bürokrasi elindeki yegâne aracı, yani devletin kurumlarını (Ordu, Polis, Yargı, yönetsel devlet kurumları) kullanmaya, bir yandan da yarı laik yaşam (tüketim) tarzına alışmış kentli kitleleri seferber etmeye çalışmaktadır. Ne geleneksel devlet bürokrasisi gerçek anlamda laiktir, ne de Anadolu burjuvazisi şeriat düzeni peşindedir.
Anadolu burjuvazisi liberal midir?
Liberal burjuvazi kavramı 19. yy’ın sonları ile 20. yy’ın başında otokrasilere ve feodaliteye karşı konumlanan burjuva kesimleri tanımlamak için geliştirilmiş bir kavramdır ve emperyalist çağda bu anlamını yitirmiştir. Günümüzde liberallik tanımı, ülke ekonomisini dünya pazarı içine yerleştirmeye çalışan mali ve sınaî sermaye kesimleri için kullanılmaktadır. Bunun Türkiye’deki karşılığı TÜSİAD burjuvazisidir, Anadolu sermayesini ise daha çok ulusal burjuvazi olarak adlandırabiliriz.
Anadolu burjuvazisi ülkede demokrasinin inşasına öncülük edebilir mi?
Asla. Türkiye’deki demokratik dönüşüm, 1) asker-polis rejiminin lağvedilmesi; 2) Kürt halkına kendi kaderinin tayin hakkının tanınması; 3) tarım devriminin gerçekleştirilmesi; 4) emperyalizmden kopulması, yoluyla olanaklıdır. Ulusal burjuvazi, bu dönüşümün ne programına, ne de önderlik kapasitesine ve isteğine sahiptir. Bürokrasinin kendi gelişimini engelleyen çıkarlarını törpülemek istemekle birlikte halk kitleleri karşısında duyduğu korku onun baskı rejimini korumaya ve yeri geldikçe kullanmaya itmekte, emekçi halk yığınları üzerinde doğabilecek denetim boşluklarını İslami ideolojinin muhafazakârlaştırıcı etkisiyle doldurmayı planlamaktadır.
Ulusal burjuvazi anti-emperyalist midir?
Olmadığı, Avrupa Birliği’ne tam katılım çabalarından, ABD’nin Irak işgalini desteklemesinden, Afganistan’a istekle asker yollamasından, NATO ittifakını desteklemesinden bellidir. Bu konuda ne bürokrasi, ne de liberal burjuvazi ile bir çelişkisi vardır. Sadece, özellikle kriz dönemlerinde, Anadolu burjuvazisi devletten korumacı önlemler talep edebilir ve bu amaçla İslamcı ya da ulusalcı söylemlere başvurabilir. Ancak ulusal burjuvazi tarihinin hiçbir döneminde (DP, AP veya bugün AKP önderliğinde) anti-emperyalist olmamıştır.
AKP bir burjuva partisidir.
Sivil toplumcu ve küçük burjuva liberal görüşlerin ve hayallerin yaygınlaştığı bir dönemde AKP’nin bu sınıf tanımını asla aklımızdan çıkarmamalı, strateji ve taktiklerimizi belirlerken bu tanımı hep göz önünde bulundurmalıyız. AKP’nin içinden çıktığı MSP geleneği esas olarak Anadolu kökenli ulusal burjuvaziyi temsil ediyordu, ne var ki 1980’lerin ortalarında başlayan ekonomik liberalleşme, ülkeye akan petro-dolarlar, mafya sermayesinin önce güçlenip sonra ehlileşmesi, bazı dini tarikat ve çevrelerin tekelci sermaye haline dönüşmesi gibi gelişmeler İslami harekette de değişimler yarattı ve Anadolu burjuvazisinin üst tabakaları ile tekelci sınai ve mali sermayenin giderek kaynaşmasına yol açmaya başladı. Bu nedenle AKP’yi sadece ulusal burjuvazinin partisi olarak tanımlamak yeterli olmaz; AKP, özellikle AB’ye entegrasyon atılımıyla birlikte bugün tekelci, emperyalizm yanlısı mali ve sınai sermayenin temsilini üstlenmiş durumdadır. İşçi sınıfının düşmanıdır.
AKP burjuvazinin geleneksel önderlik krizine çözüm sunmaktadır.
Egemen burjuvazi özellikle Özal’ın ölümünden sonra ve derin ekonomik bunalımla birlikte yaşamaya başladığı önderlik krizini AKP ile aşmaya çalışmaktadır. AKP üç egemen kesimi, İstanbul kökenli tekelci mali ve sınaî burjuvaziyi, Anadolu kökenli ulusal burjuvaziyi ve devlet temelli askeri-sivil bürokrasiyi kendi etrafında toplama ve rejimin krizini ABD ve AB yanlısı pro-emperyalist programıyla çözümleme gayreti içindedir. Kuşkusuz bu üç kesimin çıkarları zaman zaman çelişmekte, bu nedenle de politik düzlemde dönemsel gerilimler yaşanmaktadır, ancak AKP, bir önceki iktidar döneminde yaşanan hızlı ekonomik gelişmenin de etkisiyle kitleler arasında güç kazandığından, geleneksel önderlik krizini aşmaya aday yegâne parti olarak kendini bu üç kesime de kabul ettirmeye başlamıştır.
Türkiye’de İspanya’dakine benzer bir demokrasiye barışçıl geçiş süreci yaşanabilir mi?
Bu soruda pek çok yanlış var. Birincisi, İspanya’da bir “demokrasiye geçiş süreci” yaşanmamış, bir dizi demokratik hakkın tanındığı bir Anayasa oluşturulmakla birlikte Frankocu rejimin temelleri korunmuştur. Bu rejimi bugün Monarşi temsil etmektedir, ve İspanya kralını sadece sembolik bir temsil olarak görmek büyük bir yanlığıdır. Öte yandan, İspanya’da ulusal sorun(lar) hala çözümsüz halde varlığını sürdürmektedir. İkincisi, İspanya’da “demokratik” bir Anayasa’ya geçiş “barışçıl” değil, ancak işçi sınıfının müthiş bir devrimci süreç içine girmesi (1977-79), ve ama Sosyalist ve Komünist partilerin ihaneti sonucunda gerçekleşmiştir. Bu devrimci kabarış Frankocu rejimi uzlaşmaya itmiş, SP ve KP devrimi önleyerek yeni bir anayasa karşılığında rejimi çöküşten kurtarıp burjuva ve emperyalist bir çözümü olanaklı kılmıştır. İspanya’da demokratik devrimin temel sorunları hala çözülmemiştir ve bunu ancak proleter devrimi başarabilecektir. Bu gerçeklerden hareketle Türkiye’ye ilişkin yukarıdaki sorunun yanıtı da açıktır: Hayır.
Bugün AKP’ye karşı bir askeri darbe olasılığı var mı?
Askeriyenin içinde her zaman darbe yanlısı bazı radikal milliyetçi, Bonapartist ve faşist subayların, ve onların sivil destekçilerinin (Ergenekon) bulunduğu bir gerçektir, ve bunun böyle olduğunu günümüzde yayınlanan belgelerden daha iyi anlıyoruz. Ancak bazı sapkınların, hayalperest ya da maceraperestlerin girişimlerinden değil, asker-polis rejimini kalıcı bir askeri diktatörlüğe dönüştürecek sahici bir darbeden söz ediyorsak, bunun tekelci burjuvazinin ve asker-sivil bürokrasinin hangi tarihsel ve dönemsel çıkarlarına karşılık düşeceğini kestirmeye yönelik bir ulusal ve uluslararası durum tahlili yapabilmeliyiz. Ulusal burjuvazinin (ve hatta tekelci burjuvazinin) çıkarları ile asker-sivil bürokrasinin ayrıcalıkları zaman zaman çatışsa bile AKP bütün bu üç kesimin tarihsel çıkarlarının bir potada eritilebileceği ve bunun rejimin temel niteliklerinde (ülkenin bölünmezliği, laiklik, emperyalizm yandaşlığı, vs) bir değişim olmadan gerçekleştirilebileceği yolunda bürokrasiyi var gücüyle ikna etme çabasındadır ve bu niyetinde samimidir, burjuvazi tarafından desteklenmektedir. Ayrıca onun ülkeyi daha da muhafazakârlaştırma çabaları, emperyalizmin bölgede uyguladığı stratejiyle örtüşmektedir. AKP bu yolda önemli aşamalar kat etmiştir; ciddi bir ihtar karşılığında kapatılmamış olması bunun belirtisidir. Dolmabahçe anlaşması yürürlüktedir, ve ekonomik krizin uluslararası ölçekte atlatılmasına bağlı olarak konjonktürdeki bir iyileşme bürokrasiyi daha da rahatlatacaktır.
Nasıl bir döneme giriyoruz?
Önümüzde bir askeri diktatörlük tehlikesi bulunmamaktadır, ancak çelişkili ve potansiyel olarak patlamalı bir dönem açılmaktadır. Burjuvazi AKP’nin politik önderliğinde ciddi bir seçeneğe kavuşmuştur, ancak bu noktaya uluslararası ölçekteki derin bir ekonomik kriz koşullarında ulaşmıştır. Kriz ve bunun Türkiye’de yaratacağı etkiler AKP’yi bir dizi yeni emek aleyhtarı önlem almaya itecek, bu önlemler ulusal burjuvazinin en güçsüz kesimlerini de rahatsız edebilecektir. Orta sınıfların alım gücü düşeceğinden büyük kentlerde de AKP’ye yönelik hayal kırıkları yaşanabilecektir. Hükümetin tasarruf politikalarında kendine değen yanlar olursa bürokrasi de şikâyet etmeye başlayabilecek, hele hele Kürdistan’da yürütülen askeri operasyonlarda herhangi bir kısıtlamaya şiddetle karşı çıkabilecektir. Bu çerçevede krizin bütün faturasını AKP, kitle temelini aşındırma pahasına, işçi ve emekçi yoksul halka ödetecektir. Tepkilerin hangi noktalarda hangi ölçeklere ulaşabileceğini yaşayarak göreceğiz, ancak slogan ve taktiklerimizi bu tip bir gelişmeyi öngörerek hazırlamamız gerekmektedir.
Bürokrasinin müdahaleleri karşısında AKP desteklenmeli mi?
Asla. Herhangi bir burjuva partisinin ya da hükümetinin desteklenmesi, hele hele onunla cephe birliklerine gidilmesi Devrimci Troçkizm bayrağının yırtılmasıyla eşanlamlıdır. Bu elbette, sınırlı da olsa parlamenter demokrasi üzerindeki Bonapartist baskılar karşısında tavır almayacağımız, soruna salt egemen kesimler arasındaki bir mücadele olarak bakıp tarafsız kalacağımız anlamına gelmez. Biz bu tip durumlar karşısında sınıf bağımsızlığı ilkesinden hareketle, işçi ve emekçi yığınların baskılar ve darbe girişimleri karşısında seferberliğini önermek, bu doğrultuda işçi örgütlerine baskı yapmak ve gerekirse bir Birleşik İşçi Cephesi çağırısında bulunmak (bu bir “üçüncü cephe” değildir), ve hatta Genel grev sloganını ileri sürmek durumundayız. Bonapartist tehlikeler karşısında işçi ve emekçi yığınların seferberliği, AKP’nin ya da burjuvazinin herhangi bir kesiminin asla yanaşmayacağı bir çizgidir. Tam da bu nedenle daha başından itibaren burjuva partilerinin “teşhiri ve eleştirisi” politikası izlemeliyiz (bu politika, işçi sınıfı partilerinin başını çektiği Halk Cephesi tipi hükümetler karşısında izlenebilecek “teşhir ve talep” politikasından farklıdır). Örneğin, AKP’nin Ergenekon davasında asla işi sonuna kadar götürmeyeceğini, onun da bu rejimin bir parçası olduğunu anlatarak bu hükümeti teşhir etmeli, bu niteliğiyle onu kitlelerin önünde eleştirmeli ve rejimi demokratik bir dönüşüme uğratabilmek için sendikaların önderliğinde bir işçi-emekçi hükümetine ihtiyaç olduğu propagandası sürdürmeliyiz. Partimizi de bu amaçla inşa ettiğimizi anlatmalıyız. Taktik olarak, işçi örgütlerini kitle gösterileri düzenlemeye, bağımsız komisyonlar kurarak Ergenekon’u araştırmaya, derin devleti teşhir etmeye davet etmeliyiz.
Taleplerimizin hedefi işçi ve emekçi yığınlardır, burjuva hükümetler değil.
Geçiş talepleri ile acil demokratik ve ekonomik taleplerin hedefi kitleler ve kullanım amacı kitlelerin bağımsız sınıf seferberlikleridir. Bu strateji (kitlelerin seferberliği) bizi her türlü reformizmden, merkezci ve Stalinist akımdan ayırt eden en önemli ilkedir. Bazı acil talepler, kitlelerin seferberliği oranında burjuva hükümetler tarafından karşılanabilir, ancak özellikle geçiş talepleri kitleleri burjuva rejimin dışına taşır. Kuşkusuz her talep sonunda ya iktidardaki hükümet ve egemen rejim tarafından karşılanacak ya da karşılanmayacaktır, bu anlamda hükümete ve/veya rejime yönlendirilmiş bir istem olarak algılanabilir. Aradaki fark, devrimci Marksizm’in talepleri ve sloganları kitle seferberlikleri yaratmak, var olanları güçlendirmek ve kendi programına kazanmak için kullanıyor olmasındadır. Reformistler ve merkezciler ise bu taleplerin yerine getirilmesini basitçe (parlamento kanalıyla, parti sendika deklarasyonlarıyla, vs) hükümetten isteyerek sadece sınıf seferberlikleri yaratma perspektifinden uzak durmakla kalmazlar, ama aynı zamanda kitlelerde hükümetin ve rejimin niteliği konusunda hayaller ve kafa karışıklıkları yaratırlar. Kitle seferberliği yaratmaya yönelik olmayan, buna yönelik çalışmanın bir aracı halinde kullanılmayan, kitleler tarafından benimsenip hükümet ve rejim üzerinde bir baskı unsuru haline dönüşmeyen hiçbir talep hükümetin ve rejimin niteliğini teşhir etmekte işlevsel olamaz. İşçi sınıfı demokrasi mücadelesinde, Lenin’in dediği gibi, kendi bağımsız gücüyle, kendi örgütleriyle, kendi basınıyla, kendi seferberlikleriyle sahneye çıkmak durumundadır. Bugün asker-polis rejiminin tasfiyesini AKP’den talep etmeye varabilecek her politika, iflas etmeye mahkûmdur. AKP demokratik devrimin partisi değil, mevcut rejimin bir parçasıdır. Onun temsil ettiği burjuva kesimlerin bürokrasinin ayrıcalıklarına tepki duymasından hareketle AKP’ye ülkedeki demokratik dönüşümün öncüsü rolünü biçecek her politika, her taktik, işçi sınıfına yapılabilecek en büyük ihanet olacaktır.
Bugün siyasal demokrasi mücadelesi hangi noktalarda somutlanmalı?
Ergenekon davası son derece önemlidir, ve biz bu dava karşısında sessiz kalamayız. Ancak, bu davanın (ve buna karşılık AKP’nin kapatılması davasının) egemen sınıfların içindeki çeşitli fraksiyonların kendilerine yer açma, birbirinin üstünde denetim kurma çabalarında bir araç olarak gündeme getirildiğinden ya da o halde tutulacağından da eminiz. Dolayısıyla, derin devletin açığa çıkarılması mücadelesini AKP’nin ve onun hükümetinin eline bırakmadan (tıpkı anti-laik saldırılara karşı mücadelenin CHP’nin ve onun temsil ettiği kesimlerin eline bırakılamayacağı gibi), sınıfın bağımsız ve devrimci seferberliğine yönelik talepler, sloganlar geliştirmeliyiz (bazılarına yukarda değinmiştim, mutlaka zenginleştirilmeli). Bununla birlikte bugün siyasal demokrasinin savunusu açısından çok daha önemli olan nokta, DTP’nin kapatılmasına karşı verilecek olan mücadeledir. Unutmamak gerekir ki, egemen kesimlerin üzerinde anlaştıkları noktalardan birisi, belki de en önemlisi Kürdistan üzerindeki ulusal baskının sürmesidir. DTP’nin özgürlüğü temel kampanyalardan biri olmalıdır. Öte yandan rejimin işçi sınıfı üzerindeki baskılarının bugünkü taşeronu AKP’dir, ve 1 Mayıs’ta iyice açığa çıkıp son günlerde İstanbul Belediye işçilerine yönelik saldırılara kadar uzanan hükümet politikaları teşhir edilmeli, Belediye başkanı, Vali ve emniyet müdürünün istifasını zorlayacak eylemlilikler talep edilmeli.
Demokrasi mücadelesinde sınıf eksenini yitirmemeliyiz.
Sınıf temeli olmayan bir evrensel demokrasinin bulunmadığını biliyoruz. Proletaryanın genel olarak siyasal demokrasi ve tek tek demokratik haklar için verdiği mücadelede ayırt edici belirteci, siyasal ortamın ve hakların kendi devrimci sınıf seferberliğinin yolunu açıcı olup olmadığıdır. Örneğin, herhangi bir partinin kapatılmasına, burjuva demokrasisinde her partinin var olma hakkının bulunduğu inancıyla değil, bizzat o partinin kapatılmasının kendi mücadelesine zarar verecek olmasından ötürü (elbette eğer öyleyse) karşı çıkar. Tam da bu nedenle faşist partilerin kapatılması mücadelesi işçi sınıfının sloganları arasındadır. Bunu hatta parlamentoya kadar genişletebiliriz. Anımsayacak olursak Troçki, Nazi ağırlıklı parlamentoya karşı düzenlenebilecek bir Bonapartist darbenin işçi sınıfına soluk alma olanağı yaratacağına işaret etmiş, Alman işçilerine parlamenter rejimi savunmak yerine öz-savunma milisleri örgütleme çağrısında bulunmuştur. Ama öte yandan aynı Troçki, aynı metotla, Meksika’da ulusalcı hükümetin bir burjuva yayın organını kapatmasına da karşı çıkmıştır. Dolayısıyla her durumda verili siyasi konjonktür ve emekçi yığınların mücadele gereksinimleri dikkate alınarak politikalar saptanmalıdır. Türkiye’de bugün kuşkusuz parlamento herhangi bir askeri diktatörlüğe karşı savunulmalıdır, zira bu diktatörlük emekçi yığınların isteği üzerine işbaşına gelmeyecek, tam tersine onları ve Kürt halkını ezmek için elinden geleni yapacaktır. Öte yandan, işçileri coplayan ve Kürtleri bombalayan da bu parlamento ve onun içinden çıkan hükümettir; Irak’taki ABD işgalini destekleyen, Afganistan ve Kosova’daki işgal ordularına asker gönderen, yarın İran’a düzenlenebilecek bir saldırıda görev alacak olanlar da bunlardır. Dolayısıyla da, sendikaları kapatıp DTP liderlerine hayat hakkı vermeyecek bir darbe olasılığına karşı tetikte dururken, bu parlamentoya ve bu hükümete karşı mücadeleyi de eksenimizden uzaklaştıramayız. Özetle ne demokrasi mücadelesi bu parlamentonun ve hükümetin eline bırakılmalı, ne de gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelede asker-polis diktatörlüklerinden medet ummalıyız. Her aşamada, emekçi yığınların devrimci seferberliklerini, kendi öz-örgütlenmelerini, bağımsız sınıf mücadelelerini destekleyen, bunların önünü açacak olan talep ve sloganları ileri süren bir politik ve taktik çizgi izlemeliyiz.
11 Ağustos 2008