“Bütün yaratıkları katledin”: Gazze 2009*

Noam Chomsky 

27 Aralık Cumartesi (2008) günü, savunmasız Filistinlilere yönelik son ABD-İsrail saldırısı gerçekleştirildi. İsrail basınına göre saldırı 6 ay öncesinden özenle planlanmıştı. İki unsurdan (askeri harekât ve propaganda) oluşan plan, tasarımı yetersiz ve tanıtımı kötü yapıldığı düşünülen 2006 Lübnan işgali derslerine dayanıyordu. Bu yüzden, gerçekleştirilenlerin ve söylenenlerin önceden planlanmış ve kasıtlı olduğundan emin olabiliriz. 

Bu, kuşkusuz saldırının zamanı için de geçerli: çocukların okuldan döndüğü ve yoğun nüfuslu Gazze kenti sokakların en kalabalık olduğu öğle üzeri. 225’in üzerinde insanın ölümü ve 700’den çoğunun yaralanması sadece birkaç dakika aldı… Kaçacak tek bir deliği olmayan küçük bir kafeste savunmasız sivillerin kitlesel kıyımı için uygun bir başlangıç oldu. 

New York Times muhabiri Ethan Bronner, “Gazze Savaşının Kazanımlarını İncelerken” başlıklı makalesinde, bu başarıyı en önemli kazanımlardan biri olarak tanımlıyor. 1950’lilerden kalan bir kuram uyarınca, İsrail son derece orantısız şiddet uygulamasını haklı gösterebilmek açısından, “deliye dönmüş” görüntüsü vermenin avantajlı olabileceğini hesaplamıştır. “Cumartesi sabahı İsrail savaş uçakları çok sayıdaki hedefe eş zamanlı biçimde saldırdıklarında, Gazze’li Filistinliler daha birinci günden mesajı almış oldular,” diye yazıyor Bronner: “Bir anda 200 kişi öldüğünde, başta Hamas olmak üzere tüm Gazze şok geçirdi.” Bronner’a göre “deliye dönme” taktiği başarıya ulaşmışa benziyor: “Gazze halkının bu savaştan Hamas’ı (seçilmiş hükümeti – N.C.) durdurmak isteyecek denli acı çektiğine ilişkin fazlaca bir delil yok”. Bu da eskilere dayanan bir başka devlet terörü doktrini. Laf arasında, Times’ın arşivlerinde, kazanımları her ne kadar büyük olmuşsa da, “Çeçenya Savaşının Kazanımlarını İncelerken” adlı bir makalenin bulunduğunu anımsamıyorum,. 

Titizlikle hazırlanan plan olasılıkla saldırının, Obama’nın görevi devralma töreninin hemen öncesine rastlatılan sona erdirilişini de içeriyordu. Böylece, Obama’nın Amerika destekli bu iğrenç cinayete ilişkin bir iki eleştirel laf etme (uzak) tehlikesi de en aza indirilmiş oluyordu. 

Bir Sabbath (Yahudilerce kutsal kabul edilen dinlenme günü – ç.n.) başlatılan saldırıdan iki hafta sonra, Gazze’nin büyük bölümü enkaza dönüşmüş halde ve toplam ölü sayısı bini bulmuşken, birçok Gazzelinin yaşamının bağlı olduğu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistin Mültecilerine Yardım Ajansı), İsrail ordusunun Sabbath nedeniyle Gazze’ye yardım sevkiyatını durdurduğunu duyurdu. Kutsal güne saygı nedeniyle, ölümün eşiğindeki Filistinlilere gıda maddesi ve ilaç yasaklanmıştı, ama yüzlercesinin Amerikan yapımı bombardıman uçakları ve helikopterleriyle katledilmesinde bir mahsur yoktu. 

Sabbath gününe duyulan bu ikili saygı manşetlere pek çıkmadı. Aslında normal bu. Zira Amerika-İsrail suç şebekesinin yıllıklarında, bu düzeydeki zalimlikler ve ikiyüzlülükler, dipnot olmaktan pek fazlasını hak etmez. Bunlar çok olağandır. Benzer bir örnek, Haziran 1982’de ABD desteğindeki İsrail ordusunun Lübnan işgalini, Filistin mülteci kampları Sabra ve Şatilla’yı bombalayarak başlatmasıydı; bu kamplar daha sonra, IDF’nin (İsrail “Savunma” Kuvvetleri) denetimindeki korkunç katliamın gerçekleştirildiği yerler olarak ün kazanacaktı. Amerikalı Ortadoğu akademik uzmanlarının tanıklığına göre, bombardıman sırasında yerel bir hastane – Gazze Hastanesi – vurulmuş ve 200’den fazla kişi ölmüştü. Bu katliam, Amerika’nın askeri ve diplomatik desteğinde 15-20.000 insanın öldürülüp, Güney Lübnan ve Beyrut’un yerle bir edilmesine neden olan işgalin başlangıç harekatıydı. Buna, bu canice saldırıyı durdurmaya yönelik BM Güvenlik Konseyi kararlarının veto edilmesi, İsrail’in adil bir politik çözüm tehlikesi karşısında savunulması, İsraillilerin yoğun füze saldırılarına maruz kaldıkları türünden uydurmaca gerekçelerin desteklenmesi eşlik etmişti. 

Bütün bunlar normaldi ve İsrailli yetkililerce oldukça açık bir biçimde dile getirilmişti. 30 yıl önce, Genelkurmay Başkanı Mordechai Gur, 1948’den beri “kentlerde ve köylerde yaşayan insanlara karşı sürekli savaşıyoruz,” diyordu. İsrail’in önde gelen askeri analizcilerinden Zeev Schiff ise düşüncesini şöyle ifade ediyor: “İsrail ordusu bilerek ve isteyerek hep sivilleri hedef almıştır… Ordu asla sivil hede eri [askeri hede erden] ayırmamıştır… bilerek sivil hede ere saldırmıştır.” Bunun nedenini, ünlü devlet adamı Abba Eban açıklamıştı: “Sonunda gerçekleşecek olan mantıklı bir beklenti vardı; durumdan etkilenen toplumlar, çatışmaların durdurulması için baskı uygulayacaklardı.” Bu beklenti, Eban’ın çok iyi bildiği gibi, İsrail’in yasadışı genişleme ve vahşi baskı politikalarını kimsenin müdahalesi olmadan hayata geçirebilmesini olanaklı kılmaktı. Başbakan Begin’in İşçi Partisi hükümetinin sivillere yönelik saldırılarına ilişkin açıklamalarını değerlendiren Eban, “İsrail’in her fırsatta kasıtlı olarak sivillere saldırarak onulmaz acılara ve katliamlara neden olması, akla ne Begin’in ne de benim adını açıklamaya cesaret edemeyeceğimiz rejimleri getiriyor,” diyordu. Eban, Begin’in değindiği olaylara ilişkin bir şey söylemiyor, ama bunları aleni olarak açıkladığı için onu eleştiriyordu. Eban’ın kitlesel devlet terörünü savunmasının onun bile adını anamayacağı rejimleri akla getirmesi ise, ne Eban’ın ne de taraftarlarının umurundaydı. 

Eban’ın devlet terörünü haklı göstermek için ileri sürdüğü gerekçeler, saygın yöneticiler tarafından inandırıcı bulunmuş durumda. Son Amerikan-İsrail saldırısı tüm şiddetiyle sürerken Times’ın köşe yazarı Thomas Friedman, hem bu saldırıda hem de 2006’daki Lübnan işgali sırasında İsrail’in uyguladığı taktiklerin sağlam bir ilkeye, “çok sayıda Hamas militanı öldürerek ve tüm Gazze toplumunda ağır acılara yol açarak Hamas’ı ‘eğitmeye’ çalışmak” ilkesine dayandığını yazdı. Bu pragmatik açıdan mantıklı görünüyor; tıpkı Lübnan’da “gelecekte Hizbullah’ı zapt edebilmek için uzun vadeli caydırıcılık kaynağının sivillere – militanların ailelerine ve işverenlerine – yeterince acı çektirmeye dayandırılması gerektiği” gibi. Benzer bir mantıkla, Bin Laden’in 11 Eylül’de Amerikalıları “eğitme” çabaları gerçekten takdire şayandı, tıpkı Lidice ve Orador’daki Nazi saldırıları gibi; Grozny’deki Putin yıkımı ve akla gelen diğer tüm “eğitim” girişimleri gibi. 

İsrail bu temel ilkelerine sadık kalabilmek için epeyce çaba harcadı. New York Times (NYT) muhabiri Stephen Erlanger, İsrailli insan hakları örgütlerinin “İsrail’in sivil yapılar olarak tanımlanması gereken parlamentoya, polis karakollarına ve başkanlık sarayına saldırmasından tedirgin olduklarını bildiriyor; bütün bunlara köyler, konutlar, kalabalık mülteci kampları, su ve kanalizasyon sistemleri, hastahaneler, okullar, üniversiteler, camiler, Birleşmiş Milletler yardım tesisleri, ambulanslar, ve yaşamı hiçe sayılan insanların acısını biraz dindirebilecek her şey eklenebilir. Yüksek düzeyli bir İsrail istihbarat görevlisi, IDF’nin “Hamas’a her iki cepheden, hem direnişine yani askeri yanına, hem de davasına yani toplumsal yanına” saldırdığını açıkladı; bu ikincisi sivil topluma bir methiye olsa gerek. “Hamas bir bütündür” diye devam ediyor Erlanger, “ve savaş sırasında, onun tüm politik ve toplumsal denetim araçları roket rampaları kadar meşru hede er arasındadır”. Köşe yazarları ve muhabirler savaş suçlarına anlayış gösterirken, hatta bunların açıkça savunusunu yaparken, ne Erlanger ne de gazete editörleri, sivil hede ere yönelik kitlesel terörün açıkça savunulmasına ve de uygulanmasına ilişkin, herhangi bir yorumda bulundular. Gene de ortak kurallar gereği Erlanger, Hamas’ın roket saldırılarını “ayrım gösterme ilkesinin açık ihlali ve klasik terörizm tanımına bütünüyle uyan eylemler” olarak tanımlamaktan geri kalmadı. 

Bölgeyi iyi tanıyan diğer Ortadoğu uzmanları gibi Fawwaz Gerges de, “İsrailli yetkililerin ve onun Amerikalı dostlarının anlayamadıkları, Hamas’ın sadece bir silahlı milis değil, ama aynı zamanda toplumun derinliklerine kök salmış geniş bir halk temeline dayalı bir sosyal hareket olduğudur,” diyor. Bu yüzden Hamas’ın “toplumsal kanadını” yok etme planını uygulamaya soktuklarında Filistin toplumunu tahrip etmeyi hede iyorlardı. 

Gerges fazlasıyla kibar davranıyor. İsrailli ve Amerikalı yetkililerin – medyanın ve diğer yorumcuların – bu olguları kavrayamadıkları söylenemez. Onlar daha ziyade üstü örtülü halde, şiddeti tekellerinde toplamışların geleneksel bakış açısını uyguluyorlar: yumruğumuz her türlü muhalefeti ezer, ve eğer saldırılarımız yol açacağı sivil zayiat fazlaca olursa, bu da bir işe yarayabilir; belki geri kalanlar böylece eğitilmiş olur. 

IDF komutanları, sivil toplumu yıkıma uğrattıklarını açıkça anlamışlardı. Ethan Bronner, İsrailli bir albayın, ne kendisinin ne de emrindeki askerlerin “Hamas militanlarından çok da etkilenmediklerini” söylediğini aktarıyor. Zırhlı bir personel taşıyıcısının nişancı erine göre de, “sadece silahlı köylülerdi.” Bu insanlar, Reagan’ın “Terörle Mücadele” çağının en büyük terörist liderlerinden olan Şimon Perez’in önderliğinde 1985’te düzenlenen “demir yumruk” harekatı sırasında Güney Lübnan’da ölüm saçan IDF kurbanlarını andırıyorlar. Bu operasyonlar sırasında İsrailli komutanlar ve strateji uzmanları, öldürülenlerin “terörist köylüler” olduğunu söylemişlerdi, köklerini kazımak zordu çünkü, “bu teröristler yerel halkın çoğunluğunun desteğiyle faaliyet gösteriyorlardı”. Bir İsrailli subay, “teröristlerin burada bir sürü gözü var, zira burada yaşıyorlar,” derken, Jarusalem Post’un savaş muhabiri İsrail kuvvetlerinin “paralı teröristlere” karşı mücadele ederken karşılaştığı sorunları şöyle anlatıyordu: “bölge sakinlerinin ödeyeceği hesap ne olursa olsun” işgal altındaki Güney Lübnan’da “düzeni ve güvenliği sağlamak” zorunda olan “IDF kuvvetlerine karşı faaliyet gösterirken, öldürülmeyi göze alacak kadar kendilerini davalarına adamış fanatikler bu insanlar”. Bu, Amerikalıların Güney Vietnam’dan, Rusların Afganistan’dan, Almanların Avrupa’dan çok iyi bildiği ve kendini Gur-Eban-Friedman doktrininin uygulayıcısı gören bütün öbür saldırganların yakından tanıdığı bir sorun. 

Gerges, Amerika-İsrail devlet terörünün başarıya ulaşamayacağını düşünüyor: “Hamas,” diye yazıyor, “yarım milyon Filistinliyi katletmeden yok edilemez. Eğer İsrail, Hamas’ın kıdemli liderlerini öldürebilmeyi başarırsa, yeni nesil öncekilerden çok daha radikal olacak, hızla diğerlerinin yerini dolduracaktır. Hamas hayatın bir gerçeği. Onun gidecek bir yeri yok ve tüm kayıplarına rağmen beyaz bayrak çekmeyecektir.” 

Belki, ama her zaman şiddetin etkisini küçümsemeye yönelik bir eğilim vardır. Bu inancın özellikle Amerika’da savunulması oldukça tuhaf. Biz neden buradayız? 

Hamas’tan genellikle, “İsrail’i yok etmeyi kafasına koymuş İran destekli Hamas,” diye söz edilir. Bunun yerine, “Uluslararası anlaşmaların öngördüğü iki devletli çözüm (30 yılı aşkın bir süredir, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını reddeden Amerika ve İsrail tarafından engellenen çözüm) doğrultusunda çağrılarda bulunan, demokratik seçimle işbaşına gelmiş Hamas,” gibi bir ifadeye rastlamak pek mümkün değil. Bunlar doğru, ama Parti Çizgisi açısından yararsız, o halde gereksiz. 

Yukarıda değinilen türden ayrıntılar, ikincil olmakla birlikte gene de bize kendimiz ve müşterilerimiz hakkında bir şeyler öğretiyor. Diğerleri de öyle. Bir diğerini ele alalım: Gazze’ye yönelik son Amerika-İsrail işgali başladığında, Kıbrıs’tan Gazze’ye, Dignity adlı küçük bir gemi yol almaktaydı. Gemideki hekimlerin ve insan hakları savunucularının amacı, İsrail’in uyguladığı canice ablukayı kırmak ve bu hapsedilmiş halka tıbbi yardım ulaştırabilmekti. Teknenin önü, uluslararası sularda, İsrail’in deniz kuvvetlerine ait gemilerce kesildi; sert biçimde bordalanan ve az daha batma tehlikesi geçiren tekne, gene de Lübnan sularına girmeyi başardı. İsrail’in başvurduğu her zamanki yalanları ise teknedeki gazeteciler ve diğer yolcular şiddetle reddettiler, bunların arasında CNN muhabiri Karl Penhaul ile eski ABD temsilciler meclisi üyesi ve şimdi Yeşil Parti başkan adayı Cynthia McKinney de vardı. Bu ciddi bir suç; hatta örneğin, Somali kıyılarındaki gemi korsanlığından daha da ağır. Olay basında pek yer almadı. Bu tür suçların sessizce geçiştirilmesi, Gazze’nin işgal altında bir ülke olduğu ve İsrail’in bu ülkeye ambargo uygulamaya yetkisinin bulunduğu, hatta uluslararası düzen koruyucuları tarafından, emirlerine uymayan sivilleri cezalandırma programını yürürlüğe koyabilmek için açık sularda suç işleme yetkisiyle donatılmış olduğu yolundaki anlayışı yansıtıyor –bu cinayetleri işlerken ileri sürdüğü, herkesçe benimsenen ama kabul edilemez gerekçelere birazdan geri döneceğiz. 

Bu konudaki ilgisizliğin de bir anlamı var. İsrail, on yıllardır Kıbrıs ve Lübnan arasındaki uluslararası sularda gemi korsanlığı yapıyor, yolcuları kaçırıyor ya da öldürüyor, hatta bazen onları İsrail’deki hapishanelere ya da gizli işkence odalarına tıkıyor, onları orada yıllarca tutuyor. Bütün bu uygulamalar sıradanlaştığından, bu yeni suç karşısında yaygara yapmanın anlamı ne? Kıbrıs ve Lübnan oldukça farklı tepki gösterdiler, ama verili çerçevede ne rolleri olabilir ki? 

Örneğin, Lübnan’daki Daily Star’ın genellikle Batı yanlısı editörleri, “Gazze’deki 1.5 milyon insan, teknolojik açıdan dünyanın en ileri, ama ahlaki açıdan en geri askeri makinesince ölümcül bir zulüm altında tutuluyor. II. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’daki Yahudilerin durumu neyse, şimdi Arap dünyasındaki Filistinlilerin durumunun da o olduğu sık sık ileri sürülen bir benzetmedir ve bu benzetmede doğruluk payı da vardır. Buradan hareketle, ne kadar can sıkıcı olursa olsun, şunu da söyleyebiliriz: Nasıl Naziler soykırım suçunu işlerken Avrupalılar ve Kuzey Amerikalılar gözlerini başka tarafa çevirmişlerse, şimdi de Araplar İsrail’in Filistinli çocuklara yaptığı zulüme herhangi bir tepki göstermemenin bir yolunu buluyorlar,” diye yazsalar bile, bunu kim önemser? Arap rejimleri arasında belki en utanç verici olanı da Mısır diktatörlüğüdür, İsrail’in dışında ABD askeri yardımlarından aslan payını alan ülke. 

Lübnan basınına göre İsrail hâlâ, “Mavi Hat’ın [uluslararası sınır] Lübnan tarafından, sivilleri kaçırmayı düzenli olarak sürdürüyor, bunun en son örneği 2008 Kasımı’nda yaşandı”.” Ve elbette, “İsrail uçakları, Birleşmiş Milletler’in 1701 sayılı kararını ihlal ederek Lübnan hava sahasını işgal etmeyi sürdürüyorlar” (Lübnanlı uzman Alam Saad-Ghorayeb, Daily Star, 13 Ocak). Bu da uzun süredir devam eden bir olay. 

Tanınmış İsrail strateji uzmanı Zeev Maoz, basında İsrail’in 2006 Lübnan işgalini eleştirirken, “İsrail altı yıl önce Lübnan’dan geri çekilişinden beri her gün keşif uçuşları gerçekleştirerek Lübnan hava sahasını ihlal etmektedir. Doğru, bu uçuşlar Lübnan’da herhangi bir kayba yol açmadı, ama gene de sınır ihlali, sınır ihlalidir. Bu noktada da, İsrail’in dayandığı bir ahlaki temel yoktur,” diye yazıyor. Aslında genel anlamda, “İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı sürdürdüğü savaşı, adil ve ahlaki olarak kabul etme mutabakatının” dayanacağı herhangi bir temel yoktur; bu, “seçici ve kısa vadeli hafızaya, içe dönük bir dünya görüşüne ve çifte standartlara dayalı bir mutabakattır. Bu haklı bir savaş değildir, güç aşırı ve ayrım gözetmeksizin uygulanmaktadır, ve nihai hede gasptır.” 

Maoz’un İsrailli okuyuculara anımsattığı gibi, İsrail’in Lübnanlıları dehşete düşürmek için ses duvarının üzerinde yaptığı uçuşlar, 1978’den beri beş kez gerçekleştirdiği işgalin dışında, bu ülkede işlediği suçların en ha dir: “28 Haziran 1988’de İsrail Özel Kuvvetleri Şeyh Obeyd’i kaçırdı; ve 21 Mayıs 1994’te de, İsrailli pilot Ron Arad’in yakalanmasından [1986’da Lübnan’ı bombalarken] sorumlu tutulan Mustafa Dirani’yi. İsrail bu iki insanı ve 20 kadar başka Lübnanlı’yı, herhangi bir yargılama olmaksızın, uzun süreler ve gizli koşullar altında hapiste tuttu. Bu insanları ‘pazarlık kozu’ olarak elinde bulundurdu. Görünüşe göre, esir değişimi amacıyla İsrailliler’in kaçırılması ahlaki açıdan kabul edilemez ve bunu Hizbullah yaparsa da, askeri açıdan cezalandırılabilir bir durum, ama aynı şeyi, çok daha geniş ölçekte ve uzun süreler boyunca olsa bile, İsrail yaparsa bu bir sorun oluşturmuyor.” 

İsrail’in düzenli olarak gerçekleştirdiği uygulamaların, bunların İsrail’in suçluluğunu ve Batı’nın buna desteğini açığa vurmasının yanı sıra da önemi var. Maoz’un belirttigi gibi, İsrail’in bu uygulamaları, 2006’da sınırda askerleri yakalandığında, Lübnan’ı işgal etme hakkının doğduğu yolundaki standart iddianın ikiyüzlülüğünü vurguluyor; Hizbullah’ın bu eylemi, İsrail’in 22 yıllık Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ederek işgal ettiği Güney Lübnan’dan çekilmesini izleyen altı yıl içindeki ilk sınır ötesi harekatıydı, oysa bu altı yıl boyunca İsrail hemen her gün sınır ihlalinde bulunmuştu, ve tekrar sessizlik. 

Sıradanlaşan bir ikiyüzlülük daha. Thomas Friedman, alt sınıftan insanların terörist şiddetle nasıl “eğitilebileceğini” açıklarken, İsrail’in 2006 Lübnan işgalini, Güney Lübnan’ın ve Beyrut’un tekrar tahrip edilip gene yüzlerce insanın katledilmesini, sadece “İsrail’in Lübnan’dan tek tara ı olarak çekilmesinden sonra İsrail-Lübnan sınırında durduk yerde savaş başlatan Hizbullah’a karşı öz-savunma eylemi” olarak gösteriyordu. Buradaki aldatmacayı bir kenara bırakalım, aynı mantıkla, Hizbullah’ın İsrail’e karşı bugüne kadar gerçekleştirdiklerinden çok daha kanlı ve yıkıcı terörist saldırıları da, İsrail’in Lübnan’da ve açık denizlerde işlediği ve Hizbullah’ın sınırda iki asker yakalamasını fersah fersah aşan suçlarına karşı bir yanıtı olarak, tamamen haklı gösterilebilir. New York Times’ın bu çok deneyimli Ortadoğu uzmanı, elbette bütün bu suçların ne olduğunu biliyordur, en azından kendi gazetesini okuyordur: Örneğin, 1983 Kasımı’nda tutuklu mübadelesiyle ilgili bir haberin on sekizinci paragrafında, Arap tutsaklardan 37’sinin “son sıralarda Kıbrıs’tan Tripoli’ye giderken, yolda İsrail Deniz Kuvvetlerince ele geçirilmiş olduğu,” yazıyordu. 

Elbette güçlülere ve zenginlere karşı gerçekleştirilen, onlarınkine benzer eylemlere ilişkin bu tip bütün sonuçlar temel bir hataya dayanır: biz biziz, onlar da onlar. Batı kültürüne tamamen işlemiş olan bu temel ilke, en hassas analojinin ve en mükemmel akıl yürütmenin bile altını oymaya yeter. 

Ben bunları yazarken, yardım organizatörleri “Larnaca Uluslararası Havaalanı ve Larnaca Limanı gümrüklerinden geçmiş, mühürlü sandıklarda acil tıbbi yardım malzemeleri taşıyan” başka bir teknenin Kıbrıs’tan Gazze’ye doğru yol aldığını bildirdiler. Yolcuların arasında Avrupalı parlamenterler ve hekimler bulunuyor. İsrail’e girişimin insani amacı bildirilmiş durumda. Yeterince kamu baskısı uygulanırsa, belki başlarına bir iş gelmeden amaçlarına ulaşabilirler. [Teknenin Gazze’ye yanaşması İsrail tarafından engellendi – ç.n.] 

Geçtiğimiz haftalarda Amerika ve İsrail’in Gazze’de işlediği suçlar, herhangi bir standart kategoriye kolayca yerleştirilemez – bilindik olma kategorisi dışında; yukarı – da buna ilişkin birkaç örnek vermiştim, diğerlerine aşağıda değineceğim. Kelimenin tam anlamıyla bu suçlar ABD hükümetinin resmi “terör” tanımına denk düşüyor, ama tanım suçların devasa boyutunu yeterince yansıtmıyor. Bunlar “saldırı” olarak adlandırılamaz, zira ABD’nin üstü kapalı bir şekilde kabul ettiği gibi, suçlar işgal edilmiş topraklarda işleniyor. İşgal edilmiş topraklardaki İsrail yerleşim yerlerine ilişkin bilimsel tarih kitabı “Lords of the Land”de [Toprakların Efendileri] İdit Zertal ve Akiva Eldar, İsrail’in 2005’te Gazze’den çekilmesinden sonra geriye kalan tahrip olmuş bölgenin “İsrail’in askeri boyunduruğundan ya da sakinlerinin her gün ödemek zorunda kaldıkları işgal faturasından bir gün olsun kurtulamadığını” yazıyorlar; “…İsrail geride kavrulmuş topraklar, tahrip olmuş bir altyapı ve ne şimdisi ne de geleceği olan insanlar bıraktı. Yerleşim yerleri, aslında bölgeyi hâlâ denetleyen ve müthiş bir askeri güç sayesinde sakinlerini öldüren ve ezen barbar bir işgalci tarafından acımasızca tahrip edilmişti” – ABD desteği ve katılımı sayesinde aşırı bir vahşetle sürdürülen bir politika. 

Amerika-İsrail’in Gazze saldırısı daha Şubat 2006’da, İsrail’in resmen geri çekilişinden birkaç ay sonra, Filistinliler çok kötü bir suç işledikleri zaman, yani özgür seçimlerde “yanlış olana” oy verdikleri zaman hazırlanmaya başlamıştı. Tıpkı diğerleri gibi Filistinliler de, Efendi’nin emirlerine itaatsizliğin cezasız kalmayacağını öğrendiler; aydın çevrelerde komik duruma düşme pahasına hâlâ “demokrasi arzusu” gevezeliklerini sürdüren Efendi’nin, bir diğer başarısı oldu bu. 

“Saldırganlık” ya da “terörizm” sözcükleri yetersiz kaldığından, Amerikan askeri teknolojisinin en gelişkin ürünleriyle un ufak edilirken, kaçacak deliği bile olmayan insanlara yapılan bu alçak işkenceyi ve sadistliği ifade edebilmek için yeni terimlere ihtiyaç var. Bu teknolojinin sadece uluslararası yasalara değil, Amerikan yasalarına bile aykırı olarak kullanılmış olması ise, zaten yasalara aykırı olarak kendini devlet ilan etmiş olanlar için teknik bir ayrıntıdan başka bir şey değildi. Bir başka önemsiz teknik ayrıntı da, 31 Kasım’da Gazzeliler zalim saldırılardan umutsuzca korunacak bir yer ararken, Washington’ın kiralamış olduğu bir Alman ticaret gemisinin Yunanistan’dan İsrail’e 3.000 ton “niteliği belirsiz” mühimat sevk ediyor olmasıydı. Reuters’e göre bu sevkiyat, “ABD’nin Gazze saldırısından önce İsrail’e yaptığı çok daha büyük bir sevkiyat için bir ticari gemi kiralamasının ardından” gerçekleşmişti. Bütün bu sevkiyatlar, Bush yönetiminin İsrail’e sağladığı büyük bölümü hibe biçimindeki 21 milyon doların üzerindeki yardımlarının dışındaydı. Silah ticaretini gözlemleyen New America Vakfı’na göre, “İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki müdahalesi, karşılığı ABD’li vergi mükelleflerince ödenen silahlarla gerçekleştirilmiştir”. Yeni nakliyat ise, “İsrail ordusunun donatıldığı” gerekçesiyle, Yunan limanlarının kullanımına izin vermeyen Yunan hükümetince engellendi. 

ABD destekli İsrail cürümlerine Yunanistan’ın tepkisi, çoğu Avrupa liderinin korkakça tavrından oldukça farklıydı. Bu fark, Washington’ın Yunanistan’ı, ABD destekli faşist cunta 1974’te yıkılana değin Avrupa’nın değil ama Ortadoğu’nun bir parçası olarak kabul etmesinin oldukça gerçekçi davranmış olduğunu ortaya koymakta. 

İsrail’e silah sevkıyatının zamanlamasını tuhaf bulup biraz daha araştırma yapanlara karşı Pentagon’un verdiği yanıt şu: sevkıyatın Gazze saldırısının şiddetlendirilmesine yetişmesi olanaklı değildi; her ne içeriyorsa, sevk edilen askeri teçhizat daha sonra ABD ordusunca kullanılmak üzere İsrail’e konuşlandırılması amacıyla gönderilmekteydi. İsrail’in, patronu için gördüğü çok sayıdaki hizmetlerden biri de, dünyanın en önemli enerji kaynakları yakınlarında, ona önemli askeri üsler tesis etmektir. Böylece bunlar, ABD’nin daha sonraki saldırıları – veya daha teknik bir deyişle “Körfez’in korunması” ve “istikrarın sağlanması”- için ileri üs olarak kullanılabilecektir. 

İsrail ordusuna yapılan bu büyük desteklerin pek çok yan amacı da var. Ortadoğu uzmanı Moulin Rabbani’ye göre, İsrail savunmasız hede ere karşı yeni geliştirilmiş silah sistemlerini deneyebilir. Bunun İsrail ve ABD için değeri “iki kat, zira aynı silah sistemlerinin daha az etkili versiyonları sonradan Arap devletlerine müthiş şişirilmiş yatlarla satılıyor, ve böylece bu devletler ABD silah sanayisinin masraflarını karşılanmış oluyorlar.” Bunlar, ABD egemenliğindeki Ortadoğu sisteminde İsrail’in üstlendiği ek görevler; ayrıca, İsrail’in ABD devlet yetkililerinin yanı sıra bir dizi yüksek teknoloji şirketi ve tabii askeri sanayi ve istihbarat tarafından el üstünde tutulmasının da nedenleri. 

İsrail bir tarafa, ABD açık farkla dünyanın en önemli silah üreticisi. New America Vakfı’nın son raporuna göre, “ABD silahları ve askeri eğitimi, 2007’de dünyadaki yirmi yedi büyük savaşın yirmisinde rol almış,” bunun karşılığında 23 milyar dolar gelir elde etmiş, bu meblağ 2008’de 32 milyar dolara çıkmıştır. ABD hükümetinin karşı çıktığı pek çok BM kararı arasında, Aralık 2008’deki silah ticaretinin denetlenmesine yönelik karar tasarısının bulunması da hiç şaşırtıcı değil. 2006’da ABD tasarıya tek başına karşı çıkmıştı, 2008’de ise bir ortağı vardı: Zimbabve. 

BM’nin Aralık oturumunda, akılda kalan başka oylamalar da vardı. “Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı” 5’e karşı (ABD, İsrail ve Pasi k Adaları grubu, ABD ve İsrail kaçamak bahanelerle) 173 oyla kabul edildi. Bu oylama, ABD ve İsrail’in, uluslararası planda tek başlarına yürüttükleri “reddiyeci” politikaya uygun. Benzer bir karar da “evrensel seyahat özgürlüğü ve ailelerin yeniden birleştirmesi” üzerineydi; bu karar da, herhalde Filistinlileri düşünerek ret oyu veren ABD, İsrail ve Pasifik Adalar’ın muhalefetine karşı kabul edildi. 

Gelişme hakkına karşı oy kullanırken ABD İsrail’i kaybetti, ama Ukrayna’yı kazandı. “Beslenme hakkı”na karşı oy kullanırken ise ABD yalnızdı; batı ekonomilerini tehdit eden mali krizden çok daha ciddi bir sorun olan devasa dünya gıda krizi koşullarında, özellikle çarpıcı bir örnek oldu bu. 

Oylama kayıtlarının basın ve düzen yanlısı aydınlarca ısrarlı biçimde rapor edilmeyişinin ve bellek kuyusuna gömülmesinin bir dolu nedeni var. Bu kayıtların seçilmiş temsilcileri hakkında neleri ima ettiğini kamuoyuna duyurmak pek zekice olmazdı herhalde. Filistin konusundaki son oylamaya ilişkin olarak da, kamuoyunun ABD- İsrail ikisinin, tüm dünya tarafından uzun bir süreden beri savunulan barışçıl çözüm önerisini engelleyen, hatta Filistinlilerin soyut kendi kaderini tayin hakkını reddetmeye kadar varan reddiyeci tavrını öğrenmesi pek işe yaramazdı. 

Gazze’deki kahraman gönüllülerden biri olan Norveçli doktor Mads Gilbert, dehşet manzarasını, “Gazze’deki sivil halka karşı topyekûn savaş” olarak tanımlıyor. Kayıpların yarısının tahminen kadın ve çocuklardan oluştuğunu belirtiyor. Erkeklerin de hemen hepsi çağdaş standartlara göre sivildi. Gilbert, yüzlerce cesedin arasında askerlere güçlükle rastlandığını söylüyor. Ethan Bronner, İsrail-ABD işgalinin “başarılarını çözümlerken”, “Hamas’ın uzaktan savaşmayı, ya da hiç savaşmamayı” benimsediğini bildiriyor. Bu nedenle Hamas’ın insan gücü zarar görmemiş, açı çekenler ise çoğunlukla siviller olmuştu: yaygın bir biçimde benimsenen doktrine göre olumlu bir sonuç. 

Bu raporlar, BM insani yardım şe John Holmes tarafından da doğrulanıyor; Holmes’a göre, “şiddet sürdükçe gün be gün ağırlaşan” insani bir kriz söz konusu ve öldürülen sivillerin büyük bir bölümünün kadınlardan ve çocuklardan oluştuğu “doğru bir tahmin”. Ama biz, güncel seçim kampanyalarında barış yanlısı tavır alan ve Gazze’de hiçbir insanlık trajedisi olmadığından emin olan İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin sözleriyle rahatlayabiliriz. İsrail’in bu cömertliğine teşekkürler. 

İnsanları ve onların akıbetini önemseyen diğerleri gibi Gilbert ve Holmes de ateşkes çağrısında bulunuyorlardı. Ama henüz zamanı değildi bunun. New York Times’ın satır arasında değindiği gibi, “ABD, BM Güvenlik Konseyi’nin Cumartesi akşamı acil ateşkes çağrısında bulunmasını engelledi”. Bunun resmi nedenine göre, “Hamas’ın bu ateşkese bağlı kalacağına dair hiçbir belirti yok”tu. Katliamdan keyif duymanın mazur gösterilmesi yıllıklarında, bu herhalde en bayağı gerekçeler arasında yer alırdı. Tabii bu, Bush ve Rice dönemine ilişkindi; kısa bir süre sonra onların yerini Obama alacak ve merhamet dolu bir edayla, “roketler yataklarında uyuyan kızlarımın yakınına düşecek olsaydı, bunu durdurabilmek için her şeyi yapardım,” diye tekrar edecekti. Elbette İsrailli çocukları kastediyor, Gazze’de ABD silahlarınca paramparça edilmiş yüzlerce çocuğu değil. Bunun ötesinde, Obama da sessizliğini korudu. 

Birkaç gün sonra, yoğun uluslararası baskı altında ABD, BM’nin bir “kalıcı ateşkes” çağrısını destekledi. Karar sıfıra karşı 14 oyla kabul edildi, ABD çekimser kaldı. ABD’nin her zamankinin aksine bu kararı veto etmemesi İsrailli ve ABD’li şahinleri öfkelendirdi. Ama gene de çekimser oy, İsrail’e şiddetini arttırması için yeşil ışık yakmasa da,sarı ışık göstermiş oldu ve nitekim İsrail, önceden tespit etmiş olduğu gibi, başkanlık yeminine kadar öyle de yaptı. 

Ateşkes 18 Ocak’ta (teorik olarak) yürürlüğe girdiğinde, Filistin İnsan Hakları Merkezi saldırının son gün bilançosunu yayınladı: 17’si çocuk olmak üzere, 43’ü silahsız sivil, toplam 54 Filistinli öldürülmüştü ve İSK sivil konutları ve BM okullarını bombalamayı sürdürmüştü. Böylece toplam ölü sayısının, 281’i çocuk olmak üzere, 844’ü sivil, 1,184 kişiye ulaştığı tahmin ediliyordu. İSK, Gazze Şeridi boyunca yangın bombaları kullanmayı ve konutları ve tarım arazilerini bombalayarak insanları göç etmeye zorlamayı sürdürüyordu. Birkaç saat sonra Reuters ölü sayısını 1,300 olarak duyurdu. Ölü ve yaralılar ile yol açılan tahribat gözlemleri de yapan Al Mezan Merkezi yetkilileri, kesintisiz bombardıman nedeniyle o güne değin ulaşılamayan yerleri ziyaret etmişler, tahrip edilen ya da İsrail buldozerlerince yıkılan binaların kalıntıları arasında çürümekte olan cesetlerle karşılaşmışlardı. Mahalleler yok olmuştu. 

Tüm bu ölü ya da yaralı sayıları kuşkusuz iyimser tahminler. Ve bu gaddarlığa ilişkin bir soruşturma açılması da pek olanak dahilinde değil. Resmi düşmanların suçları titiz bir biçimde soruşturulur, bizim işlediğimiz suçlar ise sistematik bir biçimde gözardı edilir. Acımasızlık hakkında hiç bir sorgu sual olma ihtimali de yoktur. Burada da genel uygulama budur ve efendilerin bakış açısından anlaşılabilir bir durumdur bu. 

Güvenlik Konseyi kararı, Gazze’ye silah akışına son verilmesi çağrısında bulunuyordu. ABD ve İsrail (Rice-Livni), bu amaca ulaşılmasına yönelik olarak alınacak önlemler konusunda hemen anlaşmaya varıp dikkatlerini İran silahları üzerinde yoğunlaştırdılar. İsrail’e ABD silahlarının sokulmasını önlemeye ise gerek yok, zira bu durumda söz konusu olan kaçakçılık değil: İsrail’e devasa silah akışı herkesçe biliniyor, Gazze katliamı sürerken gerçekleştirilen silah sevkıyatı örneğinde olduğu gibi basında çıkmasa bile bu bilinen bir gerçek. 

Kararda, “Filistin Yönetimi ile İsrail arasında 2005’te imzalanan Hareket ve Erişim Antlaşması temelinde geçiş noktalarının kalıcı biçimde açılmasının sağlanması” çağrısında bulunuluyor. Bu Antlaşma, Gazze’ye geçişlerin sürekli bir temelde işletilmesini ve İsrail’in Batı Şeria ile Gazze arasında insan ve malzeme geçişine izin vermesini öngörüyor. 

Rice-Livni anlaşması ise, Güvenlik Konseyi Kararı’nın bu yanına hiç değinmiyor. ABD ve İsrail aslında, Filistinlileri 2006 serbest seçimlerinde yanlış oy kullandıkları için cezalandırmak amacıyla, 2005 Antlaşmasından vazgeçmiş durumdalar. Rice-Livni anlaşmasından sonra düzenlenen basın toplantısında Rice, Arap dünyasındaki özgür seçimlerden birinin sonuçlarını yok etmeye yönelik olarak süren çabaların altını bir kez daha çizdi: “Gazze’yi Hamas egemenliğinin karanlığından çıkarıp Filistin Ulusal Yönetimi’nin güzel ışığı altına taşıyabilmek için daha yapılabilecek çok şey var,” dedi – tabii sadık bir müşteri, yolsuzluklarla çürümüş ve baskıcı, ama itaatkâr bir yönetim olarak kaldığı sürece. 

Arap ülkelerine yaptığı bir ziyaretten dönüşünde Fawwaz Gerges, diğerlerinin olay yerinden bildirdiklerini kesin bir dille onayladı. Gazze’deki ABD-İsrail saldırısının etkisi, toplumları öfkelendirmiş ve saldırgan ile işbirlikçilerine yönelik nefretin müthiş derecede artmasına neden olmuştu. “Şu kadarını söyleyeyim ki, ılımlı Arap ülkeleri [yani emirlerini Washington’dan alanlar] savunma durumunda ve yegane kazançlı çıkan İran ve Suriye tarafından yönlendirilen cephe. Bir kez daha İsrail ve Bush yönetimi İran yönetimine tatlı bir zafer kazandırmış oldu.” Dahası, “Hamas büyük olasılıkla eskisinden daha güçlü bir politik akım haline gelecek ve [Rice’ın gözdeleri] Filistin Ulusal Yönetimi başkanı Mahmud Abbas’ın aygıtı El Fetih’in önüne geçecek”. 

Arap dünyasının, Gazze’de yaşananları yerinden canlı ileten yegane TV kanalı olan, ve London Financial Times’ın deyişiyle “kaos ve tahribatın serinkanlı ve dengeli analizini” yaparak “dünya kanallarına çarpıcı bir alternatif sunan” El Cezire’ye karşı çok korunaklı olmadığını akılda tutmakta yarar var. Bizim kendi kendini sansür etme huyumuzdan yoksun olan 105 ülkede, insanlar saat başı olan bitenleri izleyebilmekteler, ve söylenenlere göre bunun etkisi oldukça büyük. New York Times’a göre ABD’de “yayın kesimi… kuşkusuz El Cezire’nin Irak savaşının başlarında Amerikan işgaline ilişkin olarak yaptığı yayınlar nedeniyle ABD hükümetinden aldığı sert eleştiriyle bağlantılı”. Cheney ve Rums eld karşı çıkmışlardı, dolayısıyla da elbette bağımsız medya sadece itaat edebilirdi. 

Saldırganların ne elde etmeyi ummuş olduklarına ilişkin çok sayıda ciddi tartışma var. Saptanmış bazı hede erden yaygın olarak söz ediliyor; bunların arasında, İsrail’in 2006’da Lübnan’daki hataları nedeniyle yitirdiği “caydırıcılık yetisini” yeniden kazanması da var – yani, potansiyel herhangi bir muhali şiddet yoluyla boyun eğdirme kapasitesini. Ama, genellikle gözardı edilen daha temel hede er bulunmakta; son dönem tarihine baktığımızda oldukça açık görülebilen hedefler. 

İsrail, Eylül 2005’te Gazze’den çekildi. Yerleşimciler (kolonlar – ç.n.) hareketinin koruyucu azizi Ariel Sharon benzeri İsrailli mantıklı şahinler, Gazze’nin yıkıntıları üzerine yerleşmiş, İSK tarafından korunan, hem de toprakların büyük bölümünü ve ender kaynaklarını kullanan bir avuç illegal İsrailli yerleşimciye sürekli para yardımı yapmanın çok mantıklı olmadığını anladılar. Gazze’yi dünyanın en büyük hapishanesine dönüştürmek ve yerleşimcileri çok daha değerli topraklara sahip, İsrail’in amaçlarının lafzen ve ilen çok daha net olduğu Batı Şeria’ya nakletmek daha mantıklıydı. 

Bir amaç da, Uluslararası Adalet Divanı’nın yersiz bir biçimde yasadışı ilan ettiği tecrit duvarının iç kesiminde kalan tarıma elverişli toprakları, su kaynaklarını ve Kudüs ile Tel Aviv’in hoş semtlerini ilhak etmekti. Bu, iyiden iyiye genişlemiş Kudüs’ü kapsamakta; Güvenlik Konseyi’nin 40 yıl önce aldığı kararın açık ihlali, ama tabii gene yersiz bir karar söz konusu. İsrail, Batı Şeria’nın üçte birini oluşturan Ürdün Vadisi’ni de ilhak etmekteydi. Böylece geriye hapsedilmiş ve dahası, bölgeyi üçe bölen Yahudi yerleşim yeri uzantılarıyla birbirinden koparılmış arazi parçaları kalmakta: biri Kudüs’ün doğusundan, Batı Şeria’nın Clinton dönemindeki parçalanması sırasında gelişmiş olan Ma’aleh Adumim’e kadar uzanan bölüm; ve kuzeyde, Ariel ve Kedumim kasabalarına doğru uzanan iki bölüm. Filistinlilere kalanlar da, key biçimde kurulmuş yüzlerce kontrol noktasıyla (checkpoint) birbirinden koparılmış durumda. 

Kontrol noktalarının İsrail’in güvenliğiyle bir alakası yok ve eğer bunların arasında yerleşimcileri korumak için kurulmuş olanları varsa, bunlar da Adalet Divanı kararı gereğince yasadışı. Gerçekte bunların asıl amacı Filistin halkını taciz etmek ve İsrailli barış aktivistinin “kontrol matriksi” dediği şeyi güçlendirmek; yani, evlerinde ve topraklarında kalmak istiyorlarsa “şişenin içinde dolanıp duran uyuşturulmuş hamam böceklerine” (Genelkurmay Başkanı Raful Eitan – ç.n.) dönüşecek olan “iki ayaklı yaratıklara” (Menahim Begin – ç.n) yaşamı çekilmez hale getirmek için tasarımlanmış bir proje. Bütün bunlar haklı uygulamalardır, zira onlar “bizle karşılaştırıldıklarında çekirgeye benzerler”, dolayısıyla da “kafaları kayalara ve duvarlara çarpılıp ezilebilir” (Yitzhak Shamir –ç.n.). Bu terminoloji en yüksek düzeydeki İsrailli politik ve askeri yetkililere, yani en saygın “prenslere” ait. Ve tutumlar politikayı belirler. 

Politikacıların ya da üst düzey askerlerin saçmalıkları, haham otoritelerinin vaazlarınkine oranla daha zararsız. Hahamlar marjinal kişilikler değiller. Tam tersine, ordu ve yerleşimciler hareketi üzerinde hayli güçlü etkiye sahipler; Eldar ve Zertal gibi “toprakların efendileri”nin ise politikadaki etkileri büyük. Kuzey Gazze’de savaşan askerler iki baş haham tarafından ziyaret edildiler; hahamlar bu “ilham verici” ziyaretlerinde askerler, Tanrı’dan İsrail’deki zalimlerin çocuklarını alarak onları kayalara çarpmasını dileyen ünlü Mezmurlar kitabından bölümler okuyarak, Gazze’de herhangi bir “masum”un bulunmadığını, dolayısıyla herkesin meşru bir hedef oluşturduğunu vaaz ettiler. Hahamlar yeni bir şey yapmıyorlardı. Bir yıl önce eski Sefarad Hahambaşı’nın Başbakan Olmert’e yazdığı ve Jarulsalem Post’ta yayınlanan mektubunda, roket saldırıları nedeniyle Gazze’deki bütün sivillerin suçlu olduğunu, bu yüzden “Gazze’ye roket saldırılarını durdurmak amacıyla düzenlenecek olası bir geniş çaplı askeri harekat sırasında, sivillerin ayırım gözetmeksizin öldürülmesinin karşısında herhangi bir ahlaki yasağın bulunmadığını” bildirmişti. Onun bugün Sefarad Hahambaşı olan oğlu, babasının vaazını daha da ayrıntılandırmış durumda: “Yüz tanesini öldürdükten sonra hala durmazlarsa bu kez bin tanesini öldürmeliyiz, binden sonra gene durmazlarsa on binini öldürmeliyiz. Hala durmazlarsa, yüz binini, hatta bir milyonunu öldürmeliyiz. Ta ki onları durdurana kadar.” 

Aynı görüşleri dile getiren Amerikalı laik kişilikler de var. İsrail 2006’da Lübnan’ı işgal ettiğinde, Harvard Hukuk Fakültesi profesörlerinden Alan Dersowiyz, liberal eğilimli Huffington Post gazetesine tüm Lübnanlıların İsrail şiddeti karşısında meşru hedef oluşturduğunu söylemişti. Lübnan vatandaşları “terörizmi” desteklemenin, yani İsrail işgaline karşı koymanın, “faturasını ödüyorlardı”. Buna göre Lübnanlı siviller saldırı karşısında, Nazileri destekleyen Avusturyalılardan daha korunmalı değillerdi. Sefarad hahambaşının fetvası onlar için de geçerli. Jarulsalem Post’un web sitesindeki bir videoda, Filistinlilerin İsrailliler karşısındaki ölüm oranının aşırılığına ilişkin açıklamalarla dalga geçiyor: bu oranın 1,000’e bire, hatta 1,00’e sıfıra yükselmesi gerekir diyor, yani yaratıkların tamamen yok edilmesini öneriyor. Elbette “teröristleri” kastediyor, ama tabii ona göre “İsrail asla sivilleri hedef almadığından”, terörist kavramı İsrail’in gücünün bütün kurbanlarını içeren geniş bir kategoriye dönüşüyor. Buna göre, Filistinliler, Lübnanlılar, Tunuslular, artık Kutsal Devlet’in acımasız ordusu karşısına kim çıkarsa hepsi teröristtir, ya da onun adil suçlarının kaza kurbanı. 

Bu uygulamaların tarihsel benzerlerini bulmak hiç de kolay değil. Bu anlayışın egemen entelektüel ve ahlaki kültüre tamamen uygun olduğunu kabul etmekte, belki de yarar vardır – tabii “bizim tarafımızdan” dile getirilirse; aksi takdirde, resmi düşmanların ağzından çıkacak bu tip sözler haklı bir öfkelenmeye neden olur ve karşılığında kitlesel önleyici şiddeti davet eder. 

“Bizim taraf”ın asla sivilleri hedef almadığı iddiası, şiddetin araçlarını tekelinde bulunduranlar arasında yaygın bir doktrindir. Ve bunda bir miktar gerçek payı da var. Biz genellikle tek tek sivilleri öldürmeyiz. Bunun yerine pek çok sivili birden katledecek canice eylemler düzenleriz, ama tabii, tek tek sivilleri öldürme kastıyla değil. Hukukta, sıradan gündelik uygulamalar soğukkanlı sapıklık kategorisine girebilir, ama bu emperyal uygulama ve doktrin için uygun bir tanım olmaz. Bu daha çok, yolda yürürken karıncaları ezebileceğimizi bilmemize benzer, ama tabii amacımız bu değildir, zira karıncalar o kadar alt düzeydendir ki bu umurumuzda bile değildir. İsrail, “özgürleştirdiği” toprakları kirleten “hamam böcekleri” ve “iki ayaklı yaratıklara” karşı harekete geçtiğinde de durum aynısıdır. Kasten cinayetten daha da ağır olan bu ahlaki sapıklık biçimini tanımlayabilecek bir terim bulunmuyor. 

Eski Filistin’de meşru sahipler (“toprakların efendileri”ne göre, ilahi emir uyarınca) uyuşturulmuş hamam böceklerine birkaç parsel toprak parçası verebilirlerdi. Ama bu bir hak değildi: Başbakan Olmert, Mayıs 2006’da ABD Kongresi’nin ortak oturumunda alkışlar arasında, “Bütün bu toprakların, halkımızın ebedi ve tarihi hakkı olduğuna inandım ve inanmaya devam ediyorum,” diyordu. Aynı zamanda, Batı Şeria’da değerli ne varsa alıp Filistinlileri birbirinden tecrit edilmiş kantonlarda çürümeye terk edici “yakınlaştırma” programını açıklıyordu. “Bütün bu topraklar”ın sınırlarını belirtmemişti, ama biz Siyonist projenin asla iyiliklere neden olmadığını biliyoruz: sürekli yayılma onun çok önemli bir iç dinamiği olagelmiştir. Eğer Olmert Likud’daki köklerine hala sadıksa, Ürdün nehrinin her iki tarafını, hatta bugünkü Ürdün devletini, en azından onun değerli kesimlerini kastediyor olmalıdır. 

“Bütün bu toprakların halkımızın ebedi ve tarihi hakkı olması”, onun üzerindeki geçici meskunların, yani Filistinlilerin kendi kaderlerini tayin hakkını bütünüyle dışlamakta. Daha önce de belirtildiği gibi, bu sonuncuların orada bulunma koşulları Aralık 2008’de Washington’da İsrail ve patronu tarafından, her zamanki yalnızlıkları ve sağır edici sessizlikleri içinde, bir kez daha belirtilmişti. 

Olmert’in 2006’da çizdiği planlar daha sonra terk edildi, zira yeterince aşırı değildi. Ama yakınlaştırma programının yerini alan proje ve onu uygulamak için gerçekleştirilen gündelik faaliyetler, aynı genel anlayışın çerçevesinde. İşgalin ilk günlerine kadar götürülebilir bu anlayış; o dönemde Savunma Bakanı Moşe Dayan, durumu şairane biçimde şöyle açıklamıştı: “Bugün durum, bedevi ile onun zorla kaçırdığı kız arasındaki karmaşık ilişkiye benziyor… Siz Filistinliler, ulus olarak bugün bizi istemiyorsunuz, ama biz varlığımızın zoruyla tavrınızı değiştireceğiz.” Bizler istediğimizi elde ederken sizler “köpekler gibi yaşayacaksınız, gitmek isteyen de çekip gidecek”. 

Bu pogramlar hiç şüphesiz suçtur. 1967 savaşının hemen ardından İsrail’deki en üst düzey hukuk yetkilisi Teodor Meron, hükümete, “Yönetim altındaki sivil yerleşim yerlerinin Dördüncü Cenevre Konvansiyonu kararlarını [yani uluslararası insan hakları hukukunun temellerini] çiğnemekte” olduğunu duyurdu. İsrail Adalet Bakanı da aynı görüşteydi. Uluslararası Adalet Divanı 2004’te Konvansiyon kararlarını oybirliğiyle onayladı, İsrail Yüksek Mahkemesi de teknik olarak aynı görüşteydi, ama tabii her zamanki gibi uygulamada farklı düşünüyordu. 

İsrail, ABD desteğiyle sıkıntısız biçimde Batı Şeria’da, etkin askeri denetimi ve ABD ile müttefik diktatörlüklerce eğitilip silahlandırılmış işbirlikçi Filistin güvenlik kuvvetlerinin de yardımıyla, canice programını uygulamaya devam edebilir. Düzenli olarak cinayetler ve başka suçlar işlemeyi, bu arada İSK koruması altındaki yerleşimcilerin her türlü barbarca taşkınlığına çanak tutmayı sürdürebilir. Ama Batı Şeria’ya şiddet yoluyla boyun eğdirilirken, Filistin’in diğer yarısında, Gazze Şeridi’nde hala direniş vardı. ABD-İsrail ilhak ve yıkım planlarının rahatça yürütülebilmesi için orası da ezilmek zorundaydı. 

Böylece Gazze’nin işgali başlatıldı. 

İşgalin zamanlaması, büyük ihtimalle yaklaşan İsrail seçimleriyle de ilgiliydi. Anketlerde bir hayli geride kalmış olan Ehud Barak, İsrailli yorumcu Ran HaCohen’in hesabına göre, katliamın ilk günlerinde öldürülen her 40 Arap için bir milletvekilliği kazanmıştı. 

Ama bu durum değişebilir. İşlenen cinayetler, dikkatle planlanmış İsrail propaganda kampanyasının sınırlarının ötesine taştıkça, en inançlı İsrailli şahinlerin bile ifadesine göre, uygulanan kasaplık “[İsrail’in] ruhunu ve imajını zedelemekte. Televizyon ekranlarında, uluslararası topluluğun oturma odalarında ve daha önemlisi, Obama’nın Amerikası’nda zedelemekte” (Ari Şavit). Şavit’i özellikle kaygılandıran, “bir Birleşmiş Milletler tesisinin bombalanması… hem de BM genel sekreterinin Kudüs’ü ziyaret ettiği gün”. “Çılgınlığın ötesinde” bir eylem olarak tanımlıyor bunu. 

Bir iki ayrıntı daha ekleyelim; Gazze kentindeki bu BM “tesisi”, UNRWA (Ortadoğu’daki Filistinli mülteciler için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler Yardım ve Çalışma Ajansı – ç.n.) deposuydu. Ajans direktörü John Ging, bombalama sonucunda, “bugün sığınaklara, hastahanelere ve gıda dağıtım merkezlerine dağıtılmak üzere hazırlanmış binlerce ton acil gıda maddesi ve ilacın tahrip olduğunu” bildiriyordu. Askeri saldırılar sonucunda el-Kuds hastanesinin iki katı ile Filistin Kızılayı’nca yönetilen bir diğer depo daha tahrip edildi. Yoğun nüfuslu Tal-Hawa mahallesindeki hastane ise, Associated Press ajansının bildirdiğine göre, “İsrail kara kuvvetlerinin mahalleye girmesi üzerine, paniğe kapılan yüzlerce Gazzelinin kaçıp buraya sığınması üzerine” İsrail tanklarınca tahrip edilmişti. 

Hastanede duman tüten enkazdan geriye kurtarılacak hiçbir şey kalmamıştı. Hekimlerden Ahmed el-Haz, Associated Press’e olanları şöyle anlatıyordu: “Binaları bombaladılar, hastane binalarını. Yangın çıktı. Biz içerideki hastaları ve yaralıları tahliye etmeye çalıştık. İtfaiye geldi ve yangını söndürdü, ama her yer yeniden alev aldı, itfaiye tekrar gelip söndürdü, bu böyle üç kez tekrarlandı.” Binanın birkaç kez kendiliğinden yeniden alev almasının beyaz fosfor kullanımından kaynaklandığı düşünülüyor, diğer birçok yangına ve insanlardaki yanıklara da bu maddenin yol açtığı tahmin ediliyordu. 

Bu tahminleri, yoğun bombardıman durduktan sonra yerinde inceleme yapma olanağı bulan Uluslararası Af Örgütü (UAÖ) doğruladı. Daha öncesinde İsrail, cinayetlerini en yoğun olarak işlediği sırada, İsrailliler de dahil olmak üzere gazetecilerin bölgeye girmesini yasaklamıştı. UAÖ raporuna göre, İsrail’in beyaz fosfor kullanmış olduğu “açık ve inkar edilemez” idi. Hâlâ yanmakta olan, konut yıkıntılarının çevresine dağılmış beyaz fosfor parçalarına rastlamışlardı; bu parçalar “bölge sakinlerinin, özellikle de savaştan arta kalan molozların arasında dolaşan ve tehlikeden habersiz çocukların yaşamını tehdit etmeye devam ediyor”du. Örgütün bildirdiğine göre, ilk hede er, İsrail’in “beyaz fosforu yakıt tanklarının üzerine nişanlayarak binlerce tonluk insani yardımın tahrip olmasıyla sonuçlanan bir yangının çıkmasına yol açtığı” UNRWA depolarıydı; daha sonra İsrailli yetkililer, “depolara bu tip başka bir saldırı yapılmayacağına dair garanti verdiler”. Aynı gün “Gaza kentindeki el-Kuds hastanesi beyaz fosfor bombasıyla bombalandı ve çıkan yangın hastane personelini hastaları dışarı taşımak zorunda bıraktı… Beyaz fosfor ciltle temas ettiğinde tüm kaslara nüfuz etmekte ve oksijenle temas kesilmediği sürece yanmaya devam etmekte.” İster bilerek ister zalimce bir vurdumduymazlıkla kullanılmış olsun, bu tip silahların sivillere yönelik kullanılması halinde böylesi cinayetleri kaçınılmaz hale gelir. 

Bununla birlikte İsrail’in jus in bello ihlalleri, aşırı vahşice uygulamaları engelleyen yasa ihlalleri üzerinde fazlaca durmak yanlış olur. Bizzat işgalin kendisi çok daha ağır bir suç. İsrail neden olduğu yıkımı ok ve yaylarla gerçekleştirmiş olsaydı bile, gene ahlaksızca bir suç işlemiş olurdu. 

Saldırganlığın her zaman bir kılıfı vardır: Gazze saldırısındaki kılıf da, Barak’ın deyişiyle, Hamas roketleri karşısında İsrail’in sabrının “tükenmiş” olduğu. Bıkıp usanmadan tekrarlanan terane, İsrail’in kendini savunma hakkının olduğu. Bu, kısmen savunulabilir bir tez. Roket saldırısı bir suçtur ve bir devletin bu tip suçlara karşı kendini savunma hakkı olduğu doğrudur. Ama bu, kendisini mutlaka güç kullanarak savunma hakkının olduğu anlamına gelmez. Böyle bir anlayış, kabul edebileceğimiz ya da etmemiz gereken herhangi bir ilkenin çok ötesindedir. Partizan terörizmi karşısında Nazi Almanyası’nın kendisini savunmak için güç kullanmaya herhangi bir hakkı yoktu. Her şey Grynszpan’ın Paris’teki bir Alman büyük elçilik görevlisini öldürmesi, Kristal Gece’yi (9 Kasım 1938 gecesi Alman Nazileri’nce Yahudi ev, işyerleri ve sinagoglarına yapılmış kanlı ve ölümcül saldırılar – ç.n.) haklı gösteremez. Amerikan kolonilerinin bağımsızlık için uyguladıkları terör eylemleri, İngiltere’nin kendini korumak için kullandığı zoru haklı çıkarmaz, ne de IRA terörüne cevaben İrlanda Katoliklerinin uyguladığı terörü –bu kesimler sonunda taleplerini yasal yollarla savunma çizgisinde mantıklı politikaya yöneldiklerinde terör sona ermiştir. Bur bir “orantılılık” sorunu değil, ilk girişimin yapılmasında seçim sorunudur: Şiddet uygulamanın dışında bir seçenek var mı? 

Şiddete başvurulması kanıt zorunluluğunu da getirir; dolayısıyla, İsrail’in 40 yıldan beri hâlâ Gazze’de ve Batı Şeria’da uygulamayı sürdürdüğü gündelik şiddete karşı direnişi yok etme girişiminde de bunun sorgulamamız gerekir. Bunun için, Olmert’in Batı Şeria için sunduğu “birleştirme planı” ile ilgili İsrail basınının benimle yaptığı bir röportajdan alıntı yapılabilirim: “ABD ve İsrail bu planlara yönelik hiçbir direnişe izin vermez; çok eskiden beri uyguladıkları programlarında ilerledikçe “herhangi bir ortak” yokmuşçasına davranmayı –elbette yalandan – davranmayı yeğlerler. Gazze ve Batı Şeria’yı bir bütün olarak kabul ettiğimiz hatırlanmalı, dolayısıyla ABD-İsrail’in ilhak ve kolonizasyon programlarına direniş Batı Şeria’da meşruysa, Gazze’de de öyledir.” 

Filistin asıllı ABD’li gazeteci Ali Abunimah, “Batı Şeria’dan İsrail’e roket atılmıyor, ama ateşkes süresince İsrail’in yasadışı cinayetleri, toprak gaspları, yerleşimci pogromları ve adam kaçırmaları bir gün bile durmadı. Batı destekli Mahmud Abbas’ın Filistin Ulusal Yönetimi İsrail’in tüm taleplerini kabul etti. ABD’nin gururlu askeri gözlemcilerine göre Abbas, İsrail’in yanında, direnişe karşı savaşmak üzere ‘güvenlik güçleri’ oluşturdu. Bunların hiçbiri, Batı Şeria’daki tek bir Filistinliyi bile İsrail’in dur durak bilmeyen – ABD destekli – kolonileştirmesinden kurtaramadı,” diyor. Filistinli saygın parlamenter Mustafa Berguti de, Bush’un Kasım 2007’deki bol barış ve adalet retorikli Annapolis tiyatrosundan sonra, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırılarının hızla şiddetlendiğini, Batı Şeria’da yüzde 50 oranında arttığını, yeni yerleşim yerlerinin ve denetim noktalarının inşasının yoğunlaştığını bildiriyor. Kuşkusuz bu canice girişimler Gazze’den atılan roketlere bir yanıt değil, hatta gerçek bunun tam tersi olabilir, diyor Berguti. 

İşgal gücünün işlediği suçlara gösterilen tepkinin canice ve politik açıdan yanlış olduğu ileri sürülebilir, ama başka bir seçenek bırakmayanların bu tip yargılarda bulunmaya ahlaki açıdan hakları yoktur. Aynı şey İsrail’in sürmekte olan cinayetlerine sözleriyle, eylemleriyle ya da suskunluklarıyla doğrudan ortak olmayı seçen ABD’liler için de geçerli. Bu, şiddete dayalı olmayan seçeneklerin bulunduğu bir ortamda daha da geçerli hale geliyor, ne var ki bu seçenekler yasadışı yayılma programlarıyla çelişiyor. 

İsrail’in kendini savunması için doğrudan kullanabileceği bir araç mevcut: işgal altındaki topraklardaki yasadışı eylemlerine son vermesi ve ABD ile birlikte 30 yıldan uzun bir süredir engellediği (ABD’nin 1976’daki Güvenlik Konseyi politik çözüm kararını veto etmesinden beri) iki devletli çözüm doğrultusundaki uluslararası mutabakatı kabul etmesi. Bu utanç verici tarihe tekrar dönmeyeceğim, ama ABD-İsrail bu red politikasını bugün çok daha küstahça sürdürmekteler. Arap Birliği mutabakatın da ötesine geçerek, İsrail’le ilişkilerin tamamen normalleştirilmesi çağrısında bulunmuştur. Hamas birçok kez uluslararası mutabakat çerçevesinde, iki devletli çözüm isteğini dile getirmiştir. İran ve Hizbullah, Filistin parlamentosu ne karar verirse onu destekleyeceklerini duyurmuşlardır. Bütün bunlar ABD-İsrail ikilisini şahane bir yalnızlığa itmiştir, ve yalnızca sözel düzeyde değil. 

Aydınlatıcı ayrıntılar da var. Filistin Ulusal Konseyi, uluslararası mutabakatı, 1988’de resmen kabul etti. Şamir-Perez hükümetinin buna ABD Dışişleri Bakanı James Baker destekli yanıtı, İsrail ile Ürdün arasında “fazladan bir Filistin devletinin” olamayacağı biçiminde oldu – ABD-İsrail kabulüne göre Ürdün zaten bir Filistin devletiydi. Bunu izleyen Oslo anlaşması, potansiyel Filistin ulusal haklarını bir kenara itti ve bunların bir biçimde hayata geçmesi tehlikesi, Oslo yılları boyunca İsrail’in kesintisiz olarak sürdürdüğü yasadışı genişlemeyle sistematik bir biçimde bertaraf edildi. Yeni yerleşim yerlerinin kurulması 2000’de hızlandı ve Başkan Clinton ile Başbakan Barak’ın iktidarlarının son yılında Camp David’de düzenledikleri görüşmeler bu temelde gerçekleştirildi. 

Yaser Arafat’ı Camp David görüşmelerini çıkmaza sokmakla suçladıktan sonra Clinton, geri dönüş yaparak ABD-İsrail önerilerinin Filistinlilerce kabul edilemeyecek denli aşırı olduğunu kabul etti. Aralık 2000’de, belirsiz ama daha umut verici “parametrelerini” sundu. Ardından, her iki tarafın da bazı çekincelerle bu parametreleri kabul ettiğini duyurdu. İki taraf Ocak 2001’de Mısır’ın Taba kentinde buluştular ve nihai basın açıklamalarında çözüme çok yaklaşmış olduklarını, bir iki gün içinde buna ulaşabileceklerini ilan ettiler. Ama sonra Ehud Barak bir anda görüşmeleri kesti. Taba’daki bu bir hafta 30 yıllık ABD-İsrail reddiyeciliği sırasındaki yegane fırsattı. Tarihteki bu yegane fırsatın tekrardan yaratılmaması için bir neden yok. 

Tercih edilen ve Ethan Bronner tarafından son sıralarda tekrar dile getirilen versiyon, “Yurtdışındaki pek çok kişi Barak’ı, 2000’de Filistinlilere sunulan barış önerilerinde en ileri gitmiş olan başbakan olarak anımsayacaktır; ne var ki elde ettiği yegane sonuç, kendisini iktidardan indiren şiddetli Filistin ayaklanmasının patlak vermesi sonucunda, görüşmelerin başarısızlığa uğraması ve kesilmesi oldu,” biçimindedir. “Yurtdışındaki pek çok kişi”nin, Bronner’ın ve pek çok meslektaşının “gazetecilik” dediği şey sayesinde bu masala inanacağı doğrudur. 

Çoğu kişi iki devletli çözümün bugün olanaklı olmadığını ileri sürüyor, zira bunlara göre eğer ISK yerleşimcileri bölgeden uzaklaştırmaya kalkarsa iç savaş çıkar. Bu doğru olabilir, ama daha fazla argümana ihtiyaç var. Yasadışı yerleşimcileri bölgeden sürmek için kuvvete başvurmaksızın, İSK görüşmelerde belirlenecek olan sınırların gerisine çekilebilir. Bu takdirde sınırın ötesinde kalan yerleşimciler için iki seçenek bulunacaktır: ya devlet sübvansiyonlu evlerini terk ederek İsrail’e döneceklerdir, ya da Filistin yönetimi altına gireceklerdir. 2005’te Gazze’de bilinçli bir biçimde sahneye konan “ulusal travma” için de geçerliydi; uygulamanın sahteliği o kadar açıktı ki, İsrailli yorumcularca bile alaya alındı. İsrail’in İSK’nin geri çekileceğini duyurması yeterliydi; Gazze’de sübvansiyonlu refah içinde yaşayan yerleşimciler sessizce kendilerine tahsis edilen otobüslere binip Batı Şeria’daki sübvansiyonlu yeni konutlarına gidebilirlerdi. Ama bu takdirde, ağlayan çocukların trajik resimleri ve “bir daha asla” çığlıkları üretilemezdi. 

Özetleyecek olursak, sık sık tekrarlanan iddianın aksine, İsrail’in kendini Gazze’den gelen roketlere karşı savunmak için zor kullanmaya hiçbir hakkı yok, bu saldırılar terörizm suçu olarak kabul edilse bile. Dahası, amaçları çok açık. Saldırı için gösterdikleri mazeret onursuzca. 

Daha özel bir konu var. İsrail’in Gazze’den gelen roketlere karşı zor kullanmanın dışında kısa vadeli barışçıl seçenekleri var mı? Kısa vadeli bir seçenek, ateşkes kabul etmek olabilirdi. Sürekli olarak ihlal etse de, İsrail bunu bazen yapmıştır. En son ve halihazırda geçerli olan bir durum, Haziran 2008 ateşkesidir. Buna göre, “Gazze’ye girmesi yasaklanan ve sınırlanan tüm malların girişinin serbest bırakılması” idi. İsrail bunu resmen kabul etti, ama ardından derhal Hamas’ın Haziran 2006’da tutukladığı İsrailli asker Gilad Şalit’i serbest bırakmadığı sürece anlaşmaya uymayacağını ve sınırları açmayacağını duyurdu. 

İsrail’in insan kaçırma konusundaki uzun geçmişini bir kenara bıraksak bile, Şalit’in yakalanmasına ilişkin olarak ileri sürüp durduğu suçlamalar her zamanki gibi gene utanmazca bir ikiyüzlülüğün ürünü. Hamas’ın Şalit’i tutuklamasından bir gün sonra İsrail askerleri Gazze kentine girdi ve iki sivili, Muammer kardeşleri kaçırıp İsrail’deki 1000’i aşkın yargısız tutuklu Filistinlinin yanına tıktı. Sivillerin kaçırılması, saldırı halindeki ordunun bir askerini tutuklamaktan çok daha ağır bir suçtur, ama Şalit hakkında yaygara koparılırken bu duyurulmadı. Ve hatırda kalan sadece Şalit’in kaçırılması ve bunun barışı engellemiş olduğu; insanlar ile iki ayaklı yaratıklar arasındaki farkın bir göstergesi daha. Şalit geri dönmelidir, elbette adil bir tutuklu değiş tokuşuyla. 

Şalit’in kaçırılmasından sonra, İsrail’in dur durak bilmez askeri saldırısı, sıradan tutku olmaktan çıkıp gerçek sadistlik boyutuna ulaştı. Ama onun tutuklanmasından önce de İsrail’in, Eylül geri çekilmesinden sonra Gazze’ye hiç mazeret göstermeye gerek duymadan 7,700’ün üzerinde füze fırlattığını anımsatmakta yarar var. 

Resmen kabul etmiş olduğu 2008 ateşkesini reddettikten sonra İsrail kuşatmasını sürdürdü. Kuşatmanın bir savaş harekatı olduğunu anımsatalım. Gerçekte İsrail her zaman bundan da güçlü bir ilkede ısrarcı olmuştur: Kuşatma boyutuna ulaşmasa bile, dış dünyaya ulaşımın engellenmesi de bir savaş harekatıdır ve karşılığında yoğun şiddeti meşrulaştırır. İsrail’in Tiran Boğazı’ndan geçişinin engellenmesi, 1956’da İsrail’in (Fransa ve İngiltere ile birlikte) Mısır’ı işgal etmesinin ve Haziran 1967 savaşını başlatmasının mazereti idi. Gazze üzerindeki kuşatma ise tam, kısmi değil, işgalcinin birazcık gevşetmeye gönlü olmadığı sürece mutlak. 

Ve Gazze üzerindeki kuşatmanın Gazzelilere verdiği zarar, Tiran Boğazı’nın İsrail’e kapatılmasının yol açtığından çok daha ağır. Bu yüzden, İsrail doktrinlerinin ve uygulamalarının savunucularının Gazze geçidinden İsrail’in iç kesimlerine roket atılmasını meşru görmelerinde bir sorun olmaması gerekir. 

Tabii burada da bunu geçersiz kılan ilkeyle karşılaşıyoruz: Biz biziz, onlar da onlar. 

İsrail Haziran 2008’den sonra sadece kuşatmayı sürdürmekle kalmadı, daha da sıkılaştırdı. UNRWA’nın boşalan depolarını doldurmasını bile engelledi, “bu yüzden ateşkes sona erdiğinde bizden gelecek yardıma bakan 750 bin kişiye dağıtacak malzememiz kalmadı” diyordu BBC’ye UNRWA yöneticisi John Ging. 

İsrail’in kuşatmasına rağmen, roket saldırıları sürdü. 4 kasımda İsrail’in Gazze’ye saldırıp 6 Filistinliyi öldürmesi ve karşılığında roket atışlarının başlamasıyla (herhangi bir insani zarara yol açmadan) birlikte ateşkes bozulmuş oldu. İsrail’in bu baskın için gösterdiği mazeret, Gazze’de tünel bulunduğunu ve bunun başka bir İsrail askerinin daha kaçırılmasında kullanılabileceği idi. Pek çok yorumcunun da kabul ettiği gibi, son derece saçma bir mazeretti bu. Böyle bir tünel bulunsa ve sınıra kadar uzanıyor olsaydı bile, İsrail onu kolayca kapayabilirdi. Ama her zamanki gibi, İsrail’in gülünç bahaneleri inandırıcı addedildi. 

İsrail’in bu saldırıdaki amacı neydi? İsrail’in planlarına ilişkin içerden hiçbir kanıtımız yok, ama saldırının, İngiliz muhabir Rory McCarthy’nin bildirdiği gibi, Hamas ile El Fetih’in Kahire’de “aralarındaki ayrılıkları gidermek ve birleşik tek bir hükümet kurmak için” görüşmelere başlamalarının hemen öncesine denk düşürüldüğünü biliyoruz. Gazze’nin Hamas’ın denetime geçmesiyle sonuçlanan Haziran 2007 iç savaşından sonraki ilk görüşmeydi bu ve diplomatik çabalarda ileri atılmış önemli bir adım oluşturacaktı. İsrail’in diplomasi tehlikesini savuşturabilmek için düzenlediği, bazılarına yukarıda değindiğimiz provokasyanların uzun bir tarihi vardır. Bu da bir yenisi olabilirdi. 

Hamas’ın Gazze’de denetimi ele geçirmesiyle sonuçlanan iç savaş genellikle Hamas’ın askeri darbesi olarak tanımlanmakta, böylece onun şeytani yanı gösterilmiş olmakta. Gerçek ise biraz daha farklı; İç savaş, Hamas’ı iktidara getiren serbest seçimleri ters yüz etmeye yönelik kaba bir darbe girişimi özendiren ABD ve İsrail tarafından kışkırtıldı. Bunun böyle olduğu en azından David Rose’un Eylül 2008’de Vainity Fair’de, Bush, Rice ve Ulusal Savunma Bakanlığı yardımcı danışmanlarından Elliott Adams’ın nasıl “El Fetih’in güçlü adamlarından Muhammed Dahlan önderliğindeki bir silahlı gücü destekleyerek Gazze’de bir iç savaş başlattıkları ve Hamas’ı her zamankinden daha güçlü hale getirdiklerini,” ayrıntılı ve belgeli bir şekilde anlatmasından beri biliniyor. Onun bu anlatısı son sıralarda Christian Science Monitor’da (12 Ocak 2009) Normen Olsen tarafından da doğrulandı; Dış İşleri bakanlığında 26 yıl çalışmış olan, ve bu arada dört yıl Gazze şeridinde, dört yıl da Tel Aviv’deki ABD büyükelçiliğinde görev yapmış olan Olsen, daha sonra bakanlığın terörizme karşı mücadele koordinatör yardımcılığını üstlenmişti. Olsen ve oğlunun ayrıntılı raporuna göre, Dış İşlerindeki kurnazlar adayları Abbas’ın Ocak 2006 seçimlerini kazanmasını sağlamak için ellerinden geleni yapmışlardı; daha sonra da bunu demokrasinin zaferi olarak ilan etmeye hazırlanıyorlardı. Seçim senaryoları tutmayınca bu kez Filistinlileri cezalandırmaya karar vermişler ve El Fetih’in güçlü adamlarından Muhammed Dahlan’ın yönetiminde silahlı bir milis oluşturmaya yönelmişlerdi; ama “Dahlan’ın eşkiyaları acele davranmışlar” ve Hamas’ın erken müdahalesi darbeyi önlemiş, sonuçta itaatsiz Gazzelileri cezalandırmak için daha ağır ABD-İsrail önlemlerinin alınmasına yol açılmıştı. Parti Çizgisi daha kabul edilebilir. 

Birkaç gün önce Hamas, Temmuz ateşkes anlaşmasına dönme önerisinde bulundu, ama İsrail bunu dikkate almadı. Tarihçi ve Carter yönetiminin eski yüksek düzey yöneticilerinden Robert Pastor, İSK’deki bir “üst rütbeli bir memura” bu öneriyi iletti, ama İsrail herhangi bir yanıt vermedi. Haber kaynaklarına göre, İsrail iç güvenlik Birimi’nin Şin Bet başkanı 21 Aralık’ta Hamas’ın İsrail ile “sükuneti” korumayı istediğini bildirmiş, ne var ki İsrail ordusu saldırı hazırlıklarını sürdürmeye devam etmişti. 

Pastor, salt Gazze ile ilgili olarak, “Roketleri durdurmaya yönelik askeri harekat yerine uygulanabilecek kuşkusuz bir seçenek vardı” diyor. Fazlaca tartışılmayan, uzun vadeli bir seçenek daha var: İşgal altındaki tüm toprakları kapsayacak bir politik çözümü kabul etmek. 

İsrailli kıdemli dış politika muhabirlerinden Akiva Eldar’ın bildirdiğine göre, İsrail’in 27 Aralık’taki geniş ölçekli işgalini başlatmasından hemen önce, “Hamas politbüro başkanı Halid Meşal, İzeddin el Kasım İnternet sitesinde, ‘sadece saldırıyı durdurmaya hazırlıklı olmakla kalmadığını’ duyurmuş ve Hamas’ın seçimleri kazanmasından ve bölgenin yönetimini üstlenmesinden önceki haliyle, 2005’teki Refah kapısı anlaşmasına dönülmesini önermişti. Bu düzenlemede kapının Mısır, Avrupa Birliği, Filistin Ulusal Yönetimi başkanlığı ve Hamas tarafından ortak olarak yönetilmesi öngörülmekteydi”. 

İsrail’in bu yeni saldırısında uyguladığı şiddetin daha bayağı mazur göstericilerinin ileri sürdüğü standart iddialardan biri de; “son yarım yüzyıl boyunca pek çok kez olduğu gibi – 1982 Lübnan Savaşı, 1988 Intifada’sına karşı ‘Demir Yumruk’, 2006 Lübnan Savaşı – İsraillilerin, kabul edilemez terör eylemlerine karşı, düşmana ders verebilmek amacıyla, acımasız bir kararlılıkla yanıt verdiği” (New York editörü David Remnick) 2006 işgali ancak iğrenç bir ahlaksızlık temelinde mazur gösterilebilir. 1988 İntifada’sına İsrail’in gösterdiği iğrenç tepki ise tartışmaya yer bırakmayacak kadar adiceydi. Bu konunun hoş görülebilir yorumu ancak ürkütücü bir cehaletin ürünü olabilir. Buna karşılık, Remnick’in 1982 işgaline ilişkin değinmesi oldukça yaygın bir iddia, bu yüzden de bir iki anımsatmayı hak ediyor. 

İsrail’in saldırısından önceki bir yıl boyunca İsrail-Lübnan sınırı, en azından Lübnan’dan İsrail’e doğru, yani kuzeyden güneye yönelik olarak, inkar edilemeyecek şekilde sakindi. Yıl boyunca, İsrail’in dikkatli bir biçimde hazırladığı işgal planına zemin hazırlayabilmek için düzenlediği kışkırtmalarına, hatta çok sayıda sivil kayba neden olan bombardımanlarına karşın FKÖ, ısrarla ABD’nin İsrail’e bir ateşkes kabul ettirmesini bekledi. İsrail’in beklediği ise bir iki basit karşı tepkiydi. Ardından, ciddiye alınmayacak kadar saçma bahanelerle saldırıya geçti. 

İşgalin elbette “kabul edilemez terör eylemleriyle” bir ilgisi yoktu, ama bir başka katlanılmaz eylem türüyle ilişkisi olduğu kesindi: diplomasi. Bunun karanlıkta kalan bir yanı yoktu. ABD destekli işgal başlar başlamaz, İsrail’in önde gelen Filistin akademik uzmanlarından Yehoşua Porath – hiç de güvercin değildir-, Arafat’ın ateşkesi korumasındaki başarısının “İsrail devletinin gözünde gerçek bir yıkım” oluşturduğunu, zira bunun politik çözüme kapı açtığını yazmıştı. İsrail hükümeti, FKÖ’nün terörizme başvurmasını, böylece “politik anlaşmalara yönelik gelecekteki görüşmelerde meşru bir ortak” olma tehlikesini yok etmesini arzuluyordu. 

İsrail’de durum iyi anlaşılmış halde, ve bu gizlenmiyor da. Başbakan İzhak Şamir, İsrail’in “müthiş bir tehlike… O kadar askeri olmasa da politik bir tehlike” bulunduğu için savaştığını söylüyor; bunu taşlama ustası B. Michael şöyle yorumlayacaktı: “Askeri bir tehlikenin ya da Galilea için bir tehlikenin bulunduğuna ilişkin sıradan mazeret öldü,” zamanında davranıp ilk biz saldırarak “politik tehlikeyi yok ettik”; şimdi “Tanrı’ya şükür, konuşacağımız kimse kalmadı”. Tarihçi Benny Morris, FKÖ’nün ateşkesi koruduğunu kabul ediyor, ve “savaşın kaçınılmazlığı FKÖ’nün İsrail ve İsrail’in işgal ettiği topraklardaki denetimi için politik bir tehlike oluşturmasından kaynaklandığını” belirtiyor. Diğerleri de bu gerçekten tartışılmaz olguları kabul ediyorlar. 

Son Gazze işgaline ilişkin yorumlarından birinde New York Times muhabiri Steven Lee Meyers, “Bir anlamda, Gazze saldırıları İsrail’in 1982’de Arafat’ın kuvvetlerinin oluşturduğu tehdidi yok etmek için giriştiği Lübnan işgali sırasında riski göze alıp kaybettiği kumarı anımsatıyor,” diye yazıyor. 1982’de, 2008’de olduğu gibi 1982’de de politik anlaşma tehdidini yok etmek gerekiyordu. 

İsrailli propagandacıların umudu, aydınların ve batı medyasının, İsrail’in Galilea’ya düşen roket yağmuruna, “kabul edilemez terör eylemlerine” tepki gösterdiği masalını yutmasıydı. Hayal kırıklığına da uğramadılar. 

İsrail’in barış istemediğinden değil; herkes barışı ister, Hitler bile istiyordu. Sorun, bunun hangi koşullar altında gerçekleşeceği. Siyonist hareket daha ilk doğuş anından itibaren hede erine ulaşabilmek için en iyi stratejinin politik anlaşmayı geciktirmek, bu arada yavaş yavaş oldu bitti’lerle amaca doğru yürümek olduğunu anlamıştır. Hatta 1947 anlaşması gibi kimi zaman gerçekleştirdiği ender anlaşmaları bile, önderlik, bir sonraki genişlemeye yönelik geçici adımlar olarak kabul etmiştir. 1982 Lübnan savaşı, diplomasiye duyulan müthiş korkunun dramatik bir örneğidir. Bunu, İsrail’in laik FKÖ’yü ve onun sinir bozucu barış girişimlerini zayı atmak için Hamas’a verdiği destek izledi. Herkesçe biliniyor olması gereken bir başka olgu da, 1967 savaşından önce, İsrail’in, kullanacağı şiddete mazeret hazırlamak ve daha fazla toprak elde etmek için Suriye’yi kışkırtmaya yönelik uyguladığı provokasyonlardı; Savunma Bakanı Moşe Dayan’ın ifadesine göre, olayların en az yüzde 80’ı bu provokasyonların ürünüydü. 

Sorun çok eskilere dayanıyor. İsrail devletinin kurulmasından önceki silahlı güç olan Hagana’nın resmi tarihine göre, 1924’te dinci şair Jacob de Haan’ın öldürülmesinin nedeni, yeni göçmenlere ve onların yerleşim yerleri kurma girişimine karşı geleneksel Yahudi toplumu ve Arap Yüksek Komitesi ile işbirliği yapmasıydı. O zamandan beri buna benzer sayısız örnek vardır. 

Politik çözümün geciktirilmesine yönelik çabaların hep anlamlı bir nedeni olmuştur, “barış için görüşülecek bir ortak yok” yalanına eşlik eden neden gibi. Hoş karşılanmadığın bir yerde toprak elde edebilmek için başka şekilde düşünmenin olananağı yoktur. İsrail’in güvenlik amacıyla yayılmasının altında da benzer nedenler yatar. 4 Kasım 2009’da ateşkesi bozması son dönemdeki bir dolu örnekten sadece birisidir. 

Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı bir kronolojide, Haziran 2008’deki ateşkesin “daha önceleri sakinlerinin bir sonraki Filistin roket saldırısı korkusu altında yaşadığı Sderot’ta ve Gazze’ye yakın diğer İsrail beldelerinde yaşam kalitesinin düzelmesine büyük bir katkıda bulunduğu; buna karşılık Gazze şeridinde İsrail ablukasının sürdüğü ve nüfusun ateşkesten pek bir yarar görmediği,” belirtilmektedir. Ama Gazze yakınlarındaki İsrail beldelerinde güvenliğin sağlanmasına ilişkin elde edilen başarılar, Batı Şeria’daki yayılmayı ve Filistin’in geri kalan bölümünde direnişi ezmeyi durdurabilecek diplomatik girişimleri caydırma gerekliliğinden daha önemli değildi. 

Yayılmanın güvenliğe yeğlenmesi özellikle İsrail’in 1972’de Henry Kissinger’ın desteğiyle Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın Filistinlilere hiçbir şey vaat etmeyen barış önerisini körü körüne reddetmesiyle daha da belirgin hale geldi; bu öneriyi ABD sekiz yıl sonra Camp David’de, İsrail için neredeyse büyük bir felakete dönüşme tehlikesi gösteren büyük bir savaştan sonra kabul etmek zorunda kalacaktı. Mısır ile imzalanacak bir barış anlaşması güvenlik konusundaki her türlü tehdidin son bulmasını sağlayacaktı, ama kabul edilemeyecek bir quid pro quo (karşılık, bedel, -ç.n.) vardı: İsrail’in Sina yarımadasının kuzeydoğusundaki yerleşim yerleri oluşturma programından vazgeçmesi gerekiyordu. Güvenlik o dönemde de yayılmadan daha az öneme sahip bir öncelikti, bugün de öyle. Zev Maoz’un İsrail’in güvenlik ve dış politikasına ilişkin dev yapıtı “Kutsal Toprakların Savunusu”nda bu temel sonucu belgeleyen çok sayıda malzemeye rastlanabilir. 

Bugün İsrail güvenliğe kavuşabilir, ilişkilerini normalleştirebilir ve bölgesel entegrasyon elde edebilir. Ama çok açık ki yasadışı genişlemeyi, çatışmayı ve durmaksızın şiddet uygulamayı buna yeğliyor; yeğlediği eylemler yalnızca yasadışı, canice ve tahrip edici değil, aynı zamanda bizzat kendi güvenliğini uzun vadede zedeleyici nitelikte. ABD’li savaş ve Ortadoğu uzmanı Andrew Cordesman, İsrail askeri gücünün savunmasız Gazze’yi kuşkusuz ezebilme yeteneğine sahip olmasına karşılık, “ne İsrail’in ne de ABD’nin Arap dünyasının en bilge ve ılımlı seslerinden birinin, prens Türki al-Faysal’ın acı sözlerine karşı asla bir savaş kazanamayacağını” belirtiyor; al- Faysal 6 Ocak’ta şöyle diyordu: “Bush hükümeti [Obama’ya] tiksinti verici bir miras ve Gazze’deki suçsuz insanların katledilmesi ve kan akıtılması karşısında kayıtsızlık hali devretmiştir… Yeter artık, bugün hepimiz Filistinliyiz ve Gazze’de ölenlerle birlikte Tanrı ve Filistin adına şehadet istiyoruz.” 

İsrail’in bilge seslerinden biri, Uri Avnery ise İsrail’in askeri zaferinden sonra şunları yazıyordu: “Ateşle dünyanın vicdanına kazınmış halde kalacak olan, elleri kana bulanmış, her an savaş suçu işlemeye hazır ve asla herhangi bir ahlaki sınır tanımayan canavar bir İsrail imgesidir. Bunun uzun vadede geleceğimiz, dünyadaki saygınlığımız, barış ve huzura ulaşma olanaklarımız açısından olumsuz sonuçları olacaktır. Son tahlilde bu savaş aynı zamanda kendimize karşı işlenmiş bir suçtur, İsrail devletine karşı işlenmiş bir suç.” 

Haklı olduğuna işaret eden pek çok neden var. İsrail bilerek ve isteyerek kendini dünyada en fazla nefret edilen ülke haline dönüştürmektedir. Aynı zamanda Batı halklarının, hatta bu cinayetleri artık daha fazla kaldıramayacak olan ABD’li genç Yahudilerin sadakatini de yitirmektedir. On yıllarca önce, kendini “İsrail taraftarları” olarak tanımlayanların aslında onun ahlaki dejenerasyonunun ve olası bir nihai yıkımının taraftarları olduğunu yazmıştım. Ne yazık ki bu görüşüm bugün çok daha inandırıcı hale gelmiş durumda. 

Bir yandan da tuhaf bir tarihi olayı sessizce izliyoruz, rahmetli İsrailli sosyolog Baruch Kimmerling’in “politicide” diye adlandırdığı olguyu, yani bir ulusun katledilişini – kendi ellerimizle. 

20 Ocak 2009 

*Chomsky’nin yazısının orjinal başlığı: “Exterminate all the Brutes”: Gaza 2009. Kaynak: http://www.chomsky.info/articles/20090119.htm