Troçkizm marjinal, izole veya “başarısız” mıdır?

Troçkizm üzerine, Türkiye’de de çeşitli mecralarda sık sık dile getirilen; ancak negatif bir örnek olarak değil, doğru bir çıkarsama olarak sunulan belli başlı önyargılarla dolu önermeler mevcut. Bu önermeler – önyargılarla dolu olduğunu söylüyor olmamızdan da anlaşılacağı üzere – geneli itibariyle bilgiye, veriye ve somut analizlere değil ancak birtakım iftiralar ile dedikodulara, kulaktan dolma kaba ve yüzeysel demagojilere dayanmaktadır. Bir adım ileri giderek şunu da söyleyelim: Vasat bir seviyenin varlığına işaret eden bu önermelerin bir kısmı, kendi içlerinde, kendilerini var eden akımların oportünist doğasını açığa vermektedir. Biraz daha açarsak; Troçkizmin prestijini işçi kitlelerin gözünde düşürmek ve onu aşağılamak için kullanılan birtakım savlar, aslında sadece ve sadece Troçkizmin, sınıfsız toplumun inşasının siyasal programı olduğunu ele vermektedir. 

Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş yıldönümünde, bu tip argümanlardan özellikle sık sık getirilen bir tanesiyle hesaplaşmak istiyoruz. O da, Troçkizmin kitleler nezdinde karşılıksız olduğu, tarih boyunca marjinal bir entelektüel akım olarak var olduğu ve örgütsel bir “başarısının” bulunmadığı; dolayısıyla da insanlara “çekici” gelmeyen Troçkizmin aslında hatalı bir programatik perspektife sahip olduğu şeklindeki yargıdır (sanıyorum en popüler ifadesi “Üç Troçkist bir örgüt kurar, dördüncüsü gelince ikiye ayrılırlar” şeklindeki temelsiz varsayımdır). Bu yargı, yukarıda tarif ettiğimiz tarzda, aslında kendisinin üretildiği siyasal kampın oportünizmini teşhir etmektedir. Nasıl mı? Buna az sonra değineceğiz. Yine de kategorik olarak bu argümanın bir “reductio ad absurdum” (saçmaya indirgeme) ya da Osmanlıların deyişiyle “abese irca” olduğunu söylemiş olalım. 

Bu argümanın aksadığı ilk nokta, soruyu gündeme getirme yöntemi ile biçiminin ardında yatan küçük-burjuva ideolojik zemindir. Zira kaba bir karalama kampanyasının pruvası olarak son derece sık kullanılan bu sav, siyasal bir programın sınıflar mücadelesinin nesnel ölçütleri karşısında haklı ve haksız çıktığı yanları ortaya koymak yerine; programı, ona inanan kafaların nicel miktarıyla inkâr etmeye ve reddetmeye çabalamaktadır. Bunu ancak dünyayı ve olayları anlamak noktasında işlevsiz bir yönteme sahip olan ve aslında argümansız kalarak apolitik refleksler sergileyen ölü siyasi geleneklerin kadroları yapar. Söz konusu olan pragmatizm veya burjuva politikacılığı olmadığı taktirde, Marksistlerin politik tercihlerinin ölçütü hiçbir zaman “güçlülük” olmamıştır; ama “doğruluk” daima olmuştur. Eğer bir sosyalist devrim aracılığıyla sınıfsız bir topluma ulaşmak yönünde samimi bir inanç mevcutsa, devrimci esas “güçlü” olanın safına geçmek değil, “doğru” olanı inşa etmektir. Ancak bütün bunlar bir kenara, kafa sayılarını politik prensiplerin önüne yerleştirmekte ısrar edenler için, “muhalefetin en geniş cephesi” olarak kendini pazarlayan CHP’nin kapılarının daima açık olacağını söyleyebiliriz. 

Bu bağlamda bir başka sorunla daha karşılaşmaktayız: Kitlelerin burjuva-demokratik (ve söz konusu olan Türkiye olduğu için İslamcı) önyargılarını alındırmamak için devrimci programda revizyonlara gidilip, programın ontolojik koşulları olan ilkeler terk edilip, bunların sonucunda ulus çapında “güçlü” bir siyasal alternatife dönüşüldüğünde ne oluyor? Bu durumun en verimli örneği Menşeviklerdir. Onlar, 1917’de yüzlerce yıllık Çarlık monarşisini deviren Şubat Devrimi’nin ardından, işçi meclisleri şeklinde örgütlenen Sovyetlerde, Sosyalist Devrimcilerle birlikte %90’ı aşan bir çoğunluğa sahiplerdi. Bolşevikler de “marjinal”, “izole” ve “üç-beş kişi” olarak anılan ve karşıdevrimcilerin kibrine konu olan bir çekirdekti. Bu tablo Şubat’tan Ekim’e dek, tam tersi sonuçlar verecek biçimde dönüşecekti. Menşevizmin yanlış ve aşamacı programıyla kuru bir çoğunluğa sahip olması, proletarya nezdinde hiçbir kazanım getirmeyecekti. Programının tarihsel doğruluğunu siyasal sınavlarda test etmiş olan Bolşeviklerin dönemsel olarak “azınlık” kalma durumları da, son derece “değerli” bir azınlıkta kalma durumu olarak tarihe geçecekti. 

Ne var ki, belirli bir sol siyasal mücadele programının, belirli dönemlerde kitleselleşip kitleselleşemediği veya iktidara gelip gelemediği sorunsalı başka birtakım cevapları da hak etmektedir. Bir sol programın tarih boyunca değişik ülkelerde iktidarı elinde tutmuş olması ve kitlelerce desteklenmiş olması, o programın işçi sınıfının sosyo-politik kurtuluş koşullarına işaret ettiği anlamını taşımaz. Bu noktada bizim için belirleyici olan tek kıstas şudur: Bahsi geçen politik program, hangi sınıflarla veya toplumsal katmanlarla iktidara gelmiştir. İşte devrimci Marksizmin perspektifi budur: Sol ve hatta bazen sosyalist olduğu iddiasındaki siyasal akım, kitleler tarafından iktidara layık görüldüğünde, o akım hangi sınıfla iktidara gelmiş ve hangi sınıfın politik silahı olarak işlev görmüştür. 

Troçkizm tarih boyunca yalnızca bir kere iktidara gelmiştir: 1917’nin 7 Kasım’ında Rusya’da. Onun iktidara gelişi Ekim Devrimi ismiyle bütün devrimcilerin ve öncü işçilerin bilinçlerine kazınmıştır. Bugün Ekim Devrimi’nin Yugoslav, Çin veya Kuzey Kore devrimlerinden farklı bir içeriği ve anlamı varsa ve o, 20. yüzyılda bir istisna ise bunun nedeni Troçkizmin dünya devrimi, sürekli devrim, enternasyonalist bir önderlik ve işçi demokrasisi temelinde devrimci proletarya diktatörlüğü gibi prensipleri programının şaşmaz unsurları kılmış olmasındandır. Troçkizm 1917’de iktidara geldi ve 1924’ün sonbaharına dek iktidarda kaldı; tek ülkede sosyalizm teorisi isimli anti-Marksist program, bürokrasinin hileleri ve zulmüyle iktidarı gasp edene kadar.

Troçkizm iktidara bir kere taşındı çünkü proletarya, kendi devrimci diktatörlüğünün özyönetim organlarıyla ve enternasyonalist bir Marksist partinin önderliğiyle iktidara sadece bir kere geldi. Sosyal-demokrat, Stalinist, Maocu, Titocu, Enverci, Sandinist, Castrocu, Chavezci akımlar için aynı gerçek söz konusu değildir. Onlar, zaten övündükleri ve Troçkizmi de bu konu üzerinden aşağılamaya çalıştıkları üzere, birçok ülkede birçok kereler iktidara geldiler. Peki, onların bilançosu nedir? Bu sınıf işbirlikçi akımların bir kısmı proletaryanın devrimci diktatörlük rejimlerini, proletaryanın bürokratik diktatörlük rejimlerine dönüştürmüştür. Yine onlar, sermaye sınıflarının mülksüzleştirildiği ülkelerde, partilerinin kongre kararları eliyle, ulusal kapitalizmi restore etmiştir. Hele bir kısmı vardır ki, onlar ülkelerinin kapitalist ekonomik altyapısını tahrif edecek hiçbir eyleme girişmemiş ve aksine neoliberal politikalar eşliğinde onu derinleştirmiştir. Bu akımların hiçbirisi, işçi sınıfıyla aynı anda iktidarda bulunmamıştır. Durum daima ya biri, ya öteki olmuştur. Şimdi Troçkizmin “marjinal” ve kitlelerden uzak bir akım oluşundan bahseden yalancıların cevaplaması gereken bir soruyu gündeme taşıyalım: Troçkizmin iktidar olup da, proletaryanın iktidar olmadığı bir tane tarihsel örnek sunabilir misiniz? Sunamazsınız. Ancak biz size Rusya’dan Çin’e, Kuzey Kore’den Küba’ya, Venezuela’dan Nikaragua’ya bir dolu örnek verebiliriz; sizin iktidara geldiğiniz ancak işçi sınıfının iktidardan dışlandığı örnekler. O halde hesap verin. Anlaşılan o ki siz proletaryayla birlikte ve onun için hareket etmiyorsunuz; siz, bir vekalet ilişkisi tahayyül ederek onun adına, ona rağmen ve aslında ona karşı faaliyet gösteriyorsunuz.  

Troçkizmin yegane başarısı, iktidara geldiği tek seferin aynı zamanda proletaryanın kendi devrimci diktatörlüğünü kurduğu anın olması değildir; zaten bunların ikisi birbirlerinden bağımsız dinamikler de değildir, aksine birbirlerinin şartıdırlar. Troçkizmin bir diğer parlak mirası, Sovyet proletaryası bürokrasi eliyle iktidardan kovulduğunda, kendisinin de iktidardan inmiş olmasıdır. Arjantinli Troçkist işçi önderi Nahuel Moreno, Uluslararası İşçi Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in birinci kongresinde gerçekleştirdiği bir konuşmada, yukarıda bahsini ettiğimiz hususlarla ilgili aşağıdaki tezleri gündeme taşımıştır: 

Bizim politikalarımız, sınıf politikalarıdır. Eğer iktidara gelen işçi sınıfı değilse, biz de iktidara gelmeyiz. Bu kadar basit. İktidara gelmeyiz, onu istemeyiz ve bize teklif etseler dahi onu kabul etmeyiz. Bu açık mı? Bu Troçki’nin politikasıdır; bürokrasi işçi sınıfını iktidardan mı atıyor; ben de gidiyorum, beni de işçi sınıfıyla birlikte atın iktidardan. O, sınıfının bir örneği olarak iktidarı kaybetmeyi kabul etti. Burjuva gazeteciler, Sovyetologlar, Marksist olmayanlar bunu asla anlamadılar; onu delirmiş bir adam olarak tarif ettiler. 

Deutscher, Troçki biyografisi çok iyi olmasına rağmen ona korkunç bir isim vermişti: ‘Silahlı Peygamber’, ‘Silahsız Peygamber’… Ne ‘peygamberi’?! Bir devrimci, bir üstün silahlı Marksist. Neyle silahlı? Marksizm dışında hiçbir şey değil. Ne ‘peygamberi’?! Marksist!

Biz sınıfımızla kalırız. İşte bu, Troçkizmin ve devrimin geleceğidir. Eğer biz, işçi sınıfının önderliğini kazanamadan iktidara gelirsek; eğer kendi özörgütlenmeleri yoluyla sürekli seferberlik halinde kendi kaderini tayin ederek iktidara gelen işçi sınıfı değilse, o iktidar bürokratiktir, doğumundan dejenere olmuştur. Bu sosyolojik yasalarca, Marksist yasalarca böyledir. Sınıf iktidarı, bizim istediğimiz tek iktidardır. Diğer iktidarlar başkaları (Stalinistleri, Castrocuları ve Sandinistleri kastediyor – ç. n.) içindir, bizim için değil. Hatta o kadar onlar içindir ki, onları işçi iktidarından kovup atmak için onlarla politik olarak savaşacağız. Bunun aması yok, bunun manevrası yok.(1)

***

Yazımızın başında dile getirdiğimiz anti-Troçkist yargıyla hesaplaşmayı sürdürelim. Bu yargı, belirttiğimiz üzere, kendisini var eden oportünizmin makyajını akıtmaktadır çünkü aslında Troçkizmi “marjinal” olmakla suçlarken, Ekim Devrimi’nin bir istisna olduğunu kendiliğinden kabul etmekte, Ekim’in istisnai karakterinin sürekli devrim perspektifinden doğduğunu ilan etmekte ve Troçkist programın, proletaryanın iktidar olmadığı hiçbir yerde ve zamanda, iktidar olmadığını teslim etmektedir. 

Ancak bu yargının içine düştüğü bir yanılgı daha vardır: Tabanı geniş ve gövdesi muktedir olan ancak ulusal sınırların çizgilerinde sıkışıp kalmış olan sol yapıların, sosyalizmi var edebileceği yönündeki yanılgı. Halbuki emperyalist ekonomik yasaların ve uluslararası kapitalist iş bölümünün dayattığı gerçeklik, farklı bir politik reçeteye işaret etmektedir: Enternasyonal. Devrimci Marksizm için ufak bir enternasyonalist önderlik, kuvvetli bir ulusal partiden daima daha kıymetli; ancak sadece daha kıymetli de değil, onun için sosyalizmin gerçek öncüsü de olmuştur. 

Enternasyonalizmi bir tür romantizm olarak okuyanlar veya onu, tüzüklerinde kelime olarak geçtiği için göstermelik etkinliklerle, bildirilerle, yan yana gelişlerle geçiştirmeye çalışanlar veya hayata geçirdiğini düşünenler, vahim bir hatanın içindeler. Enternasyonalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin altında var olan üretici güçlerin ulus-devletlerin temelleriyle girdiği derin çelişkiden ve bütün ulusların, çeşitli sosyo-ekonomik ilişkilerle birbirlerine bağımlı kılınmış olmasından doğan bilimsel bir öğretidir. O, bir mücadele metodu olarak proletaryanın, zafere ulaşabilmek için saflarında ihtiyacını hissettiği başlıca politik yapılanmadır.

Belirtmeye dahi lüzum yok ki, sosyalist devrimin Leninist dünya partisinin inşası uğruna son bir asırdır olduğu üzere bugün de mücadele yürüten biricik akım Troçkizmdir. Burada kastedilen, zamanında Castro’nun topladığına benzer bir “komünist” büyükelçiler toplantısı organize etmek değildir. Kastedilen, dünya devriminin eşitsiz ve bileşik temposunu kendi programının pratiğinde sentezleyecek olan ve karşıdevrimin dünya örgütlerinin karşısında proleter dünya devriminin mevzilerini fethedecek olan bir uluslararası savaş partisinin bina edilmesidir. 

Yine Nahuel Moreno ile Mercedes Petit’den; onların “Lambertizm ile Tecrübemiz” isimli çalışmalarından alıntılayalım:

Troçkizm, işçilerin devrimci enternasyonal örgütlerinin ve bunların önderliklerinin inşasını istemeyen ve bunları inşa etmeyen, Moskovacı, Maocu veya Kastrocu her türden varyantıyla Stalinizmin, sosyal demokrasinin ve Sandinist tipte küçük burjuva milliyetçiliğinin tam tersi olarak uluslararası bir örgüt ve önderlikle eşanlamlıdır.

Enternasyonal bir örgüt ve önderliğin herhangi bir ulusal örgüt ve önderliğe karşı farklı bir kategori oluşturduğuna, bu ulusal örgüt ve önderlik ne kadar büyük ve muktedir olursa olsun ona karşı üstün olduğuna inanıyoruz.

Nasıl bir sendikal önderlik, ne kadar sınıfçı ve mücadeleci bir önderlik olursa olsun, tüm işçi hareketi için sınıfçı ve devrimci bir önderlik için savaşmadığı takdirde yenilmeye mahkumsa, ulusal bir önderlik de enternasyonal bir önderliğin inşasının aktif bir parçası olmadığı takdirde aynı şekilde başarısız olmaya mahkumdur.(2)

***

Troçkizm 1917’de tarihin ilk işçi devletini ilan etti. Ancak Troçki’nin ölümünden ve II. Dünya Savaşı’nda Dördüncü Enternasyonal önderlerinin Nazilerin ve Stalinizmin kıyımlarına uğramasından sonra hareket oldukça zayıf kaldı. Buna rağmen 1952’de Bolivya’da, 1979’da Nikaragua’da ve tarihsel olarak ABD, Fransa, Sri Lanka, Arjantin gibi ülkelerde Troçkizm ciddi devrimci atılımlar gerçekleştirdi ve sınıflar mücadelesini ileriye taşıdı. 

Dördüncü Enternasyonal bugün dağınık ve parçalı bir halde. Onu birleştirmeye hiçbir siyasal kararname metninin gücünün yetmeyeceği açık. Bu, ancak dünya devriminin ilerleyen aşamalarında nesnel zemininin oluşabileceği bir zorunluluk. Yeni bir Kızıl Ekim’in kaderinin, birleşik bir Dördüncü Enternasyonal’in varlığına sımsıkıya bağlı olacağını biliyoruz. Dünya kapitalizminin mevcut buhranı ve insanlığı süreklediği sosyo-biyolojik felaket göz önünde bulundurulduğunda, bu görevin aciliyeti daha da ağırlık kazanıyor.

Bugün sosyalist devrimin dünya partisi yeniden inşa edilmeye ihtiyaç hissediyor. Bu inşanın, bizim gibi yakıcı bir gündem olduğunu düşünenler, çağrıya cevap versinler. Amerika Komünist Birliği’nden Albert Glotzer ile gerçekleştirdiği bir tartışma sırasında Troçki’nin de söylediği üzere:

Parti’nin gelişiminin devrimci durumun diğer unsurları karşısında gecikmiş kalabileceğinin hesaba katılmasını söyleriz. Ancak bu, her durumda kaçınılmaz değildir. Bu meselede kesin öngörüler yapamayız. Ancak sorun, sadece, öngörü sorunu değildir. Bizim kendi eylemimiz meselesidir.

(…)

Komünist Parti’nin doğru politikasıyla, diğer partilerin iflası ve çözülmesine oranla onun büyümesinin gerçekleşmesi tamamen mümkündür. Bizim amacımız budur; bu olasılığı gerçekleştirmek bizim görevimizdir.

Dipnotlar:

1.) Bkz. http://www.nahuelmoreno.org/writtings/speeches-in-the-first-congress-of-the-iwl-fi-1985.pdf

2.) Bkz. http://www.nahuelmoreno.org/writtings/our-experience-with-lambertism-1986.pdf