Genelde İslam dini, özelde ise Sünni Müslümanlık, imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle yaratma anlamında daima Türkiye Cumhuriyeti’nin çimentosu olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde İslam dini, özellikle de Sünni Müslümanlık yok edilmek ya da zayıflatılmak istenen bir sosyo-kültürel unsur olmamıştır. Tam tersine din ve dindarlık kitleleri kontrol etmenin, siyasi-sosyal biat kültürünü gerçekleştirmenin güçlü bir aracı olarak görülmüş ve kullanılmıştır. Kemalist kurucu kadroların politik pratiği de bunu göstermektedir.
Zihni akrabalık
Nitekim CHP’li tek parti döneminde ezanın Türkçe okunmasıyla [dikkat yasaklanması değil!], 12 Eylül darbecilerinin Kuran-Hadis eksenli söylemleri [bu uygulama ve davranışlardan beklenti anlamında] ya da İmam Hatip Okulları’nın ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet nazarındaki varlığı özünde hep bu amaca hizmet etmiştir. Bu nedenle; ‘İnönü CHP’si İslam dinine karşı idi’; ’28 Şubat İslam’a, Sünni Müslümanlara karşı yapıldı’; ‘Kemalistler dinsizdir’, ‘Erdoğan’ın AKP’si inanç özgürlüğünden yanadır’ uydurmaları komik bile değildir. Herhangi bir politikanın gerçekçi bir analizi ancak o politikanın uygulanma nedenleri ve o politikadan beklentilerle birlikte yapılabilir. Her sakallıya dede demenin sonu yoktur.
Örneğin, CHP’li tek parti dönemlerinden başlayarak çok partili demokrasi dönemlerinde de devam eden Kürt yoktur anlayışıyla Başbakan Erdoğan’ın [nihayet Kürt artık vardır!] sabah-akşam Kürt siyasi hareketlerini dinsiz ve/veya dinsel açıdan sapkın olarak mimliyor oluşu bu zihniyet akrabalığının bir yansımasıdır..
Acılar yarıştırılmaz ama…
Söyleyenin kendisinin bile inanmadığı bu tekerlemelerin bugün en revaçta olanı ise Cumhuriyet tarihi boyunca dindarların ama özellikle “Sünni Müslümanların” zulüm gördüğü iddiasıdır. Özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte başörtüsü nedeniyle okuma hakkının gasp edilmesini ya da şu ya da bu işe girmekten men edilmesini ya da çocuğunu Kuran kursuna gönderememesini büyük harfle zulüm diye haykıranlar [ki bunların hiçbiri özel olarak Sünni olmakla ilgili değildir] en hafif deyimle hayatlarında gerçek zulüm nedir görmediklerine emin olabilirler.
Bu ülkede “Sünni Müslümanların” [Sünni oldukları için değil ama genel olarak dindar olmaktan ötürü] uğradıkları bu haksızlıklara [ki doğrudur, haksızlıktır] büyük harfle zulüm diyorsak Kürtlerin, Alevilerin, gayri müslimlerin, eşcinsellerin, komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin, işçi ve emekçilerin gördüklerine ne diyeceğiz? Şiir okuduğu için hapse atılmayı bu ülkede bir insanın başına gelecek en büyük felaket sananlar şuna emin olabilirler, yaşadıkları olsa olsa ancak zulmün gölgesi olur. Ama sesleri öyle çok çıkıyor ki sanırsınız “Sünni Müslümanlar” bu ülkenin yaşadığı bütün acı ve felaketlerin paratoneridir! Onlara sorarsanız “dindar oldukları için” gördükleri haksızlığı, yaşadıkları zulmü bu ülkede hiçbir siyasi, sosyal, kültürel topluluk yaşamamıştır. Bu coğrafyada bunu söylerken insan olan utanır biraz.
Bu ülkede, mezhebi Sünni Müslüman olduğu için devletten sistematik baskı-zülum gördüğünü söylemek inandırıcı olamaz. Çünkü bu ülke bizatihi “Sünni Müslümanlık” üzerine inşa edilmiştir. Alevi köylerine bile cami yapılıp Sünni imam atanırken, dinine-mezhebine bakmaksızın herkese din-kültürü ahlak bilgisi altında “Sünni Müslümanlık” propaganda edilirken, kaymakamından valisine, emniyet müdüründen jandarmasına devlet Sünni iken bu zulmü kim, neden, nasıl yapacak? Dolayısıyla bugünlerde çok popüler olduğu üzere zulmün en büyüğünü, en fenasını, en acımasızını, sistematik olarak “Sünni Müslümanlar” yaşadı-gördü iddiası ancak AKP ve cemaatler eliyle inşa edilmek istenen neoliberal yeni Türkiye rejiminin deforme tarih anlayışına dolgu malzemesi olur.
Sormak gerekiyor; Cumhuriyet tarihi boyunca “Sünni Müslümanlar” örneğin Aleviler gibi nerede katliama uğradılar? Kürtler ya da Çingeneler gibi nerede lince maruz kaldılar? Başta Rumlar, Ermeniler olmak üzere gayri müslimler gibi nerede inançlarını gizli-kapaklı yaşamak zorunda kaldılar, sürgün edildiler ya da servetleri başka topluluklara sermaye oldu? Nerede sosyalistler, komünistler, devrimciler gibi siyasi baskı, işkence ve zulümle karşı karşıya kaldılar?
12 Eylül gibi 28 Şubat’ın da gerçek mağduru işçi sınıfıdır!
Türkiye’deki bütün askeri darbelerin, açığı-kapalısı, postu-moderni dahil olmak üzere birinci ve öncelikli hedefi daima işçi sınıfı ve emek örgütleri olmuştur. Bu 12 Eylül’de de, 27 Mayıs’ta da böyleydi, 28 Şubat’ta da böyle olmuştur. Son 15 yıl içinde sosyal bir sınıf, siyasi bir olgu-özne olarak hiçbir kesim işçi sınıfı kadar ekonomik-siyasi açıdan mevzilerini yitirmemiş, haklarını kaybetmemiştir. Hiçbir kesimin örgütleri ve varlığı son 15-20 yıl içinde işçi sınıfı kadar saldırıya ve tehdide maruz kalmamıştır.
28 Şubat’ın gerçek mağduru “dindarlar” olmuştur gibi bir analizin, [bugünden geriye bakıldığında daha da net olduğu üzere] siyasi sonuçlar açısından elle tutulur bir yanı olmadığı gibi sosyal ve ekonomik açıdan böylesi bir analizin sınıfsal bir yanı olmadığı da açıktır. Öyle ya, toplum ne zamandan beri dindarlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılıyor? Ne zamandan beri toplumsal gerçeklik yani sınıf mücadelesi din-mezhep üzerinden açıklanıyor? Biz devrimci Marksistler biliriz ki dindarlar gerçekten zulme maruz kaldıklarında dahi din-mezhep, bu zulmün sadece bir bahanesidir. Nitekim tarihte din-mezhep savaşı görünen olaylara yakından bakıldığında ekonomik-politik çıkarları-olguları görürüz. 28 Şubat’a yakından baktığımızda da gördüğümüz [bugün çok daha açık hale gelmiş, hatta belli sonuçlara ulaşmış olan] çok başlı rejime sahip olmak, bürokraside nüfuz edinmek, devlet gücünden pay almak, kısacası bir imtiyaz ve iltimas mücadelesi olacaktır.
ABD’nin Irak işgali Saddam ile ne kadar alakalı ise 28 Şubat’ın dinle, dindarlarla alakası işte o kadardır! 28 Şubat sanılanın ve iddia edilenin aksine Milli Görüş çizgisindeki siyasal İslami hareketi yok etmek bir yana askeri müdahaleyle ayrıştırarak iktidar olma şans ve kudretini neredeyse hediye etmiştir. Milli Görüş çizgisinin 90’lı yıllarda seçimlerle ulaşabileceği nihai sınıra dayandığı, müdahale olmasa en iyi ihtimalle yerinde sayacağı, muhtemelen küçülerek ayrışma sürecine gireceği bir anda 28 Şubat can simidi gibi imdada yetişmiştir. Doğal olarak kendilerine buralardan mağduriyet tarihi icat etmeye kalkan AKP ve benzeri siyasi anlayışlara bizim karnımız tok.
Mesele sınıfsal, çözüm de…
İnsanların kendi inançlarını özgürce yaşamalarından, ibadetlerini bir devlet ritüeli olarak değil gerçek bir inanç hürriyeti içinde gerçekleştirmelerinden yanayız. Hiç kimsenin ne başörtüsünden dolayı eğitim hakkının elinden alınmasına, ne de insanların inancı, kılık-kıyafeti nedeniyle işinden-gücünden olmasına razıyız… Kabul etmediğimiz ve asla rıza göstermeyeceğimiz şey açlığın, yoksulluğun, işsizliğin din adına kaçınılmaz bir kader gibi sunulmasıdır.
Biliyoruz ki on yıllarca bu ülkenin insanlarını, işçi ve emekçilerini, ezilen sömürülen halklarını parçalara böldüler. Birini diğerine baskın hale getirerek; birini ehven diğerini şer sayarak hücrelerine kadar parçaladılar. Ve bu bölünmüşlük üzerine iktidarlarını kurup, saraylarını yükselttiler. Dün laiklik diyerek Türklük adına Kemalistler yaptı bunu; bugün Müslümanlık adına elhamdülillah diyerek AKP yapıyor! Rejim, üzerindeki üniformayı çıkarıp boynuna kravat taktığında 12 Eylül ve 28 Şubat ile hesaplaşıldığını sananlar rüya görmeye devam edebilir. Gerçi o rüya çoktan karabasana döndü!
Biz diyoruz ki patronlar; Müslüman, Hıristiyan, dinsiz, laik, batılı, doğulu, ilerici, gerice diye ayrılmaz. Tüm patronların içinde her an hortlamaya hazır bir sömürgen faşist yaşar… Çünkü mesele sınıfsaldır… Bizleri birleştiren mezhebimiz, dinimiz, dilimiz, etnisitemiz, ülkemiz değil ait olduğumuz sınıftır… İşte bunu unutmamak gerekir…