Sınıf hareketinde imkânlar ve görevler
Türkiye sendikal hareketine dünyadan bakmak
Sendikalar ve sınıfın acil talepleri başlıklı bir önceki yazımızda Türkiye’deki sendikal hareketin içinde bulunduğu durumu irdelemiş, artan sendikalılık oranlarının yanı sıra ülkenin temel gündemi olan ekonomik kriz ve yoksullaşmaya karşı şunları önermiştik:
“Mücadeleci sendikaların, şubelerin ve direniş halindeki işyerlerinin ücret zammı, vergi adaleti, OVP’nin faturasının işçilere değil ultra zenginlere kesilmesi, kıdem tazminatına yönelik planlanan yeni saldırıların durdurulması ve tavanının düzenlenmesini ifade eden bir mücadele programı yayınlaması Türkiye’nin kaderini bambaşka ve aydınlık bir yere doğru çevrime dinamiği taşıyor.
Bizlere düşen görev de mücadeleci sendikaların ortak bir eylem programı etrafında bir araya gelmesini teşvik etmek için var gücümüzle çalışmak.”
Yazının yazıldığı haziran ayından, 2025 Ocak ayına kadar geçen süre içerisinde sınıf hareketini yakından ilgilendiren çok sayıda gelişme yaşandı. Mehmet Şimşek’in OVP’si işlemeye devam ederken, asgari ücrete enflasyonun altında bir zam uygulanarak işçi sınıfının alım gücüne büyük bir darbe vuruldu. Şimşek planının temel dayanağı işçilerin alım gücünü düşürmek idi ve bunun için toplu iş sözleşmesi (TİS) süreçlerindeki burjuvalara “enflasyonla mücadeleye zarar vermemeleri” doğrultusunda bildirimlerde bulunuldu. İşçilerin mücadelesine karşı patronlara bakanlık ve hükümet desteğinin sunulduğu herkesin malumu. Burjuvazi işçi sınıfınınkinden daha kenetlenmiş bir bilinçle sektör ayrımı gözetmeksizin birbirine destek olmayı sürdürdü. Metal burjuvazisi kendi içerisinde -sanki aralarında bir rekabet yokmuşçasına- işçilere karşı sınırı olmayan bir dayanışma gösterdi. Daha önce parçalanan MESS yeniden tek vücut. Polonez’e zincir marketlerden alım garantileri sunuldu. Çağrı-İş sendikası barajı geçtiği anda (patron örgütü olan) Çağrı Merkezleri Derneği bakanlık ile görüşerek üyesi olan işyerlerini 10’nolu işkoluna aldırdı. Tüm yasal yükümlülüklerini yerine getirerek toplu sözleşme yetkisi alan ve Telus’ta örgütlenen Çağrı-İş’in yetkisi bir kalem oyunu ile düşürülmüş oldu.
Haziran-Ocak aylarında hükümet-patron baskısı asgari ücretin enflasyonun altında belirlenmesini sağlayana kadar en sert şekli ile sürdü. Ve nihayetinde asgari ücretin açıklanmasının ardından imzalanan TİS’lerdeki kazanımları, enflasyon oranı değil de, yüzde 30 gibi oldukça gerideki bir referans noktasına sabitlenmiş oldu. Metal’deki TİS kazanımı, Polonez işçilerinin kısmi kazanımları ancak bu referans çıtasının (asgari ücretin) oldukça düşük bir yere çakılmasının ardından mümkün olabildi. Hükümet düşük bir asgari ücret zammına kadar işçi sınıfına moral olabilecek en ufak bir örneğe dahi müsaade etmemişti. Sonuç olarak işçi sınıfının toplamdaki alım gücü düştü ve burjuvazinin genel olarak mutlu olduğunu söyleyebiliriz.
Bunlar hepimizin bildiği ve çok konuşulan gündemlerken Türkiye solunun büyük kısmının pek de ilgilenmediği iki önemli gelişme daha yaşandı. Uzaktan bakıldığında sınıf hareketinin son derecede zayıf ve hareketsiz olduğu iddia edilebilir. Ancak uzunca bir zamandır anlatmaya çalıştığımız Türkiye işçi sınıfının hiç değilse örgütlü kesiminin seferberliğe hazır olduğu olgusunu doğrulayan iki gelişme yaşandı. Birincisi asgari ücret görüşmeleri öncesinde konfederasyonların göstermelik dahi olsa birlikte açıklama yapma ihtiyaçları oldu. “İnadına sendika inadına DİSK”, “Türk-İş nerede biz oradayız” gibi içi boş ve mücadeleyi değil, bürokrasinin ihtiyaçlarını ön plana çıkaran sembol sloganlara rağmen tabandaki büyük baskı, birbirlerinin adlarını anmaktan imtina eden yöneticilerin birlikte fotoğraf vermelerine sebep oldu. Tabandaki mücadele azmi ve basıncının en büyük göstergesi ise, Türk-İş’in 20 Ekim’de Ankara’da yüz binlik kitlesel bir eylem gerçekleştirmesi oldu. Son yılların en kitlesel işçi eylemi olan bu eylem, bir yandan Türk-İş bürokrasisinin dahi tabanından ne denli büyük bir basınç aldığını gösterirken, öte yandan işçi sınıfının mevcut cılız örgütlü düzeyi ile dahi yeri yerinden oynatabilecek güçte olduğunu bir kez daha göstermiş oldu.
Dolayısı ile son yazımızın yazıldığı Haziran 2024’ten bu yana geçen 7 ay Türkiye işçi sınıfı örgütlerinin mücadele dinamikleri bağlamında bir dizi gelişmeyi barındırdı. Bu gelişmeleri daha iyi kavrayabilmek için Türkiye’deki sendikal mücadelenin, dünyadaki eğilim içerisindeki konumunu yeniden irdelemenin faydalı olacağına inanıyoruz.
Türkiye ve dünya işçi sınıfı mücadelesini yalnızca sendikalar üzerinden okumak elbette ki sınırlayıcı olabilir. Ancak dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sınıf mücadelesinin temel hatlarını inceleyecek olursak, sendikal örgütlülüğün halen sınıf mücadelesini anlamada belirleyici önemde olduğunu ve işçilerin klasik örgütlenme araçlarına yönelik eğilimlerini kaybetmediklerini görebiliriz.
Eski bir tartışmaya dönüş: Sendikalar öldü mü?
Dünya genelinde sendikaların tamamen çürüyerek düzen içi kurumlar haline geldiğini, işçi sınıfındaki yapısal dönüşümden ve kapitalizmin emek sömürüsü dışında kâr olanakları elde etmesinden ötürü eridiğini ifade eden çok sayıda görüş ve bu görüşlerin Türkiye’ye olan yansımaları mevcut. Bu görüşler son dönemlerde kendilerini Sovyetlerin çöküşü-Berlin Duvarı’nın yıkılışı gibi referanslarla başlatıyor olsa da, bu tartışma yüz yıldan yaşlı.

Kısaca değerlendirecek olursak, 70’li yılların sonunda başlayan özelleştirme dalgaları ve sınıf hareketine yönelik sert saldırıların ardından sendikal örgütlenmede dünya çapında ciddi bir düşüşün söz konusu olduğunu görebiliyoruz. Aynı zamanda dünya genelindeki sendikal örgütlenmelerin büyük bir çoğunluğunun doğrudan emperyalist kurumlara mali olarak bağlı olduğunu veya pek çok örnek üzerinde de dünya genelindeki Bonapartist rejimlerin bir aparatı olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak her şeye rağmen neoliberal karşıdevrimci saldırı sürecinde de bugün de sendikalar sınıf mücadelesinin önemli araçlarından biri olmayı sürdürdüler. Öte yandan, dünya genelinde 70’lerin sonundan başlayıp 90’lar boyunca devam eden sendikal örgütlenmedeki azalış eğiliminin her ülkede farklı bir şekilde olsa da 2008 krizinin ardından yavaşlama eğilimine girdiğini görebiliyoruz. Bazı ülkelerde tersine artış eğilimleri görülebilirken yozlaştığı söylenen sendikal yapıların kimi örneklerde de mücadele merkezine dönüştüğüne de şahit olduk. Tunus’ta Bin Ali diktatörlüğünün doğrudan denetimi altındaki UGTT (Genel İşçiler Sendikası) işçi sınıfının 2010 yılında diktatöre karşı başlattığı seferberliğin başlıca üslerinden biri haline gelebilmiş ve bu konfederasyon o güne dek sırtını dayadığı diktatöre karşı diktatörün kaçmasına sebep olacak grevlerin örgütlenmesini sağlamıştı.
Bir genellemeye dayanıp dünyayı buradan açıklamak büyük yanılgılara zemin hazırlayabilir. Kaldı ki, dünya genelinde sendikalaşma düzeyini anlamak salt sayılara bakarak yapılabilecek bir iş değil. İsrail’de Mossad’ın aparatı Histadrut örneğini ya da Sovyetlerin dağılmasının ardından kurulan baskıcı rejimlerin denetimindeki “sendikaları” yahut Afrika ve Asya’daki kimi ülkelerde adı sendika olan ancak daha ziyade lisanslama hizmeti verdiği için üyeliğin zorunlu bulunduğu meslek örgütü işlevindeki “sendika”ları aklımıza getirirsek verilerin safi bir mücadeleci eğilimi vurgulamadığını anlayabiliriz. Bunların hepsi dünya genelinde sendikaların verilerden daha güçsüz olduğunu vurgulayacaktır. Ancak “sendikaların bugün yozlaşıp düzen içi kurumlar haline geldiği” tezi bu zayıflıkların dışında bir anlama sahip.
Sendikaların rejimlerle iç içe geçmesi eğiliminin yeni olmadığını ve emperyalist çağ ile beraber daha yirminci yüzyılın başında gündemimize girdiğini de anımsayalım. Sendikaların emperyalist çağda düzen kurumları ile iç içe geçmelerine rağmen halen işçi sınıfının mücadele araçlarından biri olduğunu, tartışmanın bu boyutu ile Lenin, Troçki ve üçüncü enternasyonal tarafından bile incelendiğini anımsatmak yeterli olabilir. Yüz yılı aşkın bir zamandır sendikaların ikili bir karakteri var. Bir yandan emperyalizmin ve rejimlerin kurumları ile kaynaşma halindeyken öte yandan da mücadele halindeki emekçiler halen sendikalara yönelerek burada basınç oluşturabiliyorlar. İşte tam da bu yüzden sendikalar, biz devrimciler için içerisinde mücadele edilmesi gereken ve henüz alternatifi de oluşmamış aygıtlar olarak karşımızda durmayı sürdürüyor.
Elimizdeki verilere dönecek olursak, bugün 1970-2000 yıllarında sendika üyeliğindeki radikal düşüşün aynı eğimle devam etmediğini görebiliyoruz. ILO’nun 2022 yılında hazırladığı rapora bakarsak bugün 1970-2000’li yıllardan farklı olarak, sendikalı işçi sayısında küçük de olsa bir artış eğiliminin de mevcut olduğunu görebiliriz. 2008-2019 yılları aralığında dünya çapında sendikalı işçi sayısında 8,7 milyonluk bir artış söz konusu olmuş ve bu da sendika üyesi işçi sayısında yüzde 3,6’lık bir yükseliş yaşandığı anlamına geliyor.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bu sayı ve oranlardaki değişimin tek başına bir anlamı yok. Ancak yine de burada işçi sınıfının yapısal değişime uğradığı, bu yüzden sendikaların bu yapısal değişime yanıtlar üretemeyerek eridiğine yönelik yapılan eleştirilere dair birtakım yanıtları görebiliyoruz. Ek olarak dünya genelinde kendi hesabına çalışan meslek gruplarının (parça başı iş yapan, freelance olarak çalışan emekçilerden ve hatta platform emekçilerinden bahsediyoruz) halen yetersiz olsa da sendikalara yönelme eğiliminde olduğunu da görebiliyoruz. Sonuç olarak 1970-2000 arasındaki sendika üye sayısındaki keskin düşüşün sebebini işçi sınıfının yapısal dönüşümü ya da sendikaların düzen içi kurumlar haline gelmesinde değil, neoliberal politikalar uyarınca işçi sınıfına dönük yapılan devasa saldırı ve yenilgilerde aramak gerekir. Dünya genelinde yanlış bir referansla “yeni tip” olarak adlandırılan işçiler dâhil olmak üzere, emekçilerin genelinin mücadele etmek için sendikalara yöneldikleri ve yer yer bu aygıtları harekete geçirebildiklerine de şahit olabiliyoruz.
Türkiye’de sendikalar
Bu tabloyu Türkiye üzerinden inceleyecek olursak, Eroğan’ın iktidara geldiği yıllardan itibaren sendikal örgütlenmenin büyük darbeler aldığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Özelleştirme dalgaları, mücadeleci sendikalara yapılan operasyonlar, Emek Platformu’nun işlevsizleştirilip Sendikal Güç Birliği gibi önemli bir dinamiğin dağıtılması bunların en önemli örnekleri oldu. Sonuç olarak da Türkiye’de özel sektörde sendika üyeliğinde ciddi bir düşüş eğilimi ile yüzleştik. Fakat 2013 yılından itibaren bakacak olursak, bu eğilimin tersine döndüğünü ifade edebiliriz.
İşçi sayısı artışı (%) | Sendikalı İşçi sayısı artışı (%) | |
2020-2025 arası değişim | 21,71 | 31,63 |
2013-2025 arası değişim | 54,98 | 152,03 |
Pandemi tedbirlerinin alındığı 2020 yılından bugüne kadar sendika üye sayısında %32’lik bir artışın söz konusu olduğunu görebiliyoruz. 2013-2025 arasındaki değişime bakacak olursak da, özel sektörde sendikalı işçi sayısındaki artışın, özel sektördeki işçi sayısının artışından daha yüksek olduğunu görebiliyoruz.

İşçi sınıfının özel sektördeki sendikalaşma eğilimini incelemek için en büyük konfederasyon olan Türk-İş’i incelemek genel havayı anlamayı kolaylaştırabilir.

Türk-İş’in 2020 Ocak-Temmuz 2024 dönemleri arasında üye sayısında 350 binlik bir artış yaşandı. Artış eğiliminin şekillenmeye başladığı dönemlerde Türkiye solu 2013 sonrasını açıklamada kullandığı alışkanlıkla, bu artışı bakanlık ve belediye iştiraklerinde (taşeronda) yani bir şekilde kamuda çalışan işçilerde örgütlenme olanağının kolaylaştığı ezberi ile açıklama eğiliminde idi. İlgili dönem içerisinde Türk-İş’in kamu iştiraklerinde örgütlenen başlıca sendikalarına baktığımızda, Belediye-İş’in üye sayısının 103 binden, 136 bine, Toleyis’in 20 binden 45 bine, Demiryol-İş’in 20 binden 32 bine, Tez Koop-İş’in 76 binden 130 bine, Koop-İş’in ise 70 binden 118 bine çıktığını görebiliriz. Dolayısıyla sendikalaşan işçilerin bir kısmının gerçekten de örgütlenme eğilimi ile değil de iştirak-belediye/bakanlık-sendika işbirliği ile sendikalı olduklarını görebiliriz. Ancak bunun sendikalaşmayı artıran temel eğilim olduğu iddiası yine de doğrulanamıyor. Çünkü Türk-İş üzerinden açıklayacak olursak, adını saydığımız sendikaların üye artışının tamamının kamu kaynaklı olduğu düşünsek dahi, bu sendikalardaki üye artışının 350 binlik artışının ancak yarısını açıklayabildiğini görebiliriz. Sonuç olarak işçi sınıfında, (toplamda bakıldığında halen zayıf olsa dahi) geçmiş dönemlerle kıyaslandığında sendikalara yönelme eğiliminin söz konusu olduğunu görebiliyoruz.
Sınıf mücadelesinin karakteri ve kısıtlılıklar
Dünyada sendikalardan uzaklaşma eğiliminin yavaşlaması ve Türkiye’de sendika üyeliklerindeki artış başlı başına mücadeleci ve yeni bir döneme girildiği anlamına gelmiyor. Zira 2013 yılından bugüne artan sendikalaşma oranına rağmen toplamda işçi sınıfının toplumsal servetten aldığı pay azalırken sahip olduğu sosyal haklarda da büyük bir kayıp söz konusu.
Yani tüm bu veriler içerisinde bulunduğumuz durumun düne göre daha iyi olduğu anlamına gelmiyor. En az dünkü kadar zorlu bir süreçte olduğumuz gerçeği sabit olsa da, işçi sınıfının örgütlenmesi adına daha geniş olanaklara sahip olduğumuzu söyleyebiliriz.
Esas soruya gelecek olursak, sendikalı işçi sayısı artarken halimizin kötüye gidişini nasıl açıklayabiliriz? Burada akla ilk gelen, mücadeleci sendikaların azlığı olabilir. Sendikal bürokrasinin tüm işçi sınıfının kontrolünü ele geçirdiğini, sınıfın silkelenmesine müsaade etmediğini söyleyebiliriz. Ancak bu durum çok uzun bir zamandır bu şekilde! Bu yönü ile sınıf cephesinde bir yenilikten bahsedemeyiz. Eksik yönümüzü mevcut mücadelelerin karakterine irdeleyerek biraz daha açığa çıkarabiliriz.
Türkiye işçi sınıfı, dünyadaki eğilimin de bir karşılığı olarak savunma içerikli bir mücadele vermeyi sürdürüyor. Türkiye’de sendikal örgütlenmedeki artış eğilimi, işçi emekçilerin daha fazla hak almak adına değil, elindekini savunmak adına giriştiği bir eğilim olarak karşımızda duruyor. Zamlar enflasyon altında kalıyorsa, enflasyon dolayında zam almanın bir yöntemi olarak sendikalara gidiliyor.
İşçi sınıfının savunma nitelikli mücadelesine Türkiye sınıf hareketi tarihinin en kitlesel mücadelelerinden biri olmasına rağmen Tekel direnişi dahi örnek olarak gösterilebilir. Tekel direnişi işçilerin mevcut statülerinin korunması (50-d) mücadelesi idi. Oysa TEKEL, SEKA, PETKİM, TÜPRAŞ… gibi ülke tarihinin en büyük özelleştirme dalgası karşısında, tarihin sayıca en kalabalık (nicelikten bahsediyoruz) işçi seferberliklerinden birinin özelleştirmeleri durdurmayı hedefleyen birleşik bir seferberlik örmesi yoktu. Hatta bunu daha da ileri taşıyıp, 2008 krizinden etkilenen emekçileri yanlarına almak için kendi kamulaştırma talepleri ile (örneğin kapanan işletmeler kamulaştırılsın vb.) geliştirmesi gerekirdi. Ancak Tekel direnişinin talebi bu değil, 50-d idi. O günden bugüne işçi sınıfı aldığı ağır yenilgilere rağmen benzer nitelikte bir mücadelede sınırlanmayı sürdürüyor.
İmkânlar ve görevler
Yukarıda bahsettiğimiz savunma niteliğindeki mücadele karakteri bir kader değil, aşılması gereken ve aşılabilecek bir sorun olarak karşımızda duruyor.
Türkiye işçi sınıfı son yılların en derin kitlesel yoksulluğunu yaşıyor ve tüm zayıflıklara rağmen her fırsatta mücadeleye hazır olduğunu gözler önüne seriyor. Türkiye işçi sınıfı mücadelesinin önündeki duvarın aşılması, emekçilerin mücadele alanına sahip oldukları ve hak ettikleri ağırlıkla oturabilmelerini ise yalnızca bir şey sağlayabilir: Yoksulluğa karşı işçi sınıfını seferber kılacak birleşik bir mücadele programı!
Bugün sendikal bürokrasinin iki yönlü bir meşguliyetinden bahsetmek mümkün: Öncelikle işyeri merkezli seferberlikler bürokrasiler tarafından işyerleriyle sınırlı tutulmak istenmekte. İkinci ve daha tehlikeli olansa, tabanın gösterdiği büyük basınçtan ötürü sendika bürokratları bağlı oldukları konfederasyonlara basınç uygulamakta ve konfederasyon bürokrasileri bu basınca yanıtlar üretmek durumunda kalırken, tüm dikkatlerini seferberliklerin diğer konfederasyonlar ve sosyalist sol ile birleşmesini engellemeye vermekteler.
Tüm sınırlılığına rağmen işçi sınıfının mevcut örgütlü gücü dahi işçi düşmanı ekonomi politikalarını püskürtebilecek güçte. Mevcut durumda sendikalara olan eğilimin mücadeleci yeni bir işçi kuşağının habercisi olduğunu söylemek için henüz erken olsa da, birleşik mücadele ihtiyacının dillendirilmesi bunun vurgulanması ve artan yoksulluk karşında buna dair kimi adımların atılması, bu mücadeleci işçi kuşağının alana çıkmasını sağlayabilir.
Birleşik bir mücadele programını önermek ve bunun çağrısını yaparken de işçi sınıfının devrimci partisini inşa etmeyi tam da bu görev etrafında sürdürmek… İşte bu ikili görev “çağımızın bunalımına damga vuran” kilidi açacak anahtar olmayı sürdürüyor.
- Bu rakamlar, 187 ILO Üye Devleti’nden 142’sine ait sendika üyeliği ve istihdam verilerini içermektedir: Afrika’dan 40, Amerika kıtasından 29, Asya ve Pasifik’ten 34 ve Avrupa’dan 39 ülke. İç savaş yaşayan veya güvenilir veri elde edilemeyen ülkeler dahil edilmemiştir. İstihdam verileri ILOSTAT’tan alınmış olup, en yakın yıl için hanehalkı anketlerine ve serbest çalışan işçilerin tahmini payına dayalı projeksiyonlara dayanmaktadır.
Kaynak: ILOSTAT; OECD-Amsterdam İleri Düzey Çalışma Araştırmaları Enstitüsü (AIAS) Sendikaların Kurumsal Özellikleri, Ücret Belirleme, Devlet Müdahalesi ve Sosyal Paktlar veritabanı (OECD-AIAS ICTWSS veritabanı); ILO modelleme tahminleri, Kasım 2016. ↩︎