“Tanrı bilinci insanın kendi bilinci; Tanrı hakkında bildikleri insanın kendi hakkında bildikleridir. İnsanın kendi hakkında düşündükleri Tanrı hakkında düşündüklerine eş olduğu gibi Tanrı hakkında düşündükleri de kendi hakkında düşündüklerine eştir, bu iki durum aynıdır. İnsana göre Tanrı neyse, o, insanın kendi ruhudur: Kendi ruhu ve kalbi de onun Tanrı’sıdır. Tanrı, insanın iç doğasının dışavurumu, kendini ifade edişi, içindeki gizli kalmış hazinelerin görkemli bir biçimde açığa çıkışı, en içteki düşüncelerinin itirafı ve sevgisinin gizlerini açığa vuruşudur. (…) Dolayısıyla, bu yanlış anlamayı düzeltmek için, dinin insanın birincil olarak, ancak dolaylı yoldan kendini bilmesi anlamına geldiği söylenebilir. Bu yüzden din, insanlık tarihi boyunca hep felsefeden önce gelmiştir. İnsan, esas varlığını içinde aramadan önce onu, kendinden ayrı bir varlık olarak görür. Kendi varlığı, başka bir varlıkmış gibi onun düşüncesinin nesnesi haline gelir. (…) İnsan, kendi varlığına tapmaktadır. İnsan kendini nesnelleştirmiştir ancak, bu nesnenin kendisi olduğunu henüz anlayamamıştır; bu, sonradan çıkan dinlerde gerçekleşmiştir. (…) Bizim görevimiz kutsallık kavramının ve insanın antitezinin asılsız olduğunu göstermektir.”
– Ludwig Feuerbach, Hristiyanlığın Özü
“Bir karşıtlık nasıl çözülür? Onu olanaksızlaştırarak. Dinsel karşıtlık nasıl olanaksızlaştırılır? Dini kaldırarak. (…) Yahudi’nin, Hristiyan’ın ve genel olarak dinsel insanın politik özgürleşmesi, devletin Yahudilik’ten, Hristiyanlık’tan ve genel olarak dinden özgürleşmesidir.”
– Karl Marx, Yahudi Sorunu
Marksistler tarikatları, onların sınıflar mücadelesinde oynadıkları nesnel rol üzerinden değerlendirirler
Çeşitli kurumların sınıfsal doğalarını ve politik karakterini tanımlarken, o kurumların etki alanına girmiş olan insanların bu kurumlarla kurdukları ilişkinin duygusal içeriğini hesaba katmayız. Bunun nedeni bu kurumların öznel değil, nesnel bir tanımlamasına ulaşmak istiyor olmamızda yatar. Burjuva Türk devletinin sınıfsal doğası ile politik karakterinin tanımına, Türkiye yurttaşlarının genelinin Türk devleti hakkındaki duygu ve düşüncelerini merkeze alarak oluşturmayı kabul etmeyiz. Bu devletin karakterini tanımlamak için, onun sınıflar mücadelesinde oynadığı nesnel rolü analiz ederiz. Türkiye nüfusunun çeşitli kesimleri, bu devlete ne denli yoğun bir “sadakat” veya “duygusal bağlılık” hissederse hissetsin, bu durum, bizim devlete dair tanımlamamızı ve devlete dönük politikamızı değiştirmez. Yalnızca bu politikanın kitlelere taşınma biçimlerini (talepler, sloganlar, örgütlenme, acil eylem programları) üzerinde etkili olur.
Dolayısıyla çeşitli kurumları, düşünsel akımları, insan topluluklarını, toplumsal örgütlenmeleri değerlendirirken tek ölçütümüz şudur: Devrimin çıkarına olup olmadığı. Marksistler açısından Türkiye devriminin çıkarlarının üzerinde olan hiçbir sosyolojik yasa yoktur. Bütün politikalarımızı ve eylemlerimizi belirleyen en yüksek yasamız, devrimin çıkarlarının ölçüt olarak ele alınmasıdır.
Bu metot tarikatlar için de geçerlidir. Tarikatlar Türkiye sınıflar mücadelesinde nesnel olarak karşıdevrimci bir rol oynamaktadırlar. Bir yerelde bir grev yaşandığında tarikatlar sıklıkla grev kırıcılar ve patronlar için propaganda yapmakta, fabrika yönetimi adına işçileri grevden vazgeçirmeye çalışmakta, gerektiğinde işçilere saldıracak olan çeteleri bizzat silahlandırmakta ve bütün bu faaliyetleri organize etmek için de sermaye ve devletten yağlı mali yardımlar almakta ve hukuk önünde dokunulmazlık elde etmektedirler.
Bugün Türkiye’deki hiçbir tarikat çeşitli dinsel konuların işlendiği tartışma kulüpleri değildir. Tarikatların hepsi belirli politik nüfuz alanlarının (mesela bakanlıkların) satın alınmasının gerekli sermaye birikimini sağlayan şirketlere dönüşmüşledir. Türk kapitalizminin en kirli ticari ilişkilerinin merkezinde artık tarikat-şirketler de mevcuttur. Özetle, tarikat-şirketlerin Türkiye proletaryasının el konulan artık değerinden, yani işçiler ile emekçi halkın sömürülmesinden doğrudan doğruya çıkarı vardır. Devlet ve sermaye ile birlikte, artık değere el koyan ve işçi sınıfını sömüren egemen blokların organik ve politik bir parçası da, tarikat-şirketlerdir.
Tarikatlar reforma tabi tutulamazlar, dolayısıyla onlara dönük politika devrimci olmalıdır
Tam bu nedenle tarikatlar reforma tabi tutulamazlar. Nasıl ki burjuva devlet, varlık şartı işçi sınıfı ile emekçi halkın sömürüsünde yattığı için sosyalizme doğru reformist politikalar ve araçlarla dönüştürülemezse, aynı şekilde tarikatlar da, artık değere el konulması aracılığıyla palazlandıkları ve siyasal nüfuz elde ettikleri için, reformlar yoluyla karşıdevrimci niteliklerinden arındırılamazlar.
Bugün tarikatlar, vakıflar ve dernekler üzerinden çeşitli bakanlıkları kontrol eden, ihaleler üzerinden zenginleşen, devlet kademelerini kendi kadrolarıyla dolduran, kârlı ticari ilişkilere giren, doğal kaynakların yağmalanmasından yüksek kazançlar elde eden bir oligarşi mevcut. Bu oligarşinin zenginleşmesi toplumsal eşitsizliği derinleştirirken, bu zenginleşmeyi sağlayan başlıca örgütlenmelerden birisi de tarikatlardır. Bu nedenle bu oligarşinin ayrıcalıklarının mülksüzleştirilmesi ile tarikatların kapatılması, aynı politikanın farklı aşamaları olarak düşünülmelidir. Tarikatların kapatılması, işçi sınıfının bu oligarşiye ve onun ayrıcalıklarına karşı verdiği savaşımda ihtiyaç duyacağı bir önlem olacaktır. Tam de bu nedenle tarikatların kapatılması talebinin çıkış noktası sözde bir “din düşmanlığı” değil ama proletaryanın iktidar mücadelesidir.
Marksizmin karşıdevrimci aygıtlara dönük politikası, onların çeşitli reformlar aracılığıyla “demokratikleştirilmesi” değil, yok edilmeleridir. Karşıdevrimci aygıtlar reforma tabi tutulamazlar. Bu tarikatlar için geçerli olduğu kadar, mesela belediyeler için de geçerlidir. Elbette reformlar, hedefe ilerlenirken kullanılması gereken araçlar olarak değerli olacaklardır; ancak reformlar için mücadele, karşıdevrimci aygıtların yok edilmesi için verilen mücadelenin bir parçası olarak algılanmalıdır.
Dolayısıyla karşıdevrimci örgütler olarak tarikatların politik olarak bastırılmaları yeterli olmayacaktır; bu tarikatların aynı zamanda ekonomik olarak mülksüzleştirilmeleri de gerekmektedir.
Olguları iyi tanımlayalım: Tarikatlar karşıdevrimci aygıtlardır, inanç özgürlüğü ise bir demokratik haktır
Tarikat düşmanlığını din düşmanlığına (ki hatırlatalım, din düşmanlığı politik olarak meşrudur), din düşmanlığını da dine inanan insanlara karşı düşmanlığa indirgeyen sözde “özgürlükçü” bakış açısı, aslında bir karşıdevrimci yapılanmalar grubuna dönük olarak duyulan haklı devrimci öfkenin, bu karşıdevrimci yapılanmaların gerici etki alanına girmiş olan emekçilerin inanç özgürlüğüne karşı hissedildiği yönünde bir çarpıtmaya imza atarak, doğrudan doğruya emekçilerin devrimci programa kazanılmasının önünde engeller olarak devlet operasyonlarıyla dikilmiş olan bu karşıdevrimci yapılanmaların çıkarına hizmet etmektedir.
Söz konusu olan bir çarpıtmadır çünkü tarikatlar karşıdevrimci aygıtlar iken inanç özgürlüğü ise demokratik bir haktır. Bir karşıdevrimci aygıtlar toplamının varlığının sonlandırılmasını talep etmek, bu karşıdevrimci aygıtların sömürdüğü söz konusu demokratik hakkın ilga edilmesini istemek anlamına gelmez. Bu ikisinin birbirlerine indirgenmesi, sınıflar mücadelesinin nesnel alanında proletaryanın değil, sermayenin lehinedir.
Tarikatların örgütlenmesine tanınması gerektiğini söylediği özgürlüğün, kişinin inanç özgürlüğünün mantıksal bir devamı olduğunu iddia eden birisi, azılı bir işçi sınıfı düşmanıdır, çünkü inanç özgürlüğünün sahip olduğu demokratik meşruiyeti, karşıdevrimci ve işçi düşmanı yapılanmaların denetimsiz, özerk ve serbest olmaları lehine sömürmeyi istemektedir. Bu anlayış, işçi sınıfının bir kazanımı olan bir demokratik haktan, işçi düşmanı karşıdevrimci aygıtların yararlanmasını hedeflemektedir. Sonuç olarak işçi sınıfının bir kazanımını, işçi sınıfının birçok kazanımının yok edilmesini hazırlayacak kurumları meşrulaştırmak için kullanmaktadır.
Ancak demokratik haklar ile karşıdevrimci aygıtlar arasında aşılması mümkün olmayan bir çelişki vardır. Biz bu çelişkide demokratik hakların tarafında ve karşıdevrimci aygıtların karşısında yer alırız.
Karşıdevrimci aygıtlara karşı mücadele çağrısı, demokratik hakların sınırlandırılması değil, genişletilmesi çağrısıdır; dolayısıyla tarikatların kapatılması talebi ve inanç özgürlüğü bir madalyonun iki yüzüdür
Eğer tarikatların kapatılması talebi inanç özgürlüğüne aykırıysa, o halde faşist MHP’nin kapatılması talebi siyasal örgütlenme özgürlüğüne ve TİSK’in (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) kapatılması talebi de sendikalaşma özgürlüğüne aykırıdır.
Ancak durum, anlaşılacağı üzere bu değildir. MHP’nin kapatılması talebinin başlıca gerekçelerinden birisi, tam da siyasal örgütlenme özgürlüğünün korunması kaygısıdır. TİSK’in kapatılması talebinin başlıca gerekçelerinden birisi de patronların çıkarlarına aykırı olan sendikalaşma hakkının, patronlara karşı korunması gerekliliğidir. Dolayısıyla tarikatların kapatılması talebi ile inanç özgürlüğü de birbirlerine karşıt değil, birbirlerini tamamlayan unsurlardır.
Tarikatların kapatılmasını öngörmeyen bir inanç özgürlüğü talebi ikiyüzlüdür ve doğası gereği ölü doğmuştur. Tarikatların varlık amacı inanç özgürlüğünü manipüle etmek ve inanç özgürlüğünün açtığı demokratik mevzilerden yararlanarak, işçilerin ve halkın gözünde bu demokratik mevzilerin devlet ve sermaye tarafından saldırıya uğramasını meşrulaştırmaktır.
Tarikatların eleştirisi politik özgürlüğün koşuludur; “Müslüman” işçinin özgürleşmesi, onun tarikatlardan özgürleştirilmesiyle başlar
Tarikatların eleştirisinin aslında Müslümanlığın eleştirisi olduğunu ileri süren yüzsüz tahrifat ekolünün argümanlarını üretme metoduna aşinayız. On yıllar boyunca Siyonist İsrail devleti, kendisinin yayılmacı ve katliamcı politikalarının herhangi bir eleştirisinin, aslında Yahudi karşıtlığından kaynaklandığını iddia etmedi mi? İsrail devleti ve onun faşist devlet kadroları ile ideologları, antisiyonizmin aslında bir antisemitizm biçimi olduğunu uzun yıllardır ileri sürüyor. Onlar da tıpkı siyasal İslamcılar ile liberallerin tarikat sorunu karşısında yaptığı üzere, karşıdevrimci bir aygıtın (İsrail devletinin) eleştirisinin, bir demokratik hak (Yahudi inancı) eleştirisi olduğunu ileri sürüyorlar.
Bu mantığa göre Güney Afrika’daki Apartheid rejimini politik olarak eleştirmek İngiliz karşıtı bir ırkçılık veya Nazi Almanyası’na karşı olmak da Alman karşıtı bir ırkçılık olarak görülmeli.
Benzer şekilde Türk faşizminin ileri siyasal karakolları olan MHP’ye, BBP’ye, Ülkü Ocakları’na veya Alperen Ocakları’na politik olarak karşı olmak ve onların kapatılmasını talep etmek de katıksız bir Türk düşmanlığı olarak okunabilir.
Ancak bu indirgemecelik ve siyasal mantık doğru değildir. Siyonist İsrail devletinin eleştirisi, Müslüman Filistin ve Yahudi İsrail işçi sınıfının sömürgeci bir devlete karşı verdiği eleştiridir. Apartheid rejiminin eleştirisi, Güney Afrikalı siyah ve Britanyalı beyaz işçi sınıflarının ırkçı bir rejime karşı verdikleri eleştiridir. Nazi Almanyası’nın eleştirisi, Nazi subaylarının botları altında ezilmek istenen bütün halkların, azınlıkların ve Almanya işçi sınıfının soykırımcı devlete karşı verdiği eleştiridir.
Türk faşizmi ile onun kurumlarının eleştirisi de gökyüzünden düşmemiştir, Türk ve Kürt işçi sınıflarının verdikleri sınıf mücadelesinden doğmuştur. Nasıl ki “Türk” işçinin toplumsal ve siyasal kurtuluşu Türk faşizminin yenilgisine bağlıysa, “Müslüman” işçinin politik olarak özgürleşmesi de, onun tarikatlardan özgürleştirilmesine bağlıdır. “Müslüman işçi” ile tarikat arasındaki ilişkinin, söz konusu olan dinin “kutsallığı” olduğu için yukarıda verilen örneklerden farklı olduğunu ileri sürenler, “demokratik” niyetleri ne olursa olsun, katıksız gericilerdir.
Tarikatların kapatılması talebinin idari anlamı önemsizleştirilemez
Tarikatların kapatılması, gerekli bir idari önlemdir. Elbette bu idari önlem, politik ve toplumsal önlemler ile desteklenip tamamlanmadan, hiçbir sonuç vermeyecektir. Ancak onun politik ve toplumsal tedbirler ile tamamlanmasının gerekiyor olması, bu idari tedbirin önemini azaltmaz. İdari ve politik önlemler bir madalyonun iki yüzüdür; nasıl ki tarikatların etkisinin sonlandırılmasına dönük sosyopolitik önlemlerin alınmadığı ama sadece onların kapatılmasına dönük idari önlemlerin alındığı bir çizgi yetersiz ve hatalı olacaksa, salt sosyopolitik önlemlerin alınıp idari önlemlerin alınmadığı bir çizgi de sonuç vermeyecektir. Bu nedenle tarikatların kapatılması talebinin ifade ettiği idari tedbirler dizisinin politik değerinin önemsizleştirilmesine izin verilmemelidir.
Tarikatlara karşı savaşımın siyasal İslamcılığın halk arasında popülerleşmesine yardımcı olacağı argümanı kaba bir yalandır. Benzer bir mantıkla Freikorps’lara karşı mücadele Nazizmi güçlendirmiştir.
Eğer tarikatların siyasal eleştirisi ve onların kapatılması talebi, genel olarak yoksul halk kesimlerinde mekanik bir şekilde siyasal İslamcılığın popülerleşmesi olarak karşılık bulsaydı, Enes Kara’nın intiharının ardından, onun bir cemaat eliyle ölüme sürüklendiğini aktaran haberlere ve yazılara erişim engellenmez, bu haberleri kaleme alan gazeteciler işlerinden atılmaz, Enes Kara’yı anmak isteyen eylemlere yasaklar getirilmez, Enes Kara’nın ölümünden önce çektiği videonun yayınlanması yasaklanmaz, rejimin partileri ile düzen muhalefeti cemaatlerin sosyal işlevlerini aklamak için sıraya girmezdi.
Saray rejimi ve düzen muhalefeti tarikatların siyasal eleştirisi ile onların kapatılması talebi üzerinde sistemli ve kapsamlı bir toplumsal sansür uygulamaktadır. Yalnızca bu sansür ihtiyacının kendisi dahi, tarikatlara karşı geliştirilen devrimci politikanın, yoksul halk katmanlarında kitlesel bir karşılığı olduğunu ispat etmektedir.
Marksizm şu gerçeği defalarca vurguladı: Tarikatlara dönük idari önlemler, yukarıda tarif edildiği üzere ne denli önemli olsalar da yeterli değillerdir. Bu karşıdevrimci yapılanmalar, belirli bir toplumsal ve siyasal koşullar dizisinin ürünüdür. Dolayısıyla bu toplumsal ve siyasal koşulların kendisi ortadan kaldırılmaksızın, tarikatların ortadan kaldırılması da mümkün olmayacaktır. Tarikatları doğuran toplumsal ve iktisadi koşullar dizisi ise ekonominin toplumsal örgütlenişinin kapitalist karakterinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle tarikatların sosyal varlık koşullarını ortadan kaldırmayı başarabilecek olan biricik program, komünist programdır.
Dinî örgütler olarak cemaatlerin toplumun ezilen sınıflarına yönelik şiddetinin ortadan kaldırılmasını, bir bütün olarak dinî örgütleri var eden toplumsal koşulların ortadan kaldırılmasından soyutlayan veya ayıran anlayışların biricik sonucu, bu karşıdevrimci şiddetin yeniden üretiminden başka bir şey olamaz.
Peki tarikatları var eden şartlar ortadan kaldırılana dek, tarikatlara karşı önceleyici idari-siyasal adımlar atılmamalı mı? Elbette atılmalı. Atılmalı ki, bu tarikatların yeni Madımak veya Maraş pogromları organize etmeleri engellensin, böylece işçi sınıfının siyasal moralinin bozulmasının ve gericilerin güven ve cesaret kazanmalarının önüne geçilebilsin.
Tarikatlara dönük devrimci politika laissez-faire (bırakınız yapsınlar) olamaz çünkü tarikat sorunu, Türkiye demokratik devriminin gündemlerinden birisidir
Tarikat sorunu, Türkiye demokratik devriminin siyasal görevlerinin ve sorumluluklarının bir parçası olarak ele alınmazsa, daima parçalı ve hatalı bir şekilde anlaşılmaya açık olacaktır. Bu sorun, 1908’de başlayan ancak daha sonrasında yarım kalan Türkiye burjuva demokratik devriminin tamamlanmamış olmasının bir sonucudur. Demokratik devrimin görevlerinin tamamlanmamış olması, bugün tarikat sorununu en ağır biçimde yaşamamıza neden olmaktadır.
Tarikatlar aynı anda hem işçi sınıfının demokratik haklarına düzenlenen saldırıların bir aracıdır, hem de mevcut özel mülkiyet ilişkilerinin organik bir parçasıdır. Sonuç olarak demokratik hakların savunulmasıyla derinleştirilmesi ve özel mülkiyet ilişkilerinin ilga edilmesi şeklindeki politik hedefler ile tarikatların varlıkları arasında bir toplumsal çelişki söz konusudur.
Bu çelişkinin çözümü ancak Türkiye devriminin siyasal düzlemde süreklilik arz eden görevlerinin çerçevesinde gündeme gelebilir. Tarikatlara karşı verilen politik mücadelenin güvencesi idari önlemler değil, kitlelerin seferberliğidir. Zira bütün devrimci politikalarımızın ve geçiş taleplerimizin salt toplumsal ve siyasal güvencesi kitlelerin politize olması ve seferberlik haline geçmesidir. Bunun haricinde hiçbir güvencemiz yoktur.
Dinin eleştirisi politik olarak meşrudur ve inanç özgürlüğünün de şartıdır
Marx açısından dinin eleştirisi, “her türlü eleştirinin başlangıcı” idi. Dinin eleştirisinin bütün özgürlüklerin kavramsal olanaklarını yaratacak olan her şeyin eleştirisinin başlangıcı olmasından; dinin hiçbir biçimde eleştirilmemesinin, onun biçimi ile içeriğinin sahtekâr bir liberal hoşgörü ajandası çerçevesinde muhafaza edilmek istenmesinin ve dinin eleştirisinin suç sayılmasının “sivil toplumun” ve “bir arada yaşamın” başlıca koşulları olarak pazarlanmasına varan, düşünsel düzlemde gerilemeyi savunan çarpık bir anlayışla karşı karşıyayız.
Halbuki dinler de inançlar da eleştirel düşünceye ve eleştiriye açıktırlar. Dinin eleştirisi politik olarak meşrudur. Dinî inancın insanın “bireysel tercihi” olduğu ve onun, diğer insanî niteliklerden “farklı bir statüde” (sözde kutsallık statüsünde) olduğu söylenerek, dinin eleştirisi kriminalize edilemez.
Bu konuda son yıllarda yapılan en kaba ve yüzsüz saldırı, dinin eleştirisinin “halktan kopukluğun” bir nedeni veya sonucu olduğuna dair dile getirilen temelsiz yargıdır. Bu gerici yargı kendi içinde, toplumun yoksul kesimleriyle ve emekçilerle siyasal ilişkilenme ve örgütlenme oluşturan herhangi bir politik odağın, ister istemez dinî önyargılara teslim olacağı veya olması gerektiği düşüncesini içermektedir. Böylece dinin eleştirisi, dolaysız bir şekilde kaba bir “halk” karşıtlığına indirgenmektedir.
Karşıdevrimci aygıtların (tarikatların) eleştirisinin demokratik bir hakka (inanç özgürlüğüne) muhalefet olduğunu iddia eden dayanaksız mantık, burada da benzer bir rol oynamaktadır: Tarihsel olarak karşıdevrimci olan bir düşünceler ve kurumlar toplamının (genel olarak dinin) materyalist ve politik eleştirisinin, bu karşıdevrimci düşünceler ve kurumlar tarafından sömürülen sınıfların çıkarlarına aykırı olduğunu ileri sürmektedir. Böylece karşıdevrimin çıkarları ile kapitalist toplumun devrimci bir kapasiteye sahip olan biricik sınıfı olan proletaryanın çıkarları bir ve aynıymış gibi gösterilmek istenir. Tarikatlar ile dinin üzerindeki sözde kutsallık mitinden faydalanılarak, işçi sınıfı bir bütün olarak, karşıdevrimin çıkarlarının kendisinin çıkarları olduğuna inandırılmak istenir.
Sözde “halktan kopukluğu” dinin siyasal eleştirisini askıya alarak aşmaya çalışan bir anlayışın, nihayetinde halkla buluşabilmesinin halka hiçbir politik faydası olmayacaktır. Zira emekçi sınıfların siyasal olarak ihtiyacını hissettikleri araç, kendilerinin hatalı önyargılarına uyarlanıp ilkelerinden vazgeçen değil, ilkeli bir siyaset ortaya koyarak sömürülen sınıfları devrimci programa ikna etmeye çalışan bir partidir.
Son olarak, “ateizm düşmanlığı” oldukça meşru görülürken ve hatta devlet ve burjuvazi tarafından desteklenirken, “din düşmanlığının” neden gayrimeşru olduğu tartışılmalıdır. Toplumsal linç girişimlerinin (sosyal medya “linçlerinin” değil, doğrudan fiziksel linçlerin”) hedefi ilan edilenler, “vatan” ve “millet” “düşmanı” olduğu söylenenler, kriminalize edilenler, inançsızlıkları nedeniyle devlet güvenceli işlere kabul edilmeyenler, işlerinden atılanlar, yaşamlarıyla tehdit edilenler, katledilmeleri hakkında çağrıda bulunulanlar ateistlerdir. O halde “inanç özgürlüğü” hakkında atıp tutanlar, bu demokratik duyarlılıklarında samimi iseler, öncelikle “inançsızlık özgürlüğünü” savunarak samimiyetlerini gösterebilirler.
Cemaatlerin doldurduğu toplumsal boşluğu sendikalar ve işçi örgütleri doldurmalıdır
Çanakkale’de bulunan Dardanel fabrikasının kadın işçileri 9 Aralık 2021 tarihinde, fabrika içindeki çalışma şartlarına karşı taleplerini içeren bir metin yayımladılar. Bu talepler listesinin 12. maddesinde şöyle yazıyor: “İş yerinde mescit ve tüm dinî inançlara ibadet özgürlüğü!”
İnanç ve ibadet özgürlüğü kapsamında sayılması gereken bu haklı talebi hayata geçirmenin yolu dinî değil, sendikal örgütlenmedir. Proleter sekülarizmin toplumsal maddi olanaklarını yaratan da tam olarak bu ilişkidir. İşçi sınıfının inanç ve ibadet özgürlüğü taleplerini mantıksal sonuçlarına vardırarak çözebilecek olan araçlar tarikatlar değil, sınıf örgütleridir. Tarikatlar ise aksine, bu taleplerin haklılığını kötüye kullanarak ve sömürerek, işçilerin mesai saatleri dahilinde ibadet ederek kâr oranları üzerinde düşme eğilimi yaratmasını istemeyen patronların sınıfsal çıkarlarını korumaya adanmış karşıdevrimci ajanlardır. Onlar ajandır çünkü emekçiler arasında örgütlenmeye çalışırken, bunu emekçiler arasında patronların çıkarlarını savunmak için yaparlar.
Sendikalar ile sınıf örgütlerinin, işyerlerindeki çalışma rejimlerinin baskıcı karakterine karşı inanç ve ibadet özgürlüğünü savunabilmelerini ve bu özgürlüğü hayata geçirebilecek olmalarını sağlayan sosyal karakterleri, bugün tarikatların doldurdukları bütün toplumsal boşlukların doldurulması hedefiyle genişletilmelidir.
Mesela sendikalar ve sınıf örgütleri, emekçi ailelerin çocukları için yurtlar açmalıdır. Sendikalı işçilerin çocukları bu yurtlarda parasız kalabilmeli, sendikasız işçilerin çocukları ise düşük bir ücret karşılığında bu yurtlardan faydalanabilmelidir (böylece işçiler arasında sendikalaşma teşvik edilebilir).
Bu uygulamayı toplumsal alanın her köşesine doğru genişletmek mümkündür. Sendikalar ve sınıf örgütleri aşevleri, kahvehaneler, spor salonları, tiyatrolar, kütüphaneler ve benzer kurumlar ile mekanlar açabilir ve açmalıdır da. Tarikatlar bunları yapmaktadır. O halde devletin bilinçli bir şekilde tarikatlara terk ettiği bu alanlarda, sınıfın kendi “ikili iktidar organlarını” (daha doğrusu “ikili yaşam alanlarını”) yaratmaması için herhangi bir sebep yoktur.
Ancak daha da önemlisi, birçok konuda olduğu üzere bu konuda da şu ilkenin geçerli oluşudur: İşçinin sorununu işçi çözer.