Yeni Ekonomi Modeli ve Türk kapitalizminin krizi

2021 yılı boyunca yazdığımız tüm yazılarda enflasyonun giderek hızlanan bir oranda artığını ve toplumun üzerine çöken bir enkaz haline geleceğini defalarca söylemiştik. Resmî olmayan yıllık enflasyonun Enflasyon Araştırma Grubu’na göre %82,8, Steve Hanke gibi tanınmış iktisatçılara göre ise %103 olduğu bir ortamdayız (TÜİK’in manipülatif açıklamalarını ciddiye alarak bir analiz elbette yapmayacağız). Her emtianın genel fiyatının yaklaşık iki kat arttığı bir yıllık dönemde, emekçiler arasında hiç kimsenin gelirinin iki kat artmadığını göz önüne alırsak enflasyonun yeniden canavara döndüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. 

En büyük sorun hayat pahalılığıyken iktidar, içinde bulunduğumuz ekonomik durumu “yeni bir ekonomik modelimiz var; altı ay içinde şaha kalkacağız” şeklinde kimsenin inanmadığı süslü cümlelerle “bize karşı büyük bir saldırı var, hala 2001 krizinin etkilerini yaşıyoruz” gibi yine kimsenin inanmadığı cümleler arasında salınarak çelişkili açıklamalarla sunuyor. Gerçekten de kur korumalı mevduatla, düşük faizle ihracatı önceleyen ve yerli sanayinin canlandırılacağı yeni bir ekonomik model mi var karşımızda? Bu yaşadıklarımızı yeni bir düzenin doğum sancısı olarak göstermeye çalışanlara karşı şimdi biraz gerçekleri irdeleyelim.

Çöken tam olarak ne?

Türkiye, emperyalizme bağımlılığı neticesinde toplumsal artı değerin dışarıya aktığı bir ülke. Bu kapsamda küresel ekonomiye entegre olduğu her dönemde açık vermeden büyüyemez. Bu açık, çoğunlukla bütçe açığı ya da cari açık olarak tarih boyunca kendini göstermiştir.  

Türkiye 2001 krizi ve ardından gelen Kemal Derviş politikalarına kadar kamu borçlanması ve bütçe açıklarıyla büyüyen bir ülke idi. Kemal Derviş’in uyguladığı IMF programıyla kamu yerine özel sektör ve hane halkı borç stoklarını arttıran ve bütçe açığı yerine cari açıkla büyüyebilen bir ülke haline geldi. Bu yeni modelin fiili uygulayıcısı da AKP hükümetleri oldu. Fazlasıyla dış finansmana ihtiyaç duyan bu model 2008 kriziyle birlikte aksamaya başladı. 

Kamu borç stoğunu özelleştirme gelirleriyle ve dolaylı vergilerin yıllar içinde tabana yayılmasıyla azaltıldığı, buna karşılık özel sektör ve hane halkı borçluluğunun sürekli arttığı bir büyüme modelinin sürdürülebilir olmadığı ve devamlılığının dünya ekonomisinin gidişatına bağımlı olduğunu yıllar içinde defalarca vurguladık. Bu modelin sadece dış etkenlerden etkilenmediğini, iç nedenlerin de (rejim, sınıf mücadelesindeki denge) biçimlendirici olduğunu unutmamak gerek. 2018 rejim değişikliği ve hemen ardından gelen döviz krizi zaten kırılgan olan bu modeli parçalamaya başladı. İşte çöken şey tam olarak bu.

Rejim değişikliğini ekonomik mucizeyle taçlandırarak kök salmak isteyen iktidar çoklu krizler dönemine girdi. Pandemi, krizlerin hem katalizörü hem de eş değer krizler içinden sadece biriydi. Bu çoklu krizler döneminde büyüme amacıyla enflasyonu azdıracak birkaç politika uygulandı; dolar satıldı, para basıldı, kredi dağıtıldı. Dışarda da FED ve diğer emperyalist ülkelerin merkez bankalarının bir politika olarak sürdürdükleri parasal genişleme stratejilerinin enflasyonda yol açacağı artışın hissedilmeye başlandığı görüldü. Türkiye döviz krizine girerken dünya da enflasyonun doğurduğu enerji krizi mahaline girmiş bulunuyor. Çöken şey bir birikim modelidir. Ama Türkiye özelinde yeni bir büyüme modeli doğmadığı gibi böyle bir model varmış ve takır takır işliyormuş gibi sanal bir görüntü vermek istemeleri rejimin nasıl bir sıkışmışlık içinde olduğunu göstermektedir. Bu sıkışmışlık kendini emekçilere dönük bir saldırı dalgasında göstermekte. Biz buna geleceğimizin borçlulukla ipotek altına alındığı “hayat pahalılığı” diyoruz. İşte bu yüzden enkaz altındayız.

Peki ya haklılarsa?

Türk Lirası (TL) bu kadar değersizken ihracatımız neden artmasın? Yazın akın akın bu ucuz ülkeye gelecek milyonlarca turistin getireceği nakdî para bizi neden dövize boğmasın? İhracatın itkisiyle yerli mamul mal üretimini teşvik ederek ekonomi yerli ve milli bir hale getirilebilir mi? 

Aslında bu soruların cevaplarını tek tek önceki yazılarda vermiştik. Fakat burada rejimin neyi amaçladığını kendi bekâsını nerede aradığını daha iyi anlamamız gerekiyor.

Türkiye’nin ithalata bağımlılığı neticesinde sürdürülebilir bir ekonomik büyüme karşısında cari açık vermek zorunda olduğunu söylemiştik. Peki bunu tersine çevirmenin yöntemi TL’yi değersizleştirmek mi? TL değersizleştiğinde daha az malı daha pahalıya alırken daha çok malı daha ucuza satmış oluyoruz. Bu durum istenilen ihracat gelirini yaratmayı imkansızlaştırıyor. İthalata bağımlılığı azaltma hedeflenmeden ne istenilen ihracat yakalanılabilir ne de ülke cari fazla vererek büyüyebilir. Bu bağımlılık ilişkisinden kopuş için ciddi bir sanayileşme ve kurumsallaşma planı gerekiyor. Dolayısıyla ortada ithal ikamesi gibi bir politika kesinlikle yok.   

Rejimin bir diğer argümanı ise faizin düşük tutularak büyüme sağlanabileceği vaadi. Faizin de arz ve talebe göre piyasa şartlarında belirlendiği bir ortamda düşük faiz bir lütuf gibi sunuluyor. Oysa faizlerin düşmediği gibi Merkez Bankası politika faizi dışında piyasada bulunan diğer faizlerin hepsi hızla yükseldi. Hazinenin iki yıllık tahvil faiz oranı %22 düzeyinde. Yani MB bankalara %14 faizle borç veriyor, bankalar da aldıkları parayı %22 faizle Hazine’ye borç veriyor. Bu modele de düşük faizli İslamî Ekonomi diyorlar. Eğer ki bu ucube “modelin” bir adı olacaksa “finans kapitalin yararına kamunun yağmalanması” adını verebiliriz.

Haklı değiller. Argümanlarına kendileri bile inanmıyorlar. Sadece bu sömürü modelinin sermaye lehine iyileştirilmesi için emekçilerin gözüne “İslam ekonomisi” perdesi çekme derdindeler. Oysa ki bu kavramın kendisi de sorunlu. İslam ekonomisi yeni bir üretim biçimi sunmuyor. Burada kastedilen şey sadece faizin olmadığı bir iktisadi model ise bu yeni olmadığı gibi kapitalizmle bir ilgilisi bile yok. Çünkü faiz, kredi, dış ticaret ve bunlara benzer iktisadi kurum ve kavramlar kapitalizmden çok daha önce de vardı. Bunlar, kapitalist üretim ilişkilerinin ayırt edici yönleri olmadığı için bu kurum ve kavramlardaki bir değişiklik mevcut üretim ilişkilerini değiştiremez, dolayısıyla “yeni bir iktisat modelinden” bahsetmemiz mümkün değil. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinde köklü bir değişim önermeyen hiçbir şey “yeni” olamaz.

Batan geminin malları

Hazinenin yüksek faiz ile borçlanması, çeşitli enerji ve ulaşım projeleriyle özel sektöre verilen garantiler, büyük şirketlerin bir çırpıda silinen vergi borçları ve son olarak kur korumalı mevduat hesabı ile hazinenin ek faiz yükü üstlenmesi gibi tüm bu durumlar gösteriyor ki hazinenin üzerine büyük bir mali yük binmiş durumda. Kamudan aldığını özel sektöre aktaran bir kayış görevi görmekte ve bunun yanında yağmaya ve talana da açık bir konumda. Bu kadar yükü para politikalarının ve mali politikaların başındaki kişiler (ilk kez sarayın tam olarak istediği politikayı güden ve ortaklaştırabildikleri insanlardan oluştuğunu düşünürsek) koordineli bir şekilde enflasyonu daha da azdırma pahasına para basarak belli bir seviyeye kadar üstlenebilirler. Fakat bu yükün asıl taşıyıcısı vergi gelirleri olacak. A’dan Z’ye tüm vergi kalemleri ve harçlar ortalama %36 arttı. Alkol, sigara, otomobil, yakıt, elektrik ve doğalgaz gibi tüketim maddelerinden alınan vergi oranlarının ise dünyada bir örneği yok. Tek bir tanımlama yaparsak, soygun kelimesi, en iyi ifade olur. 

Üstelik bu kadar verginin bu vergilerin çoğunu veren işçi ve emekçilere geri dönmediğini, hatta çeşitli sağlık hizmetleri, ulaşım, eğitim gibi alınması gereken tüm temel hizmetlerin gün geçtikçe pahalılaştığını görüyoruz. Neden vergi veriyoruz? Şu an herkesin sorması gereken soru bu. Cevap ise acı bir gerçek: Bir avuç sermaye grubunu beslemek için… Oysa ki bu kadar vergi veren bir toplumun ulaşılabilir ve nitelikli kamusal hizmetler alması elzem olmalıydı. Üstüne üstlük vergi yükünün dolaylı yoldan emeğiyle geçinen insanlara yıkılması, vergi kaçırma yol ve yöntemlerinin artışına da yol açıyor. Toplanılması düşünülen vergi gelirlerine bu yükle ulaşılması zor.

Elektrikteki özel şirketler lehine dönüşümün bir sonucu olarak enerji ve dağıtım bedeli altında özel dağıtım şirketlerine daha çok para akması için kademeli tarife adı altında çok ciddi oranda zamlar yapıldı. Aylık 150 kwh kullanıma kadar her bir kwh için 1 TL 37 krş (bunun 79 kuruşu özel sektöre gidecek), 150 kwh üstü ise her kwh için 2 TL 6 krş (bunun da 1 TL 34 kuruşu özel sektöre gidecek) olarak belirlendi. Türkiye’deki ortalama bir hanenin aylık ortalama kwh kullanımı 253 kwh’dir. Bu da ortalama bir elektrik faturasının 417 TL olacağı anlamına geliyor. Asgari ücretli biri gelirinin yaklaşık 1/10’ini sadece elektriğe vermiş olacak. Ve bu faturanın çoğu özel elektrik dağıtım şirketlerine gidecek. Enerjide üretimden dağıtıma kadar tam kamulaştırma talebi çok önemli.  

Batan geminin mallarını tek tek sayamayız ama hazine garantili havalimanları, şehir hastanelerini, köprü ve otoyolları, kur arttıkça coşan dış borcu ve ucuz TL neticesinde yok pahasına giden limanları ve sanayi tesislerini sadece buz dağının görünen yüzü olarak görebiliriz. Öte yandan varlık fonuna ait kurumlar da satılmayı bekleyenler listesinde yerini almış durumda. 

Çözüm nerede?

Neoliberal birikim modelinde imkânsız üçlü adı verilen bir kural var. Buna göre sermaye hareketlerinin serbestliği, sabit döviz kuru ve bağımsız bir para politikasının uygulanması aynı anda var olamaz. Fakat içinde bulunduğumuz hem iktisadi hem de politik kriz, dalgalı kur içinde (sadece dövizin değil faizin de dalgalanmaya bırakıldığı rejimler) iktidarı, sermaye ve faiz kontrolü yapmaya zorluyor. Çünkü politik rejim, bekâsı için iktisadi olarak kendini sürekli kanıtlamak ve insanlara bir iktisadi mucize göstermek zorunda. Sürekli değişen MB başkanları ve bakanlar da işe yaramıyor. Serbest piyasa vurgusuyla yapılan bu küçük kontroller bir değişim yaratmadığı gibi sistem içinde kaldığı için krizi derinleştiren bir etki yapıyor. Şimdilik “altı ay içinde her şey düzelecek” ya da “seçime kadar istenilen sonuç alınacak” gibi açıklamalarla hem piyasayı hem de halkta oluşan tepkiyi geçiştirmeye çalışıyorlar. Ama nafile! 

Karşımızda bu enkazı iktidar olduğu halde nasıl kaldıracağı ve krize ne gibi bir programla çözüm getireceği belirsiz olan bir Millet İttifakı var. Fakat herkesin bildiği bir sır var ki Millet İttifakı, bu enkazı devraldığında temsil ettiği burjuva sınıfların elindeki tek seçeneğin IMF’ye gitmek ve uluslararası ticaret ve sermaye anlaşmalarını yenileyerek emperyalizmden gelecek olan parayla ekonomideki bu çöküş halini düzeltmek olduğunu biliyor. Şimdilik bu senaryo yüksek sesle dillendirilmiyor. Millet İttifakı aksini iddia etse de ekonomideki gidişatın kurumların içinin boşaltılmasıyla, kişilerin ekonomi bilmemesiyle bir ilgisi yok. Tansu Çiller’in bir ekonomi profesörü olarak ülke ekonomisini nasıl çökerttiği yakın tarihimizin bu konudaki en güzel örneğidir. Temel sorun ekonomi bilmekten öte bir grup toplumsal azınlıktaki sermayedarın ve onların beslediği kılcal alanlardaki bir grup zümrenin bu çöküş sürecinden en az zararla nasıl çıkartılacağı ile ilgilidir. Yani ortada bilinçli bir tercih var. Yaşadığımız şeye “bir saldırı dalgası” dememiz bu nedenle farazi değildir.   

İki sermaye ittifakına karşı emek ittifakının inşa edilmesi ve kendi ekonomi programıyla politika sahnesine gür bir sesle çıkmasının tam zamanıdır. Merkezî ve planlı bir ekonomik modelle tam sermaye kontrolü, üretim araçlarında kamusal denetim ve dış ticarette devlet tekeli gibi köklü ve zaruri değişimlerin olduğu bir program, tüm emekçilerin acil ihtiyaçlarının çözümünün koşullarını oluşturacaktır. 

Acil ihtiyaçları çözmeye dönük en ufak bir adım atmayan iktidarın bu enkazdan ülkeyi düze çıkarmaya gücü olmadığı gibi yeniden IMF’yi bir kurtarıcı olarak getirme planı dışında çözüm üretmeyen muhalefetin de hiçbir gücü yok. Bu ekonomik politikalar Türkiye’nin dışa bağımlılığını pekiştirmekle kalmıyor, aynı zamanda küresel ve yerel sermaye lehine emekçilerin geleceklerinin ipotek altına alınmasına sebep oluyor. “Faiz lobisiyle mücadele ediyoruz” palavrasının ardına gizlenmiş bu borca dayalı bağımlılık ilişkisi, ülkenin emek ve doğa sömürüsünün artan oranda hızlanmasını beraberinde getiriyor.

Toplumsal örgütsüzlük, sınıf içi bölünme, emek ittifakının yaratılamaması ve seçime endekslenmiş bir sermaye muhalefetinin varlığı, bırakalım devrimsel bir atılımı, en ufak bir reform sürecini bile ketlemektedir. Bu enkazı ancak mücadele eden işçiler kaldırabilir. Enkazın yükünü taşımamak için birleşik mücadeleyi ve dayanışmayı sürdürebilmek ve bu süreci politik olarak yeni ve bağımsız bir kurucu anayasayla taçlandırmak gerekiyor. Acil ekonomik taleplerin karşılanabilmesi ve ekonomide yeni bir organizasyon için temel koşul, mevcut rejim ve üretim ilişkilerinden kopuş hedefiyle mücadele etmektir. Unutmamamız gereken en kritik nokta ise bu çözümün anahtarının siyasal arenada yattığı gerçeğidir.