Türkiye’de krizin etkileri, sınıf mücadelesi ve devrimci partinin inşası

Giriş 

Eylül 2008 tarihinde açığa çıkan dünya ekonomik krizinin yıkıcı etkisi her yana yayılmış durumda. Kıtalar, bölgeler, ülkeler, toplumun en geniş kesimleri krizin yıkıcı etkilerini doğrudan ya da dolaylı şekilde yaşamakta. Tartışmasız şekilde krizin en başta gelen ve görünür yıkıcı sonucu işsizlikteki büyük artış. BM Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre 2008 sonu itibariyle 190 milyona yaklaşan dünya işsiz sayısına 2009 yılında kriz nedeniyle 50 milyon kişinin daha eklenmesi söz konusu.(1)Bu, Türkiye nüfusunun yaklaşık dört katı kadar insanın dünyada işsiz olduğu anlamına geliyor. Yoksulluk ve açlığın kentlerin bile gündelik hayatının sıradan bir parçası haline gelmesi de, krizin en az işsizlik kadar yaygın ve hayati bir diğer yıkıcı sonucu. Nitekim, kriz koşulları altında tarihte ilk defa dünyadaki açların sayısı bir milyarın üzerine çıktı. Bu 50 ülkeli Avrupa kıtasının nüfusundan daha büyük bir insan kitlesinin aç olduğu anlamına geliyor. 

Dünyadaki her altı kişiden biri aç yaşamak zorunda, aç olmayan milyarlarca insan ise işsizlik, yoksulluk, barınma, ısınma, sağlık, yetersiz beslenme gibi sorunlar içinde. Yetişkin kadın ve erkekler için dahi koşulların son derece zorlaştığı bu tablonun, çocuklar, yaşlılar, engelliler ve hastalar için daha da büyük zorluklar içermesi ise kaçınılmaz. Sayıları ILO’ya göre 220 milyon civarında olan çocuk işçi sayısının kriz koşullarında daha da artacağı korkusu bu sonuçlardan sadece biri. Yaklaşık 20 milyonu 12 yaşın altında olan bu çocuk işçileri krizin yıkıcı etkilerinden koruyabilecek bir mekanizma olmadığı da ortada. Bir milyon çocuk işçiye sahip Türkiye de bu durumdan muaf değil. 

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Ekim 2009 raporuna göre çoğunluğu çocuk olmak üzere günde 20 bin insan açlıktan ölüyor.(2) Yılda 7,2 milyon insanın açlıktan öldüğü bu dünya, bir avuç vurguncu daha çok kazansın diye bir kumar masasına döndürüldüğü için, şimdi krizle birlikte daha büyük felaketlere yelken açmış durumda… Kapitalist dünyanın burjuva devlet ve hükümetleri ise önlem adı altında sağlık ve eğitim giderlerini kesmeyi, sosyal hakları tırpanlamayı, işten çıkarma ve ücret dondurmayı/düşürmeyi, daha uzun saatler çalıştırmayı ve buna mukabil krizin baş mimarı şirketlere milyarlarca dolar kaynak aktarmayı çözüm diye dayatabiliyor. Oysa teknoloji emek üretkenliğini artıracak, daha kısa süre çalışmayla çok daha fazla üretim yapılabildiği için insanlara da daha fazla boş zaman kalabilecekti! Bu kalmadığı gibi, şimdi büyük patronlar ve hükümetleri de hep bir ağızdan işsizliğin, yoksulluğun, açlığın toplumsal bir tehdit haline geldiğini korkuyla haykırıyorlar. Lakin onları asıl korkutan krizin insanlar üzerinde yarattığı yıkım değil! Korkularının nedeni yıkımın insanlarda kitlesel isyanlara yol açma ihtimali! “Normal kapitalizm” koşullarının ürettiği işsizlik, açlık ve yoksulluk rakamları ortada. Üstelik bu “normal koşullar” patronları tatmin etmediği için, 1980’lerde daha yoğun ve yaygın sömürü anlamına gelen neoliberal saldırı politikalarını gündeme sokmuşlardı. Şimdi bu politikalar sonucunda yarattıkları dünya ekonomik krizi yetmiyor, bir de sorumlusu oldukları bu krizi bahane ederek saldırı politikalarını daha da derinleştirme peşindeler… Her zaman olduğu gibi faturayı da işçi sınıfı ve emekçi yoksullar ödesin istiyorlar. Krizin açığa çıktığı 12 ay boyunca dünyada ve Türkiye’de patronların ve hükümetlerin krizi tanımlama ve çözme yöntemi faturayı işçi sınıfına ve emekçilere ödetme konusunda ne kadar kararlı olduklarını gösterdi. Lakin bu kez fatura cüzdandakiyle ödenecek gibi bir meblağ değil; ceketi, pantolonu, ayakkabıyı da bırakmayı gerektirecek kadar kabarık… 

Böylesi bir dünya durumunun dünyada ve Türkiye’de sınıf mücadelesinin ana damarlarını etkilememesi, mücadelenin sinir uçlarında yer alması gereken işçi sınıfının politik örgütlerini harekete geçirmemesi söz konusu olamaz. Lakin bir yılını geride bırakan krizin yarattığı sosyal tahribatın işçi sınıfının politik örgütlerince durdurulamadığı, bu yönde etkin kitlesel seferberlikler yaratılamadığı da bir gerçek. Krizin 12 aylık döneminde doğrudan hedefine krizin yıkıcı sonuçlarını alan sadece iki etkin seferberlik –90 bin işçi-emekçinin katıldığı 29 Kasım 2008 Ankara Mitingi(3) ve 50 bin işçi-emekçinin katıldığı 15 Şubat 2009 Kadıköy Mitingi- düzenlendi.(4) Pekiyi, neden böyle? Bir yanda sendikal bürokrasinin –kriz süresince de net bir şekilde kendisini gösteren- işbirlikçi tutumları; diğer yanda sosyalist solun özellikle Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından giderek artan ölçüde işçi sınıfını dolayısıyla sınıf mücadelesini merkez olmaktan çıkaran politik yönelimi, bu durumun önde gelen iki temel nedenidir. Krizin yıkıcı sonuçları ve sınıf mücadelesine yansımaları ekseninde bu iki temel neden, devrimci partinin inşasıyla birlikte yazımızın da ana konusunu oluşturuyor. 

İşçi sınıfının ve emekçilerin krizin faturasını ödememe konusundaki kararlılık ve mücadelesi sadece bugünü değil yarını da doğrudan ilgilendiriyor. Çünkü krizin ilk on iki ayı, kayıpların sıradan ve geçici olmaktan öte tarihsel ve kalıcı nitelikte olabileceğini gösterdi. Çok daha yoğun yeni bir sömürü döneminin söz konusu olabileceği kadar ciddi kayıplar bunlar… Dolayısıyla, kriz koşullarında burjuvazi ve işçi sınıfının karşılıklı konumlanışını, mücadelenin genel seyrinin bugün ve yarın nelere gebe olduğunu, sınıf mücadelesi açısından ısrarla ele almanın fazlasıyla gerekli olduğu bir dönemde bulunuyoruz.

İşçi Sınıfının Kayıpları 30 Yıldır Sürüyor 

İşçi sınıfının ve emekçilerin örgütlenme, çalışma koşulları, hak ve ücretler açısından durumu mevcut dünya ekonomik kriziyle birlikte bozulmadı. Bunun 30 yıllık bir geçmişi var. 1945–1970 yılları arasındaki 25 yıl boyunca –giderek azalan ölçülerde olsa da- devam eden görece sermaye birikim artışı 1970’li yıllarla birlikte yerini durgunluğa bıraktı. Bu durum patronları yeni arayışlara itti. Bunun bir sonucu olarak patronlar dünya ölçeğinde yeni bir politik-ekonomik anlayışa yöneldi. Düşen kâr oranlarını yükseltmeyi amaçlayan bu anlayış 1970’li yılların sonlarından itibaren daha yoğun sömürü ve örgütsüzleştirme anlamına gelen neoliberalizmdi. Neoliberalizm özellikle 1980’li yıllarda ABD’de Reagen ve İngiltere’de Thatcher ile işçi sınıfına ve dünya emekçilerine yönelik bir politik-ekonomik karşı-devrim haline geldi. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması bu neoliberal saldırganlığı daha da yoğunlaştırdı. Türkiye’de de ilk kez 24 Ocak Kararları’yla 1980’de bu politikanın temelleri atıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında, 1984’te, ilk “sivil” yönetim olan Özal hükümetiyle birlikte uygulanmaya başladı ve günümüze kadar tüm burjuva hükümetleri tarafından da devam ettirildi. AKP hükümeti bu neoliberal saldırı programını son 30 yıldır en etkin uygulayan hükümetlerin başında geliyor. 

Neoliberal politikalar sonucunda, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı ve emekçiler çok önemli kayıplar yaşadı. Bugün karşı karşıya olunan dünya ekonomik krizi de bu sürecin organik bir uzantısı ve sonucu. Dolayısıyla “her şey yolunda giderken ortaya çıkan kriz iyi gidişi kötüye çevirdi” anlayışı gerçeği yansıtmıyor. Öte yandan tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hükümet ve patronlar arasında son ekonomik krizi günah keçisi ilan edip aradan sıyrılma eğilimi yaygın. Örneğin AKP hükümeti Şubat 2001 krizinin ardından kendi hükümet dönemlerinde, Ocak 2003 – Eylül 2008 arasında, 23 çeyrek üst üste ekonominin büyüme göstermesini bunun bir delili olarak sunmakta. Oysa 2002 sonu itibariyle 129,5 milyar dolar olan dış borç 2003’te 144,1, 2004’te 160,9, 2005’te 169,7, 2006’da 207,5 ve 2007’de 249,4 milyar dolara çıktı.(5) Dolayısıyla krizin açığa çıktığı Eylül 2008’in öncesinde ekonomik büyümenin bedeli dış borcun yaklaşık ikiye katlanmasına yol açmıştı. Karşı argüman dış borcun nominal olarak artmasına rağmen net dış borç stokunun Gayrisa Yurt İçi Hasılaya (GSYİH) oranının aynı dönemde yüzde 38,4’den 20,6’ya gerilemesini gerekçe göstermekte. GSYİH’ya konu olan üretim (hasıla) hesabında üretim dışı faaliyet alanları da (ticaret, nans) kullanıldığından bu hesap ancak Başbakan Erdoğan’ın, “kişi başı milli gelirimiz 10 bin doları geçti” propagandasına hizmet eder. 2008 yılı GSYİH’si 741 milyon 754 bin dolar olduğuna göre işsizlikte dünya beşincisi olsa da Türkiye’de kişi başı milli gelir 10 bin 500 dolara ulaştı demektir! 

2003–2007 döneminde Türkiye’nin dış borcu artmamış olsaydı dahi ekonomik büyüme -aynı Çin’de olduğu gibi- kendi başına bir başarı sayılabilir miydi? Kriterimiz eğitim ve sağlık başta olmak üzere sosyal hizmetlerin yaygınlaşması, alım gücünün ve hayat standardının iyileşmesi, işsizliğin azalıp ücretlerin yükselmesi, işsizlik sigortasının kullanımının yaygınlaşıp kolaylaşması, emekliliğin ulaşılabilir olması ve bir bütün olarak toplumsal refahın artması ise ekonomik büyüme döneminde, tam tersine, bu alanların tümünde gerileme yaşandı. Sadece işsizlik, yoksulluk, açlık gibi temel sorunlar sadaka ekonomisi mekanizmalarıyla görünmez kılınmaya çalışıldı. 

Ekonomik büyümenin hangi koşullarda ve ne bedeller ödenerek gerçekleştiğine dair bir örneği Liman-İş Sendikası’nın Türkiye’de İşgücünün Dönüşümü, Temel Sorunlar ve Örgütlenme: Darboğaz Nasıl Aşılmalı? başlıklı çalışmasından verebiliriz.(6) Bu çalışmaya göre her yıl Türk-İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye oldukları için 10 bin işçi işten atılmakta. Yine bu çalışmaya göre 1988’den 2008’e kadar geçen 20 yılda sendikaya üye olup toplu sözleşme kapsamında çalışanların sayısı yüzde 50’den fazla azaldı; toplu sözleşmeden yararlanmaya dayalı sendikalaşma oranı 1988’de yüzde 22,2 iken 2008’de 5,8’e kadar düştü. Ekonomik büyüme mucizelerinin gerçek arka planı budur. 

Ve bu nasıl bir ekonomik mucizedir ki, aynı kumdan bir kale gibi sahile vuran ilk dalgaların altında paramparça oluverdi. O ekonomik mucizenin yerinde yeller esiyor şimdi. 27 çeyrek kesintisiz büyüyen Türkiye ekonomisi, krizle birlikte 2009’un ilk çeyreğinde bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 13,8 daraldı.(7) Cumhuriyet tarihinde bir benzeri II. Dünya Savaşı koşullarında gerçekleşmiş bir performans bu! Yeni açıklanan üretim endeksi de, 2009 Eylül ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 7 azalma göstermekte.(8) Lakin bu öyle bir vurgun ve kumar ekonomisi ki, aralıksız 14 aydır düşen (yıllık bazda yüzde 7) sanayi üretimine rağmen İstanbul Menkul Değerler Borsası (İMKB) Sınai Endeksi 2009 yılının ilk 11 ayında yüzde 77 artabiliyor.(9) Üretim/satış/kârlılık performansının yansıması olması gereken hisse senetleri ise kendi başına bir yatırım aracı olarak var olmaya devam edebiliyor. Benzer şekilde Mart 2008 tarihinden bu yana tekstil üretimi düşmesine ve krizle birlikte bu düşüş katlanmasına rağmen İMKB Tekstil Endeksi de Ocak-Kasım 2009 döneminde yüzde 94 artış gösterebiliyor.(10) 

Kısacası minareyi çalan kılıfını da uydurmakta. Dolayısıyla üç çeyrektir küçülen Türkiye ekonomisi tablosuna bakıp faturayı patronlar ödüyor diye düşünmek çok yanıltıcı olabilir. Nitekim Ziraat Bankası 2009 yılı ilk dokuz aylık kârını yüzde 63, Garanti Bankası yüzde 48, Türk Hava Yolları yüzde 17, Sabancı Holding yüzde 41 arttırdı. Koç Holding, Vestel, Doğuş Otomotiv ve diğerleri; hepsi krizde milyarlarca lira kâr açıkladı.(11) Bu ”başarılar” başka nasıl izah edilebilir? Evet, bu kumdan kaleyi inşa eden patronlar ve hükümetleri faturayı daima işçi sınıfına ve emekçi yoksul halklara ödetmeyi çok iyi becermekte. Hükümet de başta vergi indirimi/affı olmak üzere patronlara türlü teşvik-prim desteği sundu, sunmaya devam ediyor. 

Kriz ve Sermaye Cephesinin Bakış Açısı 

Patronların krizi nasıl değerlendirdiğini en iyi anlatan açıklama ve uygulamalardan biri Sabancı Holding Başkanı Güler Sabancı’ya ait. Ağustos 2008 tarihinde Güler Sabancı lastik işçilerinin ücretlerini şöyle değerlendiriyordu: 

İşe yeni başlayan bir işçi, 6 ay çalıştıktan sonra 20 yıllık işçiymiş gibi ücret ve diğer haklara kavuşabiliyor. Böyle bir şey olabilir mi? Rahmetli Sakıp Bey, bu durumu, ’Lastik sektörünün naturası böyle oluşmuş’ diye yorumlardı. Oysa Türkiye’nin çok daha fazla üretmeye ve büyümeye ihtiyacı var. Bunu bir türlü anlatamıyoruz.(12) 

Dört ay sonra Güler Sabancı’nın fantastik ücret ve haklara sahip olunduğunu söylediği Brisa’da Aralık 2008 tarihinde kriz gerekçesiyle 64 işçi işten atıldı; geri kalan 1236 işçiye de ücretsiz izin verildi. Brisa 2008 yılını 68 milyon, 2009 yılı ilk dokuz ayını da 16 milyon 732 bin lira kârla kapattı. Kriz gerekçesiyle zarar ve tensikat açıklaması bu nedenle gerçekleri yansıtmıyor. Asıl amaç krizi gerekçe göstererek işçi sınıfının çeşitli sektörlerdeki kazanımlarını geriletmek. Güler Sabancı Ağustos 2008 tarihli konuşmasında bu konudaki gerekçe ve yol haritasını da ortaya koyuyor: 

ABD, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya’da ortalama işçi maliyeti 45 bin doların üzerinde. Türkiye’de bu maliyet 50 bin dolar. Aynı rakam Portekiz, Brezilya ve Slovenya’da 20 bin dolar civarında; Polonya, Meksika ve Arjantin’de 10 bin dolar; Romanya, Mısır, Endonezya ve Çin’de 5 bin doların altında.(13) 

Dünya ekonomik krizi Sabancı’yı Mısır, Romanya ya da maliyetlerin çok daha az olduğunu söylediği ülkelerden birine gitmekten kurtarıyor. İşten atılan milyonlar daha az ücretle çalışmaya hazır olurken çalışmakta olan işçiler de işsizlik kaygısıyla sıfır zam, ücret indirimi, ücretsiz izin gibi uygulamaları kabul etmeye zorlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Kasım 2009’da yayınladığı Ağustos 2009 dönemli işsizlik rakamlarına göre Türkiye işsizlikte dünya beşincisi, Avrupa ikincisi durumda.(14) 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira olan Sabancı Holding’in 2009 yılı ilk dokuz ayı net kârını da yüzde 41 arttırması (1 milyar 57 milyon kâr) bu işsizlik ve kriz koşullarını ne kadar iyi kullandığını göstermekte. Türkiye’nin en büyük 500 şirketinin son çeyrekteki krize rağmen 2008 net satış kârlarını yüzde 16,3 oranında arttırması (11,2 milyar lira) Sabancı örneğinin sermaye cephesinin geneli için geçerli olduğunun kanıtı.(15) Sermaye cephesinin kriz zararı ancak kârdan zarar olarak açıklanabilir. 

Krizin İlk Yıkıcı Sonucu: Kitlesel İşten Çıkarmalar 

Diğer tarafta aynı kriz koşulları altında örneğin Türk-İş 8. Bölge Temsilcisi Mehmet Kanca’nın verdiği bilgiye göre Bursa’da 2009 yılının ilk beş ayında 27 bin 695 kişi işten çıkarıldı, sadece bin 220 kişi yeni bir iş bulabildi. Kanca’ya göre Bursa’da kriz nedeniyle 2008 yılında da 56 bin 200 kişi işini kaybetti.(16) Ve en iyimser tahminle Türkiye’de, örneğin TÜİK’in resmi verilerine göre, 2009 Ağustos itibariyle bir önceki yıla göre işsiz sayısı 927 bin (yüzde 13,4) arttı. Bu toplam 3 milyon 429 bin işsizin yüzde 17’si tarım dışı işsiz iken genç nüfus işsizlik oranı ise yüzde 23,5 olarak gerçekleşti.(17) TÜİK’in iş bulmaktan umudunu kesenleri, geçici/mevsimsel işçileri, görünmeyen emeğiyle dört duvar arasındaki kadınları hesap dışarı bıraktığı için bilimsellikten uzak olan ve gerçeğin sadece küçük bir kısmını yansıtan bu veriler dahi yeterince korkunç. Yine bu verilere göre her 100 kişiden 45,7’si herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı değil. Çalışmakla ancak yoksul bir hayat sürme şansını yakalayabildiğini, çalışmayanın zaten doğrudan aç ve açıkta kalma tehdidi altında yaşadığını gösteren rakamlar bunlar. 

Kitleler halinde işten atılan, zorunlu ücretsiz izinlere çıkarılıp ücretleri dondurulan hatta indirilen ve çalıştığı takdirde de ancak yoksul bir hayat yaşayacak kadar ücret alabilen işçi sınıfı, krize karşı şimdiye dek neden kitlesel etkin bir cevap üretemedi? Bu sorunun cevabının ipuçlarını krizin başlarında gerçekleşen şu örneklerde bulmak mümkün: Kriz bahane edilerek sendikalı olan işyerlerinde de işten çıkarma ve ücretsiz izin saldırıları gerçekleşmeye başlıyor. Türk-İş bu çerçevede bir “Krize Karşı Emek Masası” oluşturuyor. Bu bilgilere göre işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarının otomotiv-metal, çimento-seramik, tekstil ve gemi yapımı sektörlerinde yoğunlaştığını görüyor. Verilere göre Şubat 2009’da Türk Metal üyesi 4 bin 208 işçi işten atılıp, bin 150’si de zorunlu ücretsiz izne çıkarılıyor. Yine çimento/seramik sektöründe örgütlü Çimse-İş üyesi bin 233 işçi de işten atılıp, 2 bin 217’si de ücretsiz izne çıkmak zorunda bırakılıyor. Aynı dönemde Genel Maden-İş, Ağaç-İş, TEKSİF, Tek-Gıda-İş, TÜMTİS ve Türk Harb-İş üyesi binlerce işçi de benzer durumu yaşıyor. Kısacası, Şubat 2009’da Türk-İş üyesi 5 bin 766 işçi kriz bahanesiyle işten atılıyor, 4 bin 139 işçi de zorunlu ücretsiz izine çıkarılıyor. Böylece kademe kademe Eylül 2008 – Şubat 2009 süreci boyunca çeşitli sektörlerden Türk-İş üyesi yaklaşık 35 bin işçi işten atılmış oluyor. Aynı dönemde, yaklaşık 12 bin Türk-İş üyesi işçiye ücretsiz, 19 bin işçiye de yarım ücretli izin veriliyor. Bu süre boyunca Türk-İş üretimden gelen gücünü bir türlü kullanmayınca işten atma/ ücretsiz izin süreci kesintisiz devam ediyor. Eylül 2009’a gelindiğinde işten atılan Türk-İş üyesi işçi sayısı 42 bin 296’ya, zorunlu ücretsiz izne çıkarılan işçi sayısı ise 52 bin 172’ye ulaşıyor.(18) (Tablo 1)


Yaklaşık 100 bin üyesi işten atılmış ve/veya ücretsiz – yarım ücretli izne çıkmak zorunda bırakılmış Türkiye’nin en büyük sendikası bu şartlarda krize karşı üretimden gelen gücünü kullanmıyorsa ne zaman kullanacak? Bir sendika, üyesi olan işçinin işten atılmasına, ücretsiz izne çıkarılmasına karşı bir tutum geliştirmiyorsa bir sendika olarak vasfı ne olabilir? Bir işçi en zor zamanında kendisine sahip çıkmayan sendikaya neden ve ne kadar güven duyabilir? Bu şartlarda bu kriz işçi sınıfı lehine nasıl durdurulabilir? 

Türk-İş üyesi işçiler gibi Eylül 2008 – Şubat 2009 döneminde yine kriz bahanesiyle Hak-İş üyesi 7.200, DİSK üyesi 3.800 işçi işten atıldı, binlerce işçi de ücretsiz izne çıkarıldı. Saldırılar yoğun olarak tekstil, metal, petro-kimya ve gıda sektöründe gerçekleşti. Bu dönemde büyük kısmı zam ve ücret anlaşmazlığı nedeniyle DİSK’e bağlı çeşitli işyerlerinde 3 bine yakın işçi greve gitti. Tamamı anlaşmayla sonuçlandı! Anlaşmayla sonuçlanan toplu sözleşmelerin birinin ardından sendika başkanı şöyle diyordu: 

Her zaman görev ve sorumluluğunun bilinciyle hareket eden tara ar olarak sadece metal işkolunda değil diğer tüm işkollarında da masa başında tara arın mutabakatı ile sonuçlanan bir TİS sürecinin yaşanması dileğiyle…(19) 

Patron sendikası temsilcisi ise bu konuşmayı şöyle tamamlıyordu; 

Sosyal tara ar olarak ülkemizin içinde bulunduğu kriz döneminde üzerimize düşeni yaptık ve her iki tarafın da menfaatlerini gözeten bir sözleşmeye zamanında imza attık. Ülkemiz, böylesi kriz dönemlerini birlik beraberlik ruhu içerisinde atlatmayı her zaman başaracaktır…(20) 

Evet, o birlik ve beraberlik ruhu içinde yüz binlercesi sendikalı olmak üzere milyonu aşkın işçi işten atıldı. Ezici çoğunluğu yeniden iş bulamadı, çok azı işsizlik sigortasından yararlanabildi ve birçoğunun zaten kaydı bile yoktu. Tekrar sormak gerekiyor, “Her zaman görev ve sorumluluğunun bilinciyle hareket eden tara ar” varken bu kriz işçi sınıfı lehine nasıl durdurulabilir? On binlerce üyesi işten atılmış, ücretsiz izne çıkmak zorunda bırakılmış, ücreti düşürülmüş sendikalar işçileri için örgütlü oldukları tüm işyerlerinde üretimden gelen güçlerini kullanmıyorsa, mücadeleyi birleştirmek için seferber olmuyorsa nasıl olacak da krizin faturasını işçiler değil de patronlar ödeyecek? Sendikası, sigortası, yemek-yol parası olmadan çalışan milyonlarca işçi-emekçi ne yapacak? Krizde önce onlar sokağa atıldılar! İşinden olmuş ve zaten uzun zamandır işsiz olan bu durumdaki milyonlarca işçi, sınıfının örgütlü kesimleri mücadelenin başını çekmezse nasıl birlik ve mücadelenin öneminin bilincine varacak? Bu soruların yanıtı sendikaların mücadele içindeki mevcut durumları ele alınmaksızın verilemez. 

Kriz Karşısında Açığa Çıkan İlk Mücadele ve Sonuçları 

Patronlar dünya ekonomik krizini işten çıkarmalar için güçlü bir gerekçe haline getirdi. Krizin Eylül 2008’de açığa çıkışıyla birlikte birçok işyerinde tensikat uygulamaları da başladı. TUİK’in resmi rakamlarına göre Ağustos 2009 itibariyle son bir yılda yaklaşık bir milyon işçi işsizler ordusuna katıldı. İşten çıkarma dışında kriz boyunca ücretsiz izin, ücret düşürme/dondurma, sosyal haklarda kısıntı uygulamaları da yaygın şekilde gerçekleşti. Kriz, sendikal hakların gasp edilmesi için de bir gerekçe haline getirildi. Birçok işyerinde sendikalaşma mücadelesi veren işçiler toplu şekilde işten çıkarıldı. Bu saldırı ve hak gasplarına karşı işçiler de birçok grev ve direniş gerçekleştirdi. Bu mücadelelerin bir kısmı kazanım, bir kısmı yenilgiyle sonuçlandı. Bir kısmında ise işçiler mücadeleye halen devam etmekte… Bu grev ve direnişlerin ortak eksikliği/zayıflığı başka grev ve direnişlerle birleşememesi oldu. 

Sendikalı olmayan işyerlerinin büyük çoğunluğunda mücadele veren işçiler seslerini ya hiç duyuramadı ya da çok kısa süre içinde izole edildi. Sendikasız işyerlerindeki mücadeleler genellikle maaş geciktirme, eksik ödeme, ücretsiz izin, tazminatsız işten çıkarma ve işyeri kapanması gibi nedenlerle gerçekleşti. Bu tür işyerlerinde kısa süreli direnişlerin ardından işçilerin dayanma güçleri genellikle azaldı/kırıldı. Mücadele çoğunlukla işe iade davası açılarak mahkeme salonlarına taşındı. İşçiler bu tür davaları büyük oranda kazansalar da işverenler işyerlerini taşıyarak, ismini değiştirerek, yakınlarına devrederek genellikle işe iadenin gereğini yerine getirmedikleri gibi i as göstererek işçilere kazandıkları tazminatlarını da ödememenin, geciktirmenin yollarını buldular. Selga Tekstil (İstanbul Sultançiftliği), BJ Tekstil (İstanbul Hadımköy), Cesur Çuval (İstanbul Kartal), Akçakoca Çınar Boru (Zonguldak), Meha Tekstil (İstanbul Gaziosmanpaşa), Kurtiş Matbaacılık (istanbul Topkapı), Entes Elektronik (İstanbul Dudullu), İzmir Kent AŞ (İzmir) bu duruma örnek mücadele ve direnişlerin yaşandığı işyerlerinden bazıları… 

Bunlardan Selga Tekstil’de kısa süreli işyeri işgali de yaşandı.(21) Selga Tekstil’de mücadelenin temel nedeni kriz bahanesiyle ücretlerin düzenli ödenmemesiydi. Bu nedenle işçiler çeşitli tarihlerde (Aralık 2008, Ocak 2009 gibi) eylemler gerçekleştirdiler. 

Ücret ödemelerinde herhangi bir düzelmenin olmaması, patronun Adana’da yeni bir fabrika kurup işyerindeki makineleri de bu yeni fabrikaya taşımak için kaçırma girişiminde bulunması sonucu işçiler fabrikayı işgal edip direnişe başladılar. Patron polis çağırarak fabrikayı kuşattırdı. İşçilerin aileleri de fabrika önüne gelip direnişe katıldılar, ama saatler süren mücadele sonunda polis zoruyla fabrika boşaltıldı. Çok sayıda işçi yaralanıp, gözaltına alındı… İşçiler cesaret ve kararlılıkla mücadele etseler de tek tek işyerlerinde kalıcı sonuçlar almak olanaklı olmadığı için Selga Tekstil işçileri haklı oldukları bir davada mağdur duruma geldiler. Mücadele birleştirilemediği, işçilerin birliği sağlanamadığı sürece de bu sonuçların ortaya çıkması kaçınılmaz olacak. 

Sendikal faaliyet/örgütlenme nedeniyle işten çıkarma yaşanan işyerlerindeki mücadeleler –genelde olduğu üzere kriz döneminde de- uzun bir zamana yayıldı. İşyerine sendikanın girmesini istemeyen patronlar, buna engel olmak için her tür yolu denediler. Çok azı sendika-işveren anlaşmasıyla sonuçlandı. Bu tür işyerlerindeki mücadelelerin başarısında iki faktör var: İşçilerin işyerindeki örgütlülük durumu ve sendikanın mücadele konusunda kararlı bir tutuma sahip olması. İşçiler örgütlü ve kenetlenmiş değilse mücadele istenen sonuçlara ulaşamıyor. İşçilerin örgütlülüğü sendikanın tutumunu da doğrudan etkiliyor. Bu şartlar varsa sendika direnişe sahip çıkıp işçileri maddi ve moral açıdan desteklediği ölçüde işçiler de mücadeleye devam edebiliyor; aksi durumda yüzlerce işçiyle başlayan mücadele süreç içinde onlarca işçiye düşebiliyor. Bu da sendikanın işyerinde çoğunluğu yitirmesi anlamına geliyor ki mücadele yine mahkeme salonlarına taşınıyor. Kriz süresince sendikal faaliyet nedeniyle işten çıkarma yaşanan birçok işyerinde süreç şimdi bu durumda: Direnişteki işçi sayısı başlangıca göre azaldı; mücadeleler mahkemeye yansıdı; süre uzadıkça direnişteki işçilerin maddi sorunları arttı; sendika bu ihtiyaçları gidermekte zorlanmaya, dayanışma ve katkılar da azalmaya başladı; patronlar yeni işçi aldı, üretim için yeni atölye kurdu ve/veya işleri fasona verdi… 

Tüm grev ve direnişler arasında bir eşgüdüm kurulamadığı, başta aynı işkolundaki işçiler olmak üzere tüm işçilerin birlik ve dayanışması sağlanamadığı durumda bu mücadeleler başarıya ulaşamıyor. Arada tekil başarı örnekleri olsa da bunlar sınıf mücadelesinde sonucunu işçi sınıfı lehine değiştiremiyor. Kriz boyunca sendikal faaliyet/örgütlenme nedeniyle işten çıkarma ve mücadele yaşanan bazı işyerleri şöyle: Graniser Seramik Fabrikası (Akhisar), Desa Deri (Düzce), Ünilever Depo İşçileri (Gebze Muallimköy), Tezcan Galvaniz (Kocaeli), Sinter Metal (İstanbul Dudullu), Gürsaş (İstanbul Ümraniye), E-Kart (Gebze), ATV-Sabah (İstanbul), Sabiha Gökçen Havaalanı işçileri (İstanbul), Migros Depo işçileri (Kocaeli), Renta Fabrikası (Eskişehir), Nema Makine Tekstil (Düzce), Mersin Liman işçileri, Esenyurt Belediye işçileri, Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi taşeron sağlık işçilerinin mücadelesi… Bunlardan Sinter ve Gürsaş Metal fabrikalarında kısa süreli fabrika işgali de yaşandı.(22) 

Sinter Metal işçileri mücadelelerini 11 aydır sürdürüyor. Bu süre boyunca birçok eylem, etkinlik, dayanışma düzenlediler. Başta diğer direniş ve grevlerdeki işçiler olmak üzere çok sayıda işçi de Sinter işçilerine destek verdi; Sinter işçileri de onlara dayanışmalarını sundu. Gelinen noktada Sinter işçileri kararlılıkla direnişlerine devam ediyorlar ama direnişi sürdüren işçi sayısı zaman içinde azaldı. Sinter patronu üretimine devam ettiği için üzerinde baskı yok. Sinter Metal işçilerinin verdiği mücadelenin başarıya ulaşması için sınıfın birliği ve mücadelenin koordinasyonu sağlanmalı. Sinter işçileri Birleşik Metal-İş sendikasına üyeler. Sendika yönetimi Türkiye’nin dört bir yanında birçok metal fabrikasında örgütlü! Ayrıca Birleşik Metal-İş DİSK’e bağlı bir sendika ve DİSK birçok farklı sektörde örgütlü… Sendika yönetimi Sinter Metal işçileri için, üretimden gelen gücünü, sadece birkaç saat için bile kullanmayı düşünürse mücadelenin seyri tamamen değişebilir. Böyle bir girişim birçok başka sendikanın tutumunu olumlu anlamda etkileyeceği gibi mücadele içindeki bütün işçilerin özgüvenini arttıracaktır. 

Sendikalı işyerlerindeki grev ve direnişler sendikasız ya da yeni sendikalaşmakta olan işyerlerindeki mücadelelere göre bazı farklılıklar gösterdi: Sendikalı işyerlerinin büyük çoğunluğunda kısa süre içinde uzlaşma/anlaşma sağlandı. Patronlar bu uzlaşma/anlaşma sürecinden kârlı çıkarken işçiler ciddi kayıplar yaşadı. Uzlaşma/ anlaşma gereği on binlerce işçi işten atıldı, aylar süren ücretsiz izin uygulamaları oldu, yarım ücretli çalışma devreye sokuldu, birçok sözleşme sıfır zamla bağlandı, bazı işyerlerinde işten atmama karşılığı ücretlerde indirim söz konusu oldu. Hiçbir işyerinde üretim uzun süreli aksamadı. Sendika yönetimleri mücadeleyi birleştirme ve sınıfın birliğini sağlama yönünde hiçbir girişimde bulunmadı. Göstermelik la ar ve eylemciklerle süreç idare edilmeye çalışıldı… Krizin başından bu yana gerçekleşen ve bir kısmı halen devam eden grev ve direnişler bu durumun kanıtı örneklerle dolu. Kriz boyunca Brisa (Kocaeli), Ford Otosan (Kocaeli), Oyak Reno (Bursa), Philips (Gebze), Arçelik (Gebze), Asemat (Bursa), Ereğli ve İskenderun Demir ve Çelik Fabrikaları (Zonguldak), Tofaş (Gebze), Bosch (Gebze) gibi bir çok işyerinde işten çıkarma, ücretsiz izin, ücret indirimi, işyeri kapanması gibi saldırılar ve karşısında grev ve direnişler gerçekleşti; ve sonucunda tamamında işten atma, ücretsiz izin, ücret indirimi, vardiya azaltma gibi uygulamalar üzerinde uzlaşma/anlaşma gerçekleşti… Gerekçe gösterilen kriz gerçekten işvereni bu uygulamaları almak zorunda bıraktı mı? Brisa örneği bu açıdan öğretici derslerle dolu.(23) 

Aralık 2008’de krizi gerekçe gösteren Brisa yönetimi 150 işçiyi işten attı. İşçiler işten atıldıklarını işe geldiklerinde giriş kartlarının basmadığını görerek öğrendiler. Bir önceki vardiyada çalışan işçiler arkadaşlarının işten atıldığını duyduklarında üretimi durdurup kendilerini fabrikaya kapattılar. Fabrika ilen işgal edilmiş oldu. DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının örgütlü olduğu işyerinde 1.300 işçi çalışmaktaydı. Sendika Brisa yönetimiyle yaptığı görüşmelerin ardından 64 işçinin atılması, 9 Ocak 2009 tarihine kadar üretimin durdurulması ve işçilerin bu süre boyunca ücretsiz izne çıkarılması konusunda anlaşma yaptı. Bu anlaşma sadece 64 işçinin atılmasına göz yummak anlamına gelmiyordu. Aynı zamanda farklı işyerlerinde mücadele veren/verecek bütün işçilerin özgüvenlerine indirilen bir darbeydi. Nitekim krizin henüz başlarında sendika bürokrasisinin bu ve benzeri işbirlikçi tutumlarının sonucunda işçiler krizin faturasına boyun eğmek zorunda bırakıldılar. 

Brisa ve Sabancı Holding gerçekten kriz nedeniyle zarar etti mi? Brisa 64 işçiyi attığı ve ücretsiz izne çıkardığı 2008 yılını 68 milyon lira kârla kapattı. Sabancı Holding’in 2008 yılı net kârı 1 milyar 189 milyon lira oldu. 2009 yılının ilk dokuz ayında da Sabancı Holding net kârını yüzde 41 arttırdı; 1 milyar 57 milyon kâr etti. Brisa’nın 2009 ilk dokuz aylık net kârı da 16 milyon 732 bin oldu. Görüldüğü üzere ne Brisa ne de Sabancı Holding kriz nedeniyle zarar etmedi. Sabancı Holding patronu Güler Sabancı Brisa’yı dünyanın ilk 10 lastik üreticisinden biri yapmayı hedefliyor. Lastik-İş neyi hedefliyor? Brisa ve Sabancı Holding’in kâr ettiği ortadayken işten çıkarma ve ücretsiz izin uygulamalarına neden boyun eğdi ve anlaşma imzaladı? Sonuç almak için üretimden gelen gücünü sonuna kadar neden kullanmadı? Örgütlü olduğu Sarkusyan, Çayırova, Kroman Çelik, Akkardan, ABB, Makine Tarım, Toly Metal, Areva, Bosal, Yücel Boru gibi işyerlerinde toplu iş sözleşmeleri (TİS) boyunca işçileri seferber edip her cuma günü eylemlilikler düzenleyebilen DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş sendikası aynı seferberlikleri ve mücadeleyi DİSK’in örgütlü olduğu Brisa’dan atılan 64 işçi için neden göstermedi? Yüz binlerce örgütlü işçiye sahip sendikalar işten atmaları durdurmak için ortak hareket etmezse, birleşmez ve harekete geçmezse sendikasız/örgütsüz milyonlarca işçi ne yapsın? Eskişehir ve Bilecik Bozüyük’de çalışan 2 bin Eti Gıda işçisi TİS anlaşmazlığı nedeniyle 19 Ağustos 2009’da greve çıktı. Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş sendikasına üye işçilerin grevi 9 gün sürdü ve anlaşmayla sonuçlandı. Benzer şekilde Türk-İş’e bağlı Selüloz-İş sendikasının örgütlü olduğu Halkalı kâğıt işçilerinin 17 Temmuz 2009’da çıktıkları grev de 33 gün sürdü ve anlaşma ile sonuçlandı; 2009 için %0, 2010 için 25 TL, 2011 için 90 TL zam kararıyla…(24) 

Elde edilen sonuç bir yana bütün bu örnekler sendikaların örgütlü güçlerini harekete geçirebildiklerini, geçirdiklerinde de sonuç alabildiklerini göstermekte. Bu durumda yüz binlerce sendikalı işçinin işten atılmasına, ücretsiz izne çıkarılmasına, ücretlerinin düşürülmesine göz yumulması nasıl izah edilebilir? İşçileri işten atanlar patronlar olsa da bu sürecin esas belirleyeni sendika bürokrasileridir. Ereğli ve İskenderun Demir ve Çelik Fabrikalarında örgütlü Hak-İş’e bağlı Çelik-İş’in ve Türk-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası’nın kriz nedeniyle 16 ay boyunca işçi ücretlerini %35 indiren bir anlaşma imzalaması bu gerçeğin en utanç verici örneklerinden biridir.(25) Çelik-İş ve Türk Metal yönetiminin, 1.400 işçinin işten atılmasını önlemek için bu anlaşmayı yapmaya mecbur kaldıklarını söylemesi gerçeği yansıtmamaktadır. Bu anlaşma hiçbir işçinin içine sinmediği gibi işçilere rağmen imzalanmıştır. 

Sendikaların görevi patronların mali bilançolarını düşünmek ve savunmak olamaz. Sendikaların görevi işçilerin haklarını korumak ve geliştirmektir. Bir milyonu aşkın işçi işten atılıyor, ücretsiz izne çıkarılıyor, ücret kesintisine maruz kalıyorsa sendikalar görevlerini yerine getirmiyor demektir. İşçi sınıfının gücü birliğinden gelir. Sendikaların temel görevi de bu birliği sağlamaktır. Kriz boyunca sendikal bürokrasi işçilerin birliğini sağlamak için çalışmadığı gibi izlediği işbirlikçi tutumla krizin faturasını işçilerin ödemesine neden olmuştur. Sendikal bürokrasinin bu işbirlikçi tutumu aşılmadan krizin yıkıcı sonuçlarının üstesinden gelmek olanaklı olamaz. 

Bir Yılda Bir Milyon İşsiz: İşten Atmalara Karşı Mücadele, Taleplerin Önemi 

Krizin yıkıcı sonuçlarına karşı en önemli taleplerden biri işten çıkarmaların yasaklanması talebidir. Kitlesel işten çıkarmalar sonucu bir milyonu aşkın işçinin işinden olması da bu gerçeği göstermekte. Türkiye’de TÜİK’in Ağustos 2009 rakamlarına göre 3 milyon 429 bin işsiz bulunmakta. Bir yıl önce Ağustos 2008’de 2 milyon 502 bin işsiz vardı. Resmi rakamlara göre dahi bir yılda bir milyon işsiz açığa çıktı. Çalışabilir nüfusun (51 milyon 789 bin) yarısından daha azı (25 milyon 537 bin) istihdam içinde.(26) Her bir kişinin en az üç kişinin geçimini sağladığı düşünülürse bir milyon işsiz üç milyon aç/ yoksul insana denk gelmekte. Toplam resmi işsiz sayısı 3 milyon 429 bin. Bu durumda yaklaşık 10 milyon insan işsizliğin doğrudan etkisi altında. Çalışmaktan umudunu kesenler, geçici/mevsimlik işçiler ilave edildiğinde gerçek işsiz sayısı 6,5 milyon civarında. Bu durumda yaklaşık 20 milyon insan doğrudan işsizliğin yıkıcı sonuçlarını yaşıyor. Her 10 işçiden sadece birinin işsizlik sigortasından yararlanabildiği ve bu sürenin en fazla 10 ay olduğu düşünülürse işsizlik, insanların aileleriyle birlikte aç/açık duruma düşmesi anlamına geliyor. İşten atmaların yasaklanması bu nedenle hayati bir öneme sahip. Sendikaların işten atmalara karşı kesin bir karşı duruş sergilemesi bu nedenle işçi sınıfının geleceğiyle doğrudan ilgili. 

İşsizliğin artışı, örgütsüzlüğün de artışı anlamına gelmekte. Örgütsüzlük arttıkça krizin yıkıcı sonuçlarına karşı kararlı mücadeleler geliştirmek de aynı ölçüde zorlaşmakta. İşsiz, örgütsüz milyonlarca işsizin örgütlenebilmesi için çok güçlü örgütleyicilere ihtiyaç bulunmakta. Mevcut koşullarda işçi sınıfının en başta gelen sınıf örgütleri yine sendikalar ama mevcut bürokrasilerin idaresi altında sendikaların bunu yapabilme olanağı yok. Bu durum işçi sınıfının birliği, krizin yıkıcı sonuçlarına karşı durabilme ve bu yıkıcı sonuçların kalıcı hale gelmesini engelleyebilme açısından çok ciddi bir boşluk/belirsizlik anlamına geliyor. Ne yapmalı? Kriz henüz bitmiş değil. Başta işten çıkarmalar olmak üzere krizin, diğer yıkıcı sonuçlarıyla birlikte bir süre daha devam edeceği açık. Bununla birlikte “kriz bitti!” dendiğinde işçi sınıfı için kayıpların bir anda ortadan kalkmayacağı da açık. Daha da ötesi kriz ve öncesi dönemde kaybedilmiş hakların ne kadarının geri alınabileceği de belirsiz. Kuşkusuz bunu işçi sınıfının birliği ve kararlılığı belirleyecek. Bu çerçevede hem sendikaların -özellikle son 30 yıldır süren neoliberal saldırıların da etkisi altında- geldiği noktanın ve sendikal bürokrasinin tutumunun hem de sosyalist solun -1989’da Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla birlikte- bu süreçlerle de etkileşerek geçirdiği değişimlerin sırasıyla bir değerlendirmesini yapmak gerekiyor. 

Kriz, Sendikal Bürokrasi ve Aşılması Gereken Engeller 

Uzunca süredir sendikal bürokrasinin ellerinde sendikalar birer mücadele örgütü olmaktan çıkarılıyor. İşçi sınıfının yaşadığı kayıplara rağmen sendika bürokrasileri sınıf işbirlikçi çizgilerini terk etmiyorlar. Buna bağlı olarak bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı örgütlülüğünün temel göstergelerinden biri olan sendikalılık oranları düşmeye devam ediyor. Kuşkusuz sınıf mücadelesi açısından belirleyici olan sendikaların üye sayıları/oranları değil bu örgütlerin mücadeleci nitelikte örgütler olup olmadıkları. Nitekim sendikaların üye kaybetmesinin ve sendikalılık oranlarının düşmesinin başta gelen nedeni de bu örgütlerin mücadelecilikten uzaklaşmaları. Mevcut dünya ekonomik krizinin başta işten çıkarmalar olmak üzere yıkıcı sonuçları karşısında sendikal bürokrasilerin izlediği mücadelecilikten uzak işbirlikçi tutumlar da bunun en son örnekleri. Sendikaların sınıf mücadeleci niteliklerinden uzaklaşmaları ve işbirlikçi bir çizgi izlemeleri nedeniyle işçi sınıfının sendikalara olan güveni azalmakta, sendika üyeliği gereksiz görülmekte, bu durum üye sayılarına da yansımaktadır. 

Son 30 yıla egemen olan neoliberal ekonomik karşıdevrim saldırısı enformel sektörü büyüterek, taşeron ve esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak sendikasızlaştırmayı genel bir saldırı haline getirdi. Sendika bürokrasilerinin işbirlikçi tutumlarıyla bu neoliberal saldırılar birleştiğinde günümüz örgütlenme ve sendikalaşma durumu ortaya çıktı. Mevcut dünya ekonomik krizi bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Tablo 2, Türkiye ve dünyadaki sendikalaşma oranlarının gerilemesini açık bir şekilde göstermekte.(27) (Türkiye’nin 1980 dönemine ait sendikalaşma verileri gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu için tabloda yer almadı.) Türkiye’de son 10 yılda sendikalaşma ve örgütlenme üzerinde baskılar daha da arttı ve sendikalaşma oranları daha da geriledi. Nitekim Türkiye’de 2009 yılı itibariyle sendikalaşma oranı yüzde 5’ler civarında tahmin edilmekte. 

Kuşkusuz sendikalaşma oranlarında toplu sözleşme ve grev hakkını temel almak gerekir. Bu koşullara göre 1988’de yüzde 22,2 olan sendikalaşma oranı 2007 yılında 6,1 oldu. Toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı 1995’de 1 milyon 144 bin iken bu sayı 2007’de 831 bine kadar geriledi. Tablo 3 neoliberalizmin örgütsüzleştirme saldırısının boyutlarını net bir şekilde göstermekte.(28) AKP’nin hükümet olduğu 2002–2009 döneminde de işçilerin sendikalaşma oranı yüzde 30 oranında azaldı. 

Sadece SSK’lı işçiler temel alındığında da benzer bir erime söz konusu. 1988’de SSK’lı işçilerin yüzde 45,7’si toplu sözleşme yapabilirken bu oran 2007 yılında yüzde 15,7’ye kadar geriledi AKP hükümeti döneminde erime yüzde 25’ler civarında oldu. Toplu sözleşme ve grev hakkına sahip olmak bu hakkı layıkıyla kullanabilmek anlamına gelmemekte. 1990 yılında 458 olan grev sayısı 2000 yılında 34’e, AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılın sonunda 27 iken Şubat 2009 itibariyle 10’a geriledi. (Tablo 4)(29) 

1990 yılında özel sektörde 11 bin 399 işyerinde 1.954 toplu iş sözleşmesi imzalanırken 2000 yılında bu sayı 6 bin 844 işyerinde 1.646 toplu iş sözleşmesine ve AKP’nin hükümet olduğu 2002 sonunda 7 bin 453 işyerinde 1.773 iken Şubat 2009 itibariyle 2 bin 934 işyerinde 1.052 toplu iş sözleşmesi olarak gerçekleşti. 1990’da bu toplu sözleşmelerden yararlanan işçi sayısı 483 bin 852 iken 2000 yılında bu sayı 208 bin 595 işçi ve Şubat 2009 itibariyle toplu sözleşmeden yararlanan işçi sayısı 193 bin 780 işçi oldu…(30) 

Özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalıştırma, sigorta ve haklardan mahrum çalıştırma, örgütsüzleştirme, sendikasızlaştırma, sağlık ve eğitim haklarından mahrum bırakma neoliberal karşıdevrimin öne çıkan saldırı başlıkları. Özellikle özelleştirmeler tam bir örgütsüzleştirme saldırısı. Özelleştirilen işyerlerinin bir kısmı, Et ve Balık Kurumu, SEKA ve Sümerbank örneğinde olduğu gibi tas ye edilirken bir kısmı da Erdemir, Telekom, Tekel örneklerinde olduğu gibi örgütlenmenin devamına izin vermeyen tedbirlerle yeniden yapılandı. Tas ye olmaktan kurtulan işyerlerinde sendika bürokrasileri işbirliği çizgilerine devam etmekte. Kriz bahanesiyle Erdemir işçilerinin ücretlerinden 16 ay boyunca yüzde 35 kesinti yapılmasına Hak-İş’e bağlı Çelik-İş ve Türk-İş’e bağlı Türk-Metal sendikasının onay vermesi bu durumun örneklerinden biri… 

Diğer yandan özelleştirilerek tasfiye edilen SEKA ve Sümerbank fabrika direniş örnekleri aynı işyerindeki işçilerin kendi içinde birlik ve beraberliğinin gerekli/önemli ama sonuç için yetersiz olduğunu gösterdi. Her mücadele kendi sektörünün diğer işyerleriyle birleştiği ve, farklı sektörden işyerlerinin dayanışmasını alabildiği ölçüde başarıya ulaşabilmektedir. Toplumun ezilen ve sömürülen diğer kesimlerinin desteğinin sağlanması da bir diğer önemli faktördür. Mücadeleyi birleştirip sevk ve idare edecek bir işçi koordinasyon merkezinin oluşturulması ise kalıcı sonuçlar yaratabilmek için olmazsa olmaz bir faktör olarak gözükmektedir. 

Bu yapılamadığı, mücadele birleştirilemediği için bir yandan neoliberal saldırılar diğer yandan sendikal bürokrasinin işbirliği marifetiyle özel sektörde sendikalaşma oranları tamamen dibe vurdu. 1995 yılında 5,5 milyon özel sektör çalışanı varken yaklaşık 438 bin işçi toplu sözleşmeli sendika hakkına sahipti; 2007 yılında çalışan sayısı iki kat artıp 10,5 milyona çıkmasına rağmen ise toplu sözleşme yapabilen işçi sayısı 361 bine geriledi. Sendikalaşma oranı 1995’te yüzde 7,8 iken 2007’de yüzde 3,4’e gerileyerek iki kattan fazla eridi. Tablo 5 bu erime-gerileme sürecini göstermekte.(31) 

Türkiye’de işçi sayısının 15 milyon civarında olduğu düşünülürse, toplu sözleşme ve grev hakkı olmayan sendikalar da dâhil edildiğinde, 2009 yılında gerçek sendikalaşma oranı en iyimser tahminle yüzde 5’ler civarında olabilir. 

Dünya ekonomik kriziyle birlikte işsizliğin, dolayısıyla örgütsüzlüğün daha da artması bu tabloyu daha da ağırlaştıracak. İşsizlikte tarihi bir artış, örgütsüzlükte tarihi bir gerileme ve parçalanma ve sadece kazanılmış hakların kaybıyla sınırlı kalmayacağı anlaşılan daha yoğun bir yeni sömürü döneminin içine girdiğimizi öngörebiliriz. Genelde örgütlenme ve özelde sendikal örgütlenme önünde neoliberal politikalardan kaynaklı birçok engelin olduğu ortada. Sendikal bürokrasilerin işbirlikçi tutumlarının bu durumu daha da ağırlaştırdığını net bir şekilde görüyoruz. Sendikalar üyelerine güven vermiyor ve mücadeleci unsurlar da engelleniyor. Bir bütün olarak sendikalarda işçi demokrasisinin uygulanmasının önüne set çekilmiş durumda. Kısacası sendikal bürokrasi güncel anlamda krizin yıkıcı sonuçlarına karşı işçi sınıfını harekete geçirmeyi değil durdurmayı, mücadeleyi değil işbirliğini seçerek mevcut mücadelenin birleştirilmesi önünde çok ciddi bir engel durumunda. 

Mücadeleyi birleştirmek öncelikle sendikaları mücadele örgütleri haline getirmekle olanaklı olabilir. Sendikalarda işçi demokrasisine işlerlik kazandırmak sendikaların mücadeleci sınıf örgütleri haline gelmesinde temel bir öneme sahiptir. İşçi demokrasisi; söz, yetki ve karar mekanizmalarının tüm işçilere her an, her koşulda açık olması anlamına gelmektedir. Sendikaların mücadeleci sınıf örgütleri haline getirilmesi ve işçi demokrasisine işlerlik kazandırılmasında en büyük pay sınıf bilinçli işçilere düşmektedir. Kuşkusuz sınıf bilinçli işçiler kendi politik örgütlerinde, devrimci partilerinde yer almaksızın bu müdahaleyi kendiliğindenci bir şekilde geliştirip sonuçlandıramazlar. Bunu sonuçlandırmak için işçi sınıfının devrimci partisi, sınıf mücadelesinin tam bağrına yerleşerek bu süreci sevk ve idare etmek durumundadır. Tarihsel deneyim mücadelenin kaderinin tartışmasız şekilde işçi sınıfının politik örgütünün, partisinin, varlığı ve yeterliliğiyle belirlendiğini birçok kez kanıtlamıştır. Bu nedenle işçi sınıfının politik örgütlerinin, sosyalist sol partilerin, dünden bugüne geçirdiği evrimin bir analizi gerekli hale geliyor. 

Berlin Duvarı’nın Yıkılışının Öncesi ve Sonrası 

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte sosyalist sol içinde Leninizm, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi temelindeki ayrışma daha da belirginleşmeye başladı. Bu ayrışma son 20 yıl içinde bugünkü sonuçlarına kadar ulaştı. Leninizm çağının geçtiği, artık özgürlükçü, güler yüzlü, çoğulcu bir sola ihtiyaç olduğu, diktatörlük gibi kavramların işçileri korkuttuğu, işçi sınıfının toplumun renklerinden sadece biri olduğu ve fakat toplum bir gökkuşağı gibi birçok renkten oluştuğu için bir yeni sol siyasetin de bütün bu renkleri içermesi gerektiği vs ilan edildi. Bu kesimler değişik adlara sahip olmakla birlikte ortak noktaları kendilerini 21. yüzyılın solu olarak tanımlamaları. 

Kuşkusuz 1989’un öncesinde de sosyalist sol içinde doğrudan doğruya bu temellerde birçok ayrışma yaşandı; avrokomünizm gibi. Bu ayrışmalar esas olarak Leninizmden bir kopuş biçiminde gerçekleşti. Kopuşu gerçekleştirenlerin bir kısmı sosyalizm programını tamamen terk ederken bir kısmı önce Marksizm ile Leninizm arasına kalın bir çizgi çizdi. Onlara göre Marksizm doğru Leninizm ise yanlıştı. Leninizmi bir tür aşırılık/sekterlik olarak gören bu kesimler Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrası bu kez aynı kalın çizgiyi Marx ile Marksizm arasına çizdi. Marksist olmayan Marx’ın bu yeniden keş Leninizm gibi Marksizmin de devre dışı bırakılması anlamına gelmekteydi. Tercih açıktı: Filozof Marx’a evet, komünist Marx’a hayır! Bu, Stalinizm ile Marksizm ve Leninizmi ve doğal olarak komünizmi eşitleyip hepsini birden Berlin Duvarı’nın altına gömmekti. Oysa Stalinizm, Maoizm, bunların yerel uyarlamaları olan Titoculuk, Envercilik, Castroculuk ve yine bunların birer yansıması olan gerillacılık, ulusal kurtuluşçuluk gibi akımlar Leninizmin çeşitli şekillerde yadsınıp çarpıtılmasından başka bir şey değildi. 

Proletarya Nereye Gitti? 

Leninizmin her şeyden önce Bolşevik Parti, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi olması gerçeği, bize bu yadsıma/çarpıtma tespitini yapma olanağı vermekte. Ve bizatihi Ekim Devrimi ve III. Enternasyonal’in kuruluş tezleriyle bu gerçek tarihe silinmez şekilde yazıldı. Bu durumda Marksizm ve Leninizmi geçersizleştirmek isteyenler için bir sağlam adım daha gerekliydi. Adım gecikmedi: “Elveda proletarya!” Durum açıktı; kendisi yoksa teori ve pratiğine de gerek yoktu! Olmayan proletaryanın partisi gibi doğal olarak enternasyonalizmi de gereksiz hale gelirdi… Böylece proletarya için gereksizler listesi uzadı, netleşti: Devrimine, programına, partisine, enternasyonalizmine elveda! 

Ama bir nokta hâlâ açıklığa kavuşmayı beklemekte: Yazımızın başında da ifade ettiğimiz üzere; kapitalizm koşulları altında her yıl 6 milyonu çocuk olmak üzere 7,2 milyon insan açlıktan ölüyor, 1 milyar insan aç, 250 milyon insan işsiz, 220 milyon çocuk işçilik yapmak zorunda… Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu için ücretler, çalışma koşulları ve sosyal haklar insanca yaşamaktan uzak. Buna karşı her yerde işçiler, emekçi yoksul halklar grev ve direnişlere girişiyor. İşsizlik, yoksulluk, açlık gibi temel sınıfsal sorunlar bir yeryüzü gerçeği olmaya devam ediyor. Proletarya azalmak bir yana artıyor. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, engelliler, hastalar bu zorluğu en ağır bedellerle ödüyor. Bölgeler, sını ar, cinsler, renkler, diller ve dinler arası ayrımcılık derinleşiyor. Bir bütün olarak kapitalizmin çarkları işçi sınıfını ve emekçi yoksul halkları öğütüyor. Emperyalist işgal ve saldırganlık ise tüm şiddetiyle sürüyor; savaş neticesi milyonlarca insan hayatını kaybediyor. Üstelik yeryüzündeki tüm canlı hayat bir bozulma/yok olma gerçeğiyle de karşı karşıya. Ve mevcut dünya ekonomik krizi şimdi bütün bu süreçleri daha da ağırlaştırıyor. Kısacası proletarya herhangi bir yere gitmediği gibi kapitalizm de olduğu gibi ayakta! 

Daha İnsani Bir Kapitalizm Olanaklı mı? 

Kapitalizmin tarihi daha insani bir kapitalizmin olanaksız olduğunu gösterdiği gibi sınıflar mücadelesi tarihi de iktidarların “yıkmazsan yıkılmadığını” defalarca kanıtladı. Bu noktada doğrudan doğruya iktidar hedefi içermeyen ve bu iktidar hedefinin merkezine proletaryayı yerleştirmeyen politik akımların programları kaçınılmaz şekilde kapitalist sistemin yedek lastiği olmaktadır. Kapitalizme yönelik “eleştirilerini” onun iyileştirilmesi/insanileştirilmesi üzerinden yapan bakış açısı aslında bu sistemin “aşırılıklarını” daima kabul edilebilir, sindirilebilir hale getirme işlevi yüklenmektedir. 

Kapitalizm bütünsel bir sistem! Örneğin reklam/pazarlama/tüketim sürecinin yeniden ürettiği/beslediği kadına yönelik istismar ve ayrımcılık ile çevrenin daha fazla kâr/rekabet için tahrip edilmesi ya da dünyanın kimi bölgelerinin doğal kaynakları için işgal edilmesi ile işsizlik ve açlık üreten üretim süreçlerinin varlığı birbirini tamamlamakta. Kapitalizmin ürettiği bu sorunların herhangi birine karşı sınıfsal içeriğinden ayrıştırarak duyarlılık göstermek, bu duyarlılığı başat kabul edip siyasi bir parti programı ve/veya sosyal bir hareket haline getirmek ve kapitalizmi bu çerçeveden tanımlayıp/ eleştirmek sanıldığının aksine kapitalizmi güçlendirmekte. Çevre, kadın, ulusal haklar, azınlıklar, savaş karşıtlığı gibi her biri kendi başına çok önemli olan bu konuların taraftarları arasında çok sayıda patronun, hükümet/devlet yetkilisinin bulunabilmesi hatta birçoğunun bu tür yapıların/hareketlerin başını çekmesi de bu gerçeğin bir göstergesi. Çevrenin tahribatı karşısında samimi şekilde gözyaşı döken bir patronun işçi ücretleri, sendikalaşma ve grev konusunda anında şahin kesilmesi; savaş karşıtı bir aktivistin söz konusu kendi ülkesi olduğunda taraf olmayı, savaşa taraf olmak olarak görmemesi gibi çelişkiler de hep bu durumun örnekleri. 

Gerçek bir kapitalizm teşhiri ve emek lehine sistemin dönüştürülmesi program ve mücadelesi olmaksızın bu alanların hiçbirinde sahip olunan duyarlılıklar kendi başına sonucu değiştiremez. Microsoft’un sahibi Gates’in açlık ve çocuklar üzerine kendisi gibi servet sahiplerine fırça atması ya da İshak Alaton’un açgözlü kapitalistleri gerçekten ayıplaması, mevcut Türkiye ve dünya tablosunu ne kadar değiştirebilirse bu mücadeleler de ancak o kadar değiştirebilir. Kuşkusuz bu, duyarlık sahiplerinin samimiyetiyle, niyetiyle ilgili değil. Körün li tari gibi, her duyarlılık sahibinin kapitalizmi tuttuğu yerden kavramasıyla ilgili. Üretim süreçlerini parçalayarak zihinleri de parçalayan kapitalizm, bu politik/sosyal duyarlılık alanlarında da gerçek bir yabancılaşmanın altyapısını kurarak kendisine ciddi bir avantaj sağlama becerisini göstermekte. Bill Gateslerin, İshak Alatonların dahi “başka bir dünya mümkün” ve olmalı dediği çağda söylenmesi gereken açık: “Sosyalist bir dünya mümkün!” 

“Antikapitalist” Parti ve Hareketler 

Lakin bunun için gereken; duyarlılık, niyet ve samimiyet değil merkezinde proletaryanın yer aldığı kitlelerin devrimci seferberlikleri ve bu seferberlikler içinde inşa edilen işçilerin devrimci partisidir. Ne yazık ki çeşitli toplumsal sorunlar karşısında duyarlılık ve inanç sahibi olan günümüz aktivistleri, bu inanç ve duyarlılıklarını bir tek proletarya ve onun partisine karşı göstermemekte. Kendilerini antikapitalist olarak tanımlayan, sosyal hareketlerin hareketi üzerinden konumlanan bu parti ve hareketler Türkiye’de de benzer bir şablona sahipler. Demokrasi, insan hakları, savaş karşıtlığı, kadın, çevre, ulusal haklar ve azınlık sorunları önde gelen duyarlılık noktalarını oluşturmakta. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bu duyarlılık noktalarında proletarya bağımsız ve dönüştürücü bir devrimci toplumsal güç olarak yer almamakta, sadece renklerden biri olarak kabul edilmekte. 

“Antikapitalist” partiler sınıfsal açıdan küçük burjuva (orta sınıf) bir ideolojik konumlanışa sahip olup politik programları da bu durumun bir ifadesi. Örgütlenme, mücadele araç ve yöntemleri açısından da bu toplumsal kesimlerin sınıfsal konum ve niteliklerini yansıtmakta. Toplumsal duyarlılık noktaları değiştikçe sosyal hareketin yönü de değişmekte, bir dönem savaş karşıtlığı öne çıkarken, bir başka dönem askeri darbe ve özgürlükler gündemin baş sırasına oturabilmekte. “Antikapitalist” parti/ hareket daima bu dalgaların üzerinde gezinmekte, gündemde gerileyen (çözülen değil) konulara duyarlılık derhal kaybedilebilmekte. 

Örneğin Hrant Dink’in katledilmesiyle birlikte bu sürece neden olduğu düşünülen hükümet politikaları ve yasal mevzuat -doğru bir şekilde- ciddi bir eleştiriye tabii tutuldu, bu yönde kampanyalar, gösteriler düzenlendi. Bu süreç devam ederken ortaya hükümeti hedef aldığı söylenen kimi askeri darbe girişimleri çıktı ve duyarlılık noktası derhal bu yöne kaydı. Ve Hrant Dink’in katlinden sorumlu görülen hükümet birden demokrasi mağduru kabul edilerek desteklenmesi gerekli bir kurum olarak sunulmaya başlandı. “Antikapitalist” hareketin kimi sözcüleri hükümete desteklerini açıkça ilan etti. Bu kesimlere göre hükümet ya da benzeri başka bir kurum yanlışlarında eleştirilmeli, doğrularında desteklenmelidir; ve doğruyu kim söylüyor ve yapıyorsa onunla ittifak dâhil her türlü ortaklığı kurmak gereklidir! Bu öylesine boş ve günlük bir politikadır ki herhangi bir devletin/hükümetin bu durumdakilerin desteğine hayır demesi tabii ki söz konusu olamaz. Herhangi bir burjuva devletin/hükümetin üzerinde toplumsal bir baskı oluşmadan ya da doğrudan çıkarına hizmet eden bir durum olmadan ileri/geri bir adım attığı ne zaman görülmüştür? Ne yazık ki yeri geldiğinde burjuva hükümet ve kurumlarla ve kimi “duyarlı/sanatsever” sermaye sahipleriyle ittifak kurmak antikapitalist hareketin programının kaçınılmaz bir sonucudur… Özellikle AKP hükümeti döneminde bunun bazen çevre, bazen “demokrasi”, bazen de benzeri başka bir konu temelinde gerçekleştiğine tanık olduk. 

Bu noktada “antikapitalist” hareketin bir diğer özelliğini, konuyu ön planda tutup herkesle (hükümet/devlet dâhil) ittifak kurmayı benimsediğini söyleyebiliriz. Oysa muhatap (örneğin hükümet/devlet) sınıfsal niteliğiyle gündemdeki her konuya dönemsel olarak farklı anlamlar yükler, farklı tutumlar alır. Tarihsel süreç, sınıfsal çıkar ve sınıf mücadelesinin güçler dengesi göz ardı edildiğinde, anlık olarak, AKP gibi bir hükümete dahi, evet, demokrat diyebilirsiniz. Lakin bu, gerçeğin o kadar küçük bir parçasıdır ki yanlışlanması için çok fazla beklemenize gerek kalmaz. Örneğin Başbakan Erdoğan’ın ve AKP hükümetinin son birkaç yıl içinde kadın (3 çocuk, zina), çevre (nükleer enerji, santraller), sosyal hayat (içki, evlilik), din (Alevilik), hukuk (301. Madde), demokrasi (ifade özgürlüğü ve Ermeni sorunu), Kürtler, DTP, işçiler (ayaklar baş mı olacak?), sendikalar, 1 Mayıs ve benzeri onlarca başlık altında söyledikleri (kuşkusuz yaptıkları) sıralandığında politik bir tutumu sınıfsal içeriğinden ve tarihsel bütünlüğünden koparmanın ne denli büyük bir kötülük olduğu daha açık görülebilir. 

Yeni/Değişken Toplumsal Duyarlılıklar Karşısında Sosyalist Solun Tutumu 

Kendilerini doğrudan “antikapitalist” hareketler içinde tarif etmeseler de Türkiye’deki sosyalist partilerin bir kısmı da mücadele ve örgütlenme eksenlerini ağırlıklı olarak bu yeni toplumsal duyarlılıklar çevresinde tanımlamakta. Proletarya üzerinde yükselmeyen, asli örgütlenme ve mücadele zeminini yeni/değişken toplumsal kesimler ve duyarlılıkları üzerine kuran bu sosyalist partiler de kaçınılmaz şekilde işçi sınıfının tarihsel, sınıfsal, güncel politik gerçeklerini kolaylıkla es geçebilmekte. Türkiye sınıf mücadelesinde özellikle son 20 yıldır, giderek artan ölçüde bu durum daha da ağırlık kazandı. Gelinen noktada mevcut sosyalist partilerin büyük çoğunluğu için siyasi mevcudiyetlerini hangi sınıfsal/toplumsal kesimlerin üzerine kuracağı sorusu çözülemedi! Lâfzî düzeyde bu sosyalist partilerin bir kısmı işçi sınıfından, hatta onun en yoksul kesimlerinin içinde örgütlenmekten ve temsilinden bahsetse de böyle olmadığı ortada. Kapitalizm tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşadığımız son bir yıl içinde, sınıf hareketi adına gerçekleştirilebilinen en büyük eylemlerin yaklaşık 90 bin kişinin 29 Kasım Ankara ve 50 bin kişinin katıldığı 15 Şubat Kadıköy mitingi olması bu gerçeğin bir sonucu. Sınırlı sayıda da olsa –popülerleşmediği sürece- sürmekte olan grev, direniş ve mücadelelere bu sosyalist partilerin katılım ve desteğinin azlığı da yine bu durumun göstergelerinden biri. 

Sosyalist solun hatırı sayılır bir kısmı işçi sınıfına yönelmiyorsa nereye yöneliyor? Sosyalist sol açısından Türkiye’de işçi sınıfı bir yana bırakıldığında özellikle son dönemde daha da belirgin hale gelen belirli bir toplumsal duyarlılığa ve kümelenmeye sahip 3 temel grup var: Kürtler, Aleviler (Kürt/Türk) ve kentli laikler… 

Kürtler: Uzun bir süre Türkiye solunun çeşitli akımları içinde yer aldıktan sonra büyük oranda kendi siyasi projelerine bağlandılar. Türkiye’de DTP ve PKK dışında Kürtleri kitlesel olarak bünyesinde barındırıp temsil edebilecek bir sol siyasi parti bulunmuyor. Kürtleri DTP ve PKK çizgisi dışında dönemsel açıdan kitlesel olarak temsil edebilen tek parti AKP hükümeti. Dolayısıyla herhangi bir Türkiye sosyalist partisinin Kürtleri kitlesel düzeyde siyasi olarak temsil olanağı bu aşamada yok. 

Aleviler: Cumhuriyet tarihi boyunca kitlesel olarak CHP ve türevi partilerin çizgisini izlediler. Belirli dönemlerde çeşitli sosyalist partilere oy verseler de daima soysal demokrat olarak anılan partilerin tabanını oluşturup Kemalist bir politik tutumu benimsediler. Diğer bir ifadeyle -1400’lü yıllardan başlayarak Osmanlıdan bu yana birçok dönem doğrudan mağduru olsalar da- devletçi oldular. AKP hükümetinin 3 Kasım 2002’de tek başına hükümet olmasıyla birlikte ciddi bir şeriat/gericilik algısı Alevi kitlelerde egemen olmaya başladı. Süreç içinde bu algı gerçek bir korkuya dönüştü ve devlet (özellikle Kemalist devlet) vurgusu daha da ağırlık kazandı. Bu korku ve duyarlılıklar özellikle Türk Alevileri CHP çatısı altında daha da güçlü şekilde bir araya getirdi. Diğer yandan kültürel haklar ve kimlik politikaları alanındaki gelişmeler 

Alevilerin taleplerinin kamuoyuna daha da güçlü şekilde taşınmasına olanak verdi. AKP hükümetinin de bu talepleri kendi siyasi şemsiyesi altında toplama girişimleri CHP’nin bu alandaki tekelini kıramasa da güçlü şekilde sarstı. CHP’nin Alevileri temsiline dair şüphe ve eleştiriler daha da yaygınlık kazandı. AKP hükümetinin “Alevi Açılımı”nın sağladığı meşruiyetin de verdiği özgüvenle önce Kasım 2008’de Ankara’da 150 bin, sonra Kasım 2009’da İstanbul’da 200 bin Alevi alanları doldurdu. Kuşkusuz AKP’nin Alevilerin (özellikle de Türk Alevilerin) kitlesel desteğini alması en azından mevcut koşullarda olanaklı değil. Diğer yandan CHP giderek artan ölçüde Alevilerin temsilcisi rolünü yitiriyor. Bu nedenle şimdi sosyalist sol partiler yeniden bu alana yönelmiş durumdalar. 

Kentli laikler: Kürtler ve Aleviler dışında üçüncü bir küme ise kentli laik kitleler. Aleviler gibi kentli laikler de AKP’nin hükümet olmasıyla giderek artan ölçüde politize oldular. Büyük oranda CHP’de toplandılar. Baykallı CHP’ye ciddi eleştirileri olsa da AKP faktörü nedeniyle bu seçeneği şimdilik bırakacak durumda değiller. Özellikle Cumhuriyet Mitingleri gövde gösterileri oldu. Kentli laikler içinde çeşitli sosyalist sol partilere oy verecek insanlar bulunmakta. Lakin bu insanlar da AKP karşısında güçlü bir kutup yaratmak gerektiği inancı nedeniyle eleştirel de olsa oylarını CHP’ye vermekte. 

Dolayısıyla işçi sınıfından umudunu kesmiş sosyalist sol partilerin Kürtler ve kentli laikler içinde (TKP politikaları doğrudan kentli laiklerin duyarlıklarına karşılık geldiğinden onu hariç tutarak) örgütlenme zemini olmadığı için geriye Aleviler kalıyor. Tabii ki bu yeni duruma göz kırpan sosyalist sol partiler politikalarını şimdi onların duyarlılıklarına göre yeniden şekillendirecek. Muhtemelen bu duyarlılıkların en güçlü şekilde karşılık bulacağı alan gençlik olacağı için sosyalist sol partiler mücadele ve örgütlenmelerini de öncelikle bu sektörler üzerine kuracaklar. 

Yeni/Değişken Duyarlılıklarda Bir Başka Adres: Çatı Partisi 

Bu çerçevede dönem dönem gündeme gelen bir diğer konu çatı partisi girişimi. Çatı partisi girişimi temel olarak tek başına bir kutup oluşturma gücünden uzak olan sosyalistlerin, sol liberallerin, demokratların büyük ölçüde DTP önderliğinde Kürt dinamizmine yaslanarak bu engeli aşma girişimi. İttifakın ana eksenini yine yeni/ değişken toplumsal duyarlılıklar oluşturmakta, proletarya ise söz konusu cephenin merkezi gücü olmadığı gibi sadece silik renklerinden biri durumunda. 

Özellikle seçim dönemlerinde gündeme gelen bu tür ittifakları kalıcı cephelere dönüştürmek isteyen eğilimler de bulunmakta. İster geçici ister kalıcı nitelikte olsun belli olan tek şey burada işçi sınıfı politikasının olmadığı! Mücadelenin içinde işçiler olsa da olmasa da mücadelenin konusu emek değil yeni/değişken toplumsal duyarlılıklar. 

İşçi sınıfının ve onun önderliğinde emekçi yoksul halkların kurtuluşu için eksenini Leninizm, proletarya diktatörlüğü ve proleter enternasyonalizmi olarak çizenlerle kendilerini yeni/değişken toplumsal duyarlılıklara göre tanımlayarak kapitalizmi insanileştirmeyi hedef edinenlerin doğal olarak ortak bir parti ve programda buluşma olanağı yok. 

İhtiyacımız Olan 1864’e Değil Leninizme Dönmek 

Eksenini yeni/değişken toplumsal duyarlılıklara göre çizmeyen, merkezinde işçi sınıfının yer aldığı, sınıf mücadelesi eksenini kategorik olarak kabul eden ama tarihsel açıdan bambaşka bir dönemde bulunduğumuzu söyleyen sosyalist partiler de var. Onlara göre günümüz koşulları program, örgütlenme ve mücadele açısından Leninizme ve bir Bolşevik Parti inşasına uygun değil. Bu perspektif sahipleri daha çok 145 yıl öncenin (1864, I. Enternasyonal) koşullarına benzer bir dönem içinde olduğumuz kanısındalar. Moreno, Ekim Devrimi ile Bolşevik Parti arasındaki ilişkiyi anlatırken şöyle diyor: 

Ekim Devrimi, bir çağın bitişi ile bir diğerinin başlangıcının bileşimidir. Ekim Devrimi’nin belirleyici etkeni olan Leninist parti, bir önceki çağın, dünya proletaryasının 50 yıllık yükselişinin ve zaferlerinin sonucudur. Bu çağ olmaksızın, Bolşevik Parti’nin ortaya çıkışını anlamak imkânsızdır.(32) 

Ekim Devrimi’nin gerçekleşmesine ön gelen 50 yılın üzerine 92 yıl daha eklendi. Dünya proletaryası I. Enternasyonal’den bu yana 145 yıllık muazzam bir sınıf mücadelesi deneyimine sahip durumda. Buna rağmen işçi sınıfından tamamen umudunu kesen ya da onun artık merkezi önemde olmadığını düşünen çok geniş bir sol kesim var. Birçoğu da koşulları gerekçe göstererek yeni Ekimler için yeni Bolşevik Partiler kurmanın bugün artık olanaksız olduğunu söylüyorlar. İşçi sınıfının devrimci partisinin inşası nesnel koşulların otomatik bir ürünü müdür? Moreno şöyle diyor: 

Tarihsel deneyim bir kez daha göstermiştir ki bir Bolşevik Parti’nin inşası, en tercih edilen nesnel koşullar dahi mevcut olsa asla nesnel koşulların otomatik bir ürünü olamaz.(33) 

Berlin Duvarı’nın altında kalanın Leninizm olmadığı, proletaryanın da tarihe havale edilmediği ortada. Gerçeklik bunu göstermekte. Proletarya I. Enternasyonal’den bu yana 145 yıldır birçok yenilgi ve geri çekiliş yaşamasına rağmen en umutsuz görünen durumlarda dahi kararlılıkla ayağa kalkmasını bildi. Yeniden tarih sahnesinin en önüne çıkacağı günler de uzak değil… Yeter ki işçi sınıfının duvarcı ustaları koşullara teslim olmadan, umutsuzluğa kapılmadan sınıflarının partisini en güçlü fırtınalara dayanaklı olacak şekilde ısrarla inşaya devam etsinler… 

Kasım 2009 

Dipnotlar:

1.) Bkz. http://www.ilo.org/global/What_we_do/Officialmee- tings/gb/lang–en/index.htm, erişim 20.11.2009 saat 15.00 

2.) Bkz. http://www.fao.org/hunger/en/, erişim 20.11.2009 saat 15.03. 

3.) Bkz. http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/arka-plan/236-arka-plan-mucadeleleri- birlestirelim, erişim 06.12.2009 saat 18.30 

4.) Bkz. http://www.iscicephesi.net/gundem-analiz/guncel-haber-akisi/274-15-ubat-mitingi-ten- ckarmalar-yasaklansn erişim 20.11.2009 saat 15.08. 

5.) TC Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, Kamu Finansmanı İstatistikleri, Türkiye’nin Net Dış Borç Stoku verileri; http://www.hazine.gov.tr/irj/portal/anonymous?NavigationTarget=navurl:// d86703af85f7565ea2de11c6a7b60c82.

6.) Bkz. http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=81266, erişim 20.10.2009 saat 12.45.

7.) Bkz. http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4079 erişim 20/11/2009 15.24.

8.) Bkz.  http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4113 erişim 20/11/2009 15.27.

9.) Bkz. http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2009/11/10/piyasalar_ve_sanayi_ayri_dunyalarda erişim 20.11.2009 saat 15.37. 10 Ibid. 

11.) Bkz. http://www.milliyet.com.tr/Ekonomi/HaberDetay.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=1161729&Date=19.11.2009&Kategori=ekonomi&b=HOLDINGLERE%20K%C3%82R%20 YAGDI erişim 20.11.2009 saat 15.49. 

12.) Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/9762956.asp, erişim 20.11.2009 saat 11.30. 

13.) Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/9762956.asp, erişim 20.11.2009 saat 11.30.

14.) Bkz.  http://www.radikal.com.trDefault.aspxaType=RadikalHaberDetay&Date=17.11.200 9&ArticleID=964718 20.11.2009 saat 11.45. 

15.) Bkz.  http://www.tumgazeteler.com/?a=5254373, 20.11.2009 saat 12.23.

16.) Bkz.  http://www.kocaelibilisim.com/careerread.asp?y=5014&w=17&s=84 erişim
20.11.2009 saat 15.52.

17.) Bkz.  http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4146 erişim 20.11.2009 saat 15.56.

18.) Bkz. http://www.cnnturk.com/2009/genel/01/13/otomotivin.baskentinde.rekor.isten. cikarma/508699.0/index.html erişim 20.11.2009 saat 16.06. 

19.) Bkz. http://www.lpghaber.com/Birlesik-Metal—Is-Ile-Mess-Arasinda-Anlasma-Saglandi– haberi-151461.html erişim 20.11.2009 saat saat 16.17. 

20.) Ibid.

21.) Bkz. http://www.limteris.com/haber/haber_detay.asp?haberID=457 erişim 20.11.2009 saat 16.25. 

22.) Bkz. http://www.emekdunyasi.net/tr/tags.asp?T=Sinter erişim 20.11.2009 saat 16.2.6. 

23.) Bkz. http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=21028 erişim 20.11.2009 saat 16.28. 

24.) Bkz. http://www.tumtis.org/v1/aciklamadetay.php?id=121 erişim 20.11.2009 saat 16.30.

25.) Bkz. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspxaType=RadikalHaberDetay&ArticleID=932582&Date=23.04.2009&CategoryID=101 erişim 20.11.2009 saat 16.31.

26.) Bkz. http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4146 erişim 20.11.2009 saat 16.33. 

27.) Bkz. http://www.ilo.org/public/english/dialogue/ifpdial/publ/wlr97/index.htm 25.11.2009 saat 19.36 

28.) Bkz. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı –ÇSGB- (http://www.csgb.gov.tr/articles. php?category_id=50), Türkiye İstatistik Kurumu –TÜİK- (http://www.tuik.gov.tr/yillik/Ist_ gostergeler.pdf), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu –TİSK- (http://www.tisk.org. tr/gostergeler.asp), Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu –DİSK- (http://www. disk.org.tr/default.asp?Page=Contents&CatId=9), Petrol-İş Dünya Sendikal Hareketi Dos- yaları (http://www.petrol-is.org.tr/) verileri… 

29.) Bkz. Ibid. 

30.) Bkz. Ibid. 

31.) Bkz. Ibid. 

32.) Bkz. Geçiş Programı’nın Güncellenmesi – Tez 4, Moreno.

33.) Bkz. Ibid.