Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu çoklu kriz ortamında, egemen sınıfın siyasi temsilcileri, rejimin tıkanmış olan iktisadi ve siyasi damarlarını açmak ve ihtiyaç duydukları meşruiyet zeminini takviye etmek için uluslararası arenada panzehir aramaya devam ediyor. Cumhurbaşkanı’nın BM kapsamında gerçekleştirdiği ABD ziyareti ve peşi sıra ABD’li şirketlerle yapılan uzun vadeli sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) tedariği, nükleer işbirliği ve diğer askeri ve ekonomik anlaşmalar, sadece iktisadi sözleşmeler değil, emperyalizmin küresel kriz ortamında Türkiye’nin orta-uzun vadeli askeri, politik ve diplomatik rolüyle de ilintilidir.
Enerji Bakanlığı’nın anlaşmalar sonrasında yaptığı “kaynak çeşitliliği” gibi kulağa hoş gelen, ancak sınıfsal gerçeği ve bağımlılık ilişkisini gizleyen kılıfının ardına saklanan şey, Türkiye’nin enerji bağımlılığının çeşitlenmesinden ibaret. ABD merkezli enerji devleriyle yapılan uzun soluklu LNG ve nükleer işbirliği mutabakatları, enerji bağımlılığını azaltan bir “kurtuluş” reçetesi değil, küresel emperyalist hiyerarşideki yerimizi tahkim eden yeni bir zincir olarak karşımıza çıkıyor.
ABD 2016 yılında LNG ihracatına başladı. Sadece yedi yıl sonra, 2023 itibarıyla Katar’ı geride bırakarak dünyanın en büyük LNG ihracatçısı oldu. Çin’le olan sanayi yarışında ABD bugün net enerji ihracatçısı konumunda. Fakat kamu kaynaklarını ABD’li devlere aktaran bu anlaşmalar sadece enerjiyle sınırlı değil; özellikle Eskişehir civarında bulunan, askeri teknoloji alanında kullanılan “nadir elementler” rezervleri ABD maden şirketleri eliyle işletilecek. Trump, nadir element rezervleri bulunan tüm ülkelerle bu tip maden anlaşmaları yapıyor. Çünkü ABD’nin Çin’in bu alandaki tekelini kırmaya ihtiyacı var.Enerji güvencesi masalı, aslında Amerikan hegemonyasının jeopolitik ajandasına tam entegrasyonun bedeli olarak karşımıza çıkıyor.
Eksen mi kayıyor?
Dış politikada Türkiye, uzun bir süre “denge” oyunu oynuyormuş gibi görünse de, atılan son adımlar ülkenin Batı/Amerikan eksenindeki yerini kesinleştirmektedir. NATO’nun güney kanadındaki işlevsel rolü, Avrupa’da bir işgal korkusuyla oluşturulan Rusya karşıtı cephenin aktif bir unsuru olarak yeniden teyit edilmiştir. Rusya ile kurulan ilişkinin bedeli, Batı’dan gelen ekonomik ve siyasi destekle takas edilmektedir. Bu durum, Çin ekseninde bir alternatif arayışının rejim ve devlet içindeki tüm klikler için fiyaskoyla sonuçlandığını göstermez ama rejimin kendisini ancak ABD’nin kanatları altında güvende hissetmesi ve ona olan bağımlılığı açısından pratik bir göstergedir.
Bu durumun en somut yansımalarından biri de Türkiye’nin enerji koridorları üzerindeki rolüdür. Kuzey Irak’tan (27 Eylül’de yapılan anlaşmayla) ve Bakü’den Ceyhan’a akıtılan petrolün, Türkiye’nin güvencesi ve lojistik desteği ile başta İsrail olmak üzere uluslararası pazarlara açık tutulmasıdır. Enerji Bakanlığı ne kadar inkâr etse de piyasa mekaniği bellidir: Türkiye’nin işlettiği boru hatları ve limanlar, bölgedeki kritik enerji akışının kesintisiz sürmesini, yani emperyalizmin ve onun bölgesel askeri vekili olan Siyonist rejimin enerji güvenliğinin sağlanmasını garanti etmektedir. Bu rol, rejim için sadece ekonomik bir getiri değil, aynı zamanda ABD nezdinde stratejik bir kredibilite kaynağıdır.
Ancak bu anlaşmaların sınıfsal maliyeti, sadece enerjideki eksen pekişmesiyle sınırlı değildir; doğrudan halkın alım gücüne ve ulusal sanayinin geleceğine bir darbe vurmaktadır. Yapılan anlaşmalar iç piyasada hayat pahalılığını derinleştirecek dinamikler taşıyor. Daha pahalı doğalgaz alımı üretim maliyetlerinin de artması demek. Bunun yanında ABD menşeli ürünlere yönelik gümrük vergilerinde indirim ya da muafiyet kararının sonucu ise yüksek faiz oranlarının getirdiği finansman maliyetleriyle boğuşan yerli sanayinin, vergisel avantajlarla donatılmış ABD mallarının rekabetiyle karşılaşacak olması sanayide daralma ve yeni işsizlik dalgası yaratabilir. Bu durum, yerel üretimin, özellikle yüksek teknoloji gerektiren alanlarda, ayakta kalmasını neredeyse imkânsız hale getireceği gibi bu alandaki bağımlılığı da uzun vadede garantileyecektir. Bunun yanında 20 yıl boyunca yaklaşık 70 milyar metreküp sıvılaştırılmış doğalgazın ABD’den tedarik edilmesi, 40 milyar dolarlık 255 adet Boeing alımı ve diğer taahhütler, Türkiye’nin dış borç yükünü daha da artıracaktır. Cari açığın finansmanı ve eski borçların çevrilmesi için duyulan yeni sermaye ihtiyacı, emperyalist merkezlere daha fazla taviz verilmesini gerektirirken, bu kısır döngü, Türkiye ekonomisinin finansal ve ticari bağımlılığını pekiştirmektedir.
Bedeli ne?
Bütün bu manevraların, ülkenin kaynaklarını uluslararası sermayeye peşkeş çekmenin ötesinde, rejim için hayati bir işlevi daha var: “İthal Meşruiyet” arayışı. Otoriterleşme, ekonomik kriz ve iç muhalefetin tazyiki altında, meşruiyet zeminini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan rejim, aradığı can simidini uluslararası kabulde bulmaktadır. Büyükelçi Tom Barrack’ın, Başkan Trump’a atfettiği o ifşa edici “Ona meşruiyet vermeliyiz” sözü bu gerçeği tokat gibi yüzümüze vurmaktadır. Rejimin ihtiyacı olan şey, emperyalist kutuplaşma ve gerilim altında, tüm otoriter pratiklerine rağmen ABD ve AB tarafından kabul edilmiş görünmektir. Bu, rejimin içerideki siyasi ve ekonomik açmazlarını, ABD’nin jeopolitik çıkarlarına hizmet etme karşılığında dışarıdan satın aldığı bir onay mührüdür. Bu onay, rejimin krizlerinin çözüldüğü anlamını taşımaz; sadece karşılaştığı tüm iktisadi ve politik problemleri daha az maliyetle çözmeye çalışacağını gösterir. Otoriterliğin maliyeti ile emperyalizme olan bağımlılık, Bonapartist rejimlerin küresel ölçekte güçlendiği bu çoklu kriz ortamında iç içe geçmiş durumdadır. Var olmak için daha çok bağlanmak… Kısacası, ithal edilen her bir meşruiyet kırıntısının bedeli, işçilerin sırtına yüklenen yeni bir zam ve yerli üretimin iflas eden çarkları haline gelmektedir.
Nihayetinde, bu ABD ziyareti, Türkiye kapitalizminin uluslararası sermaye ile olan yapısal bağımlılığını bir kez daha göstermiştir. Rejimin NATO’nun güney kanadı olarak ABD’ye tam teslimiyetini pekiştiren bu anlaşmalar dizisi, sadece ekonomik bir tercih değil, aynı zamanda iç politikada bir kriz rejimi olarak sürekli ihtiyaç duyduğu meşruiyetin küresel hegemonya merkezinden ithal etme çabasıdır. Kapitalizmin krizinin derinleştiği bu çağda, egemen sınıfın bu çaresiz hamlesi, Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri için daha ağır bir ekonomik yük ve daha sıkı bir siyasi baskı anlamına gelmektedir. Bağımlılık hikâyemiz, yeni bir perdeyle fakat aynı trajediyle devam ediyor. Emperyalizmden gerçek bir kopuş için derhal NATO’dan çıkılmalı, tüm yabancı askeri üsler kapatılmalı, İsrail ile, tüm iktisadi, askeri ve diplomatik ilişkiler kesilmeli ve en önemlisi dış borç ödemeleri tazminatsız derhal durdurulmalıdır.