Seçim sonuçları ve sosyalist strateji (I): Rejim

Aşağıda okuyucularımızla, 3 bölümlük bir yazı serisinin ilk kısmını paylaşıyoruz. İyi okumalar dileriz.

***

31 Mart 2024 yerel seçim sonuçları kesinleştiğinde, ortaya yeni bir Türkiye politik durumu çıktı. Bu politik durum yaygın önyargılardan, kolaycı açıklamalardan ve yüzeysel analizlerden bağımsız bir biçimde anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu metin bunu hedeflemektedir.

Rejim Bonapartist niteliğini korumayı sürdürürken, Bonapartizmin merkezî kurumu cumhurbaşkanlığı olmayı sürdürüyor

Yerel seçim sonuçlarına dair öncelikle belirtilmesi gereken en önemli iki olgu şunlardır: Türkiye rejimi Bonapartist niteliğini korumaktadır ve Bonapartist rejimin başlıca yürütme kurumu cumhurbaşkanlığı (Beştepe) olmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla yerel seçim sonuçları Bonapartizmden yarı-Bonapartizme evrilen bir sözde “demokratik” süreç başlatmadığı gibi, başkanlık rejiminin merkezî kurumunun veya kurumlarının parlamento veya belediyeler olmasını da beraberinde getirmemiştir. Bu bağlamda CHP’nin yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkması ve AKP’nin birçok büyükşehir, il ve ilçe kaybetmiş olması, rejimin siyasal, kurumsal ve sosyal mimarisinde bir değişimi beraberinde getirmemiştir. Nitekim başkanlık Bonapartizminin salt seçimler aracılığıyla dönüşüme uğratılması mevcut koşullar içinde mümkün değildir. Troçki’nin de kaydettiği üzere:

“Modern Bonapartizm henüz sınıf düşmanlıklarının açık çatışmaya yol açmadığı dönemdeki en aşırı sınıf düşmanlıklarının bir ifadesidir. Bonapartizm, sözde parlamenter hükümette ve bundan dolayı da ‘partiler üstü’ cumhurbaşkanında bir dayanak noktası bulabilir. Bu yalnızca koşullara bağlıdır.” (Lev Troçki, “Dördüncü Enternasyonal’in İspanya’daki görevleri”)

Geçmişte, burjuva Türk siyasetinin kürsülerinde ve hatta kulislerinde dahi henüz mırıldanarak tartışılmaya başlanmış olan başkanlık rejimi gündeminin, hükümet eliyle sürdürülmekte olan neoliberal ekonomik karşıdevrim nedeniyle somut bir olasılık ve olanak olarak egemen sınıfların karşısında belirdiğini ifade etmiştik. Oldukça basit bir mantıksal ilişki kurarak şunu ileri sürdük: Patronlara tanınan ekonomik özgürlükler, işçilere uygulanan siyasal baskıyı zorunlu olarak doğuracaktır. Zira burjuvazinin neoliberal politikalarla elde ettiği ayrıcalıklar sınıfsal karşıtlıkları pekiştirip derinleştirecek, bu karşıtlıkların kızışması sonucunda büyük mücadeleler gündeme gelecek (Gezi Ayaklanması, Kobane Serhıldanı, 2015 Metal Fırtınası), dolayısıyla bu mücadelelerin kapitalist üretim ilişkilerinde gedikler açmaması için, sopa kullanımını merkezine alan ve yürütme ile yasamayı kendi tekelinde tutan bir rejimin inşası, gündeme gelecektir. 14 Ocak 2012’de Türk ve Kürt işçi sınıflarını yaklaşan saldırı dalgasına karşı uyaran aşağıdaki satırlara yer vermiştik:

“Patronlar, ABD/AB emperyalizmleri, NATO, IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist-kapitalist örgütler Türkiye için neoliberalizm eksenli bir başka rota (demokratik-gericilik) çizdi. Sağ-sol liberaller bu rotayı destekledi. AKP (bir nevi Özal-ANAP’ın devamı ve yarım kalan işi tamamlamak üzere) bu neoliberal karşıdevrim programını başarıyla uyguladı. (…) AKP, neoliberal ekonomik-politik karşıdevrim saldırısını burjuvazinin genel çıkarları adına uygulayan bir hükümet. Bu neoliberal program dünyada olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltme amacını taşımakta. (…) Politik düzlemde bunun anlamı yasama ve yargı karşısında yürütmenin güçlendirilmesi. Yürütme (hükümet) lehine bu güçlenme devlet aygıtının yüksek maliyetli kabul edilen tüm ‘yüklerinden’ kurtarılması ve bürokratik yapının esnekleştirilmesi anlamına gelmekte. Rejimin ‘Kemalist’ niteliğinin yeniden tanımlanması da bu sürecin bir ürünü. Yeni anayasa, başkanlık/yarı başkanlık sistemi, Kürt sorununun burjuva çözümü vb. birçok konu-sorun bu ana başlık altında yer almakta. Kemal Derviş’in, politika ile ekonomiyi birbirinden ayırma, tüm ekonomik unsurları özelleştirme, geri kalan alanda hükümeti (yürütmeyi) çok daha etkin hale getirme anlayışı hatırlanmalı. (…) Baştaki soruya dönersek; Türkiye iyiye değil, kötüye gitmekte ama bunun nedeni/anlamı ‘dincileşmek’ değil. Kötüye gitmekte çünkü neoliberal karşıdevrim sınıf hareketini parçalayıp geriletmeyi becerdi.” (Oktay Benol, “Türkiye iyiye mi, kötüye mi gidiyor?”, İşçi Cephesi, 14 Ocak 2012)

Tam da burjuvazinin ve oligarşinin işçi sınıfına ve emekçi sınıflara yönelik şiddetlenen sömürü politikalarının parlamenter araçlarla yönetilmesinin ve uygulanmasının mümkün olamayacak bir noktaya gelebileceği ihtimali olduğu için, Türk kapitalizminin bir başkanlık rejimine ihtiyaç hissedebileceğini ileri sürdük. Dolayısıyla yürütmenin güçlendirilmesinin, despot bir yöneticinin kişisel hırslarından değil ancak Türk kapitalizminin yaşamsal ihtiyaçlarından (sermaye birikimi ile sınırötesi operasyonların meclise, yargıya veya milletvekillerinin soru önergelerine takılmaması ihtiyacı) kaynaklanacağını belirttik.

Dolayısıyla akımımız, başkanlık rejiminin varlık şartlarının seçimlerin ifade ettiği güç dengelerinde değil, ancak Türk kapitalizminin sosyo-ekonomik ihtiyaçlarında ve yönelişlerinde yattığını savunmaktadır. Bu ihtiyaçlar ile yönelişler üzerinde kapsamlı ve nitelikli bir dönüşüm ise, salt seçimler aracılığıyla yaratılamaz. Bu dönüşümün kaynağı sınıflar mücadelesidir. 

Kapitalist ekonomik karşıdevrim ve emperyalizme bağımlılık derinleşerek sürüyor

Seçim sonuçları üzerinde Mehmet Şimşek’in Erdoğan tarafından onaylanan kemer sıkma önlemlerinin bir hayli etkili olduğu doğrudur. Ancak şu önemli nüansı düşmekte fayda var: Bu seçimlerde Mehmet Şimşek’in OVP’si değil, Mehmet Şimşek’in OVP’sinin uygulayıcıları cezalandırılmıştır. Zira aynı OVP’yi düzen muhalefeti de savunmaktadır ancak CHP cezalandırılmamıştır.

Şimşek’in ekonomi politikaları tek başlarına ve izole bir şekilde değerlendirilemez, zira bu, onların hangi sınıfsal ve toplumsal ilişkilerden kaynaklandığını gizler. Bugün Türkiye’de işçilerin ve emekçi sınıfların içine sürüklendikleri sefalet ve açlık durumunun birçok ikincil ve üçüncül nedeni var. Ancak bu ağır ekonomik krizin ve sömürülen sınıfların yokluğa sürüklenişin başlıca nedeninin üretimin ve bölüşümün, yani ekonominin toplumsal örgütleniş tarzının kapitalist karakterinden kaynaklandığı asla unutulmamalıdır. Emekçi sınıfları bir varoluş mücadelesine sürükleyen ekonomik krizin kaynağı, sömürülen sınıflardan sömüren sınıflara doğru gerçekleştirilen servet transferidir. Rejimin geçmişte uyguladığı ve “faiz sebep, enflasyon sonuç” şeklinde formüle edilen dönemsel ekonomi politikası ve rejimin bugün uygulamakta olduğu Şimşek’in OVP’si, bu servet transferinin, yani artık değer gaspının biçimlerinden yalnızca ikisidir. Mevcut kriz, son 40 yılın yoksullardan zenginlere doğru yapılan paylaşım politikalarının, yani kapitalist ekonomik karşıdevrimin doğrudan bir sonucudur.

Dolar kurunun gerçekleştirdiği sıçramalar, doğrudan doğruya emekçilerin ücret bazındaki alım güçlerinin düşürülerek banka sermayesinin şişmesi için kullanılmış, enflasyonun artışı reel ücretlerin negatif bir basınca maruz bırakılarak, egemen blokların kâr paylarının yükseltilmesi için yararlanılmıştır; işsizliğin artmasından ise yine benzer bir şekilde, patronlar işgücü maliyetlerini düşürmek için faydalanmıştır. Özetle bütün bu kriz dinamiklerini burjuvazi, yine kendisi için sermaye birikim kanalları haline getirmeyi, rejimi aracılığıyla başarmıştır. Rejimin bugünkü ekonomi politikasının niteliğini belirleyen olgu, işte bu kriz dinamiklerinin burjuvazi açısından kullanışlı sermaye birikim kanalları haline getirilmesidir. 

2002’den bu yana AKP hükümetleri eliyle gerçekleştirilen özelleştirmelerin sonucunda 2006-2020 yılları arasında yabancı sermayenin Türkiye’den dışarıya doğru yaptığı kâr transferlerinin toplamı 43 milyar doları buldu (iktisatçıların 2022 sonuna ilişkin cari işlemler açığı beklentisinin 38 milyar 279 milyon dolar olduğunu hatırlatalım). Dolayısıyla, bugünkü ekonomik duruma yalnızca konjonktürel yanlış politikaların yol açtığını savunan, döviz giderlerinin döviz gelirlerinden fazla olmasının nedeninin geçmişte kalmış olan “faiz sebep, enflasyon sonuç” anlayışının sonucu olduğunu ilan eden ve aslında ilk AKP hükümetlerinin ve bugün de Mehmet Şimşek’in doğru bir ekonomi politika çizgisi izlediğini iddia eden düzen muhalefeti unsurlarının (Babacan, Bilge Yılmaz, CHP, Davutoğlu), mevcut cari açığın ve döviz krizinin başlıca kaynaklarından birisinin özelleştirmeler olduğunu kabul etmek istememesi doğaldır.

Emperyalizmin Türkiye’deki üretici güçleri (insan, doğa, teknik) yağmalama kanalı yalnızca özelleştirmeler ile de sınırlı kalmadı: Geçiş garantili yollar, köprüler, yolcu garantili havalimanları ve hasta garantili hastaneler servetin yerli oligarşiye ve yabancı mali sermayeye aktarılmasının başlıca yollarından biri halini aldı. Geçiş garantili Orhangazi Köprüsü, 3. Köprü, Avrasya Tüneli, 3. Havalimanı ve diğer projeler, küresel finans aristokrasisinin Türkiye ekonomisini sıkıca ipotek altına almasına yardımcı oldu. AKP tarafından Şubat 2002’de IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının, Mayıs 2005’te yenilenmesiyle beraber Türkiye ekonomisinin IMF politikalarıyla yönetilmeye devam edildiğini düşünecek olursak, geçiş garantili servet hırsızlığı projeleri, bu talanın sürekliliğini garanti altına alan başlıca yöntem oldu.

Mevcut ekonomik kriz, işçi sınıfının ufak ekonomik kazanımlar için büyük fedakârlıklar gerçekleştirmesini dayatmakta, bu da işçi sınıfının eylem gücü üzerinde olumsuz bir basınç yaratmaktadır. Bu bağlamda ekonomik krizden çıkışın yoluna işaret eden ve ufak ekonomik kazanımların siyasal mevzilerin fethedilmesiyle gerçekleştirilmesini öngören geçiş talepleri programımız özel bir önem kazanmaktadır.

Mayıs 2023 seçimlerinde rejimin çelişkili “zaferi”

31 Mart 2024 yerel seçim sonuçları kesinleştiğinde, bu seçimlerde, 11 ay önce gerçekleşen Mayıs 2023 seçim sonuçlarının tam tersine işaret eden sonuçlar elde edildiğine dair yaygın bir kanaat oluştu. Bu kanaat görünürde doğru gibi gözüküyor olsa da, yine de gerçeği bütün yönleriyle açıklamamaktadır. Bu nedenle bu yaygın kanaate dikkatli ve incelikli bir şekilde yaklaşmak gerekmektedir.

Seçim sonuçları, kitlelerin bilinç ve mücadele seviyeleri ile sınıflar mücadelesinin mevcut aşaması üzerine, çarpık da olsa bir fotoğrafı temsil ederler. Bu bir fotoğraftır ancak çarpıktır, zira yaşanmakta olan değişimleri bir film gibi gösterememektedir. Bu konuda Marksist ustamız Lev Troçki’nin söylediklerini hatırlamakta fayda olacaktır:

“Diyalektik düşünce vulger düşünceye, bir sinema filminin bir fotoğrafa bağlı olduğu gibi bağlıdır. Sinema filmi hareketsiz fotoğrafı dışlamaz ve o hareketsiz fotoğrafları devinimin yasalarına göre kaynaştırır. Diyalektik silojizmi inkar etmez ama bizi ebediyen değişen gerçekliğin daha yakından anlaşılmasına taşımak için silojizmleri kaynaştırmayı öğretir. Hegel Mantık kitabında bir seri yasa ortaya koymuştur: Niceliğin niteliğe dönüşümü, çelişkiler aracılığıyla gelişim, içerik ile biçimin çatışması, sürekliliğin sekteye uğraması, olasılığın kaçınılmazlığa dönüşümü, vs. Basit silojizmin elementer görevler için taşıdığı öneme benzer şekilde, bunlar da teorik düşünce için önemlidir.” (Lev Troçki, Marksizmi Savunurken)

Dolayısıyla hem Mayıs 2023 hem de Mart 2024 seçim sonuçlarını, birbirlerinden ayrı ve kopuk, iki bağımsız fotoğraf olarak değerlendirmemek ancak bu iki seçim sonucunu birbirleriyle ilişkili bir şekilde ele almak ve hatta gerekirse, bu iki önemli seçime, aslında iki bölümden oluşan tek bir seçimmiş gibi yaklaşmak, somut durumu somut bir şekilde tahlil etmemize yardımcı olacaktır.

14 Mayıs 2023 seçimlerinin ertesinde ortaya çıkan fotoğraf, sol-sosyalist güçlerin ve emekçi halkın üzerinde bir demoralizasyon yaratmıştı. Bu durum oldukça anlaşılır olmasına rağmen, bunun başlıca nedeni, fotoğrafın izlenimci bir şekilde yorumlanması, görünürde olan ile yaşanmakta olan arasındaki farkı ortaya koyamamaktı. Bu farkın ortaya konulması önemlidir zira Mayıs 2023 seçim sonuçları, rejimin son yıllarda yaşamakta olduğu politik ve toplumsal destek kaybının şiddetlenerek sürdüğünü; devletin bütün siyasi ve ekonomik önlemlerine rağmen rejime razı olan kitleler nezdindeki eriyişin ve kopuşun önüne geçilemediğini göstermekteydi.

Mart 2024 yerel seçim sonuçları için nasıl ki düzen muhalefetinin kazanmadığı ancak iktidarın kaybettiği söyleniyorsa, bunun tam tersi de Mayıs 2023 seçim sonuçları için söylenebilirdi: İktidar kazanmamıştı, düzen muhalefeti kaybetmişti.

Erdoğan Mayıs 2023 seçim kampanyasında devletin ve oligarşinin kaynaklarını olabildiğince kullandı, muslukları açtı. 500 bin konut projesi, EYT, asgari ücrete, emeklilik maaşlarına ve memur ücretlerine “yüksek” zamlar, 1 aylığına bedava doğal gaz, doğal gaz tüketiminde 1 yıllık kısmi indirim, esnaflara kredi paketleri ve benzerleri, bu durumun birkaç öne çıkan örneği olarak verilebilir. Dahası Erdoğan, kampanyası boyunca gerici duygulara seslenerek “terör” suçlamalarını ve homofobik, transfobik söylemleri üst düzeyde kullandı. Kaynakların bu derece kullanılması ve rakiplerinin “terörle” bu denli ilişkilendirilmesine rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini ilk turda kazanamadı. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kullanılan 49.903.302 oyun 25.436.238’i Erdoğan’a verilmişti. 14 Mayıs 2023 seçimlerinde ise 53.993.714 oy kullanıldı ve Erdoğan bunların yalnızca 26.086.097’sini alabildi. Dolayısıyla oy kullanan seçmen sayısındaki artış 4 milyonu bulurken, Erdoğan’ın oy artışı yalnızca 500.000 dolaylarında kalmıştı. Bu, sınıflar mücadelesi arenasına yeni yeni çıkmakta olan genç işçi-emekçi kuşağının rejime dönük net ve keskin bir hoşnutsuzluk duyduğunu ve onu reddettiğini; rejimin de elinin altındaki bütün kaynaklara rağmen, bu yeni proleter kuşağın üzerinde rıza ve denetim kuramadığını göstermekteydi.

Cumhur İttifakı’ndan proletaryanın kopuşu şiddetlenerek devam ediyordu

Erdoğan’ın Mayıs 2023 seçimlerindeki krizi partisi ve ittifakı nezdinde daha da derinleşiyordu. 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP %49.50, MHP ise (o sırada “muhalefetteydi”) %11.90 almıştı. Dolayısıyla Cumhur İttifakı’nın eski partilerinin toplam oy oranı %61’i geçiyordu. 2018 seçimlerinde, tabloya BBP eklenmesine rağmen bu oran %53.48’e düştü (kullanılan oy sayısı 50.700.826 idi). 14 Mayıs 2023 seçimlerinde ise kullanılan oy sayısı 55.836.055’e çıkmasına ve Cumhur İttifakı’na giren veya ona oy çağrısı yapan partilere Hüda-Par, DSP ve YRP eklenmesine rağmen, bu oran %49.37’ye düştü. AKP 2018’de, yurtdışı oylarla beraber 21.338.693 oy almıştı ve seçmen sayısındaki artışa rağmen Mayıs 2023 seçimlerinde 19.132.114 oy aldı.

Bütün bu sayılar ve veriler şunu anlatmaktadır: Seçmen sayısı ve Cumhur İttifakı bileşenlerinin sayısı arttı, ancak rejim partilerinin aldıkları oy oranı şiddetlenerek düşmeyi sürdürdü. Rejimin tabanındaki kopuşlar ve eriyiş, devlet ile oligarşinin bütün kaynaklarının kullanılmasına ve ittifakın yeni siyasal partilere açılmasına rağmen, önlenemedi. Dahası, yukarıda da belirttiğimiz üzere, genç emekçi kuşakları, seçimlerde rejime onay vermeyi reddetti. Cumhur İttifakı, artık birtakım politikalarla emekçi halkı ikna ederek değil, ancak ve ancak daha da gerici ve sağcı partilere tavizler tanıyarak ve emekçi halkı bunlara razı gelmeye çalışarak oy toplamını korumaya çalıştı ve buna rağmen başarılı olamadı, yıllara yayılan oylarındaki akut gerilemeyi durduramadı. 

Cumhur İttifakı’nın proleter kentlerdeki durumu daha da vahimdi. İş kazaları oranının binde 20.7 ile, Türkiye ortalaması olan binde 16.5’in çok üzerinde olduğu Bursa’yı ele alalım. Sanayi işçi sınıfının kitlesel bir varlık gösterdiği Bursa’da 2018 seçimlerinde AKP %46.23, MHP ise %10.62 almıştı. Mayıs 2023 seçimlerinde ise bu partilerin oy oranları sırasıyla %38.92’ye ve %8.58’e düşmüş durumdaydı. Cumhur İttifakı’nın Bursa gibi bir işçi kentindeki oy kaybı %10 civarlarındaydı.

2022 yılında kredi kartı borç artışında Türkiye’de başı çeken şehir Konya oldu. Konya’da emekçilerin ve orta kademeli sınıfların kredi kartı borç artışı %107 oldu. 2018’de AKP’nin bu şehirden aldığı oy oranı olan %59.4, 2023 Mayıs seçimlerinde %48.07’ye düştü. MHP’nin de kaybıyla birlikte düşünüldüğünde, Cumhur İttifakı’nın bu borçlular şehrindeki toplam kaybı %12’ye dayanıyordu.

Türkiye’de son 10 yıl içinde tespit edilebilen 671 işçi intiharı gerçekleşti. Bunların 52’si Kocaeli’nde yaşandı. İşçi intiharlarının toplam işçi ölümlerine oranı Türkiye’de %4 iken, Kocaeli’de bu oran %9. Ve Cumhur İttifakı’nın bu proleter şehirde devasa bir kayıp yaşadığını görüyoruz. AKP bu şehirden 2018’de %59.67 almıştı. 2023’te ise %39.59 aldı. Dolayısıyla kayıp %20’ydi. Aynı seçimlerde MHP’nin oy oranı da %11.39’dan %8.39’a düştü. Cumhur İttifakı’nın, Gebze gibi devasa OSB’leriyle tanınan Kocaeli’de yaşadığı toplam oy kaybı %23 seviyesindeydi.