Aşağıdaki metin ilk olarak İşçi Demokrasisi Partisi İletişim Bülteni‘nin 17 Kasım 2023 tarihli 112. sayısında yayımlanmış ve 19 Kasım 2023 tarihli İşçi Demokrasisi Partisi Uluslararası Konferansı için hazırlanmıştır.
***
Bir, iki, üç; daha fazla El Aksa Tufanı
Siyonizme ve emperyalizme karşı sürekli devrim stratejisi
İşçi Demokrasisi Partisi’nin Uluslararası Konferansı olağanüstü şartlar altında toplanıyor. Bu olağanüstü şartları yaratan olaylar Filistin Direnişi’nin tarihsel bir sıçrama gerçekleştiren son silahlı ayaklanmasından, Siyonizmin Gazze’de sürdürdüğü soykırım ile işgal altındaki Filistin topraklarında şiddetini artırdığı işgalden, emperyalist metropollerde “İsrail’in” soykırım suçlarına karşı son yarım yüzyılın en kitlesel seferberliklerinin yaşanıyor olmasından ve emperyalist karşıdevrim bloğunda yaşanan kritik çatlaklardan oluşuyor.
Partimizin kendisini inşa ettiği coğrafik bölge hem Avrupa’daki şiddetli sınıf mücadelelerinin, hem de Ortadoğu’daki devrim ve karşıdevrim mücadelesinin komşusu pozisyonunda. Bu nedenle partimizin, tarihsel bir karakter taşıyan bu devasa siyasal altüst oluşlara doğru bir ortodoks Troçkist perspektif eşliğinde yaklaşması ve bu altüst oluşlar ile mücadelelerin politik olarak sosyalist devrim programıyla silahlanmasını sağlaması, bu yönde faaliyet göstermesi yaşamsal bir önemde.
Küresel kapitalizm, artık demokratik araçlarla yönetmeyi başaramadığı çelişkilerin içinde kendine bir çıkış yolu arıyor. Bu çıkış yolu arayışları farklılıklar gösteriyor. Siyonist “İsrail” devletinin son haftalarda giriştiği ve ilhamını Nazi tipi etnik temizlik projelerinden alan soykırım ve işgal denemesi, kapitalizmin krizine ve emperyalizmin hegemonya buhranına aranan cevaplardan birisidir. Bu katliamlar silsilesi, Siyonist-kolonyal kapitalizmin kendi varoluşsal krizine verdiği sistematik bir yanıttır. Bu yanıtın birtakım taktiksel boyutları üzerine farklı emperyalist ülkeler farklı görüşler ve öneriler üretmiş olabilirler; ancak emperyalizm Filistin halkının, bir silahlı ayaklanmaya cüret etmiş olmasından dolayı kanlı bir şekilde cezalandırılması konusunda fikir birliğine sahiptir. Bu suç ortaklığının kökeninde, emperyalizmin egemenlik krizinin katliamlar, işgaller ve etnik temizlik denemeleri haricinde herhangi bir barışçıl yöntemle çözülemeyecek oluşu yatmaktadır.
Bu bağlamda emperyalist ülkeler ile “İsrail’in” soykırımcı ve işgalci planları ve uygulamaları, kapitalizmin ve Siyonizmin tarihsel olarak çöküş evresinde oluşunun semptomatik göstergesidir. İşçi Demokrasisi Partisi, kapitalizmin bu çöküş evresinin siyasal aktörlerinden birisi olarak yerini almıştır. Partimiz içinde bulunduğumuz devrimler ve karşıdevrimler, krizler ve altüst oluşlar dönemine, bu programatik çerçevede hazırlanmaktadır.
Siyonist-kapitalist sınıf ve devlet, ancak kapsamlı bir soykırımla ayrıcalıklarını koruyabileceği bir tarihsel döneme girdi
Öncelikle Britanya emperyalizminin ve onun ardından da ABD emperyalizminin ve Lenin ile Troçki’nin kurucu ilkelerinden sapmış olan ve yozlaşan SSCB’nin Stalinist bürokrasisinin 20. yüzyıldan 21. yüzyıla bıraktığı en kanlı miras, Ortadoğu’nun yeraltı kaynaklarının üzerinde bir emperyalist askerî üs işlevi görmesi planlanarak kurulan Siyonist devlet oldu. Siyonist varlık her tarihsel fırsatta emperyalizmin ve küresel mali oligarşinin bölgedeki ekonomik, siyasi, askerî ve diplomatik çıkarlarını savunmak için bir asker-polis gücü olarak kullanıldı.
Emperyalizm ile Stalinist bürokrasinin suç ortaklığının aracılığıyla, onların onayı ve gözetiminde kurulan Nazi “İsrail” devleti, bölgedeki gerici Arap rejimleri kendi ülkelerindeki devrimci ayaklanmaları ve işçi grevlerini bastırmak istediğinde, bu rejimlere hem silah yardımında bulundu, hem de karşıdevrimci kolluk kuvvetlerinin eğitimini bizzat kendisi üstlendi. Siyonizm, bölgedeki bütün sınıf mücadelelerine ve emperyalizmden özerkleşme eğiliminde olan ulusal-yerel hareketlere karşı, emperyalizmin sopası ve jandarma gücü olarak kullanıldı.
Hem ekonomik hem de askerî düzlemde, emperyalist uluslararası iş bölümü çerçevesinde “İsrail’e” verilen rol biricikti. O, bir yandan emperyalist tröstlerin ve küresel finans aristokrasisinin, yağmacı bir karakter taşıyan bölgedeki kapitalist çıkar ağlarını muhafaza etmekle görevliyken, bir yandan da bu çıkarları, hiçbir uluslararası burjuva hukuk normunun aleyhine işletilmediği savaş suçları yoluyla savunma hakkına sahipti. Bu durum, Siyonist egemen sınıfların, “İsrailli” politik elitlerin ve onların Apartheid devletinin, tarihin tanık olduğu en kanlı ve sabıkalı ayrıcalıklara sahip olmasını beraberinde getirdi. “İsrail’in” askerî gücü ve onun burjuva hukuku karşısında dahi sahip olduğu dokunulmazlık pozisyonu, Siyonist-kapitalist oligarşinin bu toplumsal ayrıcalıklarının kapsamı ile derinliğinin farklı yansımalarından başka bir şey değildir. ABD emperyalizminin hakim sınıfları hariç, tarihte çok az egemen toplumsal blok, “İsrailli” sınıf kardeşlerinin sahip oldukları ayrıcalıklara sahip olmuştur.
Bugün Filistin’deki silahlı ayaklanmanın ve “İsrail’in” soykırımcı suçlarının durdurulmasını talep eden küresel çaptaki kitlesel seferberliklerin etkisiyle, Siyonist egemen sınıfların sahip oldukları bu derin ve kapsamlı ayrıcalıklar, uluslararası ve toplumsal bir sorgulamaya konu oluyor. 7 Ekim’de “İsrail”, tarihinde ilk defa savunmacı bir pozisyona çekilmişken (2006’daki Lübnan yenilgisi dahi bunu başaramamıştı), dünyanın dört bir yanında milyonlarca işçi ve emekçi, Siyonist devletin varlığının kriminal bir olgu olduğunun bilincine varıyorlar. Batılı metropollerde vuku bulan bu kitlesel eylemlerde milyonlarca insan “Nehirden denize özgür Filistin” sloganı altında bir araya geliyorlar. Bunun anlamı, uluslararası kitle hareketinin sözde “iki devletli çözüm” için değil ancak tarihsel Filistin topraklarında kurulacak olan birleşik, bağımsız ve tek bir Filistin devleti için seferber olduğudur. Bu, tıpkı 7 Ekim’deki ayaklanma gibi, Filistin sorununun tarihinde bir ilktir.
Bu küresel, kitlesel ve toplumsal sorgulama karşısında ve aynı zamanda Filistin Direnişi’nden aldığı darbeler neticesinde Siyonist varlığın Gazze’de bir soykırım planını hayata geçirmeye başlaması, Batı Şeria ile Doğu Kudüs’teki etnik temizlik ve işgal politikalarının şiddetini artırması, emperyalist ülkelerde Filistin ile dayanışmalarını ilan eden öğrenciler, aydınlar, politikacılar ve kamu figürlerine karşı kapsamlı bir McCarthyci cadı avı başlatması, Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü gibi uluslararası burjuva kurumlarının hukuki normlarını tanımayan ve ihlal eden suçlarını sahiplenmesi ve bunları sürdürmesi, farklı seçenekler arasından tercih ettiği bir politik yönelim değildir. Siyonist-kapitalist oligarşinin ve onun işgalci devlet aygıtının, bugün içine sürüklendiği kriz karşısında kendi kanlı ayrıcalıklarını ve varlığını koruyabilmesinin başka bir yolu yoktur. Onun şu an yüz yüze olduğu varoluşsal kriz, onu bu suçları işlemeye politik olarak mecbur bırakmaktadır. Siyonizmin reforme edilemeyecek olan Nazi karakterini, bundan daha iyi ifade edebilecek bir durum yaşanamazdı.
7 Ekim 2023 günü, Filistin sorunu kapsamında yeni bir tarihsel aşama açıldı ve bu yeni tarihsel aşamanın etkileri küresel bir karaktere sahip. 7 Ekim’in ardından emperyalizm mali ve askerî olarak bir reorganizasyona girişti; askerî varlıklarını ve savaşlara ayırdıkları finansal kaynaklarını yeniden örgütlemek durumunda kaldı. 7 Ekim’den sonra aynı zamanda metropollerdeki sınıf mücadeleleri ve seferberlikler niteliksel bir yükseliş gösterdi. Yine 7 Ekim, Ortadoğu halklarında Arap ulusal bilincinin oluşmasını ve konsolide olmasını hızlandırdı ve sağlamlaştırdı; bu durum, birleşik bir Arap ulusu özlemine karşı kendi ulus-devletlerinin varlığını ve Siyonizmle sahip oldukları kârlı ilişkilerini korumak isteyen gerici ve Bonapartist Arap rejimlerini krize sürüklüyor.
Ancak en önemlisi 7 Ekim’in Siyonizmde yarattığı krizdir. Bu kriz konjonktürel değil, yapısal ve tarihseldir. 2008 ekonomik krizinin etkileri, 2011 Arap Devrimleri’nin Siyonizmi ve Siyonizmin Arap müttefiklerini önemli ölçüde zayıflatması, ulusal ve yerel Arap burjuvazilerinin küresel piyasalara daha derinlemesine bir şekilde eklemlenmesiyle Siyonizme daha da bağımlı hale gelmeleri ve böylece Filistin Direnişi’ni oluşturan güçlerin toplumsal kompozisyonlarında değişikliklerin yaşanması, Siyonizmin 7 Ekim 2023’te başlayan krizini hazırlayan koşullar oldu.
Siyonizmin mevcut krizini anlamak büyük bir öneme sahip. 7 Ekim’de açılan yeni tarihsel aşamaya ve Filistin’de süren devrimci krize, ancak Siyonizmin bu krizi bütün yönleriyle kavranabildiğinde, doğru politikalarla yaklaşılabiliriz.
Siyonizmin tarihinin en büyük krizi
7 Ekim’de başlayan Filistin silahlı halk ayaklanmasının ilk gününde ele geçirilen mevziler, aynı günün sonunda Batı Şeria’nın 6 kilometre kadar yakınına gelmişti. 1948’den bu yana tarihte ilk kez, Filistin toprakları birleşmeye bu kadar yaklaştı. Bu mevziler, asıl amaç bu olmasa bile, direniş güçleri tarafından 3 gün boyunca tutuldu. Direnişin amacı yüzlerce esir alarak Gazze’ye dönmekti. Yüzlerce yerleşimci şehri ve kasabası, 3 gün boyunca direnişin elinde kaldı.
7 Ekim’den sonra bütün analistler ve politikacılar, “İsrail’in” bu saldırı karşısında ne denli şaşırdığını ve hazırlıksız yakalandığını yazdı ve ifade etti. Ancak tek şaşıran “İsrail” değildi. Filistin Direnişi örgütleri de büyük bir şaşkınlık içindeydi: Düşmanın bu denli zayıf ve savunmasız olduğunu bilmiyorlardı. İlerleyen günlerde yaptığı bir açıklamada Hamas bunu açıkça itiraf etti: Eğer düşmanın bu kadar savunmasız ve çaresiz olduğunu bilseydik, dediler, “Tel Aviv’e” binlerce savaşçımız ile saldırırdık. (Kaynak: Resistance News Network)
Siyonist varlığın El Aksa Tufanı’nın yarattığı devrimci ve yıkıcı etkilere karşı aldığı ilk önlemlerden birisi, İsrail’in para birimi olan şekelin değerini korumaya çalışmak oldu. “İsrail” Merkez Bankası 9 Ekim’de yaptığı bir açıklamayla şekelin çökmesini önlemek için 30 milyar dolara kadar döviz satmayı planladığını duyurdu. Merkez Bankası’nın bu önlemine rağmen şekel, aynı gün içerisinde dolar karşısında %2 oranında değer kaybetti. Aynı zamanda Merkez Bankası, SWAP mekanizmaları aracılığıyla piyasaya 15 milyar dolara kadar dolar likiditesi sağlayacağını da söyledi.
“İsrail” kapitalizmi kendisini korumak için bu önlemleri almakla meşgulken, siyasal üstyapıda da 7 Ekim’deki yenilgiden, Siyonist cephe içinde kimlerin sorumlu olduğuna dair sert bir tartışma devam ediyordu. Bu gündem, siyasal yelpazeyi ve silahlı kuvvetleri derinlemesine bir şekilde böldü. “İsrail” Başbakanlık Ofisi direktörü Yossi Shelley’nin kapalı kapılar ardında, 7 Ekim’de Siyonizmin sergilediği açık başarısızlık hakkında yaptığı yorumlar, “İsrail” basınında şöyle yer buldu:
“İsrail Savunma Kuvvetleri (İSK) genelkurmay başkanı, [yeni yasa karşıtı] protesto hareketinin liderleri, eski güvenlik şefleri, bize karşı olan herkes, suçlu olanlar onlardır. Netanyahu’yu değil, İSK liderliğini suçlayın.”
“İsrail’in” kendi sömürgeci tarihi boyunca Filistin Direnişi güçleri karşısında ilk defa yenildiğini ve yapısal bir zaaf gösterdiğini ağzından kaçıran isim, Savunma Bakanı Yoav Gallant oldu. Gallant 26 Ekim’de yaptığı basın açıklamasında, 7 Ekim’den sonra 48 saat içinde başlayacağı söylenen kara harekatının neden hala başlamadığını açıklamaya çalışırken ve kendisinin 7 Ekim’de gösterdiği açık başarısızlığın sonuçlarının neler olacağını tartışmayı uygun bulmadığını dillendirirken, aynı zamanda birtakım itiraflarda da bulunuyordu:
“İsrail’in 75 yıllık ömrü boyunca böyle bir şey yaşanmadı. Gelecek 75 yılda ne olacağı büyük ölçüde bu savaştaki başarılara bağlı.”
“İsrail’in” Histadrut işçi federasyonu başkanı Arnon Bar David, Ordu Radyosu’na verdiği demeçte, durumun neden böyle olduğuna dair kendi görüşlerini paylaştı:
“Devlet daireleri bir yıldır çalışmıyor, dolayısıyla acil durumlarla baş edemeyecekleri açık. Bütün bir yılı saçmalıklarla harcadılar.”
7 Ekim’deki silahlı ayaklanmada öldürülenler arasında, eski “İsrail” Ekonomi Bakanı İzhar Shai’nin oğlu Yaron Shai de bulunuyordu. Yaron’un cenazesi sırasında erkek kardeşi Ofir’in yaptığı konuşma, beklenenin aksine Netenyahu kliğinin bir “ulusal birlik” hükümeti kurmakta başarısız olduğunu ve aksine büyük bir hoşnutsuzluğun ve öfkenin hedefinde olduğunu gösteriyordu:
“İsrail Savunma Kuvvetleri (İSK) askerlerini terk ettiniz. Gazze sınırında yaşayan insanları yüzüstü bıraktınız. İsrail devletini terk ettiniz. Sevgili kardeşimi terk ettin. Hepinizin sorumluluğu üstlenip savaş biter bitmez istifa etmenizi bekliyorum.”
Ofir, Netenyahu’ya yönelik olarak şu sözleri sarf etti:
“Unutmayacağım ve affetmeyeceğim. Seni sonsuza dek avlayacağıma söz veriyorum.”
Lazar Enstitüsü’nün 18 ve 19 Ekim tarihlerinde gerçekleştirdiği anket, mevcut Siyonist hükümetin içinde olduğu krizi daha net verilerle ortaya koyuyor. Bu ankete göre “İsrail” nüfusunun %80’i Netenyahu’nun 7 Ekim’in sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini düşünüyor. Son seçimlerde Netenyahu’nun partisi Likud’a oy verenlerin %69’u da aynı fikirde. Kimin başbakan olması gerektiği sorulduğunda ise, ankete katılanların %49’u Ulusal Birlik Partisi lideri Benny Gantz’ı seçerken, yalnızca yüzde 28’lik bir dilim Netanyahu’yu seçti.
Siyonizmin çoklu organ yetmezliği
Siyonist hükümetin 7 Ekim’de aldığı utanç verici yenilginin, onda nasıl bir şok etkisi yarattığını kabullenen isimlerden bir diğeri de “İsrail’in” başlıca muhalefet lideri Yair Lapid idi. Lapid, El Aksa Tufanı’nın başlamasından 20 gün sonra yaptığı açıklamada hükümete saldırdı. Siyonist yayın organı The Times of Israel, Lapid’in hükümeti eleştiren sözlerini aşağıdaki gibi aktardı:
“Hükümetin yaşadığı şoku ve felce uğramasını anlamak mümkün, ancak savaşın üzerinden neredeyse üç hafta geçmesine rağmen hükümetin şoktan nasıl çıkmadığını anlamak zor. (…) Hükümet ortalıkta yok.”
Lapid yalnızca hükümeti suçlamakla kalmadı. “İsrail” ekonomisinin bir çıkmazda olduğunun bilincinde olarak, sekiz adet bakanlığın kapatılarak bu bakanlıkların bütçelerinin savaş harcamalarına aktarılmasını teklif etti. Ancak Lapid’in bunu teklif etmesine gerek dahi yoktu. O sırada Siyonist hükümetin bakanlıklarının bir kısmı kendiliğinden bir şekilde işlevlerini yitirmeye başlamışlardı.
7 Ekim’in ardından hükümetten ilk istifa eden, iktidardaki Likud partisinden Kamu Diplomasisi Bakanı Galit Distel Atbaryan oldu. Atbaryan istifa ederken, bakanlığının herhangi bir gerçek yetkisinin bulunmadığını, aslında söz konusu bakanlığın varlığının anlamının “kamu fonlarının israfı” olduğunu ve bakanlığın varlığının sürmesi için ortada hiçbir gerekçe olmadını söyledi.
Atbaryan’ın istifasının ardından, bakanlık kabinesi Kamu Diplomasisi Bakanlığı’nı tamamen dağıtmaya ve ofisin 2023 için 2,3 milyon dolar ve 2024 için 3,5 milyon dolar olan kullanılmayan bütçesini, El Aksa Tufanı’nda yerle bir olan bölgelerin yeniden inşasında ve hükümete olan güvenin yeniden oluşturulmasında kullanılmasına karar verdi.
İkinci istifa Maliye Bakanlığı’ndan geldi. 26 Ekim günü Maliye Bakan Yardımcısı Michal Woldiger, yaptığı açıklamada, ofisinin bütçesini ve kaynaklarını 7 Ekim’de travma geçirenleri ziyaret etmek ve onlara yardım etmek için ayırmak amacıyla hükümetten istifa ettiğini duyurdu. Woldiger, Bezalel Smotrich’in Dindar Siyonizm Partisi’ndendi.
The Times of Israel, Woldiger’in “travma geçirenleri ziyaret etmek” için başlattığı gezisinde edindiği izlenimleri, aşağıdaki gibi aktardı:
“[Woldiger] Bu zorlukların üstesinden gelmek için yeterli çabayı göstermediği düşünülen devlet aygıtına ve liderliğe yönelik yaygın eleştiriler gördüğünü ve tüm gücünü bu güvenin yeniden tesis edilmesine adamak istediğini söyledi.”
Woldiger’in çıktığı Siyonist rehabilitasyon turunun kolay bir iş olduğunu ve başarılı olacağını ifade etmek pek mümkün değil. Zira “İsrail” Demokrasi Enstitüsü’nün açıkladığı verilere göre, 7 Ekim’deki sömürgecilik karşıtı silahlı ayaklanma başladığından bu yanda, en az 300.000 (üç yüz bin) “İsrailli” etnik temizlik, sürgün ve soykırım gibi suçlarla elde edilen sözde “evlerini” terk etmek ve “İsrail” içinde başka bölgelere veya yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.
Siyonizmin faşist-yerleşimci projesinde tarihsel bir gerilemeyi ve yenilgiyi ifade eden bu ilerici demografik değişim, Filistin Direniş’inin en önemli ve değerli kazanımlarından birisidir. Bu, ilk olarak 7 Ekim’deki silahlı ayaklanmanın askerî başarısının bir sonucu olması itibariyle, Siyonizmin itibarında geniş gedikler açmaktadır. Ve ikinci olarak, bu durumun kendisi Siyonist varlığı ekonomik ve politik bir krizin içine sürüklemektedir.
Bir klinik psikolog olan ve yaşadıkları bölgelerden göç etmek durumunda kalan “İsraillilere” danışmanlık yapan Tel Aviv Üniversitesi profesörü Ruvi Dar, konuya dair aşağıdaki yorumları yapmıştı:
“Açık olmamız lazım: Hükümet tamamen beceriksiz. Mültecilerin şu anda aldığı her türlü destek tamamen tabandan geliyor. Kesinlikle devlet tarafından hiçbir şey yapılmadı. Gönüllülerin otel odaları bile kâr amacı gütmeyen gruplar tarafından ödendi.”
“Sha’ar HaNegev’deki” bölgesel konseyin başkanı olan Yossi Keren (selefi 7 Ekim’de Filistin Direnişi tarafından öldürülmüştü), yerleşimcilerin Siyonist hükümet tarafından nasıl terk edildiklerini aşağıdaki gibi açıkladı:
“Saldırıdan sonraki iki gün boyunca hükümet çalışmadı. Herhangi bir yardım alamadık. Hükümet müdahale etmezse kriz daha da büyüyecek. Çok daha büyüyecek.”
Siyonist rejim içinde kapsamlı bir kriz yaratan diğer olgu, 300.000 mültecinin yeniden yerleştirilmesini ve ekonomik olarak desteklenmesini ve Filistin Direnişi’nin harabeye çevirdiği tarım ve sınai alanlarının yeniden inşa edilmesini öngören mali paketin oluşturulmasında yaşanan sıkıntıydı.
Hükümet kabinesinin yanı başında bir savaş kabinesinin oluşturulmasının bir iki başlılığa ve idari yönetimde sorunlara yol açmasına benzer şekilde, birden fazla bakanlık kendi mali yardım paketlerini hazırladı. Ekonomi Bakanı Nir Barkat 25 Ekim günü Maliye Bakanlığı’nın savaş zamanı için hazırladığı ekonomik yardım paketini eleştirdi ve savaş sırasında gelirleri azalan işletmelere hükümetten yardımda bulunulması için kendi alternatif tazminat planını önerdi. Maliye Bakanlığı’nın ekonomik önlem paketi, Barkat’ın paketinden bir hafta önce hazırlanmıştı. Barkat kendi paketini şöyle savundu:
“Maliye Bakanlığı yetkilileri savaşta olduğumuzu anlamıyor. Bakanlığın bütçe departmanı yeterince ileriyi öngörmeyen bir plan sundu ve bence bu bir hata. Derinlikli ve uzun vadeli bir plan sunmamız gerekiyor.”
Maliye Bakanlığı’nın açıkladığı pakete göre, yalnızca Gazze sınırına 7 kilometre mesafede olan işletmeler, savaş zararları için tam tazminat hakkına sahip olacaklar ve diğer işletmelerin tam tazminat hakları bulunmayacak. Barkat’ın buradaki endişesi, Gazze’ye yakın olmayan küçük ve ortak ölçekli işletmelerin sahiplerinin de “adil” bir ekonomik yardıma ulaşmalarını sağlamak değil, ancak bu yardım paketinin genişletilmemesi halinde, Siyonist-faşist yerleşimciliğe sağlanan ekonomik güvencenin nitelikli bir yara alacak olması. Kendisi bu kaygılarını şu sözlerle özetliyor:
“Amacımız işletmelerin savaş sırasında hayatta kalmasını sağlamak ve aynı zamanda işçilerin istihdamının sürekliliğini teşvik etmektir.”
Özetle Barkat, işletmelerin iflas etmeleri nedeniyle Siyonist işgalin elinde tuttuğu yerellerden merkeze doğru bir göç dalgasının doğmasını ve faşist-yerleşimcilerin bulundukları bölgeleri ekonomik gerekçelerle terk etmelerini istemiyor. Bu yüzden Barkat’ın paketi kapsamında, bütün işletmelerde yarı zamanlı işçi çalıştırılmasına olanak tanınıyor ve işçilerin savaş durumu nedeniyle çalışamayacağı günlerde, hükümetten işletmelere, günlük cironun %70’i oranında tazminat ödenmesi teklif ediliyor.
Siyonist-kapitalist egemen sınıflar ile siyasal rejim arasında bölünme
Ekonomi Bakanlığı ile Maliye Bakanlığı arasında yaşanan ayrışma, aslında daha derinlerde, Siyonist-kapitalist oligarşi ile “İsrail” devleti arasında yaşanan ayrışmanın ve derinleşen gerilimin siyasal bir ifadesi. Siyonist oligarşinin siyasal ve ekonomik talepleri Ekonomi Bakanlığı üzerinden duyurulurken, işgalci devletin bürokrasisi ve politik elitleri, kendi planlarını Maliye Bakanlığı aracılığıyla ifade ediyorlar.
Siyonist siyasi rejim 300.000 mülteci, yüz binlerce yerleşimci ve binlerce işletmenin savaş karşısındaki zararlarının tazmin edilmesini, Gazze’deki, Batı Şeria’daki ve Güney Lübnan’daki maliyetli savaş sürerken mümkün görmüyor. Bunu, emperyalizmin açıkladığı bütün ekonomik ve askerî yardım paketlerine rağmen imkansız buluyor. “İsrail” rejimi bu sırada, Siyonist oligarşinin belirli kesimlerini kendi planına ikna etmeye çalışıyor. Bu bağlamda aralarında “İsrail” İmalatçılar Birliği’nin de bulunduğu birtakım iş dünyası dernekleri, Ekim ayının sonlarına doğru Hazine’nin planının doğru yönde atılmış bir adım olduğunu ifade etti (ancak bunun yalnızca bir ilk adım olduğu ve planın geliştirilmesi gerektiğini de belirttiler).
“İsrail’in” Siyonist-kapitalist oligarşisi, varlık koşullarının, bütün Filistin’de işgalin tam bir şiddet ve kapsamla sürmesinde yattığını biliyor. Bu nedenle, işgal bölgelerindeki yapay ve yerleşimci demografik yapıyı korumanın ekonomik şartlarının korunmasını ve yaratılmasını talep ediyorlar. “İsrail” Ticaret Odaları Federasyonu Başkanı Uriel Lynn bu bağlamda yaşanan son tartışmalara ilişkin, temsil ettiği kurumun görüşlerini aşağıdaki gibi özetledi:
“İş dünyası ile hükümet arasında bir güven krizi var. Öncelikle fonların etkilenen işletmelere ve evlerinden tahliye edilen sakinlere aktarılması için bütçe önceliklerinin değiştirilmesi gerekiyor. Savaş sırasında iş yerleri kapanmamalı, işverenlerin maaşları ödeyebilmesi ve işçilerin geçimini sağlaması gerekiyor.”
İmalatçılar Birliği Başkanı Ron Tomer de Barkat’ın planına tamamen katıldığını ifade etti:
“Esnek istihdam, bir bütün olarak işletmeler ve halk için son derece önemlidir. Ekonomik sıkıntı içindeyiz ve geniş, derinlemesine bir plan yapmamız gerekiyor.”
Siyonist kapitalizmin içinde bulunduğu varoluşsal buhranın mevcut durumunu belki de en iyi açıklayan isim, Knesset (“İsrail” parlamentosu) Ekonomi Komitesi başkanı olan milletvekili David Bitan’dı. Bitan da Barkat’ın planını desteklediğini açıkladı ve ekledi:
“[Bu] Plan, iş dünyasının ihtiyaçlarına yönelik doğru bir ekonomik çerçeve sağlıyor ancak yine de her sektör için ayrı ayrı çözümler sunmamız gerekiyor. İş dünyası savaş sırasında kâr elde etmeyi beklemiyor, hayatta kalmayı bekliyor.”
Savaş sürdükçe Siyonist oligarşi ile devleti arasındaki bölünme derinleşecek
5 Kasım günü “İsrail’in” en büyük 200 kapitalist şirketi ve bankasından oluşan bir forum, başbakan Benjamin Netanyahu ve Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’e açık bir çağrı yaptı. Bu çağrıda, Siyonist mali ve sınai oligarşi, can çekişen kapitalist ekonominin bir yardım planına ihtiyaç duyduğunu söyledi ve bütün kamu fonlarının savaş ve savaştan etkilenen işletmeler için kullanılması gerektiğini vurguladı. Oligarşinin talebi, Filistin topraklarındaki yerleşimci işgalinin sürdürülebilmesi için ve dolayısıyla bu faşist-yerleşimci sömürgecilik projesinin ekonomik olarak güvence altına alınabilmesi için bütün kaynakların yağmalanmasıydı. “İsrail’in” elitleri, özellikle hükümetin hala kapsamlı bir ekonomik plana sahip olmamasından şikayetçi. Bu kapitalist forumun yayımladığı açıklama, krizin boyutlarını teşhir eder nitelikte:
“Savaşın başlamasının üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, genel olarak ekonomiyi ve özel olarak da savaştan etkilenen işletmeleri ve hane halkını destekleyecek önemli bir ekonomik plan henüz başlatılmadı. Açıklamaların çoğu henüz eyleme dönüşmedi ve bu arada yüzlerce işyeri ve hane çökmekte. (…) Savaşın zor koşulları sırasında bile, küçük ve büyük işletmeler ve haneler için istikrar yaratmak gerekli. Uygulamada herhangi bir gecikme, savaştan sonra bile onarılması uzun zaman alacak olan, geri dönüşü olmayan hasarlara yol açacaktır. (…) Tüm koalisyon bütçeleri ve savaşın yönetimiyle ya da ekonomiyi desteklemekle ilgisi olmayan diğer fonlar yalnızca savaşın finansmanı ve iç cephenin (işletmeler ve hane halkları) ekonomik olarak güçlendirilmesi amaçlarına yönlendirilmeli ve uzun vadeli büyüme yaratmaya odaklanılmalıdır.”
Yüzlerce kapitalist işletmenin çökmekte olduğu uyarılarının ardından, 6 Kasım günü “İsrail” Merkez Bankası, küçük işletmelere düşük faizli kredi sağlayan yeni planını kamuoyuna duyurdu. Bu plana göre Merkez Bankası, diğer “İsrail” bankalarına, 2 yıl boyunca %3,25’lik bir faiz oranı üzerinden 2,6 milyar dolar kadar parasal kredi sağlayacak.
Ancak bu cılız plan, Siyonist-kapitalist egemen sınıfların talep ettikleri kapsamlı kaynak akışını karşılamaktan çok uzak. 2 Kasım günü İsrail basınında çıkan bir haber, kapitalist ekonomideki krizin, küçük işletmelere düşük faizli krediler sağlanarak aşılamayacağını anlatan önemli bir gerçeğe yer veriyordu:
“İsrail İnovasyon Otoritesi ve Start-Up Ulus Politikası Enstitüsü (SNPI) tarafından yakın zamanda yapılan bir ankete göre, İsrailli teknoloji firmalarının ve startup şirketlerinin yaklaşık %70’i, siparişlerin ve projelerin ertelenmesi veya iptali kapsamında faaliyetlerinde aksaklıklar yaşıyor.”
Bu, Filistin’de sürdürdüğü işgali, birçok olgunun yanı sıra, teknik ve teknolojik üstünlüğüne de borçlu olan Siyonizm için önemli bir sorun. Teknoloji sektörü, “İsrail” GSYİH’sinin %18’ini oluşturuyor (bu oran ABD’de %10’dan az ve Avrupa’da %6 dolaylarında). “İsrail’de” toplam çalışan sayısının %14’ü teknoloji sektöründe istihdam ediliyor. “İsrail’in” toplam ihracatının yaklaşık %50’sini yüksek teknolojili ürünler oluşturuyor — bütün kapitalist dünyayı silahlandırdığı için.
Ancak Siyonizmin bu alanda yaşadığı kriz, sadece teknoloji firmalarının %70’inin faaliyetlerinde ciddi aksaklıklar yaşanıyor olmasından ibaret değil. Aynı zamanda 7 Ekim’in ardından teknoloji sektörü çalışanlarının tahminen %15 ila 20’si de yedek asker olarak orduda seferber edildi.
Rejim, teknoloji sektöründe yaşanan bu ciddi ve derin krize karşı bu noktada bir adım atmış gibi durmuyor. Dolayısıyla bir çöküşe sürüklenen teknoloji firmalarının yardımına, kapitalist sınıfın içindeki diğer kardeşleri gelmek zorunda kaldı. Birtakım yatırımcılar, erken aşamadaki teknolojik ticari girişimlerin savaş sırasında büyümeye devam edebilmesini sağlamak için 20 milyon dolarlık bir fon toplamaya çalıştıklarını duyurdular. Eğer hükümet “koalisyon fonlarının” kullanımına izin verseydi, böylesine bir kapitalist “hayırseverliğe” gerek kalmayacaktı.
Ortak bir açıklama yayımlayan “İsrailli” 200 kapitalist firma ve banka, bu açıklamalarında kesin bir şekilde “tüm koalisyon bütçelerinin” savaş ve kapitalist ekonominin yeniden inşası çabalarına hasredilmesini talep etmişken, bu talebin yerine getirileceğine dair bir emare yok. Kapitalist firmaların açıklamalarında bahsettikleri “koalisyon bütçesi”, aslında aşırı dinci ve ortodoks Yahudi eğitim kurumlarına ayrılması için planlanmıştı.
200 kapitalist firmanın yukarıdaki açıklamayı yayımladıkları 5 Kasım günü toplanan kabine, Haredi okullarına ayrılan 300 milyon şekellik fonun, savaş bütçesine ayrılması yönündeki oylamayı reddetti. Hazine bu fonların şu ana kadar, Siyonist dinî eğitimin dışında kullanılmasına dair bir talepte bulunmadığı için, koalisyon fonlarının oluşturduğu geniş mali havuz, hâlâ savaş ve ekonomik yardım paketleri için kullanılamıyor.
Filistin Direnişi’nin silahlı bir ayaklanma organize edecek seviyeye erişmiş bulunan siyasal ve toplumsal gücü ve emperyalist metropoller ile dünyanın bütün büyük şehirlerinde, soykırımcı “İsrail’e” akan mali ve askerî kaynakların kesilmesini talep eden kitlesel seferberlikler ile eylemler, Siyonizmi tarihsel ve yapısal bir krize sürüklemiş durumda. Bu kriz Siyonist-kapitalist oligarşi ile onun devleti arasında, bu oligarşinin kendi içinde ve aynı zamanda devletin içinde de bölünmelere ve ayrışmalara yol açıyor. Düşman bölünmüş ve plansız bir durumda. Tek yapabildiği elindeki üstün teknolojili silahlar ile silahsız sivillerin evlerini, okulları, hastaneleri ve ambulansları hedef almak. Bunu, “içeride” bir zafer görüntüsü paylaşabilmek için yapıyor olsa da, Siyonizm nesnel hedefini gerçekleştirmekten, yani Filistin Direnişi’ni yok etmekten ve Filistinlileri bir etnik temizlik operasyonu sonucu soykırıma uğratmaktan çok uzakta.
“İsrail” kapitalizmi için çanlar çalıyor
Sürmekte olan bu etkili ekonomik kriz, Siyonizmin kendi tarihinde yüzleştiği en derin iktisadi buhranın ta kendisi. Siyonist devletin tarihi boyunca, hiçbir zaman teknoloji firmalarının ezici bir çoğunluğu devasa bir çöküş riskiyle karşı karşıya olmamış ve Siyonist-kapitalist sınıflar ile devlet arasındaki gerilim, hiç bu denli şiddetli olmamıştı. Bu, yeni bir evreye işaret etmektedir.
Bunun bilincinde olan ve 300 üst düzey ekonomistten oluşan bir grup (içlerinde eski Merkez Bankası yöneticileri, farklı “İsrail” bankalarının yetkilileri de mevcut), mevcut krizin tarihsel derinliği konusunda uyarıda bulunmak için, 30 Ekim günü başbakan Netanyahu ve Maliye Bakanı Smotrich’e bir açık mektup gönderdi. Bu mektup, Siyonist hükümeti krizin kapsamının bilincinde olmamakla suçluyordu:
“İsrail ekonomisinin karşı karşıya olduğu ekonomik krizin büyüklüğünü anlamıyorsunuz. Mevcut yönelimin devam etmesi İsrail ekonomisine zarar veriyor, vatandaşların kamu sistemine olan güvenini sarsıyor ve İsrail Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan kurtulma becerisini baltalıyor. (…) İsrail’e indirilen ağır darbe, ulusal öncelikler sıralamasında köklü bir değişikliği ve savaşın yol açtığı hasarla başa çıkmak, mağdurlara yardım etmek ve ekonomiyi iyileştirmek için bütçelerin büyük oranda yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor.”
Bu mektubun yazılmasından 5 gün önce uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Standard & Poor’s (S&P), İsrail’in kredi not görünümünü “durağandan” “negatife” çevirdi.
ABD yatırım bankası JPMorgan ise 27 Ekim günü, “İsrail’in” 2023 dördüncü çeyrek GSYİH’sine yönelik tahminini, önceki çeyreğe göre %11’lik bir daraltmaya giderek düşürdü; JPMorgan’ın önceki tahmini, %-1,5’lik bir küçülmenin yaşanacağıydı.
Siyonist devlet, Gazze’nin çevresindeki işgalini sürdürmek için çırpınıyor
7 Ekim’deki silahlı halk ayaklanması kapsamında Filistin Direniş güçleri, işgal altında bulunan onlarca yereli ele geçirdi ve 3 gün boyunca bu mevzilerde çarpışarak Gazze’ye geri döndü. Bu onlarca yerelde, işgalin demografik ve ekonomik altyapısı yok edildi. Şimdi Siyonist hükümetin başlıca kaygısı, Gazze üzerindeki ablukayı ve etnik temizlik programını sürdürebilmek için, bu yerelleri “rehabilite” ederek işgalin devamını sağlayabilmek. Ancak Siyonizm, bir ölüm kalım meselesi olan bu sorun karşısında yalpalıyor.
Hükümetin ilk çabası, Gazze sınırlarına 7 kilometre mesafedeki 45 yerelin “rehabilite” edilmesi olacak. İlk raporlar ile resmî öngörüler, yalnızca bu 45 yerelin eski işgalci ve yerleşimci işlevlerine kavuşturulmasının dahi en az 5 yıl süreceğini ve milyonlarca dolar tutacağını gösteriyor.
Gazze çevresindeki işgalin eski demografik ve ekonomik yapısına kavuşmasını öngören bu 5 yıllık planının hayata geçirilmesi görevinin başına eski İSK tuğgenerali Moşe Edri getirildi. Söz konusu 5 yıllık plan 3 aşamadan oluşuyor. Planın ilk aşaması için 245 milyon dolarlık bir bütçe ayrıldı. İlk aşamada yalnızca, yerellerden göç eden ve kısmen otellere yerleştirilen “yurttaşların” bakımı ile ilgilenilecek. İkinci aşama, mültecilerin farklı kibbutz’lara taşınmasını veya yeniden inşa edilen evlerine dönene kadar modüler evlerde veya karavan-villalarda kalmalarını öngörüyor.
Sözde “rehabilitasyon” planının ilk aşaması ve işgalci evlerinin yeniden yapılmaya başlanması, Siyonist hükümetin üzerinde ağır bir mali yük oluşturdu. Maliye Bakanlığı, her yerele acil ihtiyaçlar için başlangıç olarak 490.000 dolar tahsis edildiğini duyurdu. “Eşkol” bölge konseyinin 4,9 milyon dolar tutarında avans almasına karar verildi. “Sdot Negev” bölge konseyi 981.000 dolar, “Shaar HaNegev” bölge konseyi 2,9 milyon dolar ve “Sderot” şehri de 1,7 milyon dolar avans alacak.
Bu sırada kovuldukları işgal bölgelerinde “evleri” olan yerleşimciler için ev ödemelerinin durdurulması söz konusu olmadı. Yerleşimciler, yıkılan “evlerinin” borçlarını ödemeyi sürdürecekler. Bu noktada Merkez Bankası’nın attığı tek adım, Gazze’ye yakın bölgelerdeki “ev sahiplerinin” konut kredisi ödemelerini yalnızca üç ay süreyle dondurmak oldu.
Siyonizm, emperyalist müttefiklerinden aldığı bütün yağlı finansal yardımlara rağmen, Filistin halkının direnişi ve küresel intifada karşısında ekonomik gücünü ve ayrıcalıklarını koruyabilecek bir aşamaya ulaşmakta zorlanıyor. “Knesset” Maliye Komitesi’ndeki muhalif milletvekillerinden Vladimir Beliak, 2023-2024 bütçesindeki koalisyon fonlarının 7 ila 8 milyar şekel tutarında olduğunu ancak 2023 fonlarından geriye yaklaşık sadece 1 ila 1,5 milyar şekel kaldığını tahmin ettiğini söyledi. Savaşın başlamasından sonra Smotrich, iki yıllık 2023-2024 bütçesini yeniden açtığını ifade etmişti. Smotrich’in bir temsilcisi ise 5 Kasım günü yaptığı açıklamada şunları kaydetti:
“Sivil savaş ihtiyaçlarının karşılanması için 5 milyar şekelden fazla para aktarıldı ve yakında bütçede gereken tüm değişiklikler, tek bir yasa paketi olarak hükümete ve Knesset’e getirilecek.”
Emperyalizm içinde çatlaklar ortaya çıkıyor
Emperyalist metropollerde, Siyonizmin Gazze’ye yönelik soykırımcı suçları karşısında patlak veren mücadeleler, son yarım yüzyılın en kitlesel seferberlikleri unvanını kazanmaya başlarken, Siyonizmin yürüttüğü savaşın sonuçlarına dair hiçbir siyasal plana sahip olmaması ve Filistin Direnişi’nin küresel çapta tarihsel bir prestije erişmiş olması, emperyalist karşıdevrim cephesinin içinde çatlaklar yaratıyor ve çatlakları her geçen gün derinleştiriyor. Almanya, İngiltere ve Fransa emperyalizmleri Filistin’le dayanışma eylemlerini boşuna yasaklıyorlar: Yüzbinlerce insan Siyonizmin soykırım suçunu engelleyebilmek ve Filistin Direnişe’ne destek olabilmek için, kendi hükümetlerine ve “İsrail’e” karşı mücadeleye atılıyor. Son olarak Londra’da Filistin için 800.000 insan sokaklarda seferber oldu; bu, İngiltere’de son yarım yüzyıldır yaşanan en kitlesel eylem oldu.
Sadece 7 Ekim’den bu yana değil, ancak tarihsel olarak Siyonizmin suçlarını maskeleme görevini üstlenen ve Siyonizmin halkla ilişkiler kampanyasının ABD’deki kaptan kamarasında oturan CNN, hazırladığı özel bir haberde, emperyalist karşıdevrim cephesindeki çatlakların, ABD’nin emperyalist hükümeti içindeki yansımalarını şöyle özetledi:
“İsrail-Hamas savaşının başlamasından bir ay sonra, bazı üst düzey yetkililer özel olarak İsrail’in askeri operasyonlarının savunulamayacak yönleri olduğunu söylüyorlar; ABD’nin ateşkesi desteklemesi yönündeki çağrılar hükümet çalışanları arasında artıyor. CNN’e konuşan birçok kaynak, Filistinli sivillerin İsrail hava saldırılarında aralıksız öldürüldüğü görüntülerden rahatsız olduklarını söyledi.
Üst düzey bir idari yetkili, ‘Bu büyük bir ahlaki kaygı yarattı’ dedi. ‘Ama kimse bunun hakkında konuşamaz çünkü hepimiz başkanın tatmini için çalışıyoruz ve o da bu işin içinde.’
(…)
Biden yönetiminin çatışmaya yaklaşımı nedeniyle geçen ay açıkça istifa eden bir yetkilinin de aralarında bulunduğu en şiddetli tepkilerden bazıları Dışişleri Bakanlığı içinden geldi. Yönetimin diğer yerlerinde yetkililer sivil ölü sayısı arttıkça sessizce öfkeleniyor.
Yüzlerce ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı çalışanı tarafından imzalanan bir açık mektup, yönetimin şu ana kadar reddetmiş olmasına rağmen, bir ateşkes çağrısında bulunulmasına çağrı yapıyor.”
Siyonizm ile ABD emperyalizmi arasındaki bu yönelim farklılığı, CNN’e göre, ABD’nin kara harekatının daha farklı bir şekilde ve daha farklı amaçlar uğruna örgütlenmesini önermek zorunda kalmış olmasına dek genişlemiş durumda:
“Bu konuşmalara tanık olmuş kimseler, Biden yönetimi yetkililerinin farklı düzeylerdeki İsrailli mevkidaşlarıyla yaptığı görüşmelerde, İsrail’in binlerce Filistinlinin hayatına mal olan Gazze’ye yönelik amansız hava bombardımanını azaltması yönündeki çağrılarını artırdığını söyledi.
Bir kaynak, ‘Onlara buradaki rotalarını değiştirmeleri gerektiği söylendi’ diye konuştu. ‘Geri çekilmeleri, bombalamayı durdurmaları ve daha cerrahi ve kesin bir terörle mücadele operasyonuna girişmeleri önerildi.’
(…)
Üst düzey bir idari yetkiliye göre İsrail ‘başlangıçtaki planlarını önemli ölçüde rötuşlamış’ olsa da, Gazze’ye yönelik genişletilmiş saldırı yine de birçok Amerikalı yetkili tarafından çok şiddetli olarak görülüyor.”
ABD emperyalizminin siyasal elitleri arasında, Siyonizmin Gazze Soykırımı’nın boyutlarına yönelik olarak ortaya çıkan bu etkisiz muhalefet stratejik değil, taktiksel konulara ilişkin. ABD başkanı Joe Biden, 7 Ekim’in ardından “İsrail’i” ziyaret ettiğinde, Netenyahu ile “İsrail” genelkurmayını, ABD’nin Irak ile Afganistan’da yaptığı hataları tekrarlamamaları gerektiği konusunda uyarmıştı. Biden yaptığı bu uyarıyla, ABD emperyalizminin, askerî bir işgale girişmiş olmasına karşın Irak ile Afganistan’da hedeflerine ulaşamadığını ve yenildiğini belirtiyordu. Bu bakımdan ABD’nin “İsrail’e” önerisi, “sert güç” araçlarıyla beraber “yumuşak güç” araçlarının da kullanılması ve Gazze’de sürdürülen savaş suçlarının, emperyalist metropollerde öfkeli seferberlikler yaratmayacak bir düzeyde, gerekirse hafif veya orta şiddetli bir düzeyde sürdürülmesiydi.
“İsrail” bu tavsiyeleri dinlemedi. ABD emperyalizmi, Siyonizmin Gazze’de, işgal altındaki Filistin’de ve Lübnan’ın güney sınırında sürdürdüğü savaşı stratejik olarak desteklemesine ve beslemesine rağmen, savaşın araçları ve yöntemlerine dair taktiksel itirazlarını dile getirmeye başladı. Bu itirazlar sadece ABD’nin emperyalist hükümeti içindeki birkaç kadrodan gelmedi, doğrudan doğruya Fransız emperyalizminin kaptan kamarasındaki Macron’dan da geldi:
“Fiilen, bugün siviller bombalanıyor, fiilen. Bu bebekler, bu kadınlar, bu yaşlı insanlar bombalanıyor ve öldürülüyor. Bunun hiçbir gerekçesi ve hiçbir meşruiyeti yok. Bu yüzden İsrail’i durmaya çağırıyoruz.”
Bu, emperyalizm cephesinden şu ana kadar gösterilen en sert tepkiydi. Filistin Direnişi’nin Gazze’de gösterdiği kahramanlık ve işgal ordusunu milim milim ilerlemeye zorlaması ve ek olarak dünya kentlerinde Filistin’le dayanışma içinde olan kitlesel eylemler sürdükçe, sözde “demokratik”, özde soykırım yanlısı emperyalizm cephesinden bu tepkilerin gelmeye devam etmesi beklenebilir.
ABD emperyalizminin, Siyonizmin askerî kara harekatına yönelik en büyük rahatsızlığı, bunun bir siyasal planla desteklenmiyor oluşu. ABD’nin Irak ile Afganistan’daki en büyük hatası da bu olmuştu. Şu ana kadar “İsrail” basınında, Gazze’nin geleceğine dair çıkan haberlerin öngördükleri planların temelsizliği ve kaotik yapısı, ABD emperyalizmine güvence vermiş değil. Gazze’nin işgal edilmesi veya resmî Filistin Yönetimi’ne verilmesi veya Birleşmiş Milletler önderliğindeki bir uluslararası koalisyona teslim edilmesi veya Hamas’ın yok edilmesinin ardından kendi haline bırakılması: Bütün bunlar “İsrail’in”, şu veya bu yetkilisinin ağzından dile getirilen sözde planlar arasında. Siyonist gazete Haaretz, bu durumun ABD emperyalizminde yarattığı duygu durumunu, şu sözlerle tarif etti: “İsrail’in çıkış planının olmaması Amerika’nın sabrını sınıyor.”
Ancak Siyonist “İsrail”, emperyalizmden eleştirel bir şekilde karşılanan bu plansızlığını, tarihsel görevlerini yerine getirerek telafi etmeye çalışmayı sürdürüyor. 29 Ekim’de Siyonizm, aralarında İngiliz çokuluslu petrol ve gaz şirketi BP ve İtalyan enerji devi Eni’nin de bulunduğu altı şirkete, Akdeniz’deki doğal gaz sahalarını araştırmak ve keşfetmek için ek 12 lisans daha verdiğini duyurdu.
Filistin’de silahlı ayaklanma, Siyonist soykırım, Arap devrimleri ve emperyalizmin egemenlik krizi karşısında Troçkist tutum
7 Ekim 2023 tarihinde başlayan El Aksa Tufanı Siyonist kolonyalizme, işgale ve etnik temizliğe karşı Filistin Direniş güçlerinin başlattığı haklı ve meşru bir silahlı halk ayaklanmasıdır.
Sömürgecinin şiddeti ile sömürge ulusun şiddeti arasında soyut ve ahlakî bir eşitlik kuran liberal, pasifist ve hümanist yaklaşımları reddediyoruz. Şiddete ve teröre yönelik akımımızın daima sahip çıktığı Marksist ilkeleri savunuyoruz: Sömürgecinin şiddeti gayrimeşru ve gericidir; sömürge ulusunun uyguladığı şiddet ise meşru ve ilericidir.
Anlaşılacağı üzere, Filistin Direniş örgütlerinin 7 Ekim günü kullandıkları askerî yöntemleri eleştirmiyoruz. 7 Ekim günü yaşananları kınamıyoruz. Bu yöntemleri eleştiren ve kınayan siyasal akımlar, politik olarak Siyonist sömürgeciliğe uyarlanmışlardır ve küçük burjuva demokrat basınca yenik düşmüşlerdir.
Filistin Direniş örgütlerinin siyasal programlarını katı bir şekilde eleştiriyoruz çünkü bu programların hiçbirisi, Filistin’in birleşmesi ve özgürleşmesi mücadelesini, Ortadoğu devrimlerinin bölgesel ihtiyaçlarının ve dünya devriminin diyalektiğinin çerçevesinden değerlendirmemektedir. Tıpkı Alman Nazizmi sorununun yalnızca Almanya’nın sınırları içinde çözülememiş olduğu gibi, Siyonist Nazizm sorunu da yalnızca işgal altındaki Filistin’de çözülemez. Nehirden denize dek uzanan özgür bir Filistin için verilen ulusal kurtuluş mücadelesi, mantıksal siyasal hedeflerine ancak bir enternasyonalist program ve önderlik altında ulaşabilir.
Buna rağmen bugünkü politikamız Filistin Direnişi örgütlerinin programlarının siyasal eleştirisi üzerine değil, Filistin Direnişi örgütlerinin verdikleri askerî mücadeleye destek verilmesi üzerine kuruludur. Onları, Siyonist düşmana karşı verdikleri haklı savaşlarında koşulsuz ve tam bir şekilde destekliyoruz.
Filistin sorununun ulusal bir çözümünün olmayışının anlamı şudur: Bu sorun, ancak ulusal Arap birliği temelinde çözülebilir. Emperyalizmin sınırlarını çizdiği yapay ve sahte Arap ulus-devletlerinin ortadan kaldırılması ve siyasi biçim olarak bir ulusal Arap birliğinin sağlanması ihtiyacı, eşzamanlı olarak demokratik, antiemperyalist ve sosyalist görevlerin kaynaşmış olduklarına işaret etmektedir. Demokratik çünkü bu ihtiyaç, ulusal kurtuşun bir parçasıdır. Antiemperyalist çünkü bu ihtiyaç, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının bölücü dayatmalarından kopuşu gerektirmektedir. Sosyalist çünkü bu ihtiyaç, bölgedeki yerel ve ulusal kapitalist sınıfların çıkarlarını kendisinde cisimleştiren ulus-devletlerin yok edilmesini öngörmektedir.
Demokratik, antiemperyalist ve sosyalist görevler arasına hayalî tarihsel ve siyasal aşamalar dikmeyen biricik sosyalist strateji, sürekli devrim stratejisidir. Emperyalizm öncesi dönemde Arap burjuvazisi ulusal ve özerk bir gelişim dönemi yaşamamış olduğu için, bu sınıf bugün toplumsal olarak güçsüzdür. Bu güçsüzlüğü onun, demokratik ve antiemperyalist görevlerin yerine getirilmesi noktasında yeterli siyasal kapasiteye sahip olmamasını doğurmaktadır. Bu nedenle Arap burjuvazileri, emperyalizmin müttefikidir. Bugünkü gerici ve Bonapartist Arap rejimleri, emperyalizm ile Siyonizmin bölgedeki politik ve askerî çıkarlarının aktarma kayışı rolündedirler. Bu nedenle yalnızca sosyalist değil ancak Ortadoğu’daki demokratik ve antiemperyalist görevler de işçi sınıfının siyasal sorumluluk alanındadır.
Ortadoğu’nun bir ulusal Arap birliği altında birleştirilmesi, ulus-devletler kapitalist ekonominin siyasal biçimleri oldukları için, ancak bir sosyalist ekonomi temelinde gerçekleşebilir. Kapitalist Ortadoğu birleştirilemez. Bu nedenle sloganımız Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu’dur.
Ulusal Arap birliği ve bu birliğin bir sosyalist ekonomi temelinde kurulması politikası, ancak ve ancak Ortadoğu’daki Arap olmayan azınlıkların bütün ulusal ve demokratik haklarının tam güvence altında olmasını öngören bir politikayla desteklenirse, nesnel hedeflerine ulaşabilir. Bu bağlamda Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu sloganımız ile Kürt halkına ve Güney Sudanlılara kendi kaderlerini tayin etme hakkının tanınması talebimiz, aynı siyasi çizginin farklı taraflarıdır. Arap devrimlerinin en önemli enternasyonalist görevlerinden birisi de Arap olmayan azınlıkların, özellikle de Kürt halkının bağımsız bir devlet kurma talebinin, demokratik “boşanma hakkı” ilkesi çerçevesinde tanınmasıdır. Gerici ve Bonapartist Arap rejimlerinin kitlelere aşılamaya çalıştıkları milliyetçi önyargıların politik olarak yenilgiye uğratılması ve Arap ulusal birliğinin eşitlik temelinde oluşturulması, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının (UKKTH) koşulsuz bir biçimde savunulmasından ve uygulanmasından geçmektedir.
Filistin’deki silahlı halk ayaklanması ve Siyonizmin tarihsel krizi, Ortadoğu ve Arap Devrimleri’ne yönelik politikamızda bir değişiklik gerektirmemekte, aksine sahip olduğumuz politikayı doğrulamaktadır. Filistin Direnişi’ni koşulsuz bir şekilde destekliyoruz tıpkı kendi rejimlerine karşı mücadele eden ve ayaklanan Lübnanlı ve İranlı proleterleri ve emekçi halkları koşulsuzca desteklediğimiz gibi. Ortadoğu ve Arap Devrimleri’nin desteklenmesi politikası, Siyonizmin nihai yenilgisi için siyasal bir şarttır. Bugün bu politikaya sahip olan yalnızca birkaç akımdan birisiyiz. Bu bağlamda “İsrail’in” eski başbakan yardımcısı Silvan Shalom’un, 2011 yılında bir İsrail radyosuna yaptığı açıklamaları hatırlatmayı değerli görüyoruz:
“Zeynel Abidin Bin Ali’nin başında olduğu rejimin düşmesi başka ülkelerde benzer olayların yaşanmasının öncülü olabilir, bizim sistemimizin istikrarını etkileyebilir. İsrail ve Arap ülkelerinin çoğunun birçok ortak çıkarı bulunmakta. (…) Arap dünyasında gerçekleşecek bir demokratik sistem bu birliği bozabilir. Zira olası demokratik sistemler İsrail karşıtı halklarca yönetileceklerdir.” (Avram.org, 15 Ocak 2011.)
Suriye’deki kanlı Esad diktatörlüğünün, Suriye’deki silahsız halkın üzerine tonlarca bomba yağdırarak yüzbinlerce insanı katletmesine rağmen, bu bombalardan birisini bile Golan Tepeleri’ne atmadığını; bırakalım bombaları, Golan Tepeleri’ndeki işgalcilere bir kurşun bile sıkmadığını hatırlatıyoruz. Dünya deniz ticareti çerçevesinde dolaşımda olan petrolün üçte birinin ve toplam dünya petrolünün dörtte birinin her gün Hürmüz Boğazı’ndan geçtiğini ve İran’daki gerici molla diktatörlüğünün, Siyonizmin soykırımına yakıt ve silah olan bu petrolün dolaşımını durdurmak için kılını dahi kıpırdatmadığını hatırlatıyoruz. İran’daki molla diktatörlüğünün başında bulunan Ayetullah Ali Hamaney’in 7 Ekim’deki silahlı ayaklanma hakkında Hamas yetkililerine yaptığı ve basına sızan yorumunun ne denli öğretici olduğu üzerine, herkesi düşünmeye davet ediyoruz:
“7 Ekim saldırısı hakkında bizi bilgilendirmediniz. Sizin için savaşa girmeyeceğiz. Ancak siyasi ve manevi desteğe devam edeceğiz.”
Filistin Direnişi’nin Siyonizmi ilga etmeyi hedefleyen ayaklanmasıyla, Arap proleterlerinin ve emekçi halklarının rejimlerini devirmeye çalıştıkları seferberliklerini bir ve aynı mücadelenin iki farklı kolu olarak görüyoruz. Bu bağlamda Filistin Direnişi’nin önderliğinin, Lübnan Hizbullah’ından ve İran rejiminden aldıkları desteğin pahasına, emekçi Arap ve İranlı kitlelerin mücadeleleriyle dayanışma içinde bulunmamayı tercih edebilecek olmalarını, Filistin Direnişi’nin yenilgisine sebep olabilecek denli tehlikeli bir pragmatizm olarak görüyoruz. Filistin Direnişi’nin Siyonizm karşısındaki zaferi, Arap ülkelerindeki ve İran’daki devrimci halk isyanlarının nesnel hedeflerine varmasına sıkı sıkıya bağlıdır.
Ortadoğu ve Arap Devrimleri nesnel hedeflerine milliyetçi veya İslamcı programlar altında değil, ancak enternasyonalist ve sosyalist bir program altında ulaşabilir. Ulusal demokratik görevlerin yerine getirilmesi ulusal ve demokratik politikalarla değil, enternasyonalist ve devrimci politikalarla mümkündür. Milliyetçilik ve İslamcılık, üretimin kapitalist karakterinin ve özel mülkiyet ilişkilerinin ilga edilmesini hedeflemediği için emperyalizm ile Siyonizmin varlık şartlarını ortadan kaldıramaz ve Arap ulusunu sosyalist bir ekonomik temelde birleştiremez. Bu bağlamda Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu sloganımız bizim ayırt edici yönümüzdür. Diğer sloganlarımız da bizi milliyetçi ve İslamcı akımlardan ayırmaktadır.
Filistin’de süren silahlı ayaklanma için sloganımız “Birleşik, laik, ırkçı olmayan Filistin” talebidir. Bu slogan bizim Filistin Direniş güçleriyle askerî ortaklığımızı ve siyasal farklarımızı aynı anda vurgulamaktadır. Bu slogan aracılığıyla tarihsel Filistin topraklarında tek bir Filistin devletinin talep edilmesi yoluyla askerî eylem birliği sağlanmaktadır. Aynı sloganda bu tek Filistin devletinin laik olması ve ırkçı olmaması talep edilerek bayraklar birbirine karıştırılmamakta ve siyasal ayrımlarımız korunmaktadır.
Küresel çaptaki birçok protestoda “ateşkes” sloganı kullanılmaktadır. Bizim sloganımız ateşkes değil, şudur: “Soykırıma son, direnişe zafer!” Bununla birlikte ateşkes sloganının kullanılmasına, onun içeriğinin nasıl doldurulduğuyla ilgili olarak her zaman ve her yerde karşı çıkmıyoruz. Eğer ateşkes talebinin anlamı, Siyonizmin Gazze’ye dönük saldırganlığını ve suçlarını engellemek ise, bu slogana bu anlamıyla destek verebiliriz. Ancak ateşkes sloganı Filistin Direnişi’ni Siyonist “İsrail” ile eşdeğer bir güç olarak kabul ederek Filistinliler açısından teslimiyet anlamına gelen bir barışın kabul ettirilmesi için kullanılıyorsa, bu sloganının bu şekilde kullanımına karşı çıkarız. Filistinli devrimci ve yazar Halid Bereket, bu pozisyonumuzun arkasındaki mantığı aşağıdaki gibi açıklamaktadır:
“Siyonistleri ırkçı ideolojilerinden kurtarmanın tek yolu onları mağlup etmektir. Sömürgecilere eşitliği teorik olarak ya da diyalog yoluyla öğretemezsiniz. (…) Uluslararası düzeyde, gösterilerde, birileri ateşkes sloganı attığında ve insanlar bunu tekrar ettiğinde, bence bizim rolümüz aslında ateşkes istemediğimizi söylemek değil, bunun içeriğinin saldırganlığı, İsrail saldırganlığını durdurmak ve Filistin direnişinin galip gelmesini sağlamak olduğunu açıklamaktır. Ulusal kurtuluş hareketleri açısından etnik temizlik ve soykırıma maruz kalan insanlar için, eğer onlardan ateşi kesmelerini isterseniz, bu sadece yanıltıcı olur. (…) Öte yandan bazı gruplar ateşkes istiyor, zira gerçekten de ateşkes istiyorlar. Bu ateşkes söylemine inanıyorlar. (…) Bunu kimin söylediğine ve nasıl söylediğine bağlı. Fakat bir hareket olarak bu sloganı benimsemeyeceğiz ya da göz yummayacağız. İçeriği ve manası olmayan sloganları benimseyemeyiz. (…) Bu sloganlara içerik kazandırmaya başlamalıyız.”
Karşı çıktığımız bir diğer slogan ise “İsraillilere ve Filistinlilere kendi kaderini tayin hakkı” sloganıdır. Ezen ulus ile ezilen ulusa aynı anda kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması, ezen ulus şovenizminin ve yayılmacılığının siyasal devamıdır. Sömürgeci ulusa UKKTH hakkının tanınmasının öngörülmesi, Siyonizme politik olarak tanınan bir kapitülasyondur. “İsraillilerin” kendi kaderini tayin etme hakkını savunmak, aslında Apartheid’ın, etnik temizliğin, işgalin ve soykırım suçunun devam etmesini desteklemektir.
Filistin’in işgal altındaki toprakları, reformist öneriler (Oslo Barış Anlaşması gibi) ve reformist sloganlar (“iki devletli çözüm”, “‘İsraillilere kendi kaderini tayin hakkı”, vb.) için bir mezar oldu. “İki devletli çözümün” önerdiği politik proje, Nazi Almanyası’nın içinde silahsızlandırılmış bir Yahudi devletinin kurulması fantezisiyle eşdeğer bir mantığa sahiptir. Sömürgeci devlet ile sömürge ulus yan yana yaşayamazlar. Bugün sözde “iki devletli çözüm”, ABD emperyalizminin başkanı Biden’dan Rus oligarşisinin önderi Putin’e, Türkiye’deki Bonapartist ve despotik rejimin başındaki Erdoğan’dan Siyonizme teslim olmuş olan Filistin Yönetimi’nin tepesindeki Mahmut Abbas’a ve İran’daki molla diktatörlüğüne dek, bütün karşıdevrim cephesinin ortak sloganıdır. Bu sloganı solun içinden tekrar edenleri şiddetle kınıyoruz. Politikamızın nehirden denize tek bir özgür Filistin’in kurulması ve bu demokratik Filistin’in altında Arap ve Yahudi halklarının eşitlik temelinde yaşaması olduğunu vurguluyoruz.
Filistin Direnişi’nin tarihsel olarak bir sıçrama gerçekleştirmesi, Siyonizmin yapısal bir krize sürüklenmesi, emperyalist metropollerde “nehirden deniz özgür Filistin” sloganıyla donanan kitlesel seferberliklerin patlak vermiş olması, emperyalizmin içindeki politik-taktiksel çatlakların derinleşmesi ve emperyalizmin bölgedeki egemenliğinin gerileme durumunda oluşunun hızlanmasının birçok sosyal, ekonomik ve siyasal nedenleri var. Ancak bu nedenlerin en önemlilerinden birisi 7 Ekim 2023’teki El Aksa Tufanı’dır. Bu silahlı ayaklanma Siyonizm ile emperyalizmi krize sürükleyen ve devrimci krizi yaratan bütün olguları şiddetlendirmiştir.
Bu nedenle ve yukarıda özetlenen gerekçelerle, Troçkist politikanın bugünkü merkezî sloganları şunlardır:
Bir, iki, üç; daha fazla El Aksa Tufanı!
Gazze Soykırımı’na son, Filistin Direnişi’ne zafer!
Arap halkları gerici rejimlerin yıkılmasını istiyor!
Yaşasın Filistin Direnişi ile Ortadoğu Devrimleri’nin birliği!
Yıkılsın Siyonist İsrail devleti! Yaşasın birleşik, laik, ırkçı olmayan Filistin!
Ortadoğu’nun zenginlikleri ve iktidar emekçi halka!
Arap olmayan halklara kendi kaderini tayin hakkı!
Ulusal Arap birliği için ileri! Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu için ileri!
9 Kasım 2023