7 Ekim 2023 dünya tarihini nasıl değiştirdi?

Aşağıdaki metin, İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal’in (İUB-DE) yaklaşan Sekizinci Dünya Kongresi’nin İç Tartışma Bülteni için hazırlanmış ve kongre tartışmaları kapsamında, ilk olarak bu bültende yayımlanmıştır.

***

1.) Filistin’deki silahlı ayaklanma dünyanın her köşesinde devrimci krizi derinleştiriyor, ezilenlerin kendi toplumsal ve sınıfsal güçlerine dair sahip oldukları özgüveni ve morali yükseltiyor, en üstün teknik, teknolojik ve dijital teçhizatlarla dahi beli bükülmüş ve sürgün edilmiş bir ulusun silahlı ayaklanmasını durduramadığını gösteren egemen blokları varoluşsal bir endişeye sürüklüyor, emperyalist rejimleri kitle seferberlikleri ve yeni mali yüklerle baş başa bırakıyor, Siyonizmi tarihsel bir buhrana sokuyor, burjuva Arap rejimlerinin maskesini indiriyor ve sınıflar mücadelesinin her alanda şiddetlenmesinde bir katalizör rolü oynuyor.

Tanımlamalarımız

2.) Genel olarak politikada, ancak özellikle de devrimci politikada şiddet, silahlı mücadele ve cinayet gibi eylemlerin doğru bir kavranışına ve bu eylemlere dair doğru bir tutum ile öneriye sahip olmak için, öncelikle olayların ve tarafların doğru bir tanımına ihtiyaç vardır. 7 Ekim 2023’te Filistin direniş güçlerinin başlattıkları El Aksa Tufanı’nın siyasal değerlendirilişi de aynı ihtiyaca sahip. 7 Ekim günü yaşanmış olan şudur: Sömürgeci orduya, sömürgeci silahlı kuvvetlere ve sömürgeci devletin her bir yurttaşına dek askerleştirdiği yerleşimci-militarist bir kolonyal toplum projesine karşı, ezilen ulusun anti sömürgeci ordusunun nüveleri, silahlı bir ayaklanma gerçekleştirmiştir. Bizim tanımımızın, sömürgeciliğe uyarlanan diğer anlayışlar ile tahlillerden hangi noktalarda farklılaştığı hemen anlaşılabilir. Tanımlamalar arasındaki bu farklılık ise ifadesini, nihai olarak savunulan ve önerilen politikalardaki farklılıklarda kendisini gösteriyor. Tanımımızın en önemli tarafı, Filistin direniş güçlerinin 7 Ekim saldırısını bir “terör” eylemi veya yöntemsel olarak katılmadığımız “maceracı” ve kitlelerden kopuk bir “katliam” denemesi olarak değil, ancak tarihsel ve politik olarak haklı ve meşru bir silahlı ayaklanma olarak tarif ediyor olmamızdır. 

Suç ve ceza

3.) Suç sömürgecilik ise, cezası 7 Ekim ve daha fazlasıdır. Küresel çapta küçük burjuva sol (Stalinizm, sosyal demokrasi ve Troçkizmin ISA, CWI, FI-CI gibi sektörleri), Siyonizme yüksek oranda politik olarak uyarlanarak, 7 Ekim’i kınadıklarını ve Filistin Direniş güçlerinin 7 Ekim Ayaklanması’nda hayata geçirdikleri metotlara katılmadıklarını, bu metotları yanlış bulduklarını ifade ettiler. Bir kere daha ifade etmiş olalım: 7 Ekim’in yöntemi silahlı bir halk ayaklanması olmasıydı, ardından gelişen süreçte ise El Aksa Tufanı, Siyonist düşmana karşı haklı ve meşru bir gerilla savaşına döndü. Küçük burjuva solun 7 Ekim’i oportünist bir biçimde eleştirmesinin başlıca nedenleri, onların küçük burjuva kamuoyunun gerici siyasal basıncı altında olmasından ve sınıf mücadeleci metotlardan koparak reformist toplumsal hareketlerin etki alanına girmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

4.) Sömürgeciliğe ve onun Siyonist biçimine karşı silahlı mücadele ve silahlı ayaklanmanın haricinde verilebilecek etkili ve sonuç alıcı mücadele biçimleri mevcut değildir. Hiç şüphe yok ki intifadalar ve genel grevler, Filistin Direnişi’nin tarihinin onurlu sayfaları ve hala geçerli ve haklı olan mücadele yöntemleridir. Ancak Siyonist düşmanın tankları karşısında onlara taş atan Filistinli çocuk generallerin, düşmanla daha eşit şartlarda yüzleşebilmek için, silahlar ve ordular talep etmesi meşru değil midir? İntifada’nın “taş atan çocuk” şeklindeki “masum” bir figür üzerinden Batılı küçük burjuva kamuoyunun sempatisini toplaması anlaşılırdı ancak artık bu romantizmin ifade ettiği politik gerçeklik geride kaldı. Artık Filistinlilerin, Siyonizmin bombaları karşısında taş atmaya mahkûm olmalarına gerek yok. Düşmana taşla saldırmak ümitsiz bir durumun savunmacı bir ifadesiydi; bugünkü silahlı ayaklanma ise inisiyatifi ele almayı ve savunmadan saldırıya geçmeyi öngörüyor. Peki ya bir genel grev? Bütün Marksist üstatlarımız (Marx, Engels, Lenin, Troçki, Moreno) şu konuda anlaşırlar: Genel grev, silahlı ayaklanmadan önceki son adımdır. Genel grev, siyasal mantığı gereği aslında bir silahlı ayaklanmanın provası ve hazırlığıdır. 7 Ekim 2023’teki silahlı ayaklanmadan önce, Filistinliler defalarca genel greve çıktılar ve İntifada’lar gerçekleştirdiler. Onlar bu yöntemleri deneyimledi ve Siyonist düşman karşısında topraklarını geri kazanma mücadelesinde, bu yöntemlerin etkilerinin sınırlı olduklarını öğrendiler. Evet, genel grevler İsrail’in ekonomisine zarar verdi ancak ABD ve AB emperyalizmlerinin ve bölgedeki işbirlikçi Arap rejimlerinin ekonomik ve mali yardımları sayesinde, İsrail ekonomisi bu genel grevlerden yara almadan çıkmayı başardı. İntifada’lar Siyonist devleti krize sürükledi ve onu felç etti ancak askerî olarak belirleyici olan taşlar değil, uçaklar ve tanklar olmayı sürdürdü. Bugünkü silahlı ayaklanma, aynı zamanda, sömürgecilik karşısında etkisi sınırlı olan bu yöntemleri içererek aşma çabasıdır.

5.) Devrimci Marksistler olarak Hamas’ın kullandığı askerî yöntemleri eleştirmiyoruz, onun siyasal programını eleştiriyoruz ancak onun siyasal programına yönelttiğimiz eleştirilerimizi de bugün politikamızın merkezine koymuyoruz. Bu ayrımlar yaşamsaldır. Filistin Direnişi’nin silahlı ayaklanma yöntemini hayata geçirmeyi tercih etmiş olması karşısında dehşete düşen ve bu nedenle onu ayıplayan, kınayan küçük burjuva solun, Marksist üstatlarımızdan öğrenecekleri çok ders var.

1900 senesinde, sömürgeleştirilmiş Çin’de kitleler ayaklandılar ve Hristiyan misyonerler ile sömürgecileri (önemli bir kısmı “sivil” olarak misyonerler ve sömürgecileri) katlettiler. Tarihe Boxer Ayaklanması olarak geçen bu olay hakkında Lenin, Aralık 1900’de “Çin’de savaş” başlıklı bir makale kaleme aldı. Lenin bu makalesinde Çinli kitlelerin anti sömürgeci ayaklanmasının yöntemlerini hiçbir şekilde eleştirmedi, aksine onlara desteğini açıkladı. Lenin durumu oldukça çarpısı ifadelerle şöyle açıklıyordu:

“Gulyabanilerin cesetleri soyduğu gibi Çin’i soymaya başladılar ve görünürdeki ceset direnmeye çalıştığında, vahşi hayvanlar gibi kendilerini onun üzerine attılar, bütün köyleri yaktılar, ateş ettiler, süngülediler ve Amur Nehri’nde silahsız sakinlerini, eşlerini ve onların çocuklarını boğdular. Ve bütün bu Hıristiyan zulmüne, uygar Avrupalılara karşı ellerini kaldırmaya cesaret eden Çinli barbarlara karşı ulumalar eşlik ediyor.”

“Şu anda basın Çinlilere karşı bir kampanya yürütüyor; vahşi sarı ırktan ve onların uygarlığa karşı düşmanlığından, Rusya’nın aydınlatma görevlerinden, Rus askerlerinin savaşa girme coşkusundan vs. vs. söz ediyor. Hükümetin ve paranın önünde karın üstü sürünen cüzdancı gazeteciler halkın Çin’e karşı nefretini uyandırmak için her türlü çabayı gösteriyor. Ancak Çin halkı hiçbir zaman ve hiçbir şekilde Rus halkına baskı yapmamıştır.” (V. I. Lenin, “The War in China”, Iskra, No. 1, Aralık 1900)

Alman emperyalizminin sömürgesi olan Güney Batı Afrika’da Hererolar ayaklandığında, yaklaşık olarak 100 Alman ve Boer yerleşimciyi öldürürler. “Medeni” Avrupa devletleri ve basını bu “skandalın” karşısında dehşete kapılır ve sömürgecilik karşıtı direnişi “barbarlık” olarak mahkûm eder. Rosa Luxemburg farklı düşünmektedir:

“Herero, yüzyıllardır kendi topraklarında yaşamış siyah bir halktır. (…) Onların ‘suçları’, beyaz köle tacirlerine boyun eğmemeleriydi (…) ve topraklarını yabancı işgalcilere karşı savunmalarıydı. (…) Bu savaşta da Alman silahları zengin bir ihtişamla kaplıydı. (…) Erkekler vuruldu, kadınlar ve çocuklar (…) yanmaları için çöle sürüldüler.” (Rosa Luxemburg, “Unser Kampf um die Macht”, Gesammelte Werke, Berlin: Dietz Verlag, [1911] 1972, syf. 537.)

6.) Bu bağlamda Filistin Direnişi’nin 7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleştirdiği silahlı ayaklanmanın anlaşılamamasının ve onun, sol tarafından dahi kriminalize edilmesinin nedenlerinden birisi de Arap halklarına yönelik gösterilen kolonyal kibir ve ırkçılıktır. Sol, sömürgeler sorunu ve sömürgelerin vermekte olduğu kurtuluş savaşları sorunu karşısında bir kolonyal amnezi yaşamaktadır.

Politik ayrım çizgileri: Ölçüt sekülerizm mi, yoksa “tek Filistin” sloganı mı?

7.) El Aksa Tufanı’nın başlamasıyla birlikte, solun büyük bir kesimi, haklı olarak Hamas’ın burjuva-İslamcı programını eleştirdi. Solun büyük bir kesimi eleştirilerini yalnızca Hamas’ın hatalı politik programına yöneltti. Hamas’ın programı kesinlikle eleştirilmelidir ve bizim, bu programın burjuva-İslamcı karakteriyle hiçbir ortak noktamız olamaz. Ancak eleştirilerin yalnızca Hamas’ın burjuva-İslamcı politikasına yönelmesi, Filistin sorunundaki asıl politik ayrım çizgilerinin üzerini örtüyor. Filistin’in Siyonist işgalci karşısında verdiği tarihsel savaştaki politik ayrım çizgileri İslamcılar-sekülerler ayrışması tarafından belirlenmemektedir. Asıl siyasal ayrım “iki devletli çözümü” savunanlar ile birleşik Filistin’i savunanlar arasındadır. 7 Ekim’deki silahlı ayaklanmayı Filistinli 12 direniş örgütü başlattı. Bu silahlı ayaklanma karşısında tutum belirlerken, solun önemli bir çoğunluğu, tutumlarını Hamas’ın burjuva-İslamcı programının eleştirisi üzerinden belirledi. Ancak hiç kimsenin eleştirmediği olgu şuydu: Bu 12 direniş örgütünün içinden 2 tanesi, sözde “iki devletli çözümü” savunmakta ve bu örgütten birisi de seküler ve solcu Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi. Bunun karşısında Hamas ise birleşik Filistin’i savunuyor. Hemen söyleyelim: Seküler ve solcu Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin “iki devletli çözümü” savunan pozisyonu, tek devletli çözümü savunan Hamas’ın İslamcı politikalarından çok daha gerici ve çok daha tehlikelidir. İşte, solun asıl eleştirmesi gereken ve arasına ayrım çizgisi çekmesi gereken sahici siyasal ayrım konusu budur: Filistin’in geleceği sorunu. Solun büyük çoğunluğunun asıl siyasal ayrım konusu olarak bu sorunu görmüyor oluşu, onun Filistin’in özgürlük savaşının gerçeklerine ne kadar yabancı olduğunun ve onun, sömürgeci Siyonizmin halkla ilişkiler kampanyalarına politik olarak ne denli uyarlandığının bir yansımasıdır.

Afrika’da antiemperyalist isyan ve Filistin’de silahlı ayaklanma

8.) Birkaç ay içinde Batı ve Orta Afrika ülkeleri olan Mali, Çad, Burkina Faso, Gine, Nijer ve Gabon’da askerî darbeler yaşandı. Darbelerin sonucunda Fransız emperyalizminin kukla hükümetleri düşerken, cunta yönetimleri iktidara geldi. Sahel bölgesinde askerî darbelerin yaşandığı ülkelerin büyük çoğunluğu Fransa’nın eski sömürgeleri. Ve bu darbeler, Fransız emperyalizminin askerî varlığına karşı son birkaç yıldır Mali, Nijer, Burkina Faso ve Gine’de gerçekleşen kitlesel seferberliklerin arkasından yaşandı. Eski Fransız general ve devlet başkanı de Gaulle 1945 yılında CFA frank bölgesini (artık CFA avro bölgesi) oluşturarak, bağımsızlığını kazanan Afrika ülkelerinin Fransız emperyalizminin boyunduruğu altında tutulmasını sağlamıştı. Fransız emperyalizminin sömürgeci projesi Françafrique böyle ortaya çıktı. Fransa bugün CFA bölgesinin para biriminin değerini belirlemeye ve bölgedeki ülkelerin yabancı rezervlerinin %50’sini kendi merkez bankasında tutmaya devam ediyor.

Fransız emperyalizmine karşı Sahel’de patlak veren kitlesel seferberlikler, bütün kıtada Fransız ve ABD emperyalizmlerinin zayıflamasını beraberinde getirdi. Mali ve Nijer’deki darbelerin ardından, bu ülkelerin Fransa ile imzaladıkları savunma anlaşmalarının sonlandırıldığı duyuruldu ve Fransa, büyükelçileri ile konsoloslarını bu ülkelerden çekti. Bununla da kalmayarak Fransa, bölgeden 4000 askerini çekeceğini ve 2013’ten bu yana Mali’de 13.000 yabancı askerin konuşlanmasını sağlayan Birleşmiş Milletler’in MINUSMA Görevi projesini sonlandıracağını duyurdu.

9.) Sahel’de yaşanan antiemperyalist seferberlikler bölgede emperyalizmi zayıflattı ve emperyalizmin Afrika’daki askerî varlığını geriletti. Bu, Filistin’deki silahlı ayaklanmanın askerî başarısının arkasında yatan nedenlerden birisidir. Siyonizmin tarihsel müttefikleri olan ABD ve Fransız emperyalizmlerinin bölgedeki askerî gücünde zaaflar yaratılması, Siyonizmin 7 Ekim’de aldığı küçük düşürücü yenilginin de şartlarını hazırlamıştır. Sahel’de verilen antiemperyalist mücadele ile Filistin’de verilen anti-Siyonist mücadele, bir ve aynı mücadeledir: Emperyalizmin eliyle oluşturulmuş yapay ulus-devlet sınırlarının kaldırılarak birleşik bir Afrika kıtasının yaratılması mücadelesi ve emperyalizmin eliyle oluşturulmuş yapay ve sömürgeci İsrail devlerinin ortadan kaldırılarak birleşik bir Filistin’in kurulması mücadelesi.

9.) Söz konusu darbeci iktidarlar, Afrika kıtasını içine alan antiemperyalist seferberlikler ile ayaklanmanın çarpık bir sonucudur ancak bu seferberliklerin politik ve programatik ihtiyaçlarının temsilcisi veya taşıyıcısı değildir. Darbeci iktidarların toplumsal rolü, dekolonizasyon ve antiemperyalist mücadele sürecinin dondurulması veya geciktirilmesidir. Bu askerî diktatörlükler kitlelerin antiemperyalist seferberliklerine değil, emperyalistler arası rekabete ve egemenlik boşluğuna dayanmaktadır. Dolayısıyla bu darbeci hükümetler antiemperyalist değildirler. Bunun en açık kanıtı, iktidara geldiklerinden bu yana, bu askerî diktatörlüklerin hiçbirisinin Fransa, Belçika ve ABD sömürgeciliği eliyle Afrika kıtasında yapay bir şekilde oluşturulmuş olan ve aslında bu sömürgeci ülkelerin kendi etki alanlarını belirlemek için kullandıkları sahte ulusal sınırların hiçbirisini tartışmaya açmamış olmalarıdır. Çünkü bu iktidarlar, aslında Afrika kıtası bir ülke olmasına rağmen, ekonomik ve siyasi ayrıcalıklarının kaynağını kendi ulus-devletlerinin varlığında bulmaktadır. 

2011 Arap Devrimleri, El Aksa Tufanı’nı hazırlayan fırtınaydı

10.) Emperyalizm ile Siyonizmin çıkarları uyarınca Filistin’in sömürgecilik karşıtı kurtuluş örgütlerinin ve savaşının üzerinde bürokratik bir kontrol ve sınırlama mekanizması olarak var olan Bonapartist ve diktatoryal Arap rejimlerini zayıflatan, bir kısmını ise yıkan 2011 Arap Devrimleri süreci yaşanmasaydı, Siyonist İsrail’e ölümcül darbeler indiren 7 Ekim silahlı ayaklanmasının örgütlenmesi ve hayata geçirilmesi çok daha zor olacaktı.

11.) 2011 Arap Devrimleri süreci başladığından bu yana, Stalinist akımlardan şunları duyduk: “Bu devrimler aslında emperyalizmin kötü niyetli bir kurgusudur. Esad ve İran düşerse, Siyonizm güçlenecek. Kaddafi düşerse Fransız emperyalizmi güçlenecek. Tunus’ta Bin Ali ve Mısır’da Mübarek düşerse ABD emperyalizmi güçlenecek. Bu devrimler, emperyalizmin Ortadoğu’da güçlenmek için kurguladıkları komplolardır.”

Şimdi soruları sorma sırası bizde: Kaddafi iktidardan düştü ve Fransız emperyalizmi Afrika kıtasında tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor. Neden? İran rejimi geçen seneki devrimci ayaklanmanın sonucunda bir hayli zayıfladı ve yorgun düştü. Esad’ın ülkesini ise Rusya, İran ve ABD kendi arasında paylaşmış durumda; onun, kendi ülkesi üzerinde hiçbir yetkisi yok. Ancak yine de Filistin direniş tarihinin en etkili ve kapsamlı silahlı ayaklanması gerçekleştirilebildi. Neden? Bin Ali ve Mübarek iktidarda değiller ve ABD emperyalizminin bölgedeki egemenliği ve askerî varlığı her geçen gün geriliyor. Neden?

Bunların cevapları çok basit: Çünkü karşıdevrim kampının karşısında devrim kampı güçleniyor. 2011 Arap Devrimleri süreci, bölgedeki devrimci sınıfları seferber etti ve bu sınıfların, kapitalist rejimlerden ve emperyalizmden oluşan karşıdevrim kampını geriletmesini başardı. 

Emperyalizm krizde, Siyonizm krizde

12.) Silahlı ayaklanma Siyonizmi bir çoklu krize sürüklüyor. Filistin Direnişi’nin silahlı ayaklanması başladığından bu yana, Siyonizm hem Lübnan sınırındaki hem de Gazze sınırındaki birkaç kilometrelik alandaki onlarca yerleşim bölgesini boşalttı veya boşaltmaya çalışıyor. Boşaltılmaya çalışılan bölgeler arasında Aşkelon gibi yaklaşık 150.000 kişilik nüfusa sahip büyük kentler de mevcut. Şu ana kadar 7 Ekim’de başlayan silahlı ayaklanmanın etkilerinden dolayı, 300.000 yerleşimci Gazze ve Lübnan sınırlarından ülkenin içlerine doğru veya yurtdışına kaçtı. Kaçan yerleşimcilere tazminat vermekle uğraşan Siyonist hükümetin içinde ise kavga var. Boşaltılan yerleşim bölgelerinin valileri ile belediye başkanları, kamuya açık bir şekilde Ekonomi Bakanı ve Savunma Bakanı ile sert polemiklere giriyorlar ve onları, yerleşimcilerin kaçışlarını finanse edememekle suçluyorlar. İşgalci hükümetin yerleşimciler için açıkladığı tazminat programı, içerideki hoşnutsuzluğu derinleştirdi. İsrail’in, birkaç on bin militandan oluşan Filistin direniş güçleriyle savaş halinde kalabilmek için her gün 600 milyon dolar harcadığı söyleniyor. İsrail’in ekonomisinin 2023’ün 4. çeyreğindeki büyüme tahminleri, JPMorgan tarafından %11 oranında daraltıldı. Ve son olarak, İsrail’in kredi notları, uluslararası kuruluşlar tarafından düşürülüyor.

13.) Bütün bunlara rağmen savaş alanında askerî inisiyatif işgalci İsrail’de değil ama Filistin direniş güçlerinde. İsrail’in bütün kara harekâtı denemeleri açık ve kesin başarısızlıklarla sonuçlanıyor. Direniş güçleri her gün Siyonist yerleşim bölgelerini ve sözde başkent Tel Aviv’i füzeleriyle hedef almayı sürdürüyor. Hatta direniş güçleri 7 Ekim’den sonra birkaç kez, birtakım yerleşim bölgelerine kara harekâtı dahi düzenledi.

14.) 7 Ekim günü İsrail’in gösterdiği beceriksizlik ve aldığı küçük düşürücü yenilgi, rejim içinde bir tartışma konusu olmayı sürdürüyor. İstihbarat, silahlı kuvvetler ve hükümet karşılıklı olarak, kamuoyuna açık bir şekilde birbirlerini suçluyorlar. Bütün bu suçlamalarla ve Filistin direnişinin askerî inisiyatifi elinde tutmasıyla beraber, Siyonist ordunun “yenilmez” olduğuna yönelik bütün mitler çöküyor. Siyonist İsrail, kendi tarihinin en derin meşruiyet ve prestij kriziyle karşı karşıya. 

15.) Emperyalizm için de durum farklı değil. Avrupa’daki enerji krizi, Ukrayna işgali ve ekonomik krizin devam eden etkilerine, şimdi de İsrail’i ekonomik ve askerî olarak destekleme kararı eklendi. Bu, emperyalist devletlerin mali yüklerini daha da artıracak. Ancak daha da önemlisi, emperyalizm içinde Siyonizm karşısında alınacak tavra dair bölünmeler var. Siyonist İsrail’in Gazze’de bir katliam gerçekleştirmesi ABD tarafından onay alırken, Avrupa Birliği emperyalizmlerinin bir kısmı buna onay vermedi (mesela İspanya). İsrail bir kara harekâtına derhal başlamak isterken, ABD’nin bu konuda isteksiz olduğu ve Siyonizmi bir kara harekatı yapmamaya ikna etmeye çalıştığı biliniyor. Biden hükümetinin içinde dahi çatlaklar var; bu emperyalist hükümetin İsrail’e yönelik yalnızca onaylayıcı bir tutumu olmasını eleştiren birtakım ABD’li yetkililer istifa ederken, bir kısım yetkililer de ABD basınına, içerideki anlaşmazlığın boyutuna dair demeçler veriyorlar. 

Neden panik içindeler? Çünkü Gazze, yeni Vietnam olabilir

16.) Siyonizm ve emperyalizm panik içinde. 7 Ekim’deki silahlı ayaklanmayı takip eden günlerde ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa devlet başkanları hemen İsrail’i ziyaret etmeye gittiler. Bu ülkelerin ve diğer emperyalist ülkelerin dış işleri bakanları, genelkurmayları, diplomatları, büyük askerî yatırım ortakları derhal uçaklara atladılar ve Filistin Direnişi’nin nasıl yok edileceği ile ilgili İsrailli meslektaşlarıyla toplantılar almaya başladılar. ABD ve AB emperyalizmleri, İsrail için tarihlerinin en büyük mali ve askerî yardım paketlerini açıkladılar. ABD’de Bernie Sanders, Joe Biden ve Donald Trump, Filistin Direnişi karşısında aynı siyasal pozisyonu aldı. İsrail şu ana kadar Suriye’deki havalimanlarını birkaç kez bombalamış olmasına rağmen, Esad rejimi Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkmadı. Putin iki taraftan birisine destek açıklamadı ve 1967 sınırlarına dönülmesi çağrısı yaptı (ve bu, Biden’ın yaptığı “iki devletli çözüm” çağrısına oldukça benziyordu). Lübnan Hizbullahı sınırdaki pozisyonlarını korumak için düşük yoğunluklu çatışmalara girse de El Aksa Tufanı’nın bir parçası olarak silahlı ayaklanmaya katılmış değil. İran rejimi ise, ABD emperyalizminin kendisinden tansiyonu yükseltmemesini rica eden isteği uyarınca, zaman zaman sert diplomatik açıklamalar yapmanın ötesine geçmiyor. Bütün bir karşıdevrim cephesi, Filistinlilerin silahlı ayaklanması karşısında birleşmiş durumda. 

17.) Bunun nedeni açık. Nahuel Moreno, Vietnam zaferinin tarihsel ve küresel etkilerini şöyle açıklamıştı:

“Fakat 1975’te olan müthiş bir şeydir, tamamen yeni bir fenomendir. Askeri alanda, doğrudan doğruya Amerikan emperyalizmine karşı kazanılmış olan, ilk muzaffer işçi devrimidir. Bu sadece herhangi bir şey değildir. Amerikan emperyalizminin yenilgisinin doğrudan ürünüdür.

Bu, dünya devrimci yükselişine devasa bir itilim sağlamıştır. Emperyalizm havada asılı bırakılmıştır; ne yapacağını bilememiştir. Kuzey Amerika’daki kitle hareketi, ve ellerinde silahlarıyla Vietnam halkı Nixon’ı alt etmiştirler; Amerikan emperyalizmini altetmiştirler. Bu yeni bir olaydır. Amerikan emperyalizminin ve kapitalizmin tarihteki ilk yenilgisidir. Hiçbir zaman bir savaş yitirmemişlerdi. Tüm güç ilişkileri değişmiştir.

Kaygılanmanıza şaşırdık, çünkü devrimci durumdan söz ediyoruz. Devrim zaferlerle korkunç bir biçimde hızlanmıştır: Nikaragua, İran. Güney Koni (Latin Amerika). Eğer Güney Koni’de şimdi demokrasi varsa, bu Vietnam’a bağlıdır. Eğer Birleşik Devletler’de demokrasi varsa, bu Amerikan kitlelerine ve Vietnam’a bağlıdır. Eğer Nikaragua işgal edilmemişse, bu Vietnam’a bağlıdır.” (Nahuel Moreno, “Dünya devrimci durumu”, 1985)

Bugün de korktukları budur: Gazze’nin, teknolojik ve askerî olarak tam teçhizatlı Siyonist ordu karşısında zafer kazanarak, yeni bir Vietnam olması. Eğer Filistin, askerî ve politik bir zafer kazanırsa, bu, dünyadaki güç dengelerini radikal bir biçimde değiştirecektir. Ve Siyonizm bugün tarihinde ilk defa yenilmektedir. Bu, tarihsel bir öneme sahip müthiş bir devrimci olanaktır.  Siyonist devletin yenilgisinin küresel çapta açacağı devrimci olanaklar, emperyalizm açısından bir kabustur, bizim açımızdan ise bir vaha olacaktır.

Enternasyonal’imizin ve İşçi Demokrasisi Partisi’nin görevi: Antiemperyalist seferberliklerin Troçkist önderliğinin inşası

18.) Hayalci değiliz, sadece kurtuluşları için mücadele eden, seferberliğe geçen ve silahlanarak ayaklanan sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki kitlelerin gücüne güveniyoruz. Bu ülkelerdeki antiemperyalist ve anti-Siyonist mücadelenin, uluslararası inşamız açısından hayatî önemde olduğu ortada. Lev Troçki, sosyalist dünya devriminin bu büyük stratejisti, 1938’de şöyle yazmıştı:

“Emperyalist çağımızda sömürgelere kök salamayan bir ‘devrimci’ örgütün sefil bir şekilde yaşamaya mahkum olması bir yasa olarak kabul edilebilir.” (Lev Troçki, “A Fresh Lesson”, Ekim 1938)

Bu uyarıyı oldukça ciddiye alıyoruz. Peki bizim politikamız ne olmalıdır? Önce olumsuz örneklerden başlayalım ve sonra önerimizi ifade edelim.

19.) Lambertizmin önerisi, kendisinin bir hayli sağa ve yabancı sınıf güçlerinin etki alanına kaymasına neden olan “antiemperyalist birleşik cephe” idi. Onlar “antiemperyalist birleşik cepheyi”, Troçki’nin 1930’larda Almanya’da önerdiği birleşik işçi cephesinin, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki mantıksal ve siyasal karşılığı olarak kurguladılar. Kendi yayın organlarından şöyle duyurdular:

“Antiemperyalist birleşik cephe ile birleşik işçi cephesi arasında derin bir ilişki vardır, şöyle ki: Ne biri ‘taktiktir’ ve ne de diğeri ötekinden ‘üstündür’. Çünkü daha önce de açıklamış olduğumuz gibi, ancak antiemperyalist birleşik cephe geri ülkelerde iktidar meselesine cevap verebilme imkanını sağlar.” (Joao Alfredo Luna, “Antiemperyalist Birleşik Cephe ve Sürekli Devrim”, PGB Sosyalizm, Sayı: 43, Şubat 2011, syf. 42)

20.) Bu oportünist tutumun tam karşısında ise, ABD’deki Spartakist eğilim (Uluslararası Komünist Birlik – Dördüncü Enternasyonal) tarafından temsil edilen sekter tutum vardı. Spartakistler, doğru ve haklı bir şekilde sömürge veya yarı sömürge ülkelerin burjuvazilerinin, emperyalizmin sosyal ve politik ajanları olduklarını tarif ediyordu. Ancak bu analizlerinin ardından, emperyalizm ile yerel-ulusal burjuva bloklar arasında hiçbir çelişkinin bulunmadığını, dolayısıyla yerel-ulusal burjuva sınıfların doğrudan doğruya emperyalizmin kendisi, emperyalizmin organik bir parçası olduğunu savunuyorlardı. Bu sekter tutumları onları İrlanda, Sri Lanka, Filistin gibi birçok konuda hatalı tutumlar almaya yönlendirdi.

21.) Öncelikle akımımız, birleşik işçi cephesi taktiği ile herhangi bir cephenin aynı nitelikte olduğunu reddeder. Moreno şöyle yazar:

“‘Cephe’ sözcüğü ve her cephenin bir işçi cephesiyle eş tutulması hareketimizde bazı yanılsamalara yol açmıştır ve bu yanılsama, kendi çizgisini saflarımıza sızdırabilmek için özellikle revizyonizm tarafından zekice kullanılmıştır. Revizyonizmin saflarımıza sızdırdığı fikir, sınıfın bağımsız eylemini ilerletmeyi amaçlayan bir cephe olan işçi cephesi ile antiemperyalist, demokratik ve feminist eylemler için kurulabilecek olan farklı ‘cephelerin’ önem ve nitelik açısından eşit kabul edilmesine yöneliktir.” (Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 29)

Dolayısıyla önceliğimiz, her şart altında işçi sınıfının politik ve örgütsel bağımsızlığının korunmasıdır. Biz, herhangi bir antiemperyalist veya demokratik görevin tamamlanması için, proletarya dışındaki sınıfsal ve sosyal kesimlerle kalıcı örgütsel yapılar inşa etmeyiz. Çünkü sürekli devrim stratejisi çerçevesinde, bu antiemperyalist ve demokratik görevlerin, ancak proletarya tarafından tamamlanabileceğini biliriz. Ancak bu, bizim sekter bir politikaya sahip olmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Moreno devam ediyor:

“Dördüncü Enternasyonal’in en önemli görevi, işçi sınıfının politik bağımsızlığını sağlamaktır. Ama bu görev, halkın herhangi bir sınıfsal kesiminin emperyalizme, kapitalizme, feodal toprak sahiplerine, erkek egemenliğine, totaliter ve diktatoryal bürokratik yönetimlere karşı herhangi bir ilerici mücadelesini göz ardı edeceğimiz anlamına gelmez. Troçkizm, işçi sınıfının bağımsızlığı için onu diğer tüm sınıfsal kesimlerden ayrıştırıp tek başına örgütleyerek yürüttüğü kendi sürekli ve düzenli mücadelesini, doğrudan bir işçi mücadelesi olmasa bile her türden ilerici mücadeleyi geliştirme ve ona müdahale etme anlayışıyla birleştirmelidir.” (Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 29)

Moreno’nun ortaya koyduğu politikanın haricinde, işçi sınıfını tüm sömürülen kitlelerin siyasal önderliğine taşıyabilme ve onu antiemperyalist, demokratik mücadelelerin öncüsü kılabilme olanağı bulunmamaktadır. Dolayısıyla biz, işçi sınıfını bütün diğer sınıfsal ve sosyal kesimlerden politik olarak ayırmak istiyoruz çünkü biz işçi sınıfının, bütün diğer sınıfsal ve sosyal kesimlere politik olarak önderlik etmesini istiyoruz. Bu nedenle işçi sınıfının, çok sınıflı mücadelelerde yer almasını, onlara devrimci program temelinde müdahalelerde bulunmasını istiyoruz.

Peki içerisinde çok sınıflı bir koalisyon olan antiemperyalist cephelere yaklaşımımız nasıl olmalı? Moreno bunu da yanıtlıyor:

“Halk cephesinin bu çeşitlemeleri, geri kalmış ülkelerde emperyalizme veya toprak sahiplerine karşı mücadeleyi amaçladıkları zaman, bazı ilerici nitelikler kazanabilir ama nihai olarak bu cepheler, metropol ülkelerdeki halk cepheleri kadar zararlıdır. Eğer böyle bir cephe gerçekleşirse (biz Troçkistler, bunu halk cephesinin bir türü olarak düşündüğümüzden kurulmasını asla önermeyiz) ve eğer işçi sınıfı veya onun önemli bir bölümü bu cephede yer alırsa, o zaman biz de bu mevcut cepheye katılabiliriz ama bu cepheye sadece onu dağıtmak, içinden çökertmek ve cepheye katılmış olan işçi sınıfının politik ve örgütsel bağımsızlığını elde etmek için katılırız.” (Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncellenmesi, Tez 29)

22.) Şu an sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, bu ülkelerin işçi sınıflarının büyük bir çoğunluğunu etkisi altına almış antiemperyalist cepheler yok. Ancak kitlelerin antiemperyalist seferberlikleri ve mücadeleleri mevcut. Kitlesel seferberliklerin bulunması ancak sınıf işbirlikçi cephelerin henüz oluşmamış oluşu, antiemperyalist mücadelelerin küresel çaptaki Troçkist önderliğinin inşası için eşsiz fırsatlar yaratıyor. Biz, bu mücadelelerin ve onların öne sürdükleri antiemperyalist ve demokratik taleplerin şampiyonları, en ileri savunucuları olabilmeliyiz. Ve bunu sürekli devrim stratejisinin çerçevesinde yapmalıyız; yani sömürge ve yarı sömürge ülkelerde söz konusu antiemperyalist ve demokratik taleplerin ancak ve ancak, proletaryanın devrimci diktatörlüğünün sosyalist eylem programı kapsamında çözülebileceğini ifade etmeliyiz.