Seçimler yaklaşırken rejim, sınıf ve sol

Türkiye’nin girmekte olduğu dönem, herhangi bir seçim sürecinin olağan gelgitleri ve gerilimleri ile belirlenmeyecek. Söz konusu olan, rejimin bizzat kendisinin, hayatları rejime bağlı olan siyasi kadrolar ile siyasi polisin ve paramiliterlerin, rejimin ayakta kalmasında yaşamsal ekonomik çıkarları bulunan oligarşinin, yakıcı biçimde kazanmaya ihtiyacı olsa da kaybetmeye eğilimli olduğu bir geniş çaplı toplumsal hesaplaşmanın yaklaşıyor olmasıdır. Bu süreçte, Türkiye boyunca tartışılacak olan her siyasal, ekonomik, kültürel, askerî konu; ve hatta işçilerin kendi aralarında münakaşada bulunacakları her başlık, artık bir prizma halini almış olan bu hesaplaşma gündeminin içinden geçip kırılarak ifadesine kavuşacak. Tam olarak bu nedenle, önümüzdeki dönemde daima hatırlanması ve kitlelere duyurulması gereken slogan, devrimci partinin herhangi bir konuya dair yaptığı herhangi bir açıklamanın üzerinde ısrarla vurgu yapması gereken öneri şu olmalıdır: Kahrolsun başkanlık rejimi, kahrolsun Saray rejimi!

Bununla beraber şunu hatırlatalım: Seçimlerde Cumhur İttifakı’nın yenilgisinin, otomatik bir biçimde rejimin lağvedilmesi anlamına geleceği iddiasında kesinlikle değiliz. Aksine Millet İttifakı, elde edeceği bir seçim zaferinin bu anlama gelmemesi için elinden geleni yapacaktır. Yerel seçimler öncesinde Devlet Bahçeli’nin “yerel seçimler kaybedilirse rejim tartışmaya açılır” çıkışını ve ertesinde rejimin CHP sayesinde tartışmaya açılmamış olmasını (çünkü belediyeleri CHP kazandı) hiç unutmayalım (ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun “‘devr-i sabık’ yaratmadan yana da değiliz” diyerek Erdoğan’a verdiği sözü de aklımızda tutalım).

Ancak Millet İttifakı’nın bu tutumu, yaklaşan seçimlerin, kitlelerin önemli bir kısmı tarafından rejimle hesaplaşmak açısından bir fırsat olarak görüldüğü gerçeğini değiştirmez. Biz bu gerçekle ilgileniyoruz.  

Bizim büyük saplantımız: İşçi sınıfını rejimden kopuşa yönlendirecek bir slogan

Bu süreçte iki tane sol ittifak kuruldu. Bunlardan birisi Sosyalist Güç Birliği (SGB), diğeri ise Emek ve Özgürlük İttifakı (EÖİ) ismini aldı. Her iki ittifakın programında da mevcut rejimden çıkılması gerektiğine dair ibareler var. Ancak bu çıkış önerileri kopuşçu bir perspektif üzerinden kurgulanmadığı gibi, rejimin yerine önerilen sistemler de belirli muğlaklıklar taşıyor.(1) Halbuki işçi sınıfının bir bütün olarak en nefret ettiği olgu, muğlaklık ve belirsizlik olabilir. 

Her iki programda da dikkatimizi çeken olgu, rejimden çıkışın merkezî bir slogan olarak ele alınmaması, kopuşçu (dolayısıyla da seferber edici) bir anlayışın eksikliği ve aynı zamanda rejimden sonrası için önerilen sistemin muğlak doğasıdır. Moreno böylesine bir tehlikeye karşı bizi uyarır:

“Bütün devrimci Marksist programlar hükümete ve rejime karşı sloganlara sahip olmalıdır. Programımızın ekseninin rejim ve hükümet olduğunu unutmaya yönelik bir eğilim var. Bazen oldukça devrimci programlar oluşturuyoruz ancak hükümete karşı kullanılması gereken sloganı unutarak es geçiyoruz. (…) Bizim için merkezî eksen ‘Kahrolsun hükümet’ ve ‘Bir Kurucu Meclis için ileri’ idi. Geri kalan her şey ikincildi. Programımızda daima hükümet ve rejimle mücadele etmek için ve hangi hükümeti ve rejimi istediğimizi anlatan sloganlar olmalı.” (Nahuel Moreno, Characteristics of the revolutionary party with mass influence, 1984)

Bugün için seçimlere yönelik en önemli hazırlık, işçileri ve emekçi sınıfları rejimle mücadeleye çağıran, onların rejimle nasıl mücadele edeceklerini ve rejimden nasıl kopabileceklerini gösteren bir slogana sahip olunmasıdır. Bu slogan ise, rejimin halk tarafından devrimci bir yolla yıkımına çağrı yapan slogandan başkası değildir. Önümüzdeki dönemde rejimin yıkılmasına çağrı yapan sloganların obsesif bir şekilde kullanılması, işçi sınıfının verdiği mevcut mücadelelerin ve sahip olduğu ruh halinin bir ihtiyacıdır. 

DİSK Araştırma Merkezi’nin (DİSK-AR) 2021’de gerçekleştirdiği Türkiye İşçi Sınıfının Görünümü başlıklı araştırmaya göre, Türkiye işçi sınıfının %44,5’i başkanlık sistemini olumsuz, %20,1’i ne olumlu ne olumsuz, %26,9’u ise olumlu değerlendirmektedir. Bu, rejim açısından tarihsel bir kriz iken, sosyalist hareket açısından tarihsel bir fırsattır. Yalnızca açık ve keskin bir rejim karşıtı sloganda merkezîleşen bir devrimci program, %20,1’lik tarafsız kesimi rejim karşıtı politikalara ikna edebilir ve %44,5’lik çoğunluğu da rejime karşı seferber etmeyi sağlayabilir. 

Bunun haricinde “halk demokrasisi” veya “demokratik cumhuriyet” benzeri öneriler, kapitalizmden bir kopuşu öngörmedikleri gibi, rejimin yıkılması ve yeni bir anayasanın hazırlanması süreçlerinde de kitlelere seferber olmaya çağrı yapmamaktadır. Kurucu Meclis bugün mevcut rejimden kopuş yönünde kitleleri seferber edebilecek olan merkezî slogandır. Kurucu Meclis sloganını bugün yalnızca başkanlık rejimine karşı değil, aynı zamanda “güçlendirilmiş parlamenter sistem” ve “sine-i millet” şeklindeki iki hatalı öneriye karşı da savunmak ve yükseltmek gerekir. Bu önerilerden birincisi kendisini kitlelerin seferberliğine ve mücadelelerine değil, seçimlere dayandırmakta, bu yüzden de rejime karşı mücadelede atalet yaratmakta, hatta aslında başkanlık rejimini reddetmemekte ama yalnızca bir parlamenter başkanlık önermektedir. Daha da önemlisi hoşnutsuz işçi-emekçi kesimlerdeki parlamenter yanılgıları güçlendirmektedir. Bu önerilerden ikincisi ise, ikili iktidar organlarının ortaya çıktığı bir durumda uygulanabilecek olan bir taktiği, bu iktidar organları ortaya çıkmaksızın önerdiği için doğrudan doğruya maceracı ve yenilgiye götürücü bir sol sapma olarak kendisini var etmektedir.

Küresel intifada ortamında seçimler

Unutulmakta olan en temel gerçeklik şu: Türkiye, hem küresel hem de ulusal çapta sınıf mücadelesinin yükselişte olduğu bir dönemde seçimlere gidiyor. Avrupa büyük grevler ile sarsılırken, İran’da rejim karşıtı bir devrimci ayaklanma girişimi bölgenin bütün ezilenlerine ilham kaynağı oluyor. Dolayısıyla seçim sürecinin ve seçim sonuçlarının üzerinde belirleyiciliğe sahip olacak olan temel unsur, tam da bu yükselen sınıf mücadelesi dalgasıdır; açıklanan TOKİ projeleri, önerilen başörtüsü yasaları ve benzeri ikincil veya üçüncül manevralar değildir. Ancak solun mevcut seçim politikaları şimdilik, sınıf çatışmalarında bir yoğunlaşmayı öngörmüyor veya bu ihtiyaca cevap vermiyor. 

Herkes şundan çok emin: Hem iktidar bloğunun, hem de düzen muhalefetinin tehditleri ve itidal çağrıları sonucu, kitleler seferber olmaktan oldukça uzakta ve sandığa kilitlenmiş durumda. Ancak kimse bundan emin olmasın. 2022’nin Şubat ve Mart ayları arasında Türkiye işçi sınıfının öncü kesimleri, gerçek bir açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduklarında, karınlarını doyurmak için seçimleri beklemeye niyetlerinin olmadığını ortaya koydu ve İstanbul, İzmir, Antep gibi sanayi merkezlerinde asgari ücreti fiilen net 5500 lira seviyesine kendisi çekti (daha sonra rejim bu fiili durumu arkadan takip etti ve Temmuz’da yaptığı zamla asgari ücreti net 5500 liraya çıkardı). 

Önümüzdeki aylarda açıklanacak olup, 2023 senesi için geçerli olacak olan yeni asgari ücret, Haziran seçimlerinden önce benzer bir seferberliği tetikleyebilir mi? Buna kesin bir cevap verilemeyecek olsa da, işçi hareketinin birkaç gündemle baş etmesi gerekeceği açık. Bunlardan ilki, yeni asgari ücretin ne açlık, ne de yoksulluk sınırını geçeceği, gerçek enflasyon oranına yanıt vermeyeceği, dolayısıyla da milli gelirde emekçiden alıp oligarşiye aktaran mekanizmayı güçlendireceğidir. İkincisi ise yeni asgari ücret seviyesinin küçük ve orta ölçekli ticaret ve sanayi erbabını “zorlayabileceği”, dolayısıyla da güvencesiz, kaçak çalıştırma biçiminin inanılmaz bir yaygınlık kazanabileceği ya da ücretlerin elden verilmesi şeklindeki keyfi uygulamanın bir hayli artabileceğidir.

Eğer önümüzdeki dönemde Türkiye işçi sınıfı çeşitli seferberliklere ve grevlere girişirse (ki bu, özellikle 2023 Ocak ayından veya 2023 Temmuz ayından sonrası için, düşük bir ihtimal değil), seçim ittifakları ile politikalarının, işçilerin bu mücadelelerinde ellerinin altında hazır bulunacak olan siyasal araçlar olarak kullanılabilir olması (şu an öyle değiller), işçi hareketinin sosyalist bir perspektife kazanılmasında büyük bir rol oynayacaktır.

Seçimlere nerede hazırlanmalı?

Önümüzdeki görevin büyüklüğü (rejimin yıkılması) ile bunu yapacak olan kitlelerin bilinç durumu (rejime güvenmeyi sürdürme veya düzen muhalefetine razı olma) arasındaki korkunç açı, önümüzdeki döneme sancılı karakterini verecek olan temel belirleyen olacak. Bu açının, ekonomik kriz derinleştikçe ve siyasal baskılar arttıkça kendiliğinden kapanacağına veya kapanmaya yaklaşacağına inananlar, bu gerçekdışı beklentileri gerçekleşmedikçe, moral bozukluğu yaşayacaklar. Hiç şüphe yok ki, devrimci partiyi tarihsel görevler bekliyor ve o, bu görevleri üstlenmekte bir saniye olsun tereddüt etmemeli. “Bu açı nasıl kapanacak?” önemli bir soru olmayı sürdürürken, bu sorunun cevabının aslında bir başka sorunun cevabında yattığını görmeliyiz: Bu açı nerede kapanacak? İşçi hareketinde.

İşçi hareketinde politik devrim dinamiği

Marksist literatürde mülkiyet ilişkilerini ve devletin sınıf karakterini değiştirmeyen ama rejimde ve siyasal üstyapıda dönüşümler yaratan devrimlere, politik devrimler denir. Yine Marksizmde, bir toplumsal hareketin, sınıf seferberliğinin veya sendikaların eski siyasal önderliklerinin devrilmesi ve onların yerlerine yeni, mücadeleci bir önderliğin geçmesine de, yukarıdaki tanımla ilişkili olarak politik devrim denir.

Şimdi Türkiye’deki iki büyük proleter seferberlik dalgasının nasıl ve neden doğduğu üzerine düşünelim: 15-16 Haziran 1970, işçi hareketi hükümet eliyle Türk-İş önderliğine mahkûm edilmek istendiğinde, 2015 Metal Fırtınası ise metal işçilerinin Türk-İş’e bağlı Türk Metal’in dışında, alternatif ve mücadeleci bir sendikal önderlik arayışına geçmesiyle başladı. Kısacası her iki durumda da, sınıfımız doğrudan doğruya hükümeti, rejimi veya devleti değil ancak o sırada işçi hareketinde egemen olan bürokratik resmî önderliği hedef aldı. Şüpheciler, sekterler ve parti inşasında kestirmeci yol arayışında olanlar bu gerçeği şu şekilde yorumladılar: “Türkiye işçi sınıfının egemen sınıfın iktidar araçlarına karşı mücadele etmek gibi bir perspektifi veya refleksi hiçbir zaman olmamış ve olmayacaktır; bu sınıf, böyle bir kapasiteye sahip değildir. İşçi sınıfının sendikal bir önderliğe karşı ayaklanmacı mücadelelere girişmesi, aslında bir bütün olarak sendikaların, sınıfın mücadele organları olarak iflas ettiğinin göstergesidir.” Ancak biz bu yorumun sonuna kadar küçük burjuva bir karaktere sahip olduğunu düşünüyoruz. Bizim açımızdan işçi sınıfının 15-16 Haziran’da da, Metal Fırtına’da da verdiği mesaj şudur: “Biz, sınıf düşmanımız olan rejimle ölümüne bir savaş vermek istiyoruz. Ancak hiçbir ordu, başında kötü ve teslimiyetçi bir genelkurmay varken savaşmak istemez. Bizim rejimle savaşabilmemiz için, işçi hareketinin mevcut önderliğinin kökten değişmesi gerekmekte. Özetle, bizim rejimle savaşabilmemiz için mücadeleci, cesur, zikzaklar yapmayan, hedefe kilitlenmiş ve bizim gücümüze güvenen, bizi politik olarak silahlandırabilecek bir önderliğe ihtiyacımız var. Biz 15-16 Haziran’da da, Metal Fırtına’da da işçi hareketine çöreklenmiş bu resmî önderliği alaşağı etmek veya onun kalelerinde gedikler açmak ve rejimle savaşta ihtiyacını hissedeceğimiz bu yeni önderliği yaratmak için mücadele verdik. Siz sosyalistler ise mücadelemizin bu yönünü tamamen görmezlikten geldiniz.”

Başkanlık rejimiyle 2023 seçimleri dolayısıyla gündeme gelen hesaplaşma yaklaştıkça, işçi sınıfı yine benzer refleksler verecektir. O, rejimden çıkış noktasında halk kitlelerine önderlik etmek yönünde bir itkiyi içinde daima hissedecek, ancak rejimden çıkışta yoksul halka önderlik edebilmek için elinin altında kullanabileceği araçların neler olduğu sorgulayacaktır. Bu sorgunun sonucu ise onu, elinin altındaki mevcut araçları tam fayda ve verimle kullanma isteğine; yani bir kere daha işçi hareketinin resmî önderliğini devirmeye çalışmaya yönlendirecektir. İşçi hareketi içindeki politik devrim dinamiğinden kastımız budur ve bunu, son dönemlerdeki grevler ile direnişlerde gözlemlemek mümkündür. 

Türkiye’de politik devrim ve işçi hareketi

Bugün için Türkiye’de iki farklı önderlik değişiminin (veya değişim gündeminin) kıyısındayız: Bunlardan birisi toplumun ve ülkenin siyasal önderliğini sürdürmeye çalışan Cumhur İttifakı, diğeri de işçi hareketinin kontrolünü elinde tutan bürokratik ve muhafazakâr resmî önderliktir (ilki değiştiğinde, ikincisini de değişmesi yönünde tetikleyecektir; buna aşağıda daha detaylı değineceğiz). Millet İttifakı düzen içi sözde çözüm önerileriyle bunu baskılamaya çalışsa da, evet, Türkiye’de bir politik devrim gündemi mevcuttur çünkü Türkiye işçi sınıfının en az %44,5’i ve KONDA’nın verilerine göre de toplumun genelinin neredeyse %60’ı başkanlık rejimine karşıdır. Eğer önderlikler düzeyindeki bu devrimci dönüşüm döneminin kapısı aralanacaksa, bunların arasından hangisi daha önce değişecek? Bu soruya kesin bir yanıt verilemez. Ancak şu, bir gerçek olarak not düşülebilir: İşçi hareketindeki politik devrim (önderlik değişimi), Türkiye’deki politik devrimden (hükümetin devrilmesi veya rejimin ilgası) önce yaşanacak olursa, bu birinci politik devrimin ikincisine önderlik etmesi, onun öncüsü olarak hareket etmesi ve onu, mantıksal görevlerini tamamlamaya zorlaması, çok daha kolay ve rahat olacaktır. Bu politik devrimlerden birincisinin ikincisini değil de, ikincisinin birincisini tetiklemesi durumunda ise işçi hareketi, rejim sonrası döneme mücadeleler tarafından hazırlanmış bir siyasal hazırlık ve açıklık süreci olmadan girecek, bu da onun üstlenebileceği sosyal rol üzerinde kısıtlayıcı bir etki bırakacaktır.

Kürt hareketinde politik devrim dinamiği

Bugün bir başka politik devrim dinamiği daha söz konusu; o da Kürt hareketinde yaşanan tartışma. Bu tartışma, Kandil ile Selahattin Demirtaş arasında yaşanan ve Mersin saldırısıyla sınırlı basit bir polemik değil, aslında bir metodoloji ve politika tartışması.

Yazımızın ekseninden sapmamak için bu başlığı burada hak ettiği ayrıntıyla inceleyemeyecek olsak da, şu kaydı düşebiliriz: Kürt hareketinde önderlik düzeyinde yaşanan tartışma, aslında sınıf mücadelesinin şiddetlenmesinin ve bunun bir sonucu olarak Kürt halkında rejim karşıtı öfkenin belirli bir eşiği aşmış olmasının bir sonucudur. Tam da bu nedenle, rejimle uzlaşmayı veya pazarlık masasını oturmayı uygulanabilir seçeneklerden birisi olarak gören eski pragmatik önderlik, bugün sorgulanmaktadır. Bu sorgunun bugün, Millet İttifakı’nın ortak adayının cumhurbaşkanlığı seçimlerinde desteklenebileceğini söyleyen reformist bir çizginin etrafında yapılıyor olması, sorgunun kendisinin siyasal değerini düşürmemektedir. 

Seçimlerden sonra işçi hareketini ciddi sınavlar bekliyor

2023 Haziran seçimlerinden sonraki birkaç aylık dönemde işçi hareketini, bu seçim sonuçlarının üzerlerinde etki sahibi olacağı birkaç büyük sınav bekliyor. Bu sınavlar, en az seçimlerin kendisi kadar sınıf hareketi ve onun politik yönelimi üzerinde etkili olacak. Bu sınavları kronolojik sırasıyla verelim: 

I.) Haziran-Ağustos 2023’te gerçekleşecek olan Türk Metal Sendikası kongresi.

II.) 2023 Ekim-Kasım aylarında başlayacak olan ve metal sendikaları ile MESS arasında sürecek olan toplu sözleşme görüşmeleri.

III.) 2023 Aralık’ta gerçekleşecek olan Türk-İş kongresi.

IV.) Şubat 2024’te yapılacak olan DİSK kongresi.

Haziran seçim sonuçları, bütün bu olaylar üzerinde kritik bir etkiye sahip olacak. Mesela, Haziran seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın kaybetmesi durumunda, seçimlerden 5 ay sonra yapılacak Türk-İş kongresinde Ergün Atalay’da temsil edilen AKP’li yönetimin yeniden seçilmesi, ciddi bir muhalefetle engellenebilecektir ve dahası, mücadeleci sendikal akımlar ve eğilimler, kongrede ve kurullarda daha fazla yer bulabileceklerdir. Benzer şekilde Haziran seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın kaybı, eğer toplumun ezilen kesimlerinin kendi talepleri uğruna seferber olduğu bir dönemin kapısını aralarsa, MESS’le yapılan TİS görüşmelerinde, Türk kapitalizminin sınai kârlarından sorumlu olan birkaç büyük patron grubuna karşı önemli ve büyük kazanımlar elde edilebilir; metal işçilerinin bu başarısı, sınıfın diğer sektörlerine ilham kaynağı olabilir.

Eğer Haziran 2023 seçimlerinden Cumhur İttifakı yenilgiyle çıkarsa, bu durumda yukarıda sıraladığımız sınavlarda işçi hareketi, hem tepesindeki bürokratik ve muhafazakâr önderliği devirmek, hem de kazanımlarını derinleştirmek için önünde tarihsel bir fırsat olduğunu sezecek ve bu yönde seferber olacaktır. Böylesine bir durumda işçi hareketini bu görevleri gerçekleştirmekten alıkoymaya çalışacak olan ise, eğer seçimlerden zaferle çıkarlarsa, Millet İttifakı olacaktır. Dolayısıyla işçi sınıfı, rejimden çıkış ve refah sözü veren restorasyoncu düzen muhalefetinin Ali Babacan-Bilge Yılmaz ekonomi politikasıyla ilk defa burada yüz yüze gelecek ve onunla hesaplaşma ve deneyimini tüketme sürecinin içine girecektir. Bu, sosyalist alternatifin güçlenmesi adına eşsiz bir fırsat olabilir.

Tam da bu nedenle sosyalist sol, kendisini sadece seçime değil, ancak seçimlerden sonra yaklaşmakta olan bu önemli sınavlara da hazırlamalıdır. Hatta sosyalist solun seçim politikası, seçimlerden sonra işçi hareketinin yüzleşeceği bu kritik sınavlarda uygulamaya koyması gereken politikanın bir parçası ve devamından başka bir şey olmamalıdır. Zafer ancak böylesine bir sınıf politikasıyla mümkündür.

Sonuç

Dile getirdiklerimizi özetleyelim: Önümüzdeki dönemde I.) devrimci programın rejimden ve hükümetten çıkışı öngören sloganlarının merkezî ve sık kullanımı yakıcı önemde olacak. Aynı zamanda II.) zaferi getirecek olan seçim politikasının bir oy politikası olmadığını, ancak Türkiye devrimini merkeze alan ve işçi sınıfını, kendisini bu devrimde bekleyen sorumlulukları üstlenmeye çağıran politika olduğunu bilmeliyiz. Burada nesnel görevler ile öznel bilinç durumu arasında geniş bir açı bulunmaktadır ve III.) bu açının kapanabileceği biricik alanın işçi hareketi olduğunu kendimize daima hatırlatmalıyız. IV.) İşçi hareketi, kendisini rejime karşı mücadeleye hazırlarken, kendi içinde bir politik devrim hazırlığına girişmek durumunda kaldığında, sosyalist sol bu devrimci girişimin organik ve politik bir parçası haline gelmeyi başarabilmeli ve bu girişimin öncüleriyle, onlarla programını ve sloganlarını tartışacak düzeyde ilişkiler geliştirebilmelidir; böylece V.) ulusun geneli rejimle bir hesaplaşmaya doğru ilerlerken, bu hesaplaşmanın politik önderliğinin işçi sınıfı tarafından teşkil edilebilmesi için, işçi sınıfının ihtiyacını hissettiği siyasal hazırlık sürecinin mimarlarından veya taraflarından biri olunabilir. IV.) Bu siyasal hazırlık sürecinin önemli bir kısmının seçimden sonraki kritik sınavlarda yaşanacağı göz önünde tutulursa, seçimlerle beraber bu sınavlara hazırlanmak ve onlara yönelik politikalar da geliştirmek, yakıcı bir ihtiyaçtır.

Önümüzdeki sarsıcı ve sallantılı dönemde işçi sınıfının siyasal ve örgütsel bağımsızlığını ve devrimci partinin inşasını güvence altına almanın başlıca yolu bu çizgidedir.

***

Dipnotlar:

1.) SGB şöyle diyor: “Emekçi halkın siyasete güçlü bir biçimde katılımını sağlayacak, seçim sistemi de dâhil olmak üzere, bütünlüklü bir mekanizma kurulmalıdır.” EÖİ’nin önerisi ise aşağıdaki gibi: “Hedefimiz demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi ilkeler temelinde halkın gerçek egemenliğine dayanan bir demokrasinin inşasını sağlamaktır.”