Müzisyenlerin greve çıktığı ve kazandığı gün
Yazar: Joey La Neve Defrancesco
Çeviri: Eren Koçer
Kaynak: https://jacobin.com/
***
Bundan 80 yıl önce, Birleşik Devletler’de binlerce müzisyen, müzik endüstrisine karşı 2 yıl sürecek bir greve başladı ve dönüm noktası yaratacak kazanımlar elde ettiler. Bu mücadele, müzik-kayıt şirketlerinden, yayın kuruluşlarından hak ettikleri parayı sökerek almanın yolunun, kolektif bir güçten geçtiğini bugünün müzisyenlerine hatırlatıyor.
Bu sene, müzik endüstrisine karşı Amerikan Müzik Federasyonu’nun 1942-1944 grevinin 80. yıldönümü. Yeni kayıt teknolojileri sayesinde şirketlerin büyüyen kazançlarından daha fazlasını talep eden, AMF’nin yaklaşık 136.000 üyesi, 2 yıl boyunca kayıt-müzik üretmeyi reddettiler ve kazandılar.
Popüler olarak “kayıt yasağı” olarak bilinen grevin sonucunda AMF, 600’ün üzerinde müzik şirketinden, satılan her kayıttan telif ücreti almaya hak kazanan sözleşmeleri garantiledi. Daha önceleri toplanan telif ücretleri, Birleşik Devletler ve Kanada’da ücretsiz halk konserleri karşılığında kullanılıyordu. Onyıllardır, sendika kontrolündeki fon, ülkedeki müzisyenlerin en büyük geçim kaynağı oldu.
Kazanılan telif ücretinin yalnızca 1/3’ünü sanatçılara ödeyen yayın kuruluşlarından daha fazlasını talep edecek bugünün müzisyenleri için, AMF’nin başarılı grevi, verilen emeğin karşılığını almak adına önemli dersler sunuyor. Sonuç olarak, radikal bir değişim, birkaç yalıtık ünlünün eylemleriyle, örgütlenemeyecek bir tüketici boykotuyla veya her derde deva teknoloji ütopyacılığıyla değil; kitlesel örgütlü müzik işçilerinin grev gücüyle doğmuştu.
Müzisyenler Sendikası’nın yükselişi
Amerikan Müzisyenler Federasyonu, 1896’da, Ulusal Müzisyenler Birliği (NLM) adı verilen daha eski ve daha muhafazakar bir federasyondan ayrılan, yerel müzisyen sendikaları koalisyonu tarafından kuruldu. İlk on yıllarında, AMF hızla genişledi ve Birleşik Devletler ve Kanada’daki eğlence endüstrilerine hakim oldu. NLM’den farklı olarak, AMF üyeliğini “müzik hizmetleri için ücret alan herhangi bir müzisyeni” kapsayacak şekilde genişletti ve düzinelerce şehirde binlerce küçük sahnede, kabare, orkestra ve diğer yerlerde müzisyenleri örgütledi.
Çabaları o kadar başarılıydı ki, yirmi yıl içinde sendika, çoğu büyük şehirde yalnızca sendikalı işçileri çalıştıran yerler işletti: Eğer ki performans sergilemek istiyorsanız sendikalı olmanız gerekiyordu. Sonuç, AMF’nin kuruluşundan Büyük Buhran’a kadar müzisyenlerin ücretlerinde kademeli ancak önemli bir artış oldu. AMF üye sayısını, 1918 ile 1928 arasında neredeyse iki katına çıkarak yaklaşık 150.000 müzisyene ulaştı.
Ancak 1920’lerin sonlarında, giderek tekelleşen bir müzik endüstrisi ve yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla, AMF’nin ilerleyişi engelledi. İlk olarak, önceden kaydedilmiş sesin hareketli görüntülerle senkronize edilmesini sağlayan ve sessiz filmlere eşlik eden, on binlerce canlı performans müzisyeninin yerini alan bir ses sistemi olan Vitaphone geldi. Çok geçmeden radyo istasyonları, canlı müzik yapan müzisyenleri işten çıkararak, “transkripsiyon” adı verilen özel kayıtlar aracılığıyla kayıtlı müzik yayınlamaya başladı. Müzik kutuları ve 1940’larda tüketiciler için çıkan plakçalarlar ve plakların seri üretimi, canlı performans müzisyenlerine olan ihtiyacı daha da fazla ortadan kaldırdı.
Gittikçe daha fazla müzisyen işsizlikle karşı karşıya kalırken, yayın ve kayıt şirketleri 1930’ların sonlarında eşi görülmemiş karlar elde ediyordu. Üç şirket – Decca, Columbia ve RCA Victor – plak üretimine hakim oldu. Birkaç yayın ise – NBC, CBS ve Mutual – yayın araçlarının çoğunu kontrol etti. RCA gibi tekelci şirketler yayınlara, radyo istasyonlarına, plak şirketlerine ve transkripsiyon markalarına sahip oldular. Sonrasında sektör, AMF’nin başlıca rakibi haline gelecek olan Ulusal Yayıncılar Birliği adlı bir ticaret grubu kurdu.
Endüstrinin yeni teknolojilerle kasalar dolusu para kazandığı müzisyenler için açıktı. Asıl soru ise daha büyük bir payın kârdan nasıl geri alınacağıydı?
Boykottan greve
AMF’nin ilk stratejisi, tüketici odaklı bir tanıtım kampanyasıydı. Sendika, başkanı Joseph Webster’ın liderliğinde, tüketicileri canlı müziğin estetik ve ahlaki açıdan, kayıtlı müziğe göre daha üstün olduğuna ikna etmek için ulusal bir girişim başlattı. Sendika, canlı performans müzisyenlerine halk desteği sağlamak için postalar gönderdi, gazetelere ilan verdi, geçit törenleri ve yürüyüşler düzenledi.
İzleyicilerden bir miktar onay almasına rağmen, kampanya bocaladı. Birçok müzik tüketicisi, AMF’yi aptal bir şekilde teknoloji ve ilerleme karşıtı olarak gördü. Ve kazanmak için dinleyicilere bağımlı olan sendika, kendi üyeleri arasında güçlenmekte başarısız oldu. Müzisyen işsizliği artmaya devam etti ve AMF, 1930’ların ortalarına kadar sürekli olarak üye ve para kaybetti. Daha radikal ve işçi temelli eylemler için çağrılar ise daha yüksek sesle çıkmaya başladı.
AMF ilk olarak bu çağrılara, Weber’in 1937’de sonunda uzlaşmacı politikalarını bıraktığını ve radyo kuruluşlarının belirli sayıda canlı performans müzisyenini çalıştırmayı reddetmeleri halinde, sendikasının grev yapacağını söylediğinde yanıt vermeye başladı. Bu militan strateji 1940’ta Şikago 10. Şube’nin lideri James Petrillo’nun AMF başkanlığını devralmasıyla hız kazandı. Şikago’nun başkanı olarak Petrillo, şehrin radyo istasyonlarından tavizler kazanmak için sık sık grevleri kullanmıştı. Petrillo bu güçlü yaklaşımı ulusal düzeye taşıdı ve 1940’a gelindiğinde AMF, canlı orkestralarını istihdam etmeyi reddeden radyo istasyonlarına karşı, bir dizi kısa ama başarılı yürüyüşe öncülük etti.
AMF, 1936 ile 1942 arasında 105.000’den 136.000’e çıkan üye sayısıyla yeniden genişlemeye başladı. Ancak radyoları canlı performans müzisyeni çalıştırmaya zorlamak, teknolojinin ilerleyişini ancak bu kadarlığına yavaşlatabilirdi. Kısa süre sonra AMF temel sorunu üstlenmeye karar verdi: Şirketlerin kayıtlı müziğin üretilmesi ve yayınlanması üzerindeki mutlak kontrolü.
Kayıt grevi
Haziran 1942’de sendika, on binlerce üyesinin Birleşik Devletler veya Kanada’da yeni bir kayıt üretmeyi reddedeceğini açıkladı. Başlangıçta, sendika müzik endüstrisine açık bir talepte bulunmadı; bunun yerine AMF, müzik işçilerinin emeklerinden devasa kârlar elde eden bir endüstriden, daha fazlasını hak ettikleri için grev yaptıklarını açıkladı.
Grev, kayıt şirketlerini ve yayıncıları çileden çıkardı; Petrillo ve AMF’yi “vatansever” olmayan “Luddcular” olarak damgalayan saldırgan bir tanıtım kampanyası başlattılar. Bu haksız bir suçlamaydı: Çünkü sendika kayıt teknolojisini yok etmeye değil, yeni teknolojilerin yarattığı artık değerden hak ettiği üzere daha büyük bir pay elde etmeye çalıştı. Ancak grev, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında, AFL-CIO’nun, ABD hükümetiyle grev yasağı anlaşması imzaladığı sırada patlak verdiği için, oldukça tartışma konusu oldu. (Sendika, askerlere veya savaş çabalarını teşvik etmeye yönelik “V-Discs” kayıtları için bir istisna yaptı.)
Tepkilere ve karşıt rüzgarlara rağmen, AMF üyeleri olağanüstü bir dayanışma ve disiplin gösterdi. Duke Ellington ve Benny Goodman gibi yıldızlar, on binlerce isimsiz çalışan müzisyenin yanında grevdeydi. O kadar katı bir uyum vardı ki, Frank Sinatra gibi grev kırıcılar bile, 1943’teki albümlerinde şarkı söylemesi için bir akapella grubu kiralamak zorunda kaldılar (AMF müzisyenlerinin hepsi Frank Sinatra’nın albümünde yer almayı reddetmişti). Müzikologlar ise 1940’ların başında bebop’un [bir caz müzik türü] ilk gelişimine dair herhangi bir kayıtlı kanıtın olmamasından hala yakınıyorlar. Birkaç Güney Amerika ve Avrupa ülkesindeki müzisyen sendikaları da, kayıtları Amerika Birleşik Devletleri ve Kanada’ya ihraç etmeyi reddederek, destekte bulundular.
Grevin net bir talep olmadan başlamasına rağmen, AMF, plak şirketlerinin üretilen her plak için sendika fonuna sabit bir telif ücreti ödemesi gerektiği fikri etrafında hızla birleşti. Bu para, halka açık ücretsiz performanslar sergilemek adına müzisyenleri işe almak, böylece yerinden edilmiş müzisyenleri istihdam etmek ve dinleyici ve izleyicilere ücretsiz müzik ulaştırmak için kullanılacaktı. Yayıncıları ve plak şirketlerini kayıtlı müzik için telif ücreti ödemeye zorlama girişimlerinde sendika, daha önceleri başarısız olmuştu. Amerikan Besteciler, Yazarlar ve Yayıncılar Derneği, şarkı yazarları ve yayıncılar için telif kazanmak adına telif hakkı yasasını başarıyla kullanmıştı ancak AMF müzisyenler için telif hakları konusunda benzer yasal savaşları defalarca kaybetti. AMF’nin bir kayıt fonunun oluşturulması için bu yeni talebi, müzisyenler için telif hakkı yasasını yeniden gündeme getirmeden, bir telif hakkı yaratan parlak ve incelikli bir çözümdü.
AMF dayanışmasını kıramayan kayıt ve yayın şirketleri, devlete yöneldi. Şirketler sendikaya karşı bir antitröst (tekelleşme karşıtı) davası açtılar, Savaş Çalışma Kurulu’na ve Ekonomik İstikrar Kurulu’na başvurdular ve Petrillo’nun Kongre önünde ifade vermesi için çağrılmasını istediler. Başkan Franklin D. Roosevelt, Petrillo’dan grevi sona erdirmesini istemek için bizzat telgraf çekti. Ancak şirketler davalarını kaybetti. Kurullar ve başkan AMF’yi grevi sona erdirmeye çağırdığında ise sendika bu talepleri basitçe görmezden geldi.
Çok geçmeden, bazı şirketler birliği koruyamadı ve sendika ile müzakere etmeyi kabul etti. Decca Records, Eylül 1943’te sendika fonuna ödeme yapmalarını gerektiren bir sözleşme imzalayarak, ilk çatırdayan şirket oldu. Yaklaşık yüz küçük plak şirketi Decca’yı takip etti ve aynı zamanda sözleşme imzaladı ancak en büyük iki plak şirketi – RCA Victor ve Columbia – masaya oturmayı reddetti. Güçlü AMF dayanışmasıyla geçen bir yıldan sonra ve Decca’nın yenilenen üretimiyle pazar payı kazandığını gören RCA Victor ve Columbia da, 11 Kasım 1944’te teslim oldu. Ardından kalan daha küçük şirketler de sıraya girdi ve ortalık yatışınca AMF, yaklaşık altı yüz firmayla anlaşmaları kazandı.
Sözleşmeler şirketleri, yeni oluşturulan Kayıt ve Kopyalama Fonu’na (RTF) 2 dolara kadar satılan plaklar için çeyrek sent ila 5 sent oranında ve 2 doların üzerindeki plaklar için satış fiyatının yüzde 2,5’i oranında katkıda bulunmalarını zorunlu kıldı. Kopyalama şirketleri, eserlerinin kiralanmasından elde edilen brüt gelirlerin yüzde 3’ünü sökülmek zorunda kaldı. 1947’den başlayarak, AMF üyeleri okullarda, parklarda, bakım evlerinde ve diğer halka açık yerlerde performans göstermeleri için sendika tarifesinde ücret aldılar; üç yıllık sözleşme boyunca fon, yaklaşık 19.000 performans ve 45.000 bireysel maaşı karşılayan yaklaşık 4,5 milyon dolar topladı.
Petrillo, Kayıt ve Transkripsiyon Fonunu “işçi hareketinin tarihindeki en büyük zafer” olarak selamladı. Bu, kuşkusuz bir abartı, ancak tamamen temelsiz değil. ABD tarihinde ilk kez bir sendika, bir endüstriyi, teknolojinin yerinden ettiği işçilere gelir sağlamaya zorlamıştı.
Emek düşmanı saldırı
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, daha muhafazakâr bir federal hükümet, artan işçi militanlığına ve işverenlerin öfkesine, bir dizi sendika karşıtı yasa geçirerek yanıt verdi. Ulusal Yayıncılar Birliği’nin yoğun baskısı altında Kongre, belirli bir sendikanın eylemlerini hedef alan ve belki de ilk federal yasa olan 1946 Lea Yasasını onayladı. Takma adı “Petrillo Yasası” olan yasa, işçilerin yayıncılara daha fazla işçi çalıştırmaları veya yapılmayan işler için ödeme yapmaları için baskı yapmasını engelledi ve böylece sendikanın faaliyetlerinin çoğunu yasakladı. Bir yıl sonra Kongre, AMF’nin de dahil olduğu ABD sendikalarını ciddi şekilde kısıtlayan Taft-Hartley Yasası’nı kabul etti. Taft-Hartley’nin bir bölümü, sözde “sendikasız işçilere yönelik ayrımcılığı” durdurmak için tasarlanmıştı. Gerçekte olan ise yasanın, Kayıt ve Kopyalama Fonu’nu yasa dışı hale getirmesiydi.
Taft-Hartley 1944 sözleşmelerini geçersiz kılınca, AMF 1 Ocak 1948’de başlayan başka bir müzisyen grevi çağrısında bulundu. Amaç, yeni çalışma karşıtı yasalarına rağmen RTF’yi korumanın bir yolunu bulmak için şirketleri müzakere masasına zorlamaktı. Yaklaşık dokuz aylık bir grevden sonra, görüşmeler, RTF ile neredeyse aynı tipte bir fon olan, ancak sendikanın kendi kontrolü yerine bağımsız bir kuruluş tarafından toplanan ve yönetilen Müzik Performansları Güven Fonu’nu (MPTF) oluşturmaya yönelik bir planla başladı.
1942 AMF grevinden çok çeken şirketler, MPTF planını hızla kabul etti ve Aralık 1948’de yeni sözleşmeler imzalandı. 1952 yılına gelindiğinde, sendika ayrıca MPTF’ye ödeme yapmak üzere sinema yapımcıları, televizyon yapımcıları ve reklamcılarla anlaşmalar imzaladı. Fon, kısa sürede dünyanın en büyük müzik satın alıcısı haline geldi ve on yıllarca öyle kaldı. 1954’te yaklaşık 190.000 müzisyenin çalıştığı yaklaşık 17.000 halka açık performans sergilendi. 1950’lere gelindiğinde ise AMF’nin üyeliği 250.000 müzisyeni geçmişti.
Bölünmeler ve geriye çekiliş
Ne yazık ki tüm müzisyenler RTF ve MPTF’den eşit şekilde faydalanamadı. Başından itibaren AMF, yirminci yüzyılın başında AFL’nin çoğu tarafından desteklenen ırkçı ve yabancı düşmanı politikaların çoğunu izledi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak, AMF ülkedeki müzisyenlerin sayısını sınırlamak amacıyla göçmen karşıtı politikalar içeren agresif bir lobiye girişti ve yabancı müzisyenlerin Amerika Birleşik Devletleri’nde turne yapmasını aktif bir şekilde engelledi. AMF, siyah üyelere izin verirken; İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bütünleşmiş olsa da bazı yerlilerin ırksal ayrımını, 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarına kadar sürdürdü.
Yerli siyah [müzisyenler] başarılı bir şekilde örgütlenerek, ücret ölçeklerini belirleyerek ve üyeleri için koşulları iyileştirerek, bu kötü durumdan en iyi şekilde yararlandılar. Siyah müzisyenler, AMF aracılığıyla çalışmaya ek olarak, 1919’da Chicago’da kurulan Ulusal Zenci Müzisyenler Birliği gibi, müzisyen refahını teşvik etmek amacıyla kendi bağımsız örgütlerini de kurdular. Bazı şehirlerde, siyah ve beyaz yerliler ücret ölçeklerini koordine ettiler ancak ülkenin çoğunda siyah AMF müzisyenleri beyaz AMF müzisyenlerinden daha düşük ücretler aldı ve sendika, bu eşitsizliğin suç ortağıydı (ve bazen de teşvik etti). Bazı tarihçiler Petrillo’nun AMF’yi birleşik bir mücadeleye yönlendirdiğini düşünürken, diğerleri onun hem Şikago 10. Şube’nin başkanı hem de ulusal başkan olarak ayrımcılığa göz yumduğunu ve sıklıkla ayrımcılığı desteklediğini iddia ediyor.
Siyah AMF üyeleri, 1942–44 grevine beyaz müzisyenlerle birlikte geniş çapta katıldı ancak çoğu, kazanımlardan eşit bir pay alamadı. MPTF’nin ilk yıllarında, siyah müzisyenler, yerel halkın bölünmüş olduğu şehirlerde, neredeyse kesinlikle çok daha az telif ücreti aldı; fonların ödenmesi sendikanın belirlediği ölçeklere sabitlendi, bu nedenle siyah yerlilerin daha düşük ücret ölçekleri olduğu yerlerde, siyah müzisyenler fon performanslarından muhtemelen daha küçük maaş çekleri aldı. Ayrıca, eğlence mekanları 1960’lara kadar birçok şehirde yasalarla ayrışmış ve bölünmüş olarak kaldı ve sonrasında siyah AMF üyelerinin, beyaz mahallelerdeki fon konserlerinde performans göstermeleri fiili olarak yasaklandı.
Bu ırkçı politikalar öncelikle Afrikalı-Amerikalı siyah müzisyenlere zarar verdi ancak aynı zamanda da AMF’yi bir bütün olarak zayıflattı. Hem beyaz hem de siyah üyeler işler için rekabet ettiğinde, her iki üye için de ücret skalaları düştü. Irk ayrımcılığı, sonraki yıllarda sendikanın üyeliğinin azalmasına katkıda bulunan AMF politikalarını da besledi. Rock’n’roll 1950’lerin ortalarında popülerlik kazandığında, AMF yeni müzisyenleri örgütlemeyi reddetti. Rock’n’roll müziği siyah işçi-emekçi kesimlerinden doğdu ve başkan Herman Kenin yönetimindeki yeni AMF liderliği, yeni gelenlerin gerçek müzisyenler olmadığını savundu. Liderliğinin büyük bir bölümünün ırkçılığını ve elitistliğini yansıtan sendika, üyelik şartlarını sıkılaştırdı, örgütlenme odağını kısıtladı ve 1930’larda çıkan tüketicilere yeni pop-kültür yerine “gerçek” müziği seçmelerini tavsiye eden stratejisine geri çekildi.
Eşzamanlı olarak, 1950’lerin sonunda AMF, MPTF’den vazgeçmeye başladı. 1940’ların grevlerinde örülen dayanışmaya ihanet eden bir grup stüdyo müzisyeni, AMF’yi vizyoner ilkelerini terk etmeye ve daha dar bir kayıt sanatçısı kliğine öncelik vermeye iten Amerika Müzisyenler Birliği adlı yeni bir organizasyon kurdu. Bu parçalanma daha elit bir azınlığı temsil eden AMF içindeki küçük bir üyelik yüzdesi için ücretlerin ve sosyal hakların artırılması karşılığında, çoğunluğun yararına olan MPTF’den vazgeçen sözleşmelerin başlangıcıydı. Bu eğilim, kayıt şirketlerinin 1980’lerde özellikle MPTF’de önemli kesintiler yapmaya zorlamasıyla on yıllar boyunca devam etti. Sendika, 1970’lerde belki de en büyük darbesini aldı çünkü bir dizi patron dava açarak kulüp müzisyenlerini, işçi değil de, esnaf olarak yeniden sınıflandırdı ve AMF’nin müzik mekanları kontrol etme yeteneğini önemli ölçüde azalttı. Bu yeniden sınıflandırma, diğer çalışma karşıtı yasalar, müzik endüstrisinin sürekli artan ticari gücü ve sendikanın pop türlerindeki müzisyenleri örgütlemedeki başarısızlığı ile birleştiğinde, yirminci yüzyılın son çeyreğinde AMF üyelik sayılarında önemli bir düşüşle sonuçlandı.
Yine de AMF, 1966’da ABD Ulusal Sanat Vakfı’nın kurulması ve kayıt müzisyenleri için sürekli olarak daha yüksek ücret ölçekleri de dahil olmak üzere önemli zaferler kazandı. 1940’larda öngörülenden trajik biçimde farklı olarak MPTF, daha küçük bir ölçekte faaliyet gösterse de, fon, müzisyenlere para dağıtmaya devam etti ve Birleşik Devletler ve Kanada’da her yıl binlerce ücretsiz konser verdi.
Streaming çağı
Bugün AMF orkestralarda, film stüdyolarında, kayıt stüdyolarında ve başka yerlerde performans gösteren yaklaşık 70.000 üyesinin ücretlerini ve menfaatlerini koruyan önemli bir organizasyon olmaya devam ediyor. Sendikanın şu anki yasal odağı, Amerikan Müzik Adaleti Yasası’dır. MPTF’nin ruhuna uygun olarak, karasal radyoda çalınan müzik için sanatçılara telif ödenmesini talep ederek, nihayetinde tüm müzisyenlere fayda sağlaması hedefleniyor.
Ancak müzisyenlerin çoğunluğu (özellikle ayrı işverenlere çalışan serbest müzisyenler) örgütsüz durumda ve yeni müzik teknolojilerine tam bir meydan okuma henüz ortaya çıkmadı. Örneğin Spotify, YouTube, vb. streaming (yayın akışı) gelirleri, artık müzik endüstrisi gelirlerinin yüzde 83’ünü oluşturuyor. 1930’ların yeni kayıt teknolojisi gibi, streaming de büyük plak şirketleri ve Spotify ve YouTube gibi birkaç teknoloji devi için, beklenmedik büyük bir kazanç yaratırken, çalışan müzisyenlerin ücretleri ve sosyal hakları her yıl azalıyor.
AMF, büyük plak şirketlerinin streaming kârlarından MPTF’ye bir katkı sağlamak için pazarlık yaptı; Amerikan Müzik Adaleti Yasası, tüm telif ödemelerinde çıtayı yükseltmek için gerekli bir adım. Ancak streaming ödemeleri, neredeyse tüm sanatçılar için çok küçük kalıyor. Müzisyenler ve Müttefik İşçiler Sendikası (UMAW) gibi yeni örgütler, çok sayıda örgütlenmemiş müzisyeni, daha adil bir müzik endüstrisi mücadelesinde örgütlemek için kuruldular ve çok sayıda mücadeleye katıldılar. UMAW’nun “Spotify’da Adalet” (Justice at Spotify) kampanyası, taleplerini destekleyen 30.000’den fazla müzik emekçisine sahip ve dünyanın dört bir yanındaki şehirlerde grev gözcülüğü yaparak, bir streaming hizmetine karşı, şimdiye kadarki en büyük kolektif girişim haline geldi. UMAW, İngiltere’deki #BrokenRecord kampanyası gibi, müzik dinleme gelirlerini, müzisyenlerin kendilerine yeniden dağıtmak için çeşitli uluslararası kampanyalara katılıyor.
AMF’nin 1940’lardaki muzaffer grevleri, müzisyenlerin büyük zaferler kazanmak üzere, yüzlerce işverenden on binlerce müzisyeni örgütleyebileceğini gösteriyor. Teknoloji karşıtı gerici bir duruş, teknolojinin kaçınılmaz olarak işleri yok edeceği mantığına boyun eğmek, yalnızca tüketici aktivizmine yaslanmak veya rekor kârların yalnızca seçkin müzisyenlere gitmesini talep etmek yerine AMF, bütün üyeleri arasında kayıt teknolojisinin yarattığı artık değeri, telif ücretlerini geniş çapta yeniden bölüşmek adına, grev silahını kullandı.
Bugün de aynısını yapmalıyız. Daha adil bir müzik endüstrisi güçlü teknoloji platformları arasındaki örgütlenmemiş dolambaçlıkla, birkaç izole milyonerin basın açıklamalarıyla veya dar esnaf sendikacılığına geri çekilmeyle kurulamaz. Bunun yerine, müzik işçi ve emekçileri, daha fazlasını talep etmek için kitlesel ölçekte yeniden örgütlenmeli.