Düşünmeyi öğrenin: Bazı aşırı solculara arkadaşça bir öneri
Aşağıda okuyucularımızla Lev Troçki’nin 22 Mayıs 1938’de Meksika’dayken kaleme aldığı bir makaleyi paylaşıyoruz. Troçki bu metninde devrimci bozgunculuk taktiğini, emperyalist ülkelerden alınması muhtemel olan silah yardımları sorununu ve çeşitli emperyalist veya yarı sömürge ülke proletaryalarının bu tip senaryolar karşısında ne gibi devrimci pozisyonlar alması gerektiğini tartışıyor. Metin Türkçe’ye ilk kez çevrilmiştir.
Kaynak:The New International, Cilt. IV No. 7, Temmuz 1938, syf. 206–207.
***
Birtakım profesyonel aşırı sol lafazanlar, ne pahasına olursa olsun, Dördüncü Enternasyonal Sekreterliği’nin savaş konusundaki tezini kendi kemikleşmiş önyargılarına uygun bir biçimde “düzeltmeye” çalışıyorlar. Özellikle bu tezin, tüm emperyalist ülkelerdeki devrimci partilerin, savaş zamanında kendi hükümetlerine karşı uzlaşmaz bir muhalefeti sürdürmekle birlikte pratik politikalarını oluştururken her ülkenin kendi iç durumuna ve uluslararası gruplaşmalara göre, işçi devletleriyle burjuva devletlerini, sömürge ülkelerle emperyalist ülkeleri birbirinden kesin bir şekilde ayırarak oluşturması gerektiği yönündeki kısmına saldırıyorlar. Tezde şöyle belirtiliyor:
Kapitalist bir ülkenin proletaryası kendini SSCB ile ittifak halinde bulduğunda[1], kendi ülkesinin emperyalist hükümetine karşı uzlaşmaz düşmanlığını tam ve eksiksiz olarak sürdürmek zorundadır. Bu anlamda politikası, SSCB ile savaş halindeki bir ülkenin proletaryasının görevlerinden ayrışmayacaktır. Ancak savaşın somut durumuna göre pratik faaliyetin doğasında önemli farklılıklar ortaya çıkabilir. (Savaş ve Dördüncü Enternasyonal, syf. 21, § 44.)
Aşırı solcular, doğruluğu tüm gelişim süreciyle teyit edilen bu varsayımı sosyal vatanseversiliğin başlangıç noktası olarak görüyorlar.[2] Emperyalist hükümetlere yönelik tutum tüm ülkelerde “aynı” olması gerektiğinden, bu stratejistler kendi emperyalist ülkelerinin sınırlarının ötesindeki her türlü ayrıma karşı çıkıyor. Teorik yaklaşımlarındaki hataları, savaş zamanında ve barış zamanında üretilecek politikalar için esastan farklı temeller yaratma girişimlerinden doğuyor.
Farz edelim ki Fransız sömürgesi Cezayir’de ulusal bağımsızlık bayrağı altında bir isyan patlak verdi. İtalyan hükümeti ise kendi emperyalist amaçları doğrultusunda bu isyancılara silah göndermeye hazırlanıyor. Bu durumda İtalyan işçilerinin tutumu ne olmalıdır? Bu örnekte bilinçli olarak demokratik bir emperyalizme karşı gelişen isyana faşist bir emperyalizmin desteğini konu ediyorum. Bu durumda İtalyan işçileri Cezayirlilere yapılacak silah sevkiyatını engellemeli midir? Bırakalım aşırı solcular bu soruyu olumlu bir şekilde yanıtlamaya cüret etsin. İtalyan işçiler ve isyancı Cezayirlilerle birlikte her devrimci bu yanıtı öfkeyle reddedecektir. Aynı anda faşist İtalya genelinde bir liman ve denizci grevi başlamış olsa dahi grevciler, ayaklanan sömürge kölelerine yardım taşıyacak gemiler lehine bir istisna yapmalıdır. Bunu yapmadıkları takdirde onlar, proleter devrimcileri değil, ancak sefil sendika bürokratları olurlar.
Aynı zamanda Fransız deniz işçileri, herhangi bir grev durumu söz konusu olmasa bile, isyancılara karşı kullanılacak muhimmat sevkiyatını engellemek için her türlü çabayı göstermek zorunda kalacaklardı. İtalyan ve Fransız işçileri işte ancak böyle bir politikayla devrimci enternasyonalizmin çizgisine uygun davranmış olurlardı.
Fakat bu İtalyan işçilerinin faşizme karşı mücadelelerinde ılımlı bir pozisyona geçtikleri anlamına gelmez mi? Hiç de bile! Faşizm, Cezayirlilere yalnızca düşmanı Fransa’yı zayıflatmak ve sömürgelerine açgözlü elini uzatmak için “yardım” ediyor. Devrimci İtalyan işçileri bunu bir an bile unutmazlar. Onlar “kendi ülkelerindeki baş düşman” olan faşizme karşı uzlaşmaz mücadelelerini sürdürürken Cezayirlileri de aldatıcı “müttefiklerine” güvenmemeye çağırır. Ancak bu yolla isyancıların güvenini kazanabilir ve hem isyana yardım etmiş hem de kendi devrimci pozisyonlarını güçlendirmiş olurlar.
Eğer yukarıda söylediklerimiz barış zamanı için geçerliyse savaş zamanında neden olmasın? Ünlü Alman askerî teorisyeni Clausewitz’in savaşın politikanın başka araçlarla devamı olduğu şeklindeki önermesini herkes bilir. Bu derin düşünce bizi doğal olarak, savaşa karşı mücadelenin, proletaryanın barış zamanındaki genel mücadelesinin devamı olduğu sonucuna götürür. Proletarya barış zamanında burjuva hükümetinin bütün eylem ve tedbirlerini reddedip sabote eder mi? Bütün bir şehri etkisi altına alan bir grevde dahi işçiler kendi semtlerine gıda ve su tedariği sağlanması, hastanelerin zarar görmemesi gibi birtakım tedbirler alırlar. İşçiler bu tedbirleri burjuvaziye karşı bir oportünizm belirtisi olarak değil, tam aksine grevin çıkarlarını sağlama almaya, söz konusu grevin sarstığı şehirde yaşayanların sempatisini kazanmaya dönük kaygılarla alırlar. Proleter stratejinin bu temel kuralları barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da tüm önemini korur.
Burjuva militarizmine karşı uzlaşmaz tutum, proletaryanın her durumda kendi “ulusal” ordusuna karşı mücadeleye girişeceği anlamına gelmez. Sözgelimi işçiler, bir yangını söndürmeye çalışan ya da bir sel felaketinde boğulan insanları kurtarmaya çalışan askerlere müdahale etmezler, aksine onlarla yan yana bu görevleri üstlenip askerlerle ilişki kurarlar. Bu durum yalnızca doğal felaketlerle sınırlı da değildir. Eğer Fransız faşistleri Daladier hükümetine karşı bir darbe girişiminde bulunsa ve hükümet bu darbecilere karşı askerlerini yollamak zorunda kalsaydı devrimci işçiler, politik bağımsızlıklarını tamamen korumakla birlikte söz konusu faşistlere karşı askerlerle birlikte savaşırlardı. Bu nedenle işçiler birtakım durumlarda, burjuva hükümetlerinin pratik tedbirlerine yalnızca izin vermek ve katlanmak değil, onları aktif olarak desteklemek zorunda da kalır.
Yüz vakadan doksanında burjuvazinin artı işareti koyduğu yere işçiler bilfiil eksi işareti koyacaktır. Fakat geriye kalan on durumda, burjuvaziye olan güvensizliklerini belirten kendi mühürleriyle olmak üzere, onlarla aynı işareti koymak zorunda kalırlar. Proletaryanın politikası bir otomatik olumsuzlama şeklinde burjuvazinin politikasına bakılarak üretilemez. Böyle olsaydı tüm sekterler usta stratejistler olurlardı. Bunların aksine devrimci parti, her seferinde iç durumlarda olduğu gibi, dış durumlarda da bağımsız bir yönelim belirlemeli, proletaryanın çıkarlarına en uygun kararlara varmalıdır. Bu kural barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da geçerlidir.
Yaklaşmakta olan Avrupa savaşında Belçika proletaryasının iktidarı Fransız proletaryasından önce fethettiğini düşünelim. Şüphesiz Hitler, proleter Belçika’yı ezmeye çalışacaktır. Fransız burjuva hükümeti kendini, sınırlarını güvende tutmak için Belçika işçi hükümetine silah yardımı yapmaya mecbur bir halde bulabilir. Belçika sovyetleri bu silahlara elbette iki elle sarılacaktır. Fakat belki de Fransız işçileri devrimci bozgunculuk ilkesinden hareketle burjuvazinin proleter Belçika’ya silah yardımı yapmasını engellemelidir. Yalnızca açık hainler ve büsbütün aptallar bu şekilde akıl yürütebilir.
Fransız burjuvazisi, proleter Belçika’ya ancak ve ancak büyük bir askerî tehlikeden dolayı ve daha sonrasında proleter devrimi kendi silahlarıyla ezmek hedefiyle silah yollayacaktır. Fransız işçileri içinse proleter Belçika, kendi burjuvazilerine karşı mücadeleleri için en büyük destektir. Son kertede mücadelenin sonucunu, doğru politik hamlelerin son derece önemli bir etken olacağı güçler dengesi belirleyecektir. Burada devrimci partinin temel görevi emperyalist Fransa ve Almanya arasındaki çelişkiyi proleter Belçika’yı kurtarmak üzere kullanmaktır.
Aşırı sol skolastikler somut koşullar üzerinden değil, boş soyutlamalarla düşünürler. Devrimci bozgunculuk fikrini de böyle bir uzay boşluğunun içine yerleştirdiler. Ne savaş sürecini, ne de devrim sürecini canlı bir şekilde göremiyorlar ve temiz havayı dışarıda bırakan mühürlenmiş bir formül arıyorlar. Fakat bu türden bir formül proleter öncüye hiçbir şekilde yol gösteremez.
Devrimci bozgunculuğun amacı, sınıf savaşını en yüksek formuna, iç savaş formuna taşımaktır. Bu amaca ancak, “barış” zamanlarında sınıf mücadelesinin içeriğini oluşturan devrimci metodları genişleterek, derinleştirerek ve keskinleştirerek devrimci kitle seferberlikleri yoluyla ulaşılabilir. Proletaryanın partisi kendi hükümetinin yenilgisini sağlamak adına depoları yakmak, demiryollarını sabote etmek ya da bombalı eylemler düzenlemek gibi suni yöntemlere başvurmaz. Bu yöntemlerle askerî anlamda amacına ulaşsa dahi bu devrimci bir başarıyı garanti etmeyecektir. Bu anlamda zafer ancak ve ancak proletaryanın bağımsız hareketi dolayımıyla elde edilebilir. Devrimci bozgunculuk proletarya partisinin sınıf mücadelesi sırasında herhangi bir “yurtsever” kaygı dolayısıyla yarı yolda durmayacağını belirtir. Çünkü kitlelerin devrimci hareketinin yol açacağı ya da hızlandıracağı kendi hükümetinin yenilgisi, ulusal birlikten, yani proletaryanın siyasi olarak boyun eğmesi pahasına kazanılacak zaferden kıyaslanamayacak kadar daha az kötüdür. Bozgunculuğun gerçek anlamı burada yatar ve bu tamamen yeterlidir.
Mücadele açıktan devrimci bir safhaya geçtiğindeyse metodları da elbette değişir. İç savaşın, bir savaş olması sebebiyle, kendi kuralları vardır. İç savaşta depoların bombalanması, trenlerin tahrip edilmesi ve askerî “sabotajın” tüm diğer araçlarının kullanımı kaçınılmazdır. Bu araçların uygunluğu yalnızca askerî ihtiyaçlara göre belirlenir. Bu şekilde iç savaş, devrimci politikanın başka araçlarla, tam olarak askerî araçlarla sürdürülmesinden başka bir şey değildir.
Bununla birlikte, emperyalist bir savaş sırasında devrimci partinin, henüz kendi ülkesindeki devrimci hareketten doğmasa da askeri araçlara başvurmak zorunda kalacağı durumlar olabilir. Mesela bir işçi hükümetine ya da ayaklanma halindeki bir sömürgeye karşı silah ya da askerî birlikler sevk etmek söz konusu olursa grev ve boykot gibi araçların yanı sıra doğrudan askerî sabotaj eylemleri de son derece kullanışlı ve zorunlu hale gelebilir. Bu eylemlerin hayata geçirilip geçirilmeyeceğiyse tamamen pratik imkanlara göre belirlenir. Eğer savaş zamanında iktidarı ele geçiren Belçikalı işçilerin Alman topraklarında askerleri varsa, Hitler’in birliklerini durdurmak için yapılabilecek herhangi bir eylemi tereddüt etmeden yerine getirmek bu askerlerin görevi olacaktır. Almanya’daki devrimci hareketin genel gidişatından bağımsız olarak, devrimci Alman işçilerinin de (eğer yapabilirlerse) Belçika devriminin çıkarları doğrultusunda bu görevi yerine getirmekle yükümlü oldukları kesinlikle açıktır.
Sonuç olarak bozgunculuk politikası, yani savaş zamanında uzlaşmaz sınıf mücadelesi politikası, tüm ülkelerde “aynı” olamaz. Tıpkı barış zamanında proletaryanın politikasının tüm ülkelerde aynı olamayacağı gibi. Yalnızca Komintern’in epigonları tüm ülkelerin partilerinin aynı anda sol adım marşa geçtiği bir düzen kurmuştur. Bu bürokratik ahmaklığa karşı mücadelemizde, her ülkede genel prensip ve görevlerin o ülkenin kendi iç ve dış koşullarına göre oluşturulması gerektiğini defalarca kez kanıtlamaya çalıştık. Bu ilke, savaş zamanlarında da tüm geçerliliğini korur.
Marksistler gibi düşünmek istemeyen, yani somut bir biçimde düşünmek istemeyen bu aşırı solcular savaşa gafil avlanacaklardır. Savaş zamanındaki politikaları, barış zamanındaki politikalarını ölümcül bir şekilde taçlandıracaktır. İlk top atışları bu aşırı solcuları ya siyasi yok oluşa savuracak ya da tıpkı savaş geldiğinde burjuva bakanlara dönüşen devletin mutlak “inkarcıları” anarşistler gibi sosyal vatanseverliğe sürükleyecektir. Savaş süreçlerinde doğru bir politika yürütebilmek için, barış zamanlarında doğru düşünmeyi öğrenmek gerekir.
COYOACAN, F.B. [Federal Bölge]
22 Mayıs 1938
***
Dipnotlar
1.) SSCB’nin sınıf karakteri sorusunu şimdilik bir kenara bırakabiliriz. Genel olarak bir işçi devletine veya bağımsızlığı için savaşan bir sömürge ülkesine ilişkin üretilecek politika sorunuyla uğraşıyoruz. SSCB’nin sınıf tabiatı söz konusu olduğunda, yeri gelmişken aşırı solculara, A. Ciliga’nın Büyük Yalanın Ülkesinde adlı kitabının aynasında kendilerine bakmalarını tavsiye edebiliriz. Herhangi bir Marksist eğitimden yoksun olan bu aşırı sol yazar fikirlerini sonuna dek, yani liberal-anarşik soyutlamaya dek takip ediyor.
2.) Bayan Simone Weil, bizim konumumuzun Plehanov’un 1914-1918’deki konumuyla aynı olduğunu bile yazıyor. Elbette Simone Weil’ın hiçbir şeyi anlamamaya hakkı var. Fakat bu hakkın suistimal edilmesine gerek yok.