Türk dış politikasının bağımlılık çıkmazı

Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetimi altındaki dış politikasının, temsil ettiği egemen sınıfların ihtiyaçları ve projeleri ekseninde ve tabii bizzat kendisinin bunlara katkı olarak sağladığı hayaller doğrultusunda nasıl şekillendiğini Troçkist’in Şubat 2021 tarihli 4. sayısında anlatmıştık.[1] Ve bu arada, “Ne var ki, yarı sömürge bir ülkenin emperyalist güçler arasındaki dengelere oynayarak kat edebileceği mesafe ve iktidar ömrü, gene emperyalizmin belirleyeceği zaman ve mekan dilimi içinde kalmaya mahkum olacaktır” demiştik. İşte Ukrayna’nın Rusya tarafından işgaliyle başlayan savaş, bu zaman ve mekan sınırlamasını ortaya koydu. Ankara şimdi diplomasi ekseninin yönünü tekrar belirleme çabasına girişmiş durumda.

Bu çabasını yaman bir uluslararası basınç ve çelişkiler yumağı içinde sürdürmek durumunda, zira, grafik olarak belirtecek olursak, söz konusu olan Rusya’dan aldığı S-400 füzeleri nedeniyle ABD tarafından F-35 savaş uçağı projesinden dışlanıp CAATSA 231 yaptırımları listesine alınmış, öbür taraftan da Ukrayna’ya sattığı Bayraktar TB2 insansız hava araçları nedeniyle Rusya’nın ulusal güvenlik kaynaklı gazabını çekmiş bir Türkiye. Erdoğan’ın oportünist politikalarını “Önce Türkiye” şiarı altında öven ve emperyalist güçlerin hiddetini liderlerinin “antiemperyalist” tutumunun katlanılması gereken sonuçları olarak sunan rejim yanlısı propagandacılar ile Ukrayna işgaliyle birlikte aslında dar bir koridora hapsolmanın sonucunda Ankara’nın çaresizlikten izlemeye başladığı “tarafsızlık” ve “arabuluculuk” diplomasisini Atatürkçü dış politika olarak görmeye başlayan muhalefet sözcüleri neredeyse yan yana gelmiş haldeler: “Önce Türk burjuvazisinin çıkarları.”

Ama sorun şu ki, yarı sömürge bir ülkenin burjuvazisi için harekat alanı oldukça sınırlıdır ve Türkiyeli egemenler de diğer bağımlı ülke yönetimleri gibi bu sınırları koruyabilmek için dahi emperyalist ittifaklara (bunu emperyalist “yardıma” olarak da okuyabiliriz) ihtiyaç duyuyor. Buna Ruslarla ilişkili hatırlatmalar yapacak olursak Kırım savaşı sırasında İngiltere ve Fransa donanmalarına, I. Dünya Savaşı sırasında Almanların desteğine ve soğuk savaş döneminde NATO korumasına duyulan ihtiyaca değinmek yeterli olacaktır. Uluslararası konjonktürde her şey “normal” gibi gözükürken oligarşinin yağma girişimleri rejimin fetih nutuklarıyla birlikte sürdürülebiliyordu. Tabii Rusya buna Suriye’de, Libya’da ve Güney Kafkasya’da göz yumduğu; ABD de aynı şeyi Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Afganistan’da yaptığı sürece. Ama Ukrayna’nın işgali ile birlikte büyük güçlerin kendi ulusal güvenliklerini tehlikede gördükleri şimdiki karşılıklı dalaşma anında, Ankara’ya fazla zarar görmeden “aradan sıyrılma” politikası izlemekten başka seçenek kalmıyor. Rejim buna “tarafsızlık” ve “arabuluculuk” politikası diyor.

Hangi çıkarlar?

Aslında Erdoğan hükümetinin Ukrayna krizinin başından itibaren izlemeye başladığı dış politika çizgisi, muhalefetin bile gönülsüzce de olsa alkışladığı “barışsever aktif tarafsızlık” olmaktan ziyade, ekonomi baronlarının diplomasi “uzmanlarıyla” el ele verip hesap-kitap ettikleri bir fırsat girişimciliğinden başka bir şey değil. Burjuvazi için yangından mal kurtarmaya yönelik zorunlu bir seçenek bu. Zira kaybedebilecekleri o kadar çok şey var ki.

Bunun Rusya ile olan yanını Erdoğan daha 2020 Şubat ayının başlarında İdlib’de 7’si asker 8 Türkiye vatandaşının öldürüldüğü Rus destekli Suriye saldırısının hemen ardından, Ankara’nın Moskova’ya karşı ciddi bir girişimde bulunamayacağının gerekçelerini açıklarken belirtmişti: “Nükleer enerji meselemiz var, rakamlar orada çok ciddi. Türk Akım projesi var. Doğalgazımızı çok ciddi bir oranda Rusya’dan alıyoruz. S-400 konusu var. 20 ile 25 milyar dolar arasında bir ticaret hacmi var. Turizm noktasındaki ilişkilerimiz de iyi bir noktada, birinci sırada Rusya geliyor.”[2] Rusya-Türkiye İş Konseyi, Erdoğan ile Putin’in birlikte hedefledikleri 100 milyar dolarlık ticaret hacmine pandeminin sona ermesiyle birlikte ulaşılabileceğini düşünüyordu. Gene bu konseye göre Rusya’da gıda, içecek, tekstil, cam mamulleri, beyaz eşya, inşaat, telekomünikasyon, bankacılık gibi alanlarda faaliyet gösteren 3 bin Türk şirketi bulunmakta.[3] Bütün bunlar Ankara’daki Saray’ın ABD ve AB’nin Rusya’ya yönelik yaptırımlara neden katılmadığını yeterince açıklıyor. Aksi bir politika, yerli ve milli oligarklarımızın DİSK’in açıkladığı yoksulluk sınırının altına düşmelerine neden olabilirdi!

Öte yandan Türkiye Ukrayna’nın işgaline de karşı çıkmak, Ukrayna’nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü de savunmak zorunda ve bu tavrını daha Mart 2014’te Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı sırasında ortaya koymuştu. Bunu dinci ve milliyetçi hükümetin Müslüman Tatar Türklerini savunması (öyle olsaydı Kırım’ın bağımsızlığını savunmaları gerekirdi) veya uluslararası hukuk gereği egemen bir ülkenin toprak bütünlüğüne destek vermesi biçiminde yorumlayanlar aslında, Türk devletinin köklerinde yatan özel bir “ulusal güvenlik” endişesini görmezlikten gelmek istemişlerdi: Kürt sorunu. Nasıl İspanya monarşisi Bask ve Katalan “sorunlarından” ötürü hâlâ Kosova’yı tanımıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti de başta Kürt bölgeleri olmak üzere çevresindeki herhangi bir ezilen ulusun bağımsız devlet oluşturma girişimine veya onun dahil olduğu devletten ayrılmasına veya koparılmasına karşı çıkacaktır. Ankara sadece Kırım’ı değil, Donetsk ve Luhansk cumhuriyetlerinin ilanını da Ukrayna’nın bütünlüğüne aykırı girişimler olarak görüyor. Bunu söylerken, Kırım ile Donetsk ve Luhansk bölgelerinin Kürt, Katalan veya Bask meselesinde olduğu gibi ulusal sorun niteliği taşıdığını ifade etmiyoruz. Kırım’ın Rusya tarafından işgali tipik bir ilhak girişimiyken, Donetsk ve Luhansk bölgeleri de tıpkı Kuzey İrlanda veya İsrail örneklerinde olduğu gibi “anklav” niteliği taşıyorlar. Bununla birlikte, bölgede sınırların yeniden çizilmesine dair herhangi bir girişim Ankara’nın Kürt sorununa ilişkin gerici kaygılarını tetikliyor. Dış İşleri Bakanlığı bu konuda Rusya’nın gazabını çekmek pahasına, “Rusya Federasyonu’nun, sözde Donetsk ve Luhansk Cumhuriyetleri’ni tanıma kararı Minsk Anlaşmaları’na aykırı olduğu gibi, Ukrayna’nın siyasi birliğinin, egemenliğinin ve toprak bütünlüğünün açık ihlali anlamına gelmektedir. Rusya’nın söz konusu kararını kabul edilmez buluyoruz ve reddediyoruz”[4] demeyi göze alabiliyor.

Yerli oligarşinin bu milliyetçi/ırkçı tarihsel bakış açısını yağmacı ve yayılmacı nedenlerle desteklediği aşikar ama onlar için belki bundan da daha önemli olan Ukrayna’da olan yatırımları ve onunla giriştiği ticaret. Başta tabii Ukrayna’ya satılan ve Ruslara ve Ukrayna’daki Rusya yanlılarına karşı kullanılan Bayraktar TB-2 SİHA’ları geliyor. Şimdiye kadar bunlardan Ukrayna’ya 12 adet satıldı ve bu tedarikin sürmesi planlanıyor, en azından istek bu yönde. Rusya hükümetinin tam da bu nedenle Türkiye’yi “tarafsız ülke” olarak görmemesine yol açan kızgınlığını ise Dışişleri Bakanlığı, Ukrayna’ya satılan Bayraktar TB-2 SİHA’lar hakkında, “Özel savunma sanayii şirketleri, ülkeler ile bu tip anlaşmalar yapabilir. Bu ülkeleri bağlayıcı bir nitelik teşkil etmez. Bu Türkiye’nin yaptığı bir yardım değil. Ukrayna’nın Türkiye’nin bir firmasından satın aldığı ürünler”[5] diyerek bu ilişkinin devlet politikası olmadığı yolunda kimsenin, hele hele Putin’in hiç inanmayacağı bir sava sarılıyor. Ya Putin, Türk silah tacirlerinin Rusya ve Ukrayna’daki varlıklarına el koymaya kalkarsa?

Türk burjuvazisinin kaygıları bununla da sınırlı değil. Ukrayna’dan beklenen milyonlarca turistin ve milyonlarca ton buğdayın kesintiye uğramasının yanı sıra, her ikisi de Baykar Teknoloji ürünü olan Akıncı İHA aracı ve geliştirilmesi devam eden MİUS adlı Muharip İnsansız Uçak Sistemi ile TUSAŞ tarafından geliştirilmesi devam eden TAI T-929 Atak-2 Taarruz Helikopteri için Ukrayna’nın sağlayacağı motorların ve mikroçiplerin tedarikinin kesilmesi de silah oligarklarına vurulacak ağır bir darbe olacak. İşgal ve sürmekte olan savaşın Ukrayna ile 2020’de imzalanan Askeri İşbirliği Anlaşması’nı dinamitleme tehlikesi tek adam rejimini, TV programlarına “askeri stratejist” kimliğiyle katılan tüm emekli generalleri sevindirecek şekilde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” tabelasının arkasına sığınmaya iten en önemli saiklerden birisi. Erdoğan’ın mal derdine düşen oligarklarının sorunlarına çare aramak için “monşerlere” ihtiyacı yok, onun kendi yağmacı Moğol uzmanları var.

Eksen değişikliği mi?

Bir ülkenin uluslararası arenada “eksen değişikliği” gibi bir tartışmanın içinde olması bile, onun emperyalist dünya sistemi içindeki bağımlılığının, yarı sömürge olma halinin bir ifadesidir. Ne denli “önce Türkiye” dense de, sermaye ve teknoloji, hatta askeri bakımdan emperyalist merkezlere bağımlılık, Ankara’nın kendi bölgesinde bile ancak sınırla alanlarda kendi inisiyatifiyle davranabilmesine neden oluyor. Bu sadece bugün böyle değil, her zaman böyle olageldi.

Bu bağımlılık elbette burjuva Türk devletinin bizzat kendi siyasi varlığını koruyabilmesi için bazı bölgesel stratejik ısrarlarının var olmadığı anlamına gelmiyor. Ne kadar iç ekonomik, siyasi ve ideolojik çelişkilerle yüklü olsa da burjuvazi siyasi bütünlüğün korunması anında birleşebiliyor. Bunun başında yukarıda değindiğimiz Kürt sorunu geliyor. Bunun yanı sıra, daha ilkokuldan itibaren resmî tarih kitapları ve söylevleri aracılığıyla emekçi halkın zihnine yerleştirilmeye çalışılan “dört yanımızdan düşmanlarla çevrili olduğumuz” korkusu var. Boğazların statüsü, Karadeniz’in güvenliği, Balkanların ve Kafkasların istikrarı, Ege ve Akdeniz’deki çıkarlar, Ortadoğu’daki düzenin korunması… Bütün bu konularda, gelmiş geçmiş bütün hükümetler emperyalist ve yayılmacı güçlerle bazen sürtüşmelere girmiş, bazen birine karşı diğerine yaklaşma sinyalleri vermiştir. Ama gerçek şu ki, daha kuruluş anından itibaren burjuva devlet kuzeyindeki işçi devleti gerçeğiyle birlikte yaşamaya başlamış ve proleter devrimine karşı siyasi varlığını Batı emperyalizminin şemsiyesi altında güvence altına almıştır. Türkiye’nin NATO üyeliği bu devlet stratejisinin doğal bir sonucudur. Bunu değiştirebilecek olan da yalnızca Türkiye’de inşa edilecek bir işçi devletidir.

Bugünkü Ukrayna savaşı konusunda Ankara’nın izlediği politikanın ABD ve AB emperyalizmiyle olan ilişkisi ve onlarla yaşayabileceği sürtüşmeler de bağımlı Türk kapitalizminin sorunları ve Türkiye burjuvazisinin çaresizliği çerçevesinde anlaşılabilir. Bunların başında hiç kuşkusuz bağımlı ekonominin sermaye sorunu geliyor. Dışardan kullanılan net kaynağın 2017’deki 425 milyar dolardan 2021’de 230 milyar dolara, doğrudan dış yatırımların da 2015’teki 10 milyar dolardan 2021’de 1,85 milyar dolara düşmesi ve aynı zamanda ülkedeki yabancı sermayenin de yurt dışına kaçıyor olması[6], bütün bu sermaye hareketlerinde Batı kapitalizmine muhtaç ekonominin zafiyetini açıkça sergiliyor. Öyle ki, Türkiye ekonomisinin varlıklar/yükümlülükler dengesindeki net pozisyonu -238 milyar doların üzerinde seyretmekte, şu anki risk primi ise 566 puana ulaşmış durumda.[7]

Bütün siyasi ve stratejik nedenlerin yanı sıra Türkiye kapitalizminin bu “acınası” durumu tek adam rejimini Batı emperyalizmi ile olan sürtüşmelerini en azından ikinci plana itmeye zorluyor. Bugüne değin düşmanca eleştirdiği ABD emperyalizminin gözbebekleri olan Arap ülkelerine (Suudi Arabistan, BAE, Mısır) ve Siyonist İsrail’e yönelik olarak gösterdiği yakınlaşma çabalarıyla bunun işaretlerini vermeye başlamıştı ama bugün Ukrayna savaşı bunun için eşsiz bir fırsat doğurmuş durumda. ABD önderliğindeki Batı emperyalizminin çevrelemeye çalıştığı Rusya’nın hemen güneyinde stratejik bir konuma sahip NATO üyesi olmak, hem de bu emperyalist ittifakın ikinci en büyük ordusunu elinde bulundurmak, belki de Saray’da Ankara’nın CAATSA yaptırımlarından, Avrupa Parlamentosu’nun insan haklarına ilişkin gazabından, İngiliz bankerlerin kuşkularından kurtulabileceği umudunu yaratıyor.

Bu umudun yanı sıra, sermayeye “her ne olursan ol, gel” çağrısında bulunan tek adam rejiminin gözünü diktiği bir başka kaynak daha var: Rus oligarkların Türkiye’ye ilticası. Milyarlarca dolar değerinde olduğu belirtilen mülklerini yitirme tehlikesi karşısındaki Rus kara para sahiplerinin ABD’nin bu yaptırımlarına uymayacağını söyleyen Türkiye’yi “güvenli bir liman” olarak gördüklerine ilişkin haberlerin dolaşmaya başlamış olması[8], elbette gazetecilerin kolayca ulaşamayacağı gerçeklere işaret ediyor. Ülkenin her türlü yasaklı mal ve kara para ticaretinin öznesi haline geldiğine ilişkin hiç de inandırıcı yanıtların getirilemediği iddiaların ve şaibelerin ortasında anılan rejim kurumlarının bu “kaynağa” da el atmaya çalışacak olması yabana atılabilecek bir ihtimal olmasa gerek.

Evet, NATO açısından Türkiye stratejik öneme sahip ve burjuvazi bu konumu yaptırımlardan kurtulma ve ülkeye yeniden sermaye akışını sağlama amacıyla kullanabilir ve kullanıyor da. Ama bunun, Rusya’nın öfkesini çekmenin (Akkuyu nükleer tesisisin yapımından vazgeçmesi, doğalgaz akımını, hububat ihracatını ve mal alımını kesmesi, turistlerin gidişini yasaklaması, vb.) dışında başka tehlikeleri de var: ABD ve NATO’nun Türkiye’nin Ukrayna’ya silah yollamayı sürdürmesi ve Rusya üzerindeki yaptırımlara uymasını istemesi. Bu şimdilik talep edilmiyor ama sinyalleri de yok değil. Wall Street Journal‘da eski CIA yöneticisi Paul Kolbe’nin Türkiye’nin Rus Füzeleri Ukrayna’yı Savunabilir başlıklı analizinde Ankara’nın S-400’leri Ukrayna’ya vermesi önerisinde bulunması, böyle bir önerinin ABD hükümeti tarafından yapıldığına ilişkin bir onaylamanın bulunmamasına rağmen, Erdoğan hükümetinin ne tür basınçlar altında kalabileceğinin bir işareti.

Kıskaç sürecek

Yerli ve milli oligarkların yağmacı ihtirasları, finans kapitalin çeşitli kesimlerinin ihtiyaçları ve talepleri, tek adam rejiminin Bonapartist fırsatçılığı, Türkiye’yi yalpalamalara, emperyalist ve yayılmacı merkezler arasında tercihler yapmaya ve her seferinde çıkmazlar duvarına çarpmaya sürüklüyor. Bütün bu şaşkınlık içinde, yangından hangi malını kurtaracağına karar vermeye çalışıyor. Her öncelik belirlemesinde başına bir başka darbe yiyor.

Bu diplomatik şaşalama içinde taraflardan hiçbirini gücendirmemeye veya gazabını çekmemeye çalışmayı “tarafsız arabuluculuk” diye tanımlamak ve sunmak, Biden’ın pek çok ülke liderini davet ettiği uluslararası Ukrayna toplantısına çağırılmamanın utancını gizlemeye yetmiyor. Rusya ve Ukrayna dışişleri bakanlarının Antalya’da bir araya getirilmesi de, toplantının tek bir sonuç vermeyen diplomatik bir gösteri olmanın ötesine geçmemesiyle Türk diplomasisinin zafiyetinden başka bir şeyin kanıtı olmamıştır.

Türkiye burjuvazisinin ve tek adam rejiminin kendi başına bir kütlesinin olmasının dışında uluslararası ölçekte herhangi bir ağırlığı yok. Yağmaya yönelik yayılmacı girişimleri her seferinde emperyalist güçlerin izin verdiği alanlarda netice alabiliyor ama onun dışında sendeleyerek geri çekilmelerle sonuçlanıyor. Türkiye’yi utangaç bir biçimde altemperyalist olarak tanımlayanlar ya da öyle görmek isteyenler, yarı sömürge bir ülkenin acınası acizliğini sindirmek durumundalar. Emperyalizme bağımlı Türkiye devletinin emperyalist merkezler arasında yalpalamaktan başka seçeneği yok, tıpkı ekonomik, siyasi ve askeri bakımdan çökmekte olan yarı sömürge Osmanlı devleti gibi.

Ama bütün bu tespitler, soğuk ve nesnel bir analizin ürünü olmanın ötesinde bir anlam ve program içermeli. Emperyalizmin ve burjuvazinin boyunduruğundaki bu halkın emekçilerinin sırtına yüklenen ağır kefaret her geçen gün taşınamaz bir yük haline dönüşmekte. Ama emperyalist ve kapitalist ihtirasların bedelini sadece Türkiye işçi sınıfı değil, aynı zamanda saldırgan emperyalist güçlerin ve kendi kaderini belirlemekten men edilen Ukrayna’nın emekçileri de ödüyor. Bu nedenle, kapitalizm var olduğu sürece “Savaşlara Hayır” demek yetmiyor. İhtiyacımız olan, proletaryanın burjuvaziye karşı vereceği savaştır.

Emperyalizmin neden olduğu bütün savaşlara son verecek olan, proletaryanın öncülük edeceği devrimci yayılmacılık olacaktır.


Dipnotlar:

[1] Bkz. https://trockist.net/index.php/2021/01/18/baskanlik-rejimi-altinda-sermaye-birikimi-ve-dis-politika/

[2] Bkz. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-51385834

[3] Bkz. https://www.deik.org.tr/basin-aciklamalari-turkiye-ve-rusya-arasindaki-karsilikli-ticaret-hacmi-hedefi-100-milyar-dolar

[4] Bkz. https://www.mfa.gov.tr/no_-57_-rf-nin-sozde-donetsk-ve-luhansk-cumhuriyetleri-ni-tanima-karari-hk.tr.mfa

[5] Bkz. https://www.rudaw.net/turkish/middleeast/turkey/030320228

[6] Bkz. https://www.cumhuriyet.com.tr/dunya/reuterstan-dolartl-yorumu-yabanci-yatirimci-turkiyeden-cikiyor-1883680

[7] Bu bilgiler http://mustafasonmez.net/ kaynağından elde edilmiştir.

[8] Bkz. https://www.wsj.com/articles/russian-oligarchs-sanctions-what-to-know-11646264511?