Türkiye’deki sosyalist hareket daha doğuş anından beri sahip olduğu, 1960’lardaki serpilip büyüme döneminde ise giderek şiddetlenen temel bir ideolojik/politik maluliyetten hâlâ mustarip olmaya devam ediyor: Aşamalı mücadele anlayışı. Toplumsal mücadelelerin eşitsiz ama bileşik özelliğini temel alan Marksist metot ne yazık ki daha başından Stalinist mantıkla enfekte olmuş sosyalist hareketimizin büyük bölümünün kavrayışı dışında kaldı. Bu durum sadece ileri sürülen “devrim teorilerinde” ve buna bağlı olarak geliştirilen “stratejilerde” değil, uygulanmak istenen gündelik politikalarda ve “taktiklerde” de böyle oldu. Bugün ise aynı anlayışın tezahürüne “Demokrasi İttifakı” başlığı altında sürdürülen tartışmalarda ve belki de yakında uygulanması denenecek pratik önerilerde rastlıyoruz.
Demokrasinin geliştirilmesi için ileri sürülen her ittifak önerisi oldukça mantıklı gözüken bir öncülden hareket eder: Otokratik/diktatoryal rejimin yıkılması. Bu tip bir rejimin temelinde yatan veya onun güçlenmesi ya da krize girmesi süreçlerinde işlemekte olan sınıfsal dinamikler dikkate alınmadığında, bu öncülden hareketle varılacak “mantıki” sonuç, diktatörlüğün karşısında olan herkesin, tüm akım ve partilerin birleşmesidir. Diktatörlük yıkılsın, yerine demokratik bir rejim kurulsun, ondan sonra herkes kendi yolunda gider. Stalinist ve reformist sol için, sosyalizm için mücadelenin yolu ancak böyle açılacak ya da mücadelenin koşulları iyileşmiş, kolaylaşmış olacaktır.
Bu anlayışın, bir işçi demokrasisi (ve işçi-emekçi hükümeti) uğruna mücadeleyi esas alan devrimci Marksist politikayla ilişkisini aşağıda değerlendireceğiz. Ama önce bunun içinde bulunduğumuz konjonktürde Türkiye’deki yansımasına göz atalım.
Demokrasi İttifakı’nın tarafları
AKP-MHP koalisyonu üzerinde yükselen otokratik Tek Adam (Bonapartist) rejiminin karşısında, “iyileştirilmiş parlamenter rejim” taraftarı geniş bir politik yelpaze yer alıyor. Muhafazakâr devletçi (Saadet), muhafazakâr liberal (Gelecek), burjuva neoliberal (Deva), burjuva milliyetçi (İYİ), burjuva sosyal demokrat (CHP), ulusalcı küçük burjuva (HDP) ve nihayet kendilerini sosyalist olarak tanımlayan akım ve partiler (Sol Parti, EMEP, TİP, vb.) bu yelpazenin temel bileşenleri. Ama bu, bütün bu parti ve akımların –bazılarınca arzu edilmekle birlikte– bir “tek cephe” içinde toplanabilecekleri anlamına gelmiyor; tabii, cephe ile çeşitli taktiklerle oluşturulabilecek bir ittifakı birbirinden ayırt etmek kaydıyla.
Özgül ağırlığı ve tabanının içerdiği değişik sınıfsal bakış açıları (burjuva, küçük burjuva, emekçi) bakımından yelpazenin merkezinde yer alan parti CHP. Bir anlamda, kendisinin sağında ve solunda kümelenen partilerin politik eğilimlerinin izdüşümlerini kendi içinde taşıyor ve bu özelliğiyle de ittifak için bir harç işlevi görmeye çalışıyor. Sol eğilimli sosyal demokrat liderler ve sözcüler (örneğin İzmir milletvekili Selin Sayek Böke), HDP ve sosyalist partilerin sözcüleriyle sakınmaksızın açık oturumlarda “sosyal refah devletini” hedefleyen bir demokrasi ittifakının gerekliliği üzerinde anlaşırken, partisinin genel merkezi Kılıçdaroğlu’nun kaleminden 1930’ların devletçiliğinden vazgeçildiğini ilan ederek sağ kanattaki partilerin liberal kapitalist duyarlılıklarına sesleniyor. Belli ki amaç sağda yeni bir cephenin oluşmasını engellemek; Millet İttifakı’nın yeni kurulan partilerin katılımıyla büyümesi; asla bir ittifaka dâhil edilmemekle birlikte, HDP konusunda özellikle İYİ Parti’nin ambargosunun hafifletilmesi ve böylece HDP’nin ve onunla birlikte öbür sol partilerin muhtemel bir seçim ittifakının dışardan destekçileri haline getirilmesi. Reformist küçük burjuva aklın tarihe bu tür hinliklerle çalım atma girişimlerine çok rastlanmıştır. Çoğu da felaketle sonuçlanmıştır.
RTE çevresinde kümelenmiş oligarşinin dışında kalan sermaye kesimlerinin politik avukatlığını üstlenmiş durumdaki sağ partilerin Tek Adam rejimine karşı olmalarının nedeni liderleri tarafından açıkça ortaya konuyor: Hukukun rejim tarafından keyfileştirilmiş olmasının yarattığı güvensizlik dış (emperyalist) sermayenin gelmesini engelliyor; ki bu, ekonominin yaşamakta olduğu yapısal krizin ana nedenidir. O halde “Hak, Hukuk, Adalet”. Liberal burjuvazinin bu bakış açısı, CHP’nin 37. Olağan Kurultayı’na “İktidar Kurultayı” adını verme cesareti göstermesine yol açabiliyor.
Peki, ya sol? Demokrasi için bir tür ittifakın oluşturulmasını arzulayan HDP ve sosyalist kimlikli partiler ne diyor? HDP’nin cezaevindeki eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, partisinin şubat ayı sonunda yapılan kongresinin hemen öncesinde yaptığı açıklamada, “Asgari bir program etrafında bir araya gelebilen tüm siyasi yapılarla demokrasi ittifakı, seçim sonrasında ise demokrasi koalisyonu kurulabilir… Ancak asgari demokratik ilkelerde birleşebilen siyasi hareketler birlikte davranırlarsa mevcut tıkanıklık, kriz ve yıkım aşılabilir.” demişti. Nitekim kongrenin kararını da Eş Genel Başkan Pervin Buldan, “Demokrasiden, adaletten, toplumsal barıştan, birlikte yaşamdan, emekten yana olan, geleceğe dair sözü olan herkesi, iktidar dışındaki tüm siyasi partileri demokrasi ittifakına davet ediyoruz. Bu aynı zamanda demokrasiye bir davettir. Demokratik uzlaşıya bir davettir.” diyerek açıkladı. HDP böylesi bir ittifak için parti ayrımı yapmadı; tek şikâyetçi oldukları nokta, Mart 2019 yerel seçimlerinin aksine, bu ittifakın üstü örtülü olmaması.
EMEP Genel Başkanı Selma Gürkan, demokrasi için arzulanan bir ittifak için, “Bu ittifakın bileşeni şu örgüt, bu partiden ziyade demokrasi için mücadele eden güçlerin birlikteliği olmalıdır. Esasında biriktirilen deneyimler de söz konusu. 7 Haziran seçimleri, referandum ve ‘Hayır’ çalışması, 24 Haziran genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ve son yerel seçimler aslında mevcut siyasi iktidara karşı bir arayışı ortaya koymuştur” diyerek, parti ve sınıf ayrımı gözetmediklerini belirtiyor. (21.02.2020, Artı Gerçek)
Halkevleri Eş Başkanı Nuri Günay ise, “insanca yaşamı, demokrasiyi, laikliği, barışı ve kardeşliği bu topraklarda tesis etmeyi hedefleyen bir ittifakın adı ancak ‘demokrasi ittifakı’ olabilir” diyor, ama bir de şerh düşüyor: “…iktidarın içinden çıkmış olan geçmişte yapılan politikaların aktörü, suç ortağı konumundaki Davutoğlu, Babacan’ın neredeyse aklandığı bir sürece izin verilmemelidir” diyerek Saadet ve İYİ’nin dışındaki sağın ittifakın dışında tutulmasını istiyor. (21.02.2020, Artı Gerçek)
Sol Parti’nin görüşlerini ise, ona yakın Birgün gazetesinden öğrenebiliyoruz. 20.06.2020 tarihli gazetede Doğan Tığlıç, “Geniş bir ittifak içerisinde olanların birbirlerinden çok farklı programları, ideolojik çizgileri, gelecek tahayyülleri olduğu da kesin. CHP-İYİ Parti-HDP-Saadet-Gelecek-Deva ve sosyalist partileri açık bir ‘parlamenter rejim’ ittifakında buluşturmanın zorluğu da burada. Ancak, bu zorluğu aşmanın yolu böylesi bir ortak hareket içinde olanların birbirine benzemeleri, birbirlerini benzeşmeye zorlamaları değil. Tersine, güçlendirilmiş bir parlamenter sistem, adil kurallar içinde herkesin farklılıklarını yarıştırabilmesi için gerekli” diyor. Aynı gazetenin kendi politikasını anlatan 26.06.2020 tarihli BirGünce başyazısında da, “Muhalefetin temel açmazı bugünkü kaostan çıkmak için bütünlüklü bir çıkış yolunu ortaya koyamayacak kadar bölünmüş olmasıdır. Tek tek saldırılar karşısında elbette bir direniş hattı kurmak önemlidir ama tutarlı bir çıkış yolunu ortaya koymadan bu mücadeleyi kazanabilmek mümkün değildir… Bu nedenle sol sosyalist partilerin önünde ikili bir görev bulunmaktadır: Her türlü kötülüğün ana yatağı haline gelen mevcut iktidar blokunu yenilgiye uğratacak geniş bir cephe yaratmak ve bunun sağlam temeller üzerinde yükselebilmesi için siyasal İslamcı rejimin bütün kurumsallaşmalarını, kadrolaşmasını çöpe atacak bir iradenin örgütlenmesi” diyerek demokrasi için ittifakın kurulmasını bir bakıma sol harekete yüklüyor.
Benzer görüşler çeşitli defalar özellikle Tele1 ve Halk TV açık oturumlarına katılan Sol Parti ve TİP sözcüleri tarafından da dile getirilmiş durumda.
İttifakın sınıf karakteri
Stalinist ve reformist çarpıtmalardan arındırılmış Marksizm “çok sınıflı” cephelere, bir başka deyişle aynı program (ne kadar “asgari” denilse de) çatısı altında toplanmış birlikteliklere cevaz vermez, bunun emekçi sınıflar aleyhine olduğunu ifade eder. Bunun Marksist kuramdaki tartışmasını şimdilik bir kenara bırakıp, güncel dinamikler içindeki açıklamasını yapmaya çalışalım.
Bunun belki de en iyi yolu, arzulanan ittifakın programının ne olduğunu belirlemekten geçiyor. Troçki’nin dediği gibi, “program vicdanı rahatlatmak için değil, devrimci bir eylem yürütmek için gereklidir.” Bu noktada, sosyalist akım ve partilerin bir işçi-emekçi iktidarı hedefinden “önce demokrasi” kavrayışı altında vazgeçmiş olmalarını bile – şimdilik – yargılamadan soruyoruz: “Demokrasi İttifakı’nın” programı nedir? Kendini tek bir sloganla özetliyor bu program: Erdoğan’ı tahtından indirmek, AKP-MHP bloğunu meclis çoğunluğundan mahrum etmek. Peki, sosyalist sol bu amaca yönelik hangi devrimci eylemi öneriyor? Sadece CHP’yi daha aktif olmaya davet etmenin ötesine geçen bir önerisi var mı? Yok. Böylece her şey, CHP ve sağ müttefiklerinin stratejisine indirgenmiş oluyor: Seçimler. Yani burjuva meşruiyetinin kutsanması, demokrasi mücadelesinin burjuva partilerin stratejisine teslim edilmesi. İttifakın sınıf karakterini belirleyen olgu budur.
Sorun, halkın önemlice bir kesiminin nefret ettiği Tek Adam’ı ve AKP-MHP bloğunu iktidardan uzaklaştırmak için demokrasi mücadelesi vermekte değil. Kuşkusuz demokratik haklar için mücadele sosyalizmin en önemli görevlerinden birisidir. Orta sınıfları da sosyal ve ekonomik açıdan memnun edecek, böylece onları demokratikleşme mücadelesine katacak bir geçiş talepleri bütünü sunmak elbette olumludur, zorunludur. Ama sorun, bu demokratik geçiş mücadelesini liberal-milliyetçi burjuvazinin peşine takmak, neticede ülkedeki kapitalizmin krizine burjuva bir çözüm aramakta yatmakta.
Liberal burjuvazi ve onun küçük burjuva avukatları için ülkenin demokrasiye olan ihtiyacı, sermaye birikimi modelinde emperyalist sermayeye öncelik verilmesi gereğinden kaynaklanıyor. Onlar için demokrasi, sermayenin ihtiyaç duyacağı ekonomik ve siyasi istikrar ve öngörülebilirlik, mülkiyet hakkını güvence altında tutacak bir hukuk sistemi, adil yargı, bağımsız merkez bankası, müdahalesiz serbest rekabet, şeffaf bürokrasi…
Bunun böyle olduğunu Demokrasi İttifakı yanlısı sosyalistler bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar, ama hemen ardından ekliyorlar, “Olsun, bir kez demokrasi gelince bizim mücadelemiz daha kolaylaşacak…” İşte aşamacı mantık bu, ama iç bileşimi açıklanıp anlaşılmayan her mantık kurgusu gibi sadece görünüşte doğru. Eğer yeniden inşa edilecek olan demokrasi liberal/neoliberal burjuvazinin öncülüğünde ve onun programı doğrultusunda gerçekleşecekse, emekçi kitleler için bir aldatmaca olmanın ötesine geçmeyecek, üstelik onların işbirlikçi olarak gördükleri sosyalistlerden uzaklaşmasıyla sonuçlanacaktır.
Sosyalistlerin belki de asıl göremedikleri ya da görmezlikten geldikleri tehlike de burada yatıyor. Muhalif burjuva partiler “rejim değişikliğinin”, kitle seferberliklerinin onu çökertmesi yoluyla değil, burjuva meşruiyeti çerçevesinde, yani seçimler aracılığıyla gerçekleşmesini istiyorlar. Umutlarını, ekonomik sıkıntılar altında bunalmış, politik istikrarsızlıktan hoşnutsuz on milyonlarca kent ve kır küçük burjuvazisinin oylarına bağlamış durumdalar. Bunda kısmen başarılı da olabilirler. Ama küçük burjuvazi, sadece ideolojik ve kültürel yapısından ötürü değil, ama aynı zamanda ekonomik istikrarsızlık ve kriz karşısında dayanıksızdır ve acil çözümler ister, bunu gerçekleştirebilecek “güçlü” önderlikler arar. Bankalar ve devlet kurumları karşısında gırtlağına kadar borca gömülmüş, dükkanı boşalmış, ürününün maliyetini kurtaramayan küçük burjuvanın, Avrupa Birliği’ne entegrasyon süreçlerini, bankaların ve devlet kurumlarının şeffaflaştırılması doğrultusunda yeniden organizasyonunu, Dünya Ticaret Örgütü kararlarını, ticaretin ve sanayinin ihracata yönelik olarak yeniden örgütlenmesini, vb. beklemeye tahammülü kalmıyor. Liberal burjuvazinin “seçimlere kadar sabredin” çağrısına uyulacak mı bilemiyoruz, bunu sınıfsal dengeler belirleyecek. Ama muhtemel bir seçim zaferinden sonra sürenin dolduğuna karar verecek olan küçük burjuvazi kıyametin haberciliğini üstlenebilecektir.
Belli ki Devlet Bahçeli bu olasılığın farkında, seçimlerin 2023’ten önce yapılmayacağını söylüyor. İktidar işçi sınıfıyla birlikte küçük burjuva kitleleri bunalttıkça, muhalif burjuva partiler parlamentoda soru önergesi vermenin ve basın açıklamaları yapmanın dışında bir etkinlik göstermedikçe ve birleşik bir emekçi önderliği kitleleri seferber edemedikçe, küçük burjuva yığınlar ya mevcut dikta rejimine sarılacak ya da çözümü kendi ellerine almak için hazırda bekleyen İslamcı faşist çetelerin saflarına katılabilecektir. Ne muhtemel bir seçim öncesinde ne de sonrasında liberal burjuva önderlikler toplamı (Demokrasi İttifakı) bu haliyle orta sınıfların yeniden sağa kayışını durduramaz.
Emekçi Cephesi
Sosyalizm, ekonomik krizin ağırlığı altında ezilen işçi ve emekçi yığınlar adına, Demokrasi İttifakı’nı oluşturabilecek burjuva sektörlere ve onların küçük burjuva parlamenter temsilcilerine ne diyecektir? CHP’nin asgari ücretin biraz daha yükseltilmesi, aile sigortası, kredi kartı borçlarının ötelenmesi, faizlerinin silinmesi gibi sadece bir miktar tedavi edici önerileri veya “hakça bir düzen” gibisinden içi belirsiz, sosyal demokrat renge boyanmış vaatleri bile zaten neoliberal duvarlara çarpıp parçalanacak, İttifak’ın daha başından ölümcül bir hastalıktan mustarip olmasına yol açacaktır.
Oysa tüm yükünü emekçi yığınların taşıdığı kriz yapısaldır çünkü sermaye birikim modelinin (yabancı sermaye ithali) dünya kriziyle birlikte işlemez hale gelmesi burjuvaziyi bir bütün olarak bunalıma sürüklemiştir. Tek Adam’ın çevresinde kümelenmiş olan oligarşi (Meral Akşener’in deyişiyle “Beşli Çete”; ama bu oligarşi “beşten de büyük”) bu krizi içeride ve dışarıda sürdürdüğü yağmacılıkla aşmaya çalışmakta, iktidarın tüm politikalarının bu doğrultuda oluşturulmasını sağlamakta. Ekonomik ve politik oligarşinin dışına sürülmüş olan banka ve sanayi sermayesi ise (şimdi dişleri sökülmüş durumdaki eski “Anadolu kaplanları” da dâhil olmak üzere), artık Hong Kong ve Singapur’u da dâhil ettikleri Batı’nın sayesinde eski güzel günlere dönmenin gayreti içinde. Oluşturulmaya çalışılan Tek Adam rejimi karşıtı Demokrasi İttifakı “devlerin” arasındaki bu mücadelenin bir ürünü olabilecektir.
Oysa sosyalizmin, işçi ve emekçiler lehine çözüm önerisi, yapısal krizin kapitalist sermaye birikimi tercihleriyle (ve tabii olanaklarıyla) aşılması değil, bizzat kapitalizmin yapısal bir dönüşüme uğratılması olmalı. Bütün bankaları kamulaştırıp tek merkez bankası altında toplamadan, büyük sanayi sektörlerini devletleştirmeden, dış ticareti merkezi bir ekonomik planlamanın denetimi altına almadan bu dönüşüm mümkün olmayacaktır.
Tabii buna hemen bazı sol çevreler “ama bu sosyalizmin azami programıdır, kitleler buna hazır değildir” diye itiraz edeceklerdir. Kısmen doğru olan bu itiraza (teorik bir tartışmaya girmeden) biz şu cevabı veririz: Peki, o zaman kitleleri, onları bu programa kazandıracak bir acil talepler bütünüyle, bir “geçiş talepleri” programıyla seferberliğe davet edelim. Örneğin, asgari ücretin (emekli maaşları dâhil) sendikalar tarafından belirlenecek yoksulluk düzeyinin üzerine çekilmesi; işten çıkarmaların yasaklanarak tüm işlerin çalışabilen nüfus arasında paylaştırılması; en zengin yüzde 1’den yüzde 20 servet vergisi alınması; geliri olmayan herkese asgari yaşam geliri sağlanması; işyerlerinde iş güvenliği ve işçi sağlığının işçilerce denetlenmesi; kapanan işyerlerinin işçi denetiminde kamu tarafından işletilmesi; sağlık ve eğitim hizmetlerinin tamamen parasız hale getirilmesi… Bu talepleri Demokrasi İttifakı’nın liberal/neoliberal burjuva bileşenleri hiç kuşkusuz reddedecektir. Bunlar doğrultusunda bir seferberlik çağrısını, sosyalistlerin burjuvaziyle koalisyona girdiği bir sözde “halk” cephesi değil, ancak bir İşçi-Emekçi Cephesi yapabilir.
Öte yandan, siyasal demokrasi alanında liberal burjuvazi Tek Adam rejiminin (Bonapartizm), güçlendirilmiş bir parlamenter sistemle değiştirilmesini istiyor. Hatta Kılıçdaroğlu, yeni bir anayasanın yapılması gerektiğini söylüyor. Pek güzel! Ama (halk oylamasına sunulmadan önce) parlamentoda üçte iki çoğunluk isteyen bir yeni anayasa önerisini kim, hangi koalisyon veya ittifak hayata geçirebilir? Mevcut seçim sistemiyle böyle bir çoğunluğa ulaşmayı beklemek, demokratikleşmeyi uzak bir hayale havale etmenin ötesine geçemeyecektir. Kaldı ki, yeni bir anayasayı oluşturacak güçler, neden ondan gerçek bir yarar bekleyecek olan işçi-emekçiler değil de ancak burjuva ve küçük burjuva partilerin meclise sokabilecekleri vekiller olsun? Sendikalaşma hakları ayaklar altına alınanlar, grevleri yasaklananlar, protestoları TOMA’larla ezilenler, mahkemelerde sürüklenenler, madenlerde tekmelenenler, eşit işe eşit ücretten mahrum edilenler, işyerlerinde tacize uğrayanlar, çocuk yaşta atölyede ve tarlada çalışmaya mahkûm edilenler… Bunların hepsi işçi ve emekçi. Demokratik haklara en çok onların ihtiyacı var.
O zaman sosyalistlerin gerçek bir demokrasiye geçiş programı sunmaları gerekiyor: Yeni bir demokratik anayasayı hazırlamak için sıfır barajlı ve tüm işçi ve emekçi örgütlerinin (sendikalar, emekçi dernekleri, vb. dâhil) özgürce katılabilecekleri bir seçimle kurulacak bir Kurucu Meclis. Sunsunlar bu öneriyi Demokrasi İttifakı taraftarlarına. Alacakları yanıt bellidir. Burjuvazi asla işçi-emekçi ağırlıklı bir Kurucu Meclis istemeyecektir; dolayısıyla da hazırlayacakları anayasa (eğer tabii başarabilirlerse) kitlelere bazı ödünler veren (destek kaybetmemek için kırıntılar), ama esas olarak sermayenin ihtiyaçlarına cevap veren bir anayasa olacaktır. İşçi ve emekçilerin yararına gerçekten demokratik bir anayasayı oluşturabilecek güçler gene işçiler ve emekçilerdir. Bir İşçi-Emekçi Cephesi’dir.
O halde bizim önerimiz, Demokrasi İttifakı adı altında (ve CHP ve HDP’nin peşi sıra sürüklenerek) burjuva partilerle koalisyona eğilim gösteren sosyalistlere çağırımız, oradan koparak derhal bir İşçi-Emekçi Cephesi’nin oluşturulması için kolları sıvamaktır. İşçi sınıfını, alternatifsizlik nedeniyle burjuva liderliklere teslim etmek yeni bir reformist ihanet olacaktır. Ancak genç kadın ve erkek proleterlerin başını çektiği birleşik bir emekçi cephesi/ittifakı sınıfın gerçek çıkarlarını temsil edebilecek; küçük burjuva kitlelere güçlü bir önderlik sunabilecek; seferberlikleriyle burjuvaziyi daha büyük tavizlere zorlayabilecektir.