Geçiş Programı: Kapitalizmin Can Çekişmesi ve Dördüncü Enternasyonal’in Görevleri (1938)

KAPİTALİZMİN CAN ÇEKİŞMESİ VE DÖRDÜNCÜ ENTERNASYONALİN GÖREVLERİ

(1938 Geçiş Programı)

1.) Sosyalist Devrimin Nesnel Önkoşulları

Bir bütün olarak dünya politik durumuna damgasını vuran, esas olarak, proletarya önderliğinin tarihsel bunalımıdır.

Proleter devriminin ekonomik önkoşulları, genelde kapitalist düzende ulaşabileceği en yüksek olgunluk düzeyine erişmiştir. İnsanlığın üretici güçleri durgunluk içindedir. Artık yeni buluş ve teknik gelişmeler maddi zenginliğin yükselmesini sağlayamamaktadır. Tüm kapitalist sistemin içinde bulunduğu toplumsal bunalım koşullarında, konjonktürel bunalımlar kitleleri gittikçe ağırlaşan yokluk ve acılarla karşı karşıya bırakmaktadır. İşsizliğin artması da devletin mali bunalımını derinleştirmekte ve zaten istikrarsız olan para sistemlerinin altını oymaktadır. Gerek demokratik gerekse faşist rejimler, bir iflastan diğerine yuvarlanmaktadır.

Burjuvazinin kendisi de bir çıkış yolu görememektedir. Son kozu faşizmi oynamak zorunda kaldığı ülkelerde bugün, gözleri sımsıkı kapalı, ekonomik ve askeri bir yıkıma doğru son sürat koşmaktadır. Tarihsel olarak ayrıcalıklı ülkelerde, yani burjuvazinin hâlâ belirli bir dönem için daha önceki ulusal birikimden fedakârlık ederek demokrasi lüksünü kabullenebildiği ülkelerde (İngiltere, Fransa, ABD, v.b.) sermayenin bütün geleneksel partileri irade felcine varan bir şaşkınlık içerisindedirler. İlk dönemindeki sözle kararlılığına rağmen, New Deal (Yeni Dağılım) politik şaşkınlığın, ancak burjuvazinin ölçülmez bir zenginlik biriktirmeyi başardığı bir ülkede mümkün olabilecek özel bir biçiminden başka bir şey değildir. Henüz son noktasına varmamış olan bunalım, daha şimdiden göstermiştir ki, New Deal politikası da Fransa’da Halk Cephesi politikası da ekonomik çıkmazdan kurtulmak için bir çıkış yolu değildir.

Uluslararası ilişkiler de daha iyi bir görünüm sunmuyor. Kapitalist sistemin parçalara bölünmesinin artan baskısı altında emperyalist zıtlaşmalar öyle bir sınıra varmıştır ki, ayrı ayrı çatışmalar ve kanlı bölgesel patlamalar (Etiyopya, İspanya, Uzak Doğu, Otta Avrupa) doruk noktasında kaçınılmaz olarak dünya çapında bir çatışmada bütünleşecektir. Kuşkusuz burjuvazi yeni bir savaşın kendi hakimiyeti için yaratacağı ölümcül tehlikenin farkındadır. Ancak günümüzde savaşı önlemekten 1914 öncesine göre çok daha acizdir.

Tarihsel koşulların sosyalizm için henüz “olgunlaşmadığına” ilişkin lafazanlıklar ya cehaletin ürünüdür ya da bilinçli bir aldatmacadır. Proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar sadece olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehditi altındadır. Şimdi artık her şey proletaryaya, yani esas olarak proletaryanın devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımından ibaret hale gelmiştir.

2.) Proletarya ve Önderliği

Ekonomi, devlet, burjuvazinin politikası ve uluslararası ilişkileri, toplumda öndevrimci bir durumda tipik olan bir toplumsal bunalımın derin etkisi altındadır. Öndevrimci durumu devrimci duruma dönüştürmede başlıca engel, proletarya öndeliğinin oportünist niteliği, büyük burjuvazi karşısında küçük burjuva korkaklığı ve bu can çekişme anında bile onunla sürdürdüğü haince bağlarıdır.

Bütün ülkelerde proletarya derin bir huzursuzluk içindedir. Milyonların oluşturduğu kitleler tekrar ve tekrar devrim yoluna girmektedir. Fakat her seferinde, yolları, kendi tutucu bürokratik aygıtlarınca tıkanmaktadır.

İspanyol proletaryası Nisan 1931’den bu yana, iktidarı ele geçirmek ve toplumun kaderini çizmek için bir dizi kahramanca girişimde bulunmuştur. Ne var ki kendi partileri (Sosyal Demokratlar, Stalinistler, Anarşistler, POUM) -her biri kendine özgü biçimde- fren rolü oynayarak, Franco’nun zaferini hazırlamışlardır.

Fransa’da özellikle Haziran 1936’daki büyük fabrika işgalleri dalgası, proletaryanın kapitalist sistemi devirmeye tamamen hazır olduğunu ortaya koymuştur. Ancak harekete önderlik eden örgütler (Sosyalistler, Stalinistler, sendikalistler) geçici bir süre için olsa bile, devrim selini Halk Cephesi etiketi altında kanalize etmeyi ve engellemeyi başarmışlardır.

ABD’deki benzeri görülmemiş fabrika işgalleri dalgası ve sanayide sendikalaşmanın şaşırtıcı derecede hızla gelişmesi (CIO), Amerikan işçilerinin tarihin kendi omuzlarına yüklediği görevleri yerine getirebilecekleri düzeye ulaşmak için gösterdikleri içgüdüsel çabanın tartışılmaz ifadesidir. Ama orada da yeni kurulan CIO dahil, yönetici örgütler, kitlelerin devrimci basıncını denetim altında tutmak ve felce uğratmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Komintern’in kesin olarak burjuva düzeninin saflarına geçmesi ve dünya çapında, özellikle İspanya, Fransa, ABD ve diğer “demokratik” ülkelerde hiç sıkılmadan oynadığı karşıdevrimci rol, dünya proletaryasına olağanüstü ek zorluklar yaratmıştır. Ekim Devrimi’nin bayrağını gasp eden Komintern, uzlaşmacı “Halk Cephesi” politikasıyla işçi sınıfını iktidarsızlığa mahkûm etmekte ve yolu faşizme açmaktadır.

Bir yanda “Halk Cepheleri”, öte yanda faşizm, emperyalizmin proleter devrime karşı mücadelesindeki son politik çareleridir. Ancak tarihsel açıdan bu çareler geçici tedbirlerdir. Kapitalizmin çürümesi Almanya’da gamalı haç simgesi altında olduğu kadar, Fransa’da hürriyet kepi simgesi altında da sürmektedir. Tek çıkış yolu burjuvazinin devrilmesidir.

Kitlelerin yönelimini belirleyen, bir yandan çürüyen kapitalizmin nesnel koşulları, öte yandan eski işçi örgütlerinin alçakça politikalarıdır. Bu etkenlerden belirleyici olanı elbette ki ilkidir: Tarihin yasaları bürokratik aygıttan güçlüdür. Blum’un “toplumsal haklar” sağlayan yasalarından Stalin’in mahkemelerine ve iftiralarına dek, sosyal hainlerin yöntemleri ne derece farklı olursa olsun hiçbir zaman proletaryanın devrimci azmini kıramayacaktır. Onların tarihin çarkını durdurmak için ümitsiz çabaları her geçen gün kitlelere daha açık olarak gösterecektir ki, insanlık kültürünün bunalımı haline gelen proletarya önderliğinin bunalımı ancak IV. Enternasyonal tarafından çözüme kavuşturulabilir.

3.) Asgari Program ve Geçiş Programı

Bir öndevrimci ajitasyon, propaganda ve örgütlenme dönemi olan önümüzdeki dönemin stratejik görevi, devrimin nesnel koşullarının olgunluğu ile proletarya ve onun öncüsünün olgunlaşmamışlığı arasındaki çelişkinin üstesinden gelmektir (eski kuşağın şaşkınlığı ve hayal kırıklığı ile genç kuşağın deneyimsizliği). Kitlelere günlük mücadele süreci içinde bugünkü taleplerle devrimin sosyalist programı arasındaki köprüyü kurmaları için yardımcı olmak gerekir. Bu köprü, günün koşulları ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin bugünkü bilincinden hareket eden bir geçiş talepleri sistemini kapsamalı, değişmez bir biçimde tek bir sonuca varmalıdır: İktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi.

Kapitalizmin yükseliş çağında hareket eden klasik Sosyal Demokrasi, programını, birbirinden bağımsız iki bölüme ayırmıştı: Burjuva toplumunun çerçevesi içinde gerçekleştirilecek reformlarla sınırlı olan asgari program ve belirsiz bir gelecekte kapitalizmin yerini sosyalizmin alacağını vaat eden azami program. Asgari ve azami program arasında hiçbir köprü yoktu. Gerçekte Sosyal Demokrasi’nin böyle bir köprüye ihtiyacı da yoktur; çünkü sosyalizm sözcüğü, sadece bayram söylevlerinde kullanılır.

Komünist Enternasyonal, farklı bir çağda, kapitalizmin çürümekte olduğu bir çağda, Sosyal Demokrasi’nin yolunda yürümeye koyulmuştur: Artık genel olarak sistemli sosyal reformlar ve kitlelerin hayat standartlarının yükseltilmesi söz konusu değildir; burjuvazi her seferinde bir eliyle verdiğinin iki katını diğer eliyle geri almaktadır (vergiler, gümrük resimleri, enflasyon, “deflasyon”, hayat pahalılığı, işsizlik, grevlerin polisiye tedbirlerle denetlenmesi v.b.); proletaryanın, hatta küçük burjuvazinin her ciddi talebi kaçınılmaz olarak kapitalist mülkiyet ilişkilerinin ve burjuva devletinin sınırlarını aşmaktadır.

IV. Enternasyonal’in stratejik görevi, kapitalizmi ıslah etmek değil, devirmektir. Politik hedefi, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi amacıyla proletaryanın iktidarı ele geçirmesidir. Ama bu stratejik görevin başarılması, en küçük ve kısmî olanlar dahil tüm taktik sorunlar üzerine en titiz bir biçimde eğilmeksizin düşünülemez. Proletaryanın bütün kesimleri, bütün tabaka, meslek ve gruplar, devrimci harekete çekilmelidir. İçinde bulunduğumuz çağın ayırt edici özelliği, devrimci partiyi günlük sorunlara ilişkin çalışmalardan kurtarması değil, bu çalışmaları devrimin gerçek görevleriyle ayrılmaz bir biçimde bir arada yürütmeyi olanaklı kılmasıdır.

IV. Enternasyonal, eski “asgari” talepler programını, bu talepler kısmen de olsa önemini ve gücünü koruduğu ölçüde bir kenara atmaz, işçilerin demokratik haklarını ve toplumsal kazanımlarını yorulmaksızın savunur. Ama bu günlük çalışmaları doğru, yani devrimci perspektif çerçevesinde yürütür. Kitlelerin eski, kısmî, “asgari” talepleri çürüyen kapitalizmin yıkıcı ve aşağılayıcı eğilimleriyle çatıştıkça – ki bu her adımda ortaya çıkar – IV. Enternasyonal bir geçiş talepleri sistemini ileri sürer; bu talepler sisteminin özü, gitgide daha açık ve kesin bir biçimde burjuva düzeninin temellerine yönelmesidir. Eski “asgari program”, görevi kitleleri sistemli bir biçimde proleter devrim için seferber etmek olan geçiş programı tarafından her geçen gün aşılmaktadır.

4.) Ücretlerin ve İş Saatlerinin Ayarlanmasında Eşel Mobil (Oynak Merdiven) Sistemi

Çözülen kapitalizmin koşullarında, ezilenlere özgü yavan yaşamlarını sürdüren kitleler her zamankinden daha fazla sefalet çukuruna itilme tehdidi altındadırlar. Bir lokmacık ekmeklerini arttıramıyor ya da iyileştiremiyorlarsa da en azından savunmak zorundadırlar. Somut koşullardan, ulusal, yerel, sendikal koşullardan kaynaklanan çeşitli kısmi talepleri burada sıralamak ne mümkündür, ne de gereklidir. Ama, kapitalist sistemin artan abesliğini özetleyen iki temel ekonomik illet, işsizlik ve hayat pahalılığı için genelleştirilmiş mücadele yöntemleri ve sloganlar gerekmektedir.

Militarizmin, ekonomik bunalımın, parasal sistemin düzensizliğinin ve kapitalizmin can çekişmesinden doğan tüm diğer belaların yükünü emekçilerin sırtına yıkmayı amaçlayan kapitalistlerin ve onların ajanları olan reformistlerin önemli ölçüde onlarınkine benzeyen politikalarına karşı IV. Enternasyonal uzlaşmaz bir savaş ilan eder. IV. Enternasyonal herkes için ve onurlu yaşam koşulları talep eder.

Ne enflasyon ve ne de istikrar politikası proletarya için slogan işlevi göremez; çünkü bunlar sadece aynı kazığın iki ucudur. Yaklaşan savaşla birlikte daha da dizginlenemez bir nitelik alacak olan hayat pahalılığına karşı ancak ücretlerin eşel mobil sistemiyle ayarlanması sloganı ile mücadele edebilir. Bunda amaç, toplu sözleşmelerle, ücretlerin tüketim mallarındaki fiyat artışı oranında otomatik olarak artırılmalarını güvenceye almaktır.

Kendisi dağılma tehdidi karşısında olan proletarya, büyüyen bir işçi kesiminin çökmekte olan toplumun kırıntılarıyla beslenen sefillere, sürekli işsizlere dönüşmesine katlanamaz. Sömürüye dayanan bir toplumda işçilerin elinde kalmış tek ciddi hak çalışma hakkıdır. Buhak bugün her adımda onun elinden alınmaktadır. “Yapısal” ya da “konjonktüre!” işsizliğe karşı kamu hizmetlerinin genişletilmesi sloganı ile birlikte işgününün eşel mobil sistemiyle ayarlanması sloganını ileri sürmenin zamanıdır. Sendikalar ve diğer kitle örgütleri işsizleri ve çalışanları karşılıklı sorumluluk ve dayanışma içinde birbirlerine kenetlemelidir. Bütün işler mevcut işçiler arasında paylaştırılmalı ve işçilerin aldıkları eski haftalık ücret değişmeksizin iş haftası buna göre kısaltılmalıdır. Ücretler, kesin olarak güvence altında olan asgari düzeyden, fiyat artışları oranında artacaktır. Bu yıkım döneminde başka bir program kabul etmek olanaksızdır.

Mülk sahipleri ve onların savunucuları bu taleplerin “gerçekçi olmadığını” kanıtlayacaktır. Bunun yanı sıra, küçük ve özellikle iflasa giden kapitalistler hesap defterlerini ortaya koyacaklardır. İşçiler bu tür değerlendirme ve savunmaları kesinlikle reddederler. Sorun, karşıt maddi çıkarların “olağan” bir çatışması değildir. Sorun, proletaryayı çürümeden, moral kırıklığından ve yıkımdan korumaktır. Tek yaratıcı ve ilerici sınıfın, dolayısıyla insanlığın geleceğinin bir ölüm kalım sorunudur bu. Eğer kapitalizm kendi yarattığı felâketler sonucunda kaçınılmaz olarak doğan talepleri karşılayamıyorsa, o zaman yıkılmalıdır. Bu durumda, taleplerin “gerçekleşebilmesi” veya “gerçekleşememesi” ancak mücadelenin belirleyeceği bir güçler ilişkisi sorunudur. Mücadelenin kısa vadeli pratik başarıları ne olursa olsun, işçiler kapitalist esareti yıkmanın gereğini en iyi bu mücadele sayesinde kavrayacaktır.

5.) Geçiş Çağında Sendikalar

Kısmi ve geçiş talepleri için mücadelede, işçilerin, kitle örgütlerine, özellikle sendikalara bugün her zamankinden fazla gereksinmeleri vardır. Fransa’da ve ABD’de sendikacılığın çarpıcı biçimde büyümesi, sendikaların “yararlarını yitirdiğini” iddia eden ultra sol doktrinerlerin yanılgısının en açık göstergesidir.

Bolşevik-Leninistler her çeşit mücadelenin ön saflarında yer alırlar; bunlar yalnızca işçilerin en basit maddi çıkarlarını ya da demokratik haklarını ilgilendiriyor olsa bile. Kitle sendikalarında, onları güçlendirmek ve mücadelecilik ruhunu yükseltmek amacı ile etkin olarak yer alırlar. Sendikaların burjuva devletine tabi kılınması yolundaki tüm çabalara ve proletaryanın elinin kolunun “zorunlu tahkim” ve tüm diğer polisiye müdahalelerle (sadece faşist değil “demokratik” olanlarla da) bağlanmasına karşı uzlaşmaz bir mücadele verirler. Sendikalar içinde, Stalinist bürokrasiye bağlı olanlar dahil reformistlere karşı başarılı bir biçimde mücadele etmek ancak bu çalışma temelinde mümkündür. Küçük “devrimci” sendikaları partinin karbon kopyası gibi kurmaya ve korumaya yönelik sekter çabalar, gerçekte işçi sınıfının önderliği için mücadeleden vazgeçmektir. Şu ilkeyi kesin olarak yerleştirmek gerekir: Teslimiyetçi bir biçimde kendi kendini kitle sendikalarından tecrit etmek devrime ihanetle eşdeğerdir ve IV. Enternasyonal üyeliğiyle bağdaşmaz.

Aynı zamanda IV. Enternasyonal, sendikacıların ve sendikalizmin özelliği olan sendikaları putlaştırmayı kesinlikle ret ve mahkûm eder.

  1. Sendikalar, tamamlanmış bir devrimci program sunmazlar; görevleri, bileşimleri ve üye kayıt yöntemlerinden ötürü böyle bir programı sunamazlar da. Dolayısıyla partinin yerini alamazlar. Geçiş çağında, ulusal devrimci partilerin IV. Enterasyonal’in seksiyonları olarak inşası temel görevdir.
  2. Sendikaların en güçlüleri bile işçi sınıfının yüzde yirmisi ila yirmi beşinden fazlasını kucaklamamakta, bunlar da çoğunlukla en vasıflı ve yüksek ücretli kesimler olmaktadır; işçi sınıfının daha fazla ezilen çoğunluğu ise ancak zaman zaman, işçi hareketinin olağan dışı yükseliş dönemlerinde mücadeleye çekilebilmektedir. Böyle durumlarda mücadele içindeki kitlenin tümünü kapsayan grev komiteleri, fabrika komiteleri ve nihayet sovyetler türünden örgütleri yaratmak gerekir.
  3. Proletaryanın üst kesimlerini temsil eden örgütler niteliğiyle sendikalar (İspanya’daki anarko-sendikalist sendikaların taze deneyleri de dahil) geçmiş tarihsel deneylerin kanıtladığı gibi, burjuva-demokratik rejimler ile uzlaşmaya yönelik güçlü eğilimler geliştirmişlerdir. Keskin sınıf mücadelesi dönemlerinde, sendika yönetim organları kitle hareketini zararsız kılmak amacıyla ona sahip çıkmayı hedeflerler. Bu daha şimdiden, basit grevler sırasında, özellikle burjuva mülkiyet ilkelerini sarsan fabrika işgalli kitle grevleri sırasında gerçekleşmektedir. Burjuvazinin olağandışı güçlüklerle karşılaştığı savaş ya da devrim dönemlerinde sendika önderleri çoğunlukla burjuva devletinin bakanlık koltuğuna otururlar.

Bundan ötürü IV. Enternasyonal’in seksiyonları her zaman için yalnızca sendikaların üst önderliğini yenileyip, kritik anlarda sıradan yöneticilerin ve kariyeristlerin yerine cesaret ve kararlılıkla yeni militan önderler ileri sürmekle kalmamalı, gerekirse sendikaların tutucu aygıtıyla açık bir kopuşmadan saklamaksızın, burjuva toplumuna karşı verilen kitle mücadelesinin görevlerine daha uygun düşen bağımsız militan örgütleri her elverişli fırsatta yaratmaya çalışmalıdırlar. Sekter hayaller beslemek uğruna kitle örgütlerine sırt çevirmek cinayettir ama devrimci kitle hareketinin açıkça gerici ya da kılık değiştirmiş tutucu (“ilerici”) bürokratik kliklerin denetimine tabi kalmasına pasif olarak katlanmak da ondan aşağı kalmayan bir suçtur. Sendikalar kendi başlarına bir amaç değil, yalnızca proleter devrim yolunda birer araçtırlar.

6.) Fabrika Komiteleri

Bir geçiş çağında, işçi hareketi, düzenli ve dengeli değil aksine ateşli ve patlayıcı bir karakter taşır. Örgütsel biçimler de sloganlar da hareketin bu karakterine tabi kılınmalıdır. Önderlik, kalıplaşmış yaklaşımlardan bir veba gibi kaçınmak, bizzat kitlelerin inisiyatifine dikkatle kulak vermek zorundadır.

Bu tür bir inisiyatifin en yeni ifadelerinden biri olan fabrika işgalleri “normal” kapitalist işleyişin sınırlarını aşmaktadır. Grevci işçilerin taleplerinden bağımsız olarak, fabrikaların geçici işgalleri kapitalist mülkiyet putuna karşı bir darbedir. Her fabrika işgali fabrikada efendinin kim olduğu sorusunu pratik içinde gündeme getirir: Kapitalist mi, yoksa işçiler mi?

Fabrika işgallerinin geçici olarak gündeme getirdiği bu soruna, fabrika komiteleri örgütlü bir ifade kazandırır. Fabrikada çalışanların tamamınca seçilen fabrika komitesi derhal yönetimin iradesine karşı bir ağırlık oluşturur.

Ford türünden eski tip patronları, yani şu “hâkim-i mutlak patronlar” denilen patronları, “iyi”, “demokratik” sömürücülerle kıyaslayarak eleştiren reformistler karşısında biz bunların her ikisine karşı mücadeleye odaklanmış olarak fabrika komiteleri sloganını ileri süreriz.

Genel bir kural olarak sendika bürokratları kitleleri seferber etmeye yönelik her cesur adıma karşı gösterdikleri direnci fabrika komitelerinin yaratılmasına karşı da göstereceklerdir. Ama hareketin yaygınlığı arttıkça bu direncin kırılması kolaylaşacaktır. “Barışçıl” dönemde tüm çalışanların zaten sendikalaşmış olduğu durumlarda,komite sendikanın var olan organıyla çakışacak, ancak görevlileri yenileyip işlevlerini genişletecektir. Bununla birlikte komitenin esas anlamı, sendikanın genellikle harekete geçiremediği işçi katmanlarının militan kurmayı haline gelebilmesidir. Zaten devrimin en fedakâr birlikleri, bu en fazla sömürülen katmanlardan çıkacaktır.

Komite ortaya çıktığı andan itibaren fabrikada fiili olarak bir ikili iktidar kurulur. Bu doğası gereği bir geçiş durumudur çünkü kendi içinde iki uzlaşmaz rejimi içermektedir: Kapitalist rejim ve proleter rejim. Fabrika komitelerinin temel önemi burjuva ve proleter düzenleri arasında kapıyı doğrudan bir devrim dönemine değilse bile, bir öndevrimci döneme açmasındadır. Fabrika komiteleri fikrinin yaygınlaştırılmasının ne zamansız ne de yapay olduğu, birçok ülkede yayılmakta olan fabrika işgalleri dalgasıyla yeterince kanıtlanmaktadır. Bu türden yeni dalgalar yakın gelecekte kaçınılmaz olacaktır. Hazırlıksız yakalanmamak için, fabrika komiteleri doğrultusunda bir kampanyaya henüz vakit varken başlamak gerekir.

7.) “Ticari Sırlar” ve Sanayi Üzerinde İşçi Denetimi

Rekabete ve serbest ticarete dayalı liberal kapitalizm artık tümüyle geride kalmıştır. Onun yerini alan tekelci kapitalizm, piyasanın anarşisini azaltmak bir yana, özellikle çalkantılı bir hale getirir. Bugün faşistinden, Sosyal Demokratına kadar, burjuva ve küçük burjuva eğilimlerin hemen hemen hepsince ekonominin “denetlenmesi”, devletin sanayiye “rehberlik” etmesi ve “planlama”nın gerekliliği, sözde de olsa artık kabul ediliyor. Faşistler için bu, temelde, askerî amaçlar için halkın “planlı” biçimde yağmalanması sorunudur. Sosyal Demokratlar ise anarşi okyanusunu bürokratik “planlama” kaşığı ile boşaltmaya hazırlanıyorlar. Mühendis ve profesörler “teknokrasi” üzerine makaleler yazıyorlar. Demokratik hükümetlerin yüreksiz “düzenleme” deneyleri, büyük sermayenin aşılmaz sabotajıyla karşılaşıyor.

Sömürücüler ile demokratik “denetleyiciler” arasındaki gerçek ilişkinin en iyi ifadesi, sayın “reformcu” bayların tröstler ve onların “ticari sırları” eşliğinde dinsel bir huşu içinde kalakalmalarıdır. Burada, ticarete “karışmama” ilkesi egemendir. Tekil kapitalist ile toplum arasındaki hesaplar, kapitalistin sırrı olarak kalır; bunlar toplumu ilgilendiren şeyler değildir. Ticari “sırlar” ilkesi için gösterilen gerekçe, liberal kapitalizm çağında olduğu gibi “rekabettir”. Gerçekte ise tröstlerin birbirinden gizledikleri hiçbir şey yoktur. Çağımızda ticari sırlar, toplumun çıkarlarına karşı tekelci sermayenin sürdürdüğü entrikaları gizlemektedir: “Hakim-i mutlak patronların” mutlakiyetçiliğini sınırlamayı öngören planlar, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetini ellerinde tutanlar, üretici ve tüketicilerden sömürü, soygun ve sahtekârlık mekanizmalarını gizleyebildikleri sürece dokunaklı bir komedi olarak kalacaktır. “Ticari sırların” ilgası sanayinin gerçek denetimine yönelen ilk adımdır.

Fabrikanın, tröstün, tüm sanayi dalının ve bir bütün olarak ulusal ekonominin sırlarını bilmeye işçilerin de kapitalistler kadar hakları vardır. En başta bankalar, ağır sanayi ve büyük ölçekli ulaştırmacılık büyüteçin altına sokulmalıdır.

İşçi denetiminin acil görevleri, tek tek ticari girişimlerden başlayarak toplumun gelir ve giderlerini açıklamak, tekil kapitalistlerin ve bir bütün olarak sömürücülerin ulusal gelirden aldıkları gerçek payı saptamak, bankaların ve tröstlerin perde arkasından yürüttükleri oyunları ve dolandırıcılıkları teşhir etmek ve nihayet insan emeğinin bilinçsizce israf edilmesinin, kapitalist anarşi ve çıplak kâr amacının bir sonucu olduğunu toplumun tüm bireylerine açıklamaktır.

Burjuva devletinin hiçbir görevlisi, ne kadar yetki verilirse verilsin, bu işi yapabilecek durumda değildir. Bütün dünya, Başkan Roosevelt ve Başbakan Blum’un kendi ülkelerinin “60” ya da “200 ailesinin” entrikaları karşısındaki iktidarsızlıklarına tanık olmuştur. Sömürücülerin direncini kırmak için proletaryanın kitlesel basıncı gereklidir. Yalnızca fabrika komiteleri, halka içtenlikle bağlı muhasebeci, bilim insanı, istatistikçi, mühendis vb. uzmanlardan “teknokrat” sıfatıyla değil, danışman sıfatıyla yararlanarak üretimin gerçek denetimini sağlayabilir.

İşsizliğe karşı mücadele, kamu hizmetlerinin yaygın ve cesur biçimde örgütlenmesi çağrısı olmaksızın düşünülemez. Kamu hizmetlerinin toplumun ve işsizlerin kendileri için sürekli ve ilerici bir anlamı olması ise ancak bu hizmetlerin uzun yılları kapsayan genel bir planın parçası olarak hazırlanmasıyla gerçekleşebilir. Bu plan çerçevesi içinde işçiler ekonomik bunalım nedeniyle kapatılan özel işyerlerinin kamu kuruluşları olarak yeniden işletilmelerini talep edeceklerdir. Böyle durumlarda, işçi denetiminin yerini doğrudan işçi yönetimi alacaktır.

Sömürenler değil sömürülenler açısından, en basit ekonomik plan bile işçi denetimi dışında, yani işçiler kapitalist ekonominin her açık ve gizli mekanizmasına nüfuz etmeksizin gerçekleştirilemez. Ayrı işletmeleri temsil eden komiteler kongrelerde biraraya gelerek tröstlere, sanayi kollarına, ekonomik yörelere ve nihayet ulusal sanayinin tümüne karşılık düşen komiteler seçmelidirler. Böylelikle işçi denetimi, planlı ekonomi için bir okul olur. Denetim tecrübesine dayanan proletarya, zamanı geldiğinde millileştirilmiş sanayinin doğrudan yönetimine kendini hazırlamış olacaktır.

Bazen kendiliklerinden (ve genellikle ücretleri düşürmenin gereğini göstermek için) ticari defterlerini işçilere açmayı teklif eden (çoğu kez küçük ve orta ölçekli) kapitalistlere işçilerin verecekleri yanıt, kendilerini müflis ya da yan müflislerin tek tek muhasebe hesaplarının değil, bir bütün olarak sömürücülerin hesaplarının ilgilendirdiği olacaktır. İşçiler yaşam koşullarının düzeyini, bizzat kendi düzenlerinin kurbanı olan tek tek kapitalistlerin gereksinimlerine göre ayarlayamazlar ve ayarlamak istemezler de. Görev üretim ve dağıtım düzeninin bütününü daha onurlu ve çalışması mümkün temeller üzerinde yeniden örgütlemektir. Ticari sırların kaldırılması işçi denetiminin gerekli bir koşuluysa, işçi denetimi de ekonominin sosyalist yönlendirilişi yolunda bir ilk adımdır. ,

8.) Bazı Kapitalist Grupların Kamulaştırılması

Burjuvazinin politik olarak devrilmesini ve ekonomik hakimiyetinin tasfiyesini öngören sosyalist mülksüzleştirme politikası, içinde bulunduğumuz geçiş döneminde koşullar uygun olduğunda ülkenin varlığı için hayati önem taşıyan bazı kilit sanayi dallarının ya da burjuvazinin en asalak gruplarının mülksüzleştirilmesi taleplerini öne sürmekten hiçbir biçimde bizi alıkoymamalıdır.

Böylece saygıdeğer demokratların ABD’deki “60 aile” ve Fransa’daki “200 aile” diktatörlüğüne ilişkin dokunaklı yakınmalarına yanıt olarak bu 60 ve 200 feodal kapitalist beyin mülksüzleştirilmesini talep ederiz.

Aynı şekilde, savaş sanayiini, demiryollarını, en önemli hammadde kaynaklarını v.b. tekelinde tutan büyük şirketlerin mülksüzleştirilmesini talep ederiz.

Bu taleplerle reformistlerin bulanık “millileştirme” sloganı arasındaki fark şurada yatmaktadır:

  1. Tazminat ödenmesini reddederiz;
  2. Millileştirmeye sözde taraftar gözüken ama gerçekte sermayenin aracıları olan Halk Cephesi demagoglarına karşı kitleleri uyarırız;
  3. Kitleleri sadece kendi devrimci güçlerine güvenmeye çağırırız;
  4. Kamulaştırma sorununu işçi ve köylülerin iktidarı ele geçirme sorununa bağlarız.

Mülksüzleştirme sloganını yalnızca genel biçimi altında propagandamızda açıklamakla yetinmeyip günlük ajitasyonda kısmi biçimde ileri sürmemizi zorunlu kılan şey, farklı sanayi dallarının farklı gelişme düzeyinde olması, toplum yaşantında farklı bir yer işgal etmesi, sınıf mücadelesinin farklı aşamalarından geçmesi gerçeğidir. Burjuvazinin topyekûn mülksüzleştirilmesini yalnızca proletaryanın bir genel devrimci yükselişi gündeme getirebilir. Geçiş taleplerinin görevi proletaryayı bu sorunu çözmeye hazırlamaktır.

9.) Özel Bankaların Kamulaştırılması ve Kredi Düzeninin Devletleştirilmesi

Emperyalizm finans kapitalin hakimiyeti demektir. Tröst ve holdinglerle yan yana ve çoğu kez onların da üzerinde, bankalar ekonominin gerçek komutasını ellerinde yoğunlaştırırlar. Bankaların yapısı, modern sermayenin tüm yapısının yoğun bir ifadesidir: Tekelleşme eğilimleriyle anarşi eğilimlerini birleştirirler. Bir yandan teknoloji mucizelerini, dev işletmeleri ve güçlü tröstleri örgütlerler, öte yandan hayat pahalılığını, bunalımları ve işsizliği yaratırlar. Tahripkâr etkilerinde birbirlerini tamamlayan tekelci istibdada ve kapitalist anarşiye karşı mücadelede tek bir ciddi adımın atılması, bankaların hâkim dorukları yağmacı kapitalistlerin elinde bırakıldıkça olanaksızdır. Tüm halkın gereksinmelerine uygun, rasyonel bir plan uyarınca bütünleştirilmiş bir yatırım ve kredi düzenini yaratmak için bütün bankaları tek bir ulusal kurumda birleştirmek gereklidir. Ancak özel bankaların mülksüzleştirilmesi ve bütün kredi düzeninin kendi elinde toplanmasıyla devlet -salt kâğıt üzerinde var olan bürokratik kaynaklarla değil- iktisadi plan için gerekli gerçek maddi kaynaklarla donanmış olacaktır.

Bankaların kamulaştırılması hiç de banka mevduatlarının kamulaştırılması demek değildir. Aksine, tek bir devlet bankası küçük mevduat sahiplerine özel bankalardan çok daha ayrıcalıklı koşullar sağlayabilecektir. Aynı şekilde, ancak devlet bankası çiftçiye, esnafa ve küçük tüccara elverişli yani ucuz kredi koşulları sağlayabilir. Ancak daha da önemli olanı, en başta büyük sanayi ve ulaşım olmak üzere, tüm ekonominin tek bir mali kurmayca yürütülmesinin işçilerin ve bütün emekçilerin hayati çıkarlarına hizmet edecek olmasıdır.

Ama bankaların devletleştirilmesi ile bu yararlı sonuçların alınabilmesi ancak bizzat devlet iktidarının sömürücülerin elinden emekçilerin eline bütünüyle geçmesiyle gerçekleşebilir.

10.) Grev Gözcüsü, Savunma Kolları, İşçi Milisi, Proletaryanın Silahlanması

Fabrika işgalleri kitlelerin yalnızca burjuvaziye değil, IV. Enternasyonal dahil, işçi örgütlerine de yöneltilmiş ciddi bir uyarısıdır. 1919-20’de İtalyan işçileri kendi inisiyatifleriyle fabrikalara el koyarak “önderlerine” yaklaşan sosyal devrimin haberini verdiler. “Önderler” bu belirtileri önemsemediler. Sonuç faşizmin zaferi oldu.

Bugün fabrika işgalleri henüz fabrikalara İtalya’da olduğu gibi el koyma biçimini almıyorsa da bu yönde atılmış kesin bir adımdır. Bugünkü kriz sınıf mücadelesini bir tepe noktaya çıkarabilir ve hesaplaşma anını yakınlaştırabilir. Ama bu, devrimci bir durumun bir anda oluştuğu anlamına gelmez. Gerçekte, bir devrimci durumun yaklaştığını bir dizi çalkantı sürekli biçimde haber verir. Bunlardan biri de fabrika işgalleri dalgasıdır. IV. Enternasyonal seksiyonlarının sorunu, proletarya öncüsünün çağımızın genel niteliği ve gidiş yönünü kavramasına yardımcı olmak, kitle mücadelelerini gittikçe daha kararlı ve militan slogan ve örgütsel önlemlerle beslemektir.

Proletaryanın mücadelesinin keskinleşmesi, sermayenin karşı saldırı yöntemlerinin de keskinleşmesi demektir. Yeni oturma grevleri dalgası karşısında burjuvazinin kararlı karşı önlemler alması muhtemeldir, hiç kuşkusuz alacaktır. Büyük tröstlerin kurmay heyetlerinde önhazırlık çalışmaları halen yapılmaktadır. Yazıklar olsun devrimci örgütlere, yazıklar olsun proletaryaya yine hazırlıksız yakalanırsa!

Burjuvazi hiçbir yerde yalnızca resmi polis ve orduyla yetinmez. ABD’de “barış” zamanlarında bile burjuvazi fabrikalarda askerîleşmiş grev kırıcı müfrezeleri ve silahlı çeteler beslemektedir. Buna şimdi çeşitli Amerikan Nazi gruplarını da katmak gerekir. Fransız burjuvazisi tehlikenin ilk belirtisinde, ordu içinde var olanlar da dahil olmak üzere, yarılegal ve yasadışı faşist müfrezeler seferber etti. İngiliz işçilerinin basıncı güçlenir güçlenmez, Mosley’nin faşist çeteleri iki katına, üç katına, on katına çıkartılmakta ve işçilere karşı kanlı saldırıya geçirilmektedir. Burjuvazi çağımızda sınıf mücadelesinin kaçınılmaz biçimde iç savaşa dönüşme eğilimi içinde olduğunu hiç aklından çıkartamamaktadır. İtalya, Almanya, Avusturya, İspanya ve diğer ülkelerin örnekleri, sermayenin kodamanlarına ve uşaklarına proletaryanın resmi önderlerinden çok daha fazlasını öğretmiştir.

II. ve III. Enternasyonal politikacıları ve sendika bürokratları burjuvazinin özel ordularına bilinçli olarak göz yummaktadırlar; aksi takdirde burjuvaziyle ittifaklarını yirmi dört saat bile sürdüremezler. Reformistler, demokrasinin kutsallığının en iyi burjuvazinin tepeden tırnağa silahlandığı, işçilerin ise silahsızlandırıldığı durumda teminat altına alındığı görüşünü sistemli olarak işçilere aşılamaktadırlar.

IV. Enternasyonal’in görevi bu kölece politikaya kesinlikle son vermektir. Küçük burjuva demokratlar, Sosyal Demokratlar, Stalinistler, Anarşistler de dahil olmak üzere gerçekte faşizme gittikçe daha da korkakça teslim oldukça, faşizme karşı mücadele konusunda feryatlarını yükseltmektedirler. Ancak milyonlarca emekçinin desteğini ardında hisseden silahlı işçi müfrezeleri faşist çetelere başarıyla karşı koyabilir. Faşizme karşı mücadele liberal yazı işleri müdürlerinin bürolarında değil, fabrikalarda başlar ve sokaklarda son bulur. Fabrikalardaki grev kırıcıları ve özel silahlı muhafızlar faşist ordunun temel çekirdekleridir. Grev gözcüleri ise proleter ordusunun temel çekirdekleridir. Hareket noktamız budur. Her grev ve yürüyüşle ilgili olarak işçi özsavunma kolları yaratmanın gereğini yaymak zorunludur. Sendikaların devrimci kanatlarının programına bu sloganı yerleştirmek gerekir. Olanaklı her durumda, gençlik gruplarıyla başlayarak özsavunma müfrezeleri örgütlemek, onlara silah kullanmasını öğretmek zorunludur. 

Kitle hareketinin yeni bir kabarışı bu birimlerin sayısını arttırmakla kalmamalı, bunları mahalle, şehir ve bölgelere göre birleştirmelidir. İşçilerin grev kırıcılarına, gangster çetelerine ve faşistlere olan haklı nefretine örgütsel bir ifade vermek zorunludur. İşçi örgütlerinin, işçi toplantılarının ve işçi basınının dokunulmazlığının tek ciddi teminatı olarak işçi milisi sloganını ileri sürmek zorunludur.

Yalnızca hep kitlelerin özdeneyimi temelinde yürütülen, böyle sistemli, kararlı, yorulmak bilmez, cüretli ajitasyon ve örgütlenme çalışmalarının yardımıyladır ki, kitlelerin bilinçlerindeki boyun eğme ve pasif kabullenme geleneklerinin kökünü kazımak; tüm emekçilere örnek olabilecek yiğit savaşçı müfrezeleri eğitmek; karşı-devrimin silahlı katillerini bir dizi taktik yenilgiye uğratmak; sömürülen ve ezilenlerin özgüvenlerini arttırmak; küçük burjuvazinin gözünde faşizmin oyununu açıklamak ve proletaryaya iktidarın fethine giden yolu açmak olanaklıdır.

Engels devleti “silahlı adam müfrezeleri” olarak tanımlıyordu. Proletaryanın silahlanması, kurtuluş için mücadelesine eşlik eden zorunlu bir unsurdur. Proletarya dilediğinde, silahlanmanın yolunu ve araçlarını bulacaktır. Bu alanda da önderlik elbette ki IV. Enternasyonal’in seksiyonlarına düşmektedir.

11.) İşçi-Köylü İttifakı

 İşçinin kırdaki silah arkadaşı ve karşılığı tarım işçisidir. Bunlar bir ve aynı sınıfın birer parçasıdırlar. Çıkarları ayrılmaz. Sanayi işçisinin geçiş talepleri programı, şu ya da bu değişiklikle, aynı zamanda tarım proletaryasının programıdır.

Köylüler (çiftçiler) ayrı bir sınıf oluştururlar. Onlar köyün küçük burjuvazisidir. Yarı proleterlerden sömürücü unsurlara değin, küçük burjuvazi, değişik tabakalardan oluşur. Bundan dolayıdır ki, sanayi proletaryasının politik görevi sınıf mücadelesini kıra taşımaktır. Ancak bu şekilde müttefiklerini ve düşmanlarını ayırt edebilecektir.

Her ülkenin ulusal gelişmesinin özellikleri en belirgin ifadesini köylülerin ve bir dereceye kadar kent küçük burjuvazisinin (esnaf ve zanaatkarlar) toplumsal konumunda bulur. Bu sınıflar, sayısal olarak ne kadar çok olsalar da temelde, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin kalıntılarının temsilcileridirler. IV. Enternasyonal’in seksiyonları, köylüleri (çiftçileri) ve kent küçük burjuvazisini ilgilendiren alanlarda, her ülkenin koşullarına uyan bir geçiş talepleri programını mümkün olan en somut biçimde işleyip geliştirmelidir. İleri işçiler, gelecekteki müttefiklerinin sorunlarına açık ve somut cevaplar getirmeyi öğrenmelidirler.

Çiftçinin, “bağımsız” bir küçük üretici olarak kaldıkça ucuz krediye, ödeyebileceği fiyatlarla tarım araçlarına ve gübreye, elverişli ulaşım olanaklarına ve tarımsal ürünleri için pazarın insaflı biçimde örgütlenmesine ihtiyacı vardır. Bankalar, tröstler ve tüccarlar ise çiftçiyi dört bir yandan soyarlar. Ancak çiftçilerin kendileri, işçilerin de yardımıyla, bu soygunu önleyebilirler. Küçük çiftçilerce seçilen komiteler ülke çapında oluşmalı, işçi komiteleri ve banka çalışanları komiteleri ile birlikte, tarımı etkileyen ulaşım, kredi ve ticaret işlerinin denetimini ellerine almalıdırlar.

İşçilerin sözde “aşırı” taleplerini bahane gösteren büyük burjuvazi malların fiyatları sorununu, işçilerle köylüleri, işçilerle kent küçük burjuvazisini birbirine düşürmek için ustaca kullanmaktadır. Köylü, zanaatkar ve esnaf, sanayi işçisi ile büro ve kamu hizmetlilerinden farklı olarak fiyat artışlarına karşılık bir ücret artışı talep edemez. Hükümetin hayat pahalılığına karşı resmi mücadelesi yalnızca kitlelere yönelik bir aldatmacadır. Ama çiftçiler, zanaatkârlar ve esnaf tüketici kimlikleriyle, işçilerle omuz omuza fiyat saptanması politikasına faal olarak müdahale edebilirler. Kapitalistlerin üretim, ulaşım ve ticaret maliyetlerinden yakınmalarına tüketiciler, “bize defterlerinizi gösterin, fiyat saptanmasında denetim hakkı talep ediyoruz” yanıtını vermelidirler. Bu denetimin organları fabrika, sendika, kooperatif, çiftçi örgütleri, “kent yoksulları”, ev kadınları vb. temsilcilerinden oluşan fiyat denetim komiteleri olmalıdır. Böylelikle işçiler, yüksek fiyatların gerçek nedeninin yüksek ücretler değil, kapitalistlerin fahiş kârları ve kapitalist anarşinin gereksiz masrafları olduğunu çiftçilere kanıtlayabileceklerdir.

Toprağın millileştirilmesi ve tarımın kollektifleştirilmesi programı, küçük köylünün mülksüzleştirilmesi ve zora dayalı kolektifleştirme fikrini baştan dışlayacak bir biçimde hazırlanmalıdır. Köylü, olanaklı veya gerekli gördüğü sürece kendi tarlasının sahibi kalacaktır. Köylülerin gözünde sosyalizmin programının itibarını iade etmek için, köylü ve işçilerin çıkarlarınca değil, bürokrasinin çıkarlarınca dayatılan Stalinist kolektifleştirme yöntemlerini amansızca teşhir etmek gereklidir.

Benzer biçimde, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, zanaatkar ve esnafın malının zorla müsaderesi anlamına gelmez. Aksine, bankaların ve tröstlerin işçilerce denetimi ve daha da ötede bu kuruluşların millîleştirilmesi, kent küçük burjuvazisine, tröstlerin denetimsiz hakimiyeti altında olduğundan kıyaslanmaz derecede daha elverişli kredi, alım ve satım koşulları sağlayabilir. Özel sermayeye bağımlılığın yerini devlete bağımlılık alacak ve emekçiler devleti kendi ellerinde tuttukları ölçüde, devlet kendisinin bu küçük mülk sahibi işbirlikçilerinin gereksinimlerine karşı daha hassas davranacaktır.

Sömürülen köylünün ekonominin değişik alanlarının denetimine fiilen katılması, ona, toprağın kolektif olarak işletilmesine geçişin kendisi için daha kârlı olup olmayacağına, bunun ne zaman ve ne ölçüde gerçekleştirileceğine karar verme olanağını sağlayacaktır. Sanayi işçisi, sendikalar, fabrika komiteleri ve en önemlisi işçi-köylü hükümeti aracılığıyla, köylünün bu yolu kat etmesinde her türlü işbirliğini göstermekle kendini görevli saymalıdır.

Orta sınıftan sömürücüler de dahil bütün sömürücülere karşı, genel olarak orta sınıflara değil, kent ve kır küçük burjuvazisinin sömürülen tabakalarına proletaryanın önerdiği ittifak, zorlamaya değil yalnızca özgür rızaya dayanır ve özel bir “sözleşme” ile pekiştirilmelidir. Bu “sözleşme” her iki tarafça gönüllü olarak kabul edilen geçiş talepleri programıdır.

12.) Emperyalizm ve Savaşa Karşı Mücadele

Dünyanın genel durumu ve dolayısıyla her ülkenin iç politika yaşamı dünya savaşı tehdidinin etkisi altındadır. Yaklaşan felâket daha şimdiden en geniş insan yığınları arasında güçlü bir endişenin dalga dalga yayılmasına yol açmaktadır.

II. Enternasyonal 1914’teki yüz kızartıcı politikasını daha da büyük bir gönül rahatlığıyla tekrarlıyor çünkü bugün şovenizm bahsinde birinci kemanı Komintern çalıyor. Savaş tehlikesinin somut biçime bürünmesiyle birlikte Stalinistler, küçük burjuva ve burjuva pasifistlerini bile geride bırakarak sözde “ulusal savunma”nın en önde gelen savunucuları oldular. Bunun içindir ki savaşa karşı devrimci mücadele bütünüyle IV. Enternasyonal’in omuzlarına yüklenmektedir.

Bu soruna ilişkin Bolşevik-Leninist politika, Uluslararası Sekreterlik’in tezinde (Savaş ve IV. Enternasyonal, 1934) açıklanmıştır ve bugün için de tam anlamıyla geçerliliğini korumaktadır. Önümüzdeki dönemde devrimci bir partinin başarısı her şeyden önce savaş sorununa ilişkin politikasına bağlıdır. Doğru bir politika iki öğeden oluşur: Emperyalizm ve emperyalist savaşlara karşı uzlaşmaz bir tutum ve programı kitlelerin deneyimlerine dayandırma yeteneği.

Burjuvazi ve temsilcileri, “tarafsızlık”, “kolektif güvenlik”, “barışı korumak için silahlanma”, “faşizme karşı mücadele”, “ulusal savunma” gibi soyutlamalar, genel formüller ve dokunaklı sözler temelinde, savaş sorununu halkı aldatmak için her şeyden daha çok kullanmaktadır. Bütün bu formüllerin anlamı, savaş sorununun, yani halkın kaderinin, halka karşı bütün entrika ve oyunlarıyla, emperyalistlerin, onların yönetici kurmaylarının, diplomasilerinin, generallerinin eline bırakıldığı gerçeğini ortaya koymasındadır.

IV. Enternasyonal demokratik saflarda, faşistlerin saflarında “şeref, “kan” ve “ırk” kavramlarının oynadığı rolü oynayan bütün bu tür soyutlamaları nefretle reddeder. Ancak, nefret yeterli değildir. Kitlelerin bu aldatıcı soyutlamaların somut özünü, kanıtlanmış kriterler, sloganlar ve talepler aracılığıyla kavramalarına yardımcı olmak zorunludur.

“Silahsızlanma mı?” – Ama asıl sorun kimin kimi silahsızlandıracağındır. Savaşı engelleyebilecek ya da durdurabilecek biricik silahsızlanma burjuvazinin işçilerce silahsızlandırılmasıdır. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırmak için işçilerin kendileri silahlanmalıdırlar.

“Tarafsızlık mı?” – Ama proletarya Japonya ile Çin veya Almanya ile SSCB arasındaki savaşta hiçbir şekilde tarafsız değildir. “O halde bundan kasıt Çin ve SSCB’nin savunulması mıdır?” Elbette! Ama onların, Çin’i de SSCB’yi de boğazlayacak olan emperyalistlerce savunulması değil.

“Yurt savunması mı?” – Ama bu soyutlamadan burjuvazinin anladığı kârlarını ve talanını savunmaktır. Yurdu yabancı kapitalistlerden korumaya hazırız, yeter ki ilkin kendi kapitalistlerimizin eli ayağı bağlanarak başkalarının yurduna saldırmaları engellenmiş, kendi ülkemizin işçi ve köylüleri ülkenin gerçek efendileri haline gelmiş, ülkenin zenginliği ufacık bir azınlığın elinden halkın eline geçmiş ve ordu sömürenler yerine sömürülenlerin bir silahına dönüşmüş olsun.

Bu temel fikirleri, olayların gidişine ve kitlelerin düşüncelerinin yönelişine bağlı olarak daha somut ve özgül görüşlere tercüme etmek gerekir. Ayrıca, diplomatın, profesörün, gazetecinin pasifizmini, marangozun, tarım işçisinin, hizmetçi kadının pasifizminden kesinlikle ayırt etmek gerekir. Birinde pasifizm emperyalizm için bir perdedir, diğerinde ise emperyalizme olan güvensizliğin bulanık ifadesi. Bir küçük çiftçi veya işçi yurdun savunulmasından söz ettiğinde evini barkını, ailesini ve benzer aileleri istiladan, bombalardan ve zehirli gazlardan korumayı kasteder. Kapitalistin ve gazetecisinin yurdun savunulmasından anladığı, sömürge ve pazarların fethedilmesiyle dünya gelirinden “kendi uluslarının” alacağı payın yağma ile arttırılmasıdır. Burjuva yurtseverliği ve pasifizmi baştan sona bir aldatmacadır. Ezilenlerin pasifizminin, hatta yurtseverliğinin bile özünde, bir yandan yıkıcı savaşa olan nefret, diğer yandan da kendileri için yararlı olduğunu sandıkları şeylere bağlılıkları türünden ilerici bir çekirdek vardır; gerekli devrimci sonuçları çıkarabilmek için bu öğeleri nasıl kullanacağımızı bilmemiz gerekir. Barışseverliğin ve yurtseverliğin bu iki biçimi kesin olarak karşı karşıya getirilmelidir.

Kalkış noktası olarak bu yaklaşımları benimseyen IV. Enternasyonal, kitleleri belirli bir derecede aktif politikaya çekebilecek, onlarda eleştirel bir ruh durumunu uyarabilecek ve burjuvazinin komploları üzerinde denetimlerini güçlendirecek her talebi, hatta bu talepler yetersiz bile olsa, destekler.

Bu bakış açısıyla, örneğin Amerikan seksiyonumuz savaş ilanı sorununa ilişkin bir referandum önerisine eleştirel destek vermektedir. Biliyoruz ki tek başına hiçbir demokratik reform, hâkim sınıfların istediklerinde savaşı başlatmasını engelleyemez. Kitlelere bu uyarıyı açıkça yapmak gereklidir. Ama kitlelerin önerilen referanduma ilişkin yanılsamaları ne olursa olsun, referandumu desteklemeleri işçilerin ve köylülerin, burjuvazinin hükümetine ve Kongre’ye olan güvensizliklerini yansıtır. Yanılsamaları desteklemeden ve bağışlamadan, sömürülenlerin sömürücülere duydukları, ilerici bir niteliği olan bu güvensizliği var gücümüzle desteklememiz gereklidir. Referandum hareketi ne kadar yaygınlaşırsa burjuva pasifistleri hareketten o kadar çabuk çekilecekler, Komintern hainleri itibarlarını o kadar kesin biçimde yitirecekler ve emekçilerin emperyalistlere karşı güvensizliği o ölçüde keskinleşecektir.

Bu noktadan hareketle, on sekiz yaşındaki her erkek ve kadına oy hakkı verilmesi talebini ileri sürmek gereklidir. Yarın “yurt” için ölmeleri isteneceklerin bugün oy hakları olmalıdır. Savaşa karşı mücadele her şeyden önce gençliğin devrimci seferberliği ile başlamalıdır.

Savaş sorununda kitlelerin belirli bir anda açıkça yüz yüze geldikleri yönlerden hareket etmekle birlikte bu sorunun tüm yönlerine ışık tutmak gerekir.

Savaş, özellikle savaş sanayii için, dev bir ticari girişimdir. “60 aile” bundan dolayı bir numaralı yurtsever ve savaşın baş kışkırtıcısıdır. Savaş sanayiinin işçilerce denetimi, savaş imalatçılarına karşı mücadelede ilk adımdır.

Reformistlerin savaş kârlarına vergi sloganına karşı ileri sürdüğümüz sloganlar, savaş kârlarına el konması ve savaş sanayiinin mülksüzleştirilmesidir. Fransa gibi savaş sanayinin “millileştirilmiş olduğu” ülkelerde, işçi denetimi sloganı bütün önemini korur. Proletaryanın tekil kapitaliste olduğu gibi, burjuvazinin hükümetine de güveni yoktur.

  • Burjuva hükümetine ne tek bir insan ne de tek bir kuruş!
  • Silahlanma programı değil, yararlı bir kamu hizmetleri programı!
  • İşçi örgütlerinin asker-polis denetiminden tam bağımsızlığı!

Halkın sırtından komplolar hazırlayan açgözlü ve acımasız emperyalist kliklerin halkın kaderini tayin etmesine kesin bir son vermeliyiz.

Buna uygun olarak taleplerimiz:

  • Gizli diplomasinin bütünüyle lağvı; her anlaşma ve antlaşmanın bütün işçi ve köylülere duyurulması;
  • İşçi ve köylü komitelerinin doğrudan denetimi altında, işçi ve köylülerin silahlandırılması ve askerî eğitimi;
  • İşçi örgütlerince seçilen emekçilerin komutan olarak yetiştirilmesi için askerî okulların kurulması;
  • Düzenli ordunun yani kışla ordusunun yerini, fabrikalara, madenlere, çiftliklere vb. kopmaz bir biçimde bağlı halk milislerinin almasıdır.

Emperyalist savaş, burjuvazinin talan politikasının devamı ve keskinleşmesidir. Proletaryanın savaşa karşı mücadelesi sınıf mücadelesinin devamı ve keskinleşmesidir. Savaşın başlaması, sınıf mücadelesinin durumunu ve kısmen de mücadelenin araçlarını değiştirir; ama amacını ve temel seyrini değiştirmez.

Emperyalist burjuvazi dünyaya hakimdir. Dolayısıyla yaklaşan savaş temelde bir emperyalist savaş niteliği taşıyacaktır. Bu nedenledir ki uluslararası proletaryanın politikasının temel içeriği de emperyalizme ve onun savaşına karşı mücadeledir. Bu mücadelede esas ilke şudur: “Baş düşmanımız kendi öz ülkemizdedir” ya da “kendi (emperyalist) hükümetimizin yenilgisi ehven-i şerdir.”

Ancak dünyadaki her ülke emperyalist değildir. Aksine çoğu emperyalizmin kurbanıdır. Bazı sömürge ve yarısömürge ülkeler kuşkusuz ki savaşı esaret boyunduruğundan kurtulmak için bir fırsat bileceklerdir. Onlarınki emperyalist savaş değil kurtuluş savaşı olacaktır. Ezilen ülkelerin ezenlere karşı savaşlarında onlara yardımcı olmak uluslararası proletaryanın görevi olacaktır. Aynı görev, SSCB’ye ve savaş öncesi veya savaş sırasında doğabilecek başka işçi devletlerine karşı da geçerlidir. İşçi devletlerine ve sömürge ülkelere karşı giriştikleri savaşlarda her emperyalist hükümetin yenilgisi, ehven-i şerdir.

Ancak, emperyalist ülkelerin işçileri, belirli bir anda iki ülke arasındaki diplomatik ve askeri ilişkiler ne durumda olursa olsun, antiemperyalist bir ülkeye kendi hükümetleri aracılığıyla yardım edemezler. Hükümetler, kendilerini geçici (ve işin özü dolayısıyla güvenilmez) bir ittifak içinde bulurlarsa, o zaman emperyalist ülke proletaryası kendi hükümetine sınıfsal muhalefetini sürdürür ve emperyalist olmayan “müttefikini” kendine özgü yöntemlerle, yani uluslararası sınıf mücadelesi yöntemleriyle (sömürge ülke ya da işçi devleti lehine ve sadece düşmanlarına karşı değil, aynı zamanda onların hain müttefiklerine karşı ajitasyon; bazı durumlarda boykot ve grevlerin reddi; bazı durumlarda boykot ve grevler vb.) destekler.

Bir savaşta SSCB’yi ya da bir sömürge ülkeyi desteklerken, proletarya hiçbir şekilde sömürge ülkenin burjuva hükümeti ile ya da SSCB’deki gerici Thermidorcu bürokrasi ile en ufak bir dayanışma içine girmez. Aksine her ikisine karşı da tam politik bağımsızlığını korur. Devrimci proletarya haklı ve ilerici bir savaşa yardımcı olarak, sömürgelerdeki ve SSCB’deki işçilerin sempatisini kazanır. IV. Enternasyonal’in orada otorite ve etkisini güçlendirir ve sömürge ülkedeki burjuva hükümetinin ve SSCB’deki gerici bürokrasinin devrilmesine katkıda bulunma kapasitesini arttırır.

Savaşın başlangıcında IV. Enternasyonal’in seksiyonları kaçınılmaz olarak kendilerini tecrit olmuş hissedeceklerdir; her savaş ulusun büyük kitlelerini gafil avlayarak onları hükümet aygıtının yanına iter. Enternasyonalistlerin akıntıya karşı mücadele etmeleri gerekecektir. Ne var ki, yeni savaşın getireceği yıkım ve sefalet, daha ilk aylardan 1914-18’in kanlı dehşetini kat kat geride bırakarak kısa zamanda kitleleri uyandıracaktır. Kitlelerin hoşnutsuzluğu ve isyanı büyük bir hızla artacaktır. IV. Enternasyonal’in seksiyonları devrimci dalganın başını çekeceklerdir. Geçiş talepleri programı yakıcı bir güncellik kazanacaktır. Proletaryanın iktidarı ele geçirmesi sorunu bütün azametiyle ortaya çıkacaktır.

İnsanlığı yıkımlara uğratıp kana boğmadan önce kapitalizm, tüm dünyayı ulusal ve ırkçı nefretin zehirli dumanlarıyla kirletir. Bugün Yahudi düşmanlığı (antisemitizm) can çekişen kapitalizmin sarsıntılarının en zararlılarından biridir.

Irkçı önyargıların, başta Yahudi düşmanlığı olmak üzere ulusal küstahlığın ve şovenizmin her biçim ve çeşidinin köklerini uzlaşmazcasına teşhir etmek, emperyalizme ve savaşa karşı verilen mücadelenin en önemli parçası olarak IV. Enternasyonal’in bütün seksiyonlarının günlük çalışmalarının kapsamına alınmalıdır. Temel sloganımız “Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşiniz!” olmaya devam ediyor.

13.) İşçi-Köylü Hükümeti

“İşçi-köylü hükümeti” formülü ilk kez Bolşeviklerin 1917’deki ajitasyonunda gündeme geldi ve Ekim Devrimi’nden sonra da kesinlikle kabul edildi. Son tahlilde bu, zaten kurulmuş olan proletarya diktatörlüğünün popüler bir tanımlanışından başka bir şey değildi. Bu tanımlamanın önemi, esas olarak, Sovyet iktidarının temelinde yatan proletarya ve köylülük arasındaki ittifakı vurgulamasından geliyordu.

Komintern’in epigonları tarihe gömülmüş “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” formülünü canlandırmaya yeltendiklerinde, “işçi-köylü hükümeti” formülüne tamamıyla değişik, yalnızca “demokratik”, yani burjuva bir içerik vererek proletarya diktatörlüğüne karşıt bir öneri olarak ortaya koydular. Bolşevik-Leninistler “işçi-köylü hükümeti” sloganının burjuva demokratik yorumlanışına kesinlikle karşı çıktılar. O zaman belirttiklerimizi şimdi de tekrarlıyoruz: Proletarya partisi burjuva demokratik sınırların ötesine adım atmayı reddettiğinde, köylülükle ittifakı düpedüz sermayenin desteklenmesine dönüşür: 1917’de Menşevikler ve Sosyal Devrimciler, 1925-27’de Çin Komünist Partisi ve şimdi de İspanya, Fransa ve diğer ülkelerdeki “Halk Cepheleri” örneklerinde olduğu gibi.

1917 Nisan’ından Eylül’üne, Bolşevikler, Sosyal Devrimcilerden ve Menşeviklerden, liberal burjuvazi ile bağlarını koparıp iktidarı kendi ellerine almalarını talep ettiler. Bu koşul ile Bolşevik Partisi, işçilerin ve köylülerin küçük burjuva temsilcileri olan Menşevik ve Sosyal Devrimcilere burjuvaziye karşı devrimci yardımını taahhüt etti; ancak bunu Menşevik ve Sosyal Devrimcilerin hükümetine girmeyi ya da bu hükümetin politik sorumluluğunu yüklenmeyi kesinlikle reddederek yaptı. Eğer Menşevik ve Sosyal Devrimciler gerçekten Kadet’lerden (Liberaller) ve yabancı emperyalizmden bağlarını koparsalardı o zaman yaratacakları “işçi-köylü hükümeti” proletarya diktatörlüğünün kurulmasını kaçınılmaz olarak hızlandıracak ve kolaylaştıracaktı. Ama tam da bundan ötürüdür ki küçük burjuva demokrasisinin önderleri kendi hükümetlerinin kurulmasına var güçleriyle direndiler. Rus deneyiminin gösterdiği ve İspanya ile Fransa deneyimleriyle bir kez daha kanıtlandığı gibi, çok uygun koşullarda bile, küçük burjuva demokrasisinin partileri (Sosyal Devrimci, Sosyal Demokrat, Stalinist ve Anarşist) burjuvaziden bağımsız bir işçi-köylü hükümeti yaratmaktan acizdirler.

Buna rağmen Bolşeviklerin, Menşevik ve Sosyal Devrimcilere yönelttikleri “Burjuvazi ile bağlarınızı koparın, iktidarı kendi ellerinize alın!” talebinin kitleler için muazzam bir eğitici önemi olmuştur. En çarpıcı biçimiyle Temmuz günlerinde açığa çıkan Menşevik ve Sosyal Devrimcilerin iktidarı almaktaki inatçı isteksizlikleri, onları kitlelerin gözünde kesinlikle mahkûm edip Bolşeviklerin zaferini hazırlamıştır.

IV. Enternasyonal’in merkezî görevi proletaryayı, tutuculuğu, çözülen kapitalizmin feci patlamaları ile bütünüyle çelişkide olan ve tarihsel ilerlemeye başlıca engeli oluşturan eski önderliğinden kurtarmaktır. IV. Entemasyonal’in proletaryanın geleneksel örgütlerine yönelttiği başlıca suçlama, can çekişen burjuvazinin politikasından kopmak istememeleridir. Bu koşullarda, köhnemiş önderliğe yöneltilen “Burjuvazi ile bağlarını kopar, iktidarı kendi ellerine al!” talebi, II., III. ve Amsterdam Enternasyonallerinin parti ve örgütlerinin hain niteliğini sergilemede son derece önemli bir silahtır.

“İşçi-Köylü Hükümeti” sloganını ancak 1917’de Bolşevikler için taşıdığı anlamıyla, yani antiburjuva ve antikapitalist bir slogan olarak kabul edebiliriz; yoksa onu sosyalist devrime bir köprü olmaktan çıkarıp sosyalist devrim yolundaki başlıca engele dönüştüren epigonların sonradan verdikleri o “demokratik” anlamıyla değil.

İşçilere ve köylülere dayanan ve onlar adına konuşan her parti, ve örgütten, burjuvaziden politik olarak kopmalarını ve bir işçi-köylü hükümeti için mücadeleye girmelerini talep ederiz. Bu yolda onlara kapitalist gericiliğe karşı tam desteğimizi vaat ederiz. Aynı zamanda, bize göre “işçi-köylü hükümetinin” programını oluşturması gereken geçiş talepleri etrafında ajitasyonumuzu yorulmaksızın geliştiririz.

Bu tür bir hükümetin geleneksel işçi örgütlerince yaratılması olanaklı mıdır? Önceden de belirtildiği gibi geçmiş deneyimlerin ortaya koyduğu, bunun en azından son derece küçük bir ihtimal olduğudur. Ancak, tamamıyla olağanüstü koşullarda (savaş, yenilgi, mali iflas, devrimci kitle baskısı, vb.) Stalinistler dahil, küçük burjuva partilerinin burjuvazi ile bağlarını koparmak yolunda kendi istediklerinden daha ileriye gitmeleri teorik olasılığı önceden kesin olarak inkâr edilemez. Her halükârda şundan şüphe edilemez ki, eğer bu çok az olası varyant bir gün bir yerde gerçekleşir ve yukarıda belirtilen anlamıyla bir “işçi-köylü hükümeti” gerçekten kurulursa bile, bu proletarya diktatörlüğünün kendisine giden yolda sadece kısa süreli bir epizot olacaktır.

Ancak, tahminlerle uğraşmanın gereği yok. “İşçi-köylü hükümeti” sloganı için ajitasyonun her koşulda muazzam bir eğitici değeri vardır. Bu da tesadüfi değildir, bu genel slogan çağımızın politik gelişme çizgisiyle tamamen uyumludur (eski burjuva partilerinin iflası ve çözülmesi, demokrasinin çöküşü, faşizmin yükselişi, işçilerin giderek daha aktif ve saldırgan bir politikaya yönelmeleri). Bundan dolayı, geçiş taleplerinin her biri, tek ve aynı politik sonuca varmalıdır; bu da, köylülerle birlikte kendi iktidarlarını kurmak için, işçilerin burjuvazinin geleneksel partilerinden kopmaları gereğidir.

Kitlelerin devrimci seferberliğinin somut aşamalarını önceden kestirmek olanaksızdır. IV. Enternasyonal’in seksiyonları, eleştirel bir yaklaşımla, yönelişlerini her yeni aşamaya uygun biçimde saptayarak, işçilerin bağımsız bir politika yönündeki eğilimlerini destekleyen, bu politikanın sınıfsal niteliğini derinleştiren, reformist ve pasifist kuruntuları yıkan, öncü ile kitleler arasındaki bağları güçlendiren ve iktidarın devrimci fethini hazırlayan sloganları ileri sürmelidirler.

14.) Sovyetler

Önceden belirtildiği gibi, fabrika komiteleri fabrika içinde ikili iktidar öğeleridirler. Bu nedenle, varlıkları ancak kitle basıncının artması koşullarında olanaklıdır. Aynı durum, savaşa karşı mücadele için kitle gruplaşmaları, fiyat denetim komiteleri ve hareketin bütün diğer yeni odakları için de geçerlidir: Bunların ortaya çıkışı, sınıf mücadelesinin proletaryanın geleneksel örgütlenmelerinin sınırlarının ötesine taşmasının bir göstergesidir.

Ancak, bu yeni organ ve odaklar, kısa süre içinde, aralarındaki bağların eksikliğini ve yetersizliklerini hissedeceklerdir. Geçiş taleplerinin hiçbiri, burjuva rejiminin süregitmesi koşullarında bütünüyle gerçekleştirilemez. Aynı zamanda, toplumsal krizin derinleşmesi yalnızca kitlelerin ıstırabını arttırmakla kalmayıp sabırsızlıklarını, azimlerini ve mücadele ruhunu da arttıracaktır. Ezilenler içinde gittikçe daha geniş yeni tabakalar da uyanıp kendi talepleriyle öne çıkacaklardır. Reformist önderlerin bir an bile hesaba katmadıkları milyonlarca “küçük insan” işçi örgütlerinin kapılarını ısrarla çalmaya başlayacaklardır, işsizler harekete katılacaktır. Tarım işçileri, yıkılmış ya da yıkımın eşiğindeki çiftçiler, kentlerin ezilmişleri, kadın işçiler, ev kadınları, aydınların proleterleşmiş tabakaları birlik ve önderlik arayacaklardır.

Tek bir kentin sınırları içinde bile bu farklı talepler ve mücadele biçimleri arasındaki uyum nasıl sağlanacaktır? Tarih bu sorunun cevabını vermiş bulunuyor: Sovyetler aracılığıyla. Sovyetler mücadele veren bütün grupların temsilcilerini biraraya getirecektir. Bu amaç için hiç kimse bugüne değin farklı bir örgütlenme biçimi önermemiştir; zaten daha iyisinin bulunabileceği de şüphelidir. Sovyetler, önceden belirlenmiş bir parti programı ile sınırlanmış değildirler. Kapıları tüm ezilenlere ardına kadar açıktır. Bu kapılardan mücadelenin genel akımına kapılmış her tabakanın temsilcileri geçer: Hareket ile birlikte genişleyen örgütlenme kendi bağrında tekrar ve tekrar yenilenir. Proletaryanın bütün politik akımları, en geniş demokrasi temelinde sovyetlerin önderliği için mücadele edebilirler. Bu nedenle Sovyetler sloganı geçiş programının doruk noktasıdır.

Sovyetler ancak kitle hareketinin açıkça devrimci aşamaya geçtiği bir zamanda ortaya çıkabilirler. Ortaya çıktıkları ilk andan itibaren, sovyetler, sömürücülere karşı mücadelelerinde milyonlarca emekçinin etrafında birleştikleri bir eksen olarak, yerel yönetimin ve daha sonra merkezi hükümetin rakipleri ve hasımları olurlar. Nasıl ki fabrika komitesi fabrikada bir ikili iktidar yaratıyorsa, sovyetler de ülke çapında bir ikili iktidar dönemi başlatırlar.

İkili iktidarın kendisi geçiş döneminin doruk noktasıdır. İki düzen, burjuva düzeni ve proleter düzeni, uzlaşmaz bir biçimde karşı karşıya gelirler. Aralarında çatışma kaçınılmazdır. Toplumun kaderi bu çatışmanın sonucuna bağlıdır. Devrim yenilgiye uğrarsa burjuvazinin faşist diktatörlüğü gelecektir. Zafer durumunda ise, sovyetlerin iktidarı yani proletarya diktatörlüğü ve toplumun sosyalist yeniden inşası gündeme gelecektir.

15.) Geri Ülkeler ve Geçiş Talepleri Programı

Sömürge ve yarısömürge ülkeler doğaları gereği geri ülkelerdir. Ama bu geri ülkeler emperyalizmin hakimiyetindeki bir dünyanın parçalarıdır. Bu yüzden gelişmelerinin bileşik bir niteliği vardır: En ilkel ekonomik biçimler, en gelişmiş kapitalist teknik ve kültürle iç içedir. Geri ülkeler proletaryasının politik mücadelesi de benzer bir niteliğe sahiptir: En basit talepler olan ulusal bağımsızlık ve burjuva demokrasisi için verilen mücadele, dünya emperyalizmine karşı verilen sosyalist mücadele ile iç içedir. Bu mücadelede, demokratik sloganlar, geçiş talepleri ve sosyalist devrimin görevleri ayrı tarihsel dönemlere bölünmemişlerdir, doğrudan doğruya birbirlerinden kaynaklanırlar. Çin proletaryası sendikaları ancak örgütlemeye başlamıştı ki sovyetleri oluşturma zorunluluğunu duydu. Bu anlamda bu program, sömürge ve yarısömürge ülkelere, en azından proletaryanın bağımsız bir politika yürütme kapasitesine kavuşmuş olduğu ülkelere, bütünüyle uygun düşmektedir.

Sömürge ve yarısömürge ülkelerin merkezi görevi tarım devrimi ve ulusal bağımsızlıktır; tarım devrimi ile feodalizmin mirasının tasfiyesi, ulusal bağımsızlık ile emperyalist boyunduruktan kurtulmak. Bu iki görev birbirine sıkıca bağlıdır.

Demokratik programın bir başına reddi mümkün değildir; kitlelerin kendilerinin mücadele içinde bu programı aşmaları zorunludur. Ulusal (ya da Kurucu) Meclis sloganı, Çin ve Hindistan gibi ülkeler için bütün geçerliliğini korur. Bu slogan ulusal bağımsızlık ve tarım reformu sorunlarına kopmazcasına bağlanmalıdır. İşçiler ilk adım olarak bu demokratik program ile silahlanmalıdırlar. Yalnızca işçiler köylüleri ayağa kaldırabilecek ve birleştirebileceklerdir. Devrimci demokratik program temelinde işçileri “ulusal” burjuvaziye karşı çıkarmak gereklidir. Ardından, kitlelerin devrimci demokrasi sloganlarıyla seferber edilmelerinin belli bir aşamasında sovyetler kurulabilir ve kurulmalıdır. Sovyetlerin her bir dönemdeki tarihsel rolünü, özellikle Ulusal Meclis ile ilişkilerini belirleyecek olan, proletaryanın politik düzeyi, köylülükle arasındaki bağ ve proleter partinin politikasının niteliği olacaktır. Sovyetler burjuva demokrasisini er geç devirmelidirler. Demokratik devrimin sonuna kadar götürülmesini ve böylece sosyalist devrim döneminin açılmasını yalnızca sovyetler sağlayabilirler.

Tek tek demokratik ve geçiş taleplerinin proletaryanın mücadelesi içindeki göreli ağırlığı, karşılıklı ilişkileri ve sunuluş sıraları, her geri ülkenin özellikleri ve özgül koşullarına ve önemli ölçüde ülkenin geriliğinin düzeyine göre belirlenir. Bununla beraber, bütün geri ülkelerde devrimci gelişmenin genel eğilimi, Rusya’daki üç devrimin (1905, 1917 Şubat, 1917 Ekim) sürekli devrim formülüne verdiği kesin anlam çerçevesinde belirlenir.

Komintern, geri ülkelere, güçlü ve ümit vaat eden bir devrimin nasıl çökertilebileceğine ilişkin klasik bir örnek vermiştir. 1925-27 yıllarında Çin’deki kitle ayaklanmalarının fırtınalı kabarışında Komintern, Ulusal Meclis talebini ileri sürmeyi ihmal etti; aynı zamanda sovyetlerin kurulmasını da yasakladı. Stalin’in planına göre, burjuva partisi Kuomintang hem Ulusal Meclis’in hem de sovyetlerin yerini alacaktı. Kitlelerin Kuomintang tarafından ezilmesinden sonra, Komintern Kanton’da bir sovyet karikatürü örgütledi. Kanton ayaklanmasının kaçınılmaz çöküşünün ardından, Komintern, sanayi proletaryasının tamamen pasif bırakıldığı bir yönelişle gerilla savaşı ve köylü sovyetleri yolunu tuttu. Böylece çıkmaza giren Komintern, Çin-Japon savaşını fırsat bilerek “Sovyet Çin”ini bir kalem oynatışıyla tasfiye edip, yalnızca köylü “Kızıl Ordu”yu değil, aynı zamanda sözde “Komünist” Parti’yi aynı Komintang’a, yani burjuvaziye tabi kıldı.

“Demokratik” köle sahiplerinin dostluğu uğruna uluslararası proleter devrime ihanet eden Komintern, aynı zamanda sömürge kitlelerinin kurtuluş mücadelesine de ihanet etmekten geri kalamazdı; hem de kendisinden önce II. Enternasyonal’in yaptığından da daha sinsice. Halk Cephesi ve “ulusal savunma” politikasının bir görevi de yüz milyonlarca sömürge nüfusunu “demokratik” emperyalizmin kurşun askerleri yapmaktır; insanlığın yarısından fazlasını oluşturan sömürge ve yarı sömürge halkların kurtuluş mücadelesinin bayrağı kesinlikle IV. Enternasyonal’in ellerine geçmiştir.

16.) Faşist Ülkelerde Geçiş Talepleri Programı

Komintern’in stratejisini çizenlerin Hitler’in zaferini, yalnızca Thaelmann’ın zaferi yolunda atılmış bir adım olarak ilan ettikleri günlerden pek farklı bugünkü durum. Thaelmann beş yılı aşkın bir süreden beri Hitler’in hapishanesindedir. Mussolini, İtalya’yı on altı yıldan fazladır faşizmin zincirine vurmuş bulunuyor. Bu süre içinde II. ve III. Enternasyonal partileri değil bir kitle hareketini yönetmek, Çar dönemindeki Rus devrimci partileriyle bir dereceye kadar kıyaslanabilecek, ciddi bir yasadışı örgüt yaratmaktan bile aciz kalmışlardır.

Bu başarısızlıkları faşist ideolojinin gücüne bağlamak için en ufak bir neden yoktur. Aslında Mussolini hiçbir zaman herhangi bir ideoloji ortaya sürmemişti. Hitler’in “ideolojisi” hiçbir zaman işçiler arasında ciddi olarak yayılmamıştır. Bir dönem için faşizmden sarhoş olmuş halk kesimlerinin, en başta orta sınıfların ayılması için yeterli zaman geçmiştir. Zar sor sezinlenebilen muhalefetin, Protestan ve Katolik kilise çevreleriyle sınırlı kalması, yarı kaçık, yarı soytarı “ırk” ve “kan” teorilerinin gücüyle değil, demokrasi, Sosyal Demokrasi ve Komintern ideolojilerinin korkunç çöküşüyle açıklanabilir.

Paris Komünü’nün katledilmesinden sonra koyu gerici baskı sekiz yıl kadar egemenliğini sürdürdü. 1905 Rus Devriminin yenilgisinden sonra da emekçi kitleler buna yakın bir süre uyuşukluk içinde kalmışlardı.Ancak her iki durumda da söz konusu olan, güç ilişkilerinin belirlediği bir fiziki yenilgiydi. Rusya’da buna ek olarak, proletaryanın neredeyse bütünüyle deneyimsizliği söz konusu idi. O dönemde Bolşevik hizip daha üçüncü yıldönümünü bile kutlamamıştı. Oysa önderliğin, biri yetmiş, diğeri yaklaşık on beş yıldır var olan güçlü partilerden geldiği Almanya’da durum tamamıyla farklı idi. Arkalarında milyonlarca seçmenin bulunduğu bu iki parti daha savaş öncesinde moral açıdan felce uğramışlardı, savaş bile vermeden teslim oldular. Tarih buna benzer bir felaket kaydetmemiştir. Alman proletaryası savaşta düşman tarafından kırılmamıştır. Kendi partilerinin korkaklığı, alçaklığı, ihaneti tarafından ezilmiştir. Yaklaşık üç kuşaktır inanç duyduğu her şeye güvenini yitirmesine hiç de hayret etmemek gerekir. Hitler’in zaferi de Mussolini’yi güçlendirdi.

Devrimci çalışmaların İspanya ve Almanya’daki uzatmalı başarısızlığı, Sosyal Demokrasi’nin ve Komintern’in canice politikalarının bedelinden başka bir şey değildir. Yasadışı çalışma için yalnızca kitlelerin sempatisi yeterli değildir, ileri kesimlerin bilinçli coşkusu da gerekir. Ama tarihsel olarak iflas etmiş örgütlere karşı coşku duyulması beklenebilir mi? Sürgünde önderler olarak ortaya çıkanların çoğunluğu ya iliklerine kadar demoralizasyona düşmüş kişilerdir ya Kremlin ve GPU’nun ajanlarıdır ya da işçilerin kendilerini yitirmiş oldukları koltuklarına bir mucizeyle yeniden kavuşturabileceğini düşleyen sabık Sosyal Demokrat bakanlardır. Bu bayları bir an için bile “antifaşist” devrimin gelecekteki liderleri olarak düşünmek olanaklı mıdır?

Dünya arenasındaki diğer olaylar ise – Avusturya işçilerinin ezilmesi, İspanyol devriminin yenilgisi, Sovyet devletinin yozlaşması – İtalya ve Almanya’da bir devrimci yükselişe katkıda bulunamazdı. Alman ve İtalyan işçileri politik haberler için önemli ölçüde radyo yayınlarına bağımlı olduklarından, rahatlıkla söylenebilir ki, Thermidor’un yalanlarını budalaca ve küstahça yayan Moskova radyosu, totaliter ülkelerdeki işçilerin moralini kırmakta en güçlü etmen olmuştur. Diğer konularda olduğu gibi burada da Stalin sadece Goebbels’in bir yamağı gibi davranmaktadır.

Ancak, faşizmin zaferine yol açan sınıf uzlaşmazlıkları faşizmin egemenliği altında da sürmekte ve onu yavaş yavaş kemirmektedir. Kitleler her zamankinden daha da hoşnutsuzdur. Yüzlerce ve binlerce fedakâr işçi her şeye rağmen yeraltında devrimci çalışmalarını sürdürmektedirler. Eski geleneklerin ve büyük umutların yıkılması deneyimini doğrudan yaşamamış genç bir kuşak öne çıkmıştır. Totaliter rejimin mezar taşı altında, proleter devrimin ilk tohumları karşı konulamaz biçimde atılmaktadır. Ama gizli enerjinin açık isyana dönüşebilmesi için, proletarya öncüsünün yeni perspektifler, yeni bir program ve yeni bir lekesiz bayrak bulması gereklidir.

Başlıca güçlük burada yatmaktadır. Faşist ülkelerde işçilerin yeni bir programa yönelmesi çok zordur. Program deneyim yoluyla doğrulanır. Totaliter despotizm altındaki ülkelerde eksik olan tam da kitle hareketi deneyimidir. Çok muhtemeldir ki, faşist topraklarda devrimci hareketin hız kazanması, “demokratik” ülkelerden birinde proletaryanın gerçek bir başarı elde etmesine bağlı olacaktır. Mali ya da askeri bir çöküntünün benzer bir etkisi olabilir. Bugün için zorunlu olan, ancak ileride geniş çapta sonuçlar verebilecek türden, ağırlıkla hazırlık niteliğinde propaganda faaliyetlerinin yürütülmesidir. Şimdiden kesinlikle söylenebilecek olan şudur: Faşist ülkelerde devrimci dalga patlak verdiğinde muhteşem bir fırtına haline gelecek ve hiçbir koşul altında Weimar’ın cesedinin yeniden canlandırılması çabasıyla sınırlı kalmayacaktır .

İflaslarına rağmen yaşayan eski partiler ile IV. Enternasyonal arasındaki uzlaşmaz ayrılıklar bu noktadan sonra başlamaktadır. Sürgündekilerin “Halk Cephesi”, düşünülebilecek halk cephelerinin en zararlı ve haince türüdür. Özünde, var olmayan bir liberal burjuvazi ile koalisyon kurmanın aciz özlemini ifade eder. Eğer başarılı olacak olsa, proletaryayı İspanya’da olduğu gibi bir dizi yeni yenilgiye sürüklerdi. Dolayısıyla, faşizme karşı devrimci mücadelenin ilk koşulu, Halk Cephesi teori ve pratiğini amansızca teşhir etmektir.

Elbette bu, IV. Enternasyonal’in kitleleri faşizme karşı seferber edebilmek amacıyla demokratik sloganların kullanılmasını reddettiği anlamına gelmez. Aksine böyle sloganlar bazı durumlarda ciddi bir işlev üstlenebilir. Ancak, demokrasi formülleri (basın özgürlüğü, sendikalaşma hakkı, vb.) bizim için yalnızca proletaryanın bağımsız hareketinde geçici ya da kısa süreli sloganlar olarak anlam taşır; yoksa burjuvazinin ajanlarınca proletaryanın boynuna geçirilmiş demokratik bir ilmik olarak değil (İspanya!). Hareketin kitle niteliği kazanmasıyla birlikte demokratik sloganlar derhal geçiş sloganlarıyla iç içe geçecektir. Fabrika komiteleri muhtemelen, eski memur kafalı sendikacılar bürolarında oturup sendikaları yeniden kurmayı tartışmaya başlamadan önce oluşacaktır, Weimar’da yeni bir Kurucu Meclis toplanmasından önce sovyetler Almanya’yı saracaktır. Bu durum İtalya ve diğer totaliter ve yarıtotaliter ülkeler için de geçerlidir.

Faşizm bu ülkeleri politik barbarlığın çukuruna itmiştir. Ama toplumsal yapılarını değiştirmemiştir. Faşizm feodal toprak sahiplerinin değil, tekelci sermayenin bir aracıdır. Devrimci bir program, dehşete kapılmış müflislerin ruh haline değil, sınıf mücadelesinin faşist ülkeler için de geçerliliğini sürdüren diyalektiğine dayanmalıdır. IV. Enternasyonal, “üçüncü dönemin” eski kahramanları olan Stalinistleri, kendi çirkin yüzlerini gizleyebilmek için, sırasıyla Katoliklerin, Protestanların, Yahudilerin, Alman milliyetçilerinin, liberallerin maskeleri ardında görünmeye iten politik maskaralıkları tiksintiyle reddeder. IV. Enternasyonal her zaman ve her yerde kendi bayrağının altında ortaya çıkar. Faşist ülkelerdeki proletaryaya kendi programını açıkça sunar. Bütün dünyanın ileri işçileri Mussolini, Hitler ve onların ajanlarının ve taklitçilerinin devrilmesinin ancak IV. Enternasyonal’in önderliğinde gerçekleşebileceğine şimdiden kesinlikle inanmışlardır.

17.) SSCB ve Geçiş Çağının Sorunları

Sovyetler Birliği Ekim Devrimi’nden bir işçi devleti olarak ortaya çıktı. Sosyalist gelişme için gerekli bir önkoşul olan üretim araçları üzerinde devlet mülkiyeti, üretici güçlerin süratle gelişmesi olanağını yarattı. Ama aynı zamanda işçi devletinin aygıtı tam bir yozlaşmaya uğradı: İşçi sınıfının bir silahı olmaktan, işçi sınıfına karşı bürokratik şiddet uygulanması ve giderek ülke ekonomisinin sabote edilmesi için bir silaha dönüştü. Geri ve yalıtılmış bir işçi devletinin bürokratlaşması ve bürokrasinin kadir-i mutlak bir ayrıcalıklı kasta dönüşmesi, tek ülkede sosyalizm teorisinin, yalnızca teoride değil bu kez pratikte de ortaya çıkan en ikna edici yalanlanmasıdır.

Yani SSCB şiddetli çelişkiler taşımaktadır. Yine de hâlâ yozlaşmış bir işçi devleti olmaya devam etmektedir. Toplumsal teşhis bu yöndedir. Politik gelişme için iki alternatif söz konusudur: Ya bürokrasi gittikçe daha çok dünya burjuvazisinin işçi devletindeki organı haline gelerek yeni mülkiyet biçimlerini devirecek ve ülkeyi kapitalizme geri sürükleyecek, ya da işçi sınıfı bürokrasiyi ezerek yolu sosyalizme açacaktır.

IV. Enternasyonal’in seksiyonları için Moskova davaları ne beklenmedik bir olay ne de Kremlin diktatörünün kişisel çılgınlığının bir sonucudur. Bunlar Thermidor’un meşru varisidir; “halkın” kendi içinde derinleşen uzlaşmazlıkların ve bürokrasi ile halk arasındaki çelişkilerin bir yansıması olarak bizzat Sovyet bürokrasisi içinde ortaya çıkan dayanılmaz çatışmaların bir ürünüdür. Duruşmaların kanlı bir “karabasana” benzemesi, çelişkilerin keskinlik derecesini ortaya koymakta ve aynı zamanda nihai çözümün yaklaştığını göstermektedir.

Kremlin’in Moskova’ya dönmeyi reddeden eski diplomatik temsilcilerinin demeçleri, kendilerine özgü bir tarzda bir gerçeği tartışma götürmez biçimde kanıtlamıştır: Bürokrasi içinde her çeşit politik görüş mevcuttur; gerçek Bolşevizm’den (Ignace Reiss) tam faşizme dek (Fedor Butenko).Bürokrasi içinde yalnızca küçük bir azınlık oluşturan devrimci öğeler, edilgen biçimde de olsa, proletaryanın sosyalist çıkarlarını yansıtmaktadırlar. Durmaksızın çoğalan faşist, karşı devrimci öğeler, gittikçe artan bir tutarlılıkla dünya emperyalizminin çıkarlarını ifade etmektedirler. Komprador rolüne aday bu öğeler, haklı olarak, yeni egemen katmanın, ayrıcalıklı durumunu ancak “Batı uygarlığının”, yani kapitalizmin özümlenmesi adına millileştirmeye, kolektifleştirmeye ve dış ticaret tekeline karşı çıkarak güvence altına alabileceğini düşünmektedirler. Bu iki uç arasında, burjuva demokrasisine doğru yönelen, dağınık Menşevik, Sosyal Devrimci, liberal eğilimler bulunmaktadır.

Bu sözde “sınıfsız” toplumun kendi saflarında da bürokrasinin içindekilere tamamen benzer gruplaşmaların varlığı şüphe götürmez; ancak bunları birbirinden ayıran çizgiler daha bulanıktır, göreli nicel ağırlıkları ise bürokrasinin içindeki ağırlıklarının tam tersidir. Özellikle kolektif çiftliklerin (kolhoz) zengin bölümüne özgü bilinçli kapitalist eğilimler, nüfusun yalnızca küçük bir azınlığını oluştururlar. Ama bu katman genel yoksulluk koşullarından doğan kişisel servet biriktirmeye yönelik küçük burjuva eğilimler içinde geniş bir taban sağlamakta ve bürokrasi tarafından bilinçli olarak desteklenmektedir.

Derinleşen uzlaşmazlıkların toplumsal dengeyi gittikçe daha çok bozduğu bu sistemin tepesinde, bugün Stalin’in Bonapartist kliğine indirgenmiş olan Thermidorcu oligarşi terör yöntemleriyle tutunmaya çalışmaktadır. En son adli iftiralar sola karşı bir darbe amacını taşımaktaydı. Sağ muhalefetin önderlerinin temizlenmesi de aynı nedenledir; çünkü bürokrasinin çıkarları ve eğilimleri açısından eski Bolşevik Partisi’nin sağ grubu sol bir tehlike oluşturuyordu. Butenko türünden sağ müttefiklerinden de korkan Bonapartist kliğin, kendini koruma uğruna eski Bolşevikler kuşağını son ferdine varıncaya kadar katletmesi, devrimci geleneklerin kitleler arasında canlılığını koruduğunun ve kitlelerin artan memnuniyetsizliğin açık kanıtıdır.

Daha dün Moskova davalarını geçer akçe olarak değerlendiren Batı’nın küçük burjuva demokratları bugün ısrarla “SSCB’de ne Troçkizm ne de Troçkistler vardır” diye tekrarlamaktadırlar. Ancak açıklayamadıkları bütün temizlik hareketlerinin niçin özellikle bu tehlikeyle mücadele bayrağı altında sürdürüldüğüdür. Eğer “Troçkizm”i tamamlanmış bir program ve dahası bir örgüt olarak ele alırsak, “Troçkizm”in SSCB’de gayet zayıf olduğu tartışma götürmez. Ama yıkılmaz gücünün kaynağı, yalnızca devrimci geleneği değil aynı zamanda Rus işçi sınıfının bugünkü fiili muhalefetini de ifade etmesi gerçeğindedir. İşçilerin bürokrasiye karşı birikmiş sosyal nefreti: Kremlin kliği açısından “Troçkizm”i teşkil eden işte budur. İşçilerin derin fakat sessiz öfkesi ile IV. Enternasyonal örgütü arasındaki bağdan çok haklı olarak dehşetle korkmaktadır.

Eski Bolşevikler kuşağıyla orta ve genç nesillerin devrimci temsilcilerinin yok edilmesi, politik dengeyi bürokrasinin sağ, burjuva kanadı ve toplum içindeki müttefikleri lehine daha da sarsmıştır. Önümüzdeki dönemde, sağ kanattan SSCB’nin sosyalist niteliğinin revizyonu ve “Batı uygarlığının” faşist biçimine yaklaştırılması yolunda gittikçe artan kararlılıkta çabalar bekleyebiliriz.

Bu açıdan, “SSCB’nin savunulması” sorunu yakıcı bir somutluk kazanmaktadır. Eğer yarın, diyelim ki burjuva-faşist gruplaşması, yani “Butenko hizbi” iktidarı ele geçirmeye yeltenirse, “Reiss hizbi” kaçınılmaz olarak barikatların karşı saflarında yerini alacaktır. Bu gruplaşma kendini geçici olarak Stalin’in müttefiki konumunda bulsa da Bonapartist kliği değil yine de SSCB’nin toplumsal temelini yani kapitalistlerden koparılıp devlet mülkiyetine dönüştürülmüş mülkiyeti savunuyor olacaktır. Eğer “Butenko hizbi” Hitler ile ittifaka girerse, “Reiss hizbi” ülke içinde ve dünya çapında SSCB’yi askerî müdahaleye karşı savunacaktır. Bundan farklı bir tutum ihanet olacaktır.

Böylece, sınırları açık seçik belirlenmiş bazı durumlarda, kapitalist karşıdevrimin açık bir saldırısına karşı bürokrasinin Thermidorcu kesimi ile bir “birleşik cephe” olasılığının peşinen reddedilmesi olanaksızdır ama SSCB’de temel politik görev hâlâ bu Thermidor bürokrasisinin devrilmesi olmaya devam etmektedir. Bu katmanın hakimiyetinin sürdüğü her gün ekonominin sosyalist öğelerinin temellerini çürütmekte ve kapitalizme geri dönüş olasılığını arttırmaktadır. Stalinist kliğin ajanı ve suç ortağı Komintern de İspanyol devrimini boğazlama yoluyla uluslararası proletaryanın moralini kırarken tamamen bu yönde hareket etmektedir.

Bürokrasinin esas gücü, aynen faşist ülkelerde olduğu gibi, bizzat kendisinden değil, kitlelerin umutlarının kırılmasından ve yeni bir perspektife sahip olmayışından gelir. Faşist ülkelerde olduğu gibi (ki Stalin’in siyasal aygıtı bunlardan olsa olsa daha azgın karakteriyle ayırt edilebilir) SSCB’de de bugün ancak hazırlık niteliğinde propaganda çalışmaları olanaklıdır. Sovyet işçilerinin devrimci kabarışındaki itici güç, yine faşist ülkelerde olduğu gibi, büyük olasılıkla ülke dışından gelecektir. Komintern’e karşı dünya çapında verilen mücadele Stalinist diktatörlüğe karşı mücadelenin bugün için en önemli parçasıdır. GPU içinde doğrudan bir dayanağı olmadığı için, Komintern’in çöküşünün, Bonapartist kliğin ve bir bütün olarak Thermidorcu bürokrasinin düşüşünden önce geleceğine ilişkin birçok belirti bulunmaktadır.

SSCB’de yeni bir devrimci yükseliş açıktır ki toplumsal eşitsizliğe ve politik baskıya karşı mücadele bayrağı altında başlayacaktır. Kahrolsun bürokrasinin ayrıcalıkları! Kahrolsun Stahanovizm! Kahrolsun Sovyet aristokrasisi ve onun rütbe ve nişanları! Her tür emek için daha eşit ücret!

Sendikal özgürlük, fabrika komiteleri, toplanma hakkı ve basın özgürlükleri için mücadele, sovyet demokrasisinin yeniden doğuşu ve serpilmesi mücadelesine dönüşecektir.

Bürokrasi, sınıf organları olan sovyetlerin yerine Hitler-Goebbels tarzında genel seçim hakları masalını geçirdi. Sovyetlere yalnız özgür demokratik biçimini değil, aynı zamanda sınıfsal içeriğini de iade etmek gerekmektedir. Bir zamanlar burjuvazi ve kulakların sovyetlere girişinin yasaklandığı gibi, şimdi de bürokrasi ve yeni aristokrasiyi sovyetlerden atmak gereklidir. Sovyetlerde yalnızca işçilerin, tabandaki kolektif çiftçilerin, köylülerin ve Kızıl Ordu askerlerinin temsilcilerine yer vardır.

Sovyetlerin demokratikleştirilmesi, sovyet partilerinin yasallaşması olmadan imkansızdır. İşçiler ve köylüler kendi özgür oylarıyla hangi partileri sovyet partileri olarak tanıdıklarını ortaya koyacaklardır.

Planlı ekonominin üretici ve tüketicilerin çıkarlarına uygun olarak baştan aşağı yeniden düzenlenmesi! Fabrika komitelerine üretimi denetleme hakkı geri verilmelidir. Demokratik olarak örgütlenmiş tüketim kooperatifleri, ürünlerin kalitesini ve fiyatlarını denetlemelidir.

Kolektif çiftlikler, burada çalışan işçilerin iradesine ve çıkarlarına uygun olarak yeniden örgütlenmelidir.

Bürokrasinin muhafazakâr uluslararası politikasının yerini proleter enternasyonalizmi politikası almalıdır. Kremlin’in tüm diplomatik yazışmaları yayınlanmalıdır. Kahrolsun gizli diplomasi!

Thermidorcu bürokrasinin sahnelediği bütün politik yargılamalar, tam bir saydamlık içinde dürüst ve açık bir tartışma ışığında yeniden gözden geçirilmelidir. Tahrifatların mimarları hak ettikleri cezayı çekmelidir.

Kendini şiddet ve tahrifat yoluyla ayakta tutmakta olan bürokrasi devrilmeksizin bu programın gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Yalnızca ezilen kitlelerin muzaffer devrimci ayaklanması Sovyet rejimini canlandırabilir ve sosyalizm yönünde daha öteye gelişmesini güvence altına alabilir. Sovyet kitlelerinin ayaklanmasına önderlik edebilecek tek bir parti vardır: IV. Enternasyonal Partisi!

Kahrolsun kardeş katili Stalin’in bürokratik çetesi!

Yaşasın Sovyet demokrasisi!

Yaşasın uluslararası sosyalist devrim!

18.) Oportünizme ve İlkesiz Revizyonizme Karşı

Fransa’da Leon Blum’un partisinin politikası reformistlerin tarihin en trajik olaylarından bile ders almaktan aciz olduklarını bir kez daha göstermiştir. Fransız Sosyal Demokrasisi, Alman Sosyal Demokrasisi’nin politikasını kölece taklit ederek aynı felakete doğru yürümektedir. Birkaç on yıllık bir süreç içinde, II. Enternasyonal burjuva demokratik rejimle iç içe geçti, onun ayrılmaz bir parçası haline geldi ve onunla birlikte çürüyor.

III. Enternasyonal reformizm yoluna, tam da kapitalizmin bunalımının proleter devrimi kesin biçimde gündeme getirdiği bir dönemde girdi. Komintern’in bugün İspanya ve Çin’deki politikası (“demokratik” ve “ulusal” burjuvazi önünde yaltaklanma politikası) artık onun da yeni şeyler öğrenmekten ya da değişmekten aciz olduğunu göstermektedir. SSCB’de gerici bir güç haline gelen bürokrasi dünya arenasında devrimci bir rol oynayamaz.

Genel olarak anarkosendikalizm de aynı türden bir evrim göstermiştir. Fransa’da Leon Jouhaux’nun sendikalist bürokrasisi uzun süredir işçi sınıfı içinde burjuvazinin bir aracı haline gelmiştir. İspanya’da anarkosendikalizm, görünüşteki devrimciliğini atarak burjuva demokrasisi arabasının yedek tekerleği haline geldi.

Londra Bürosu çevresinde toplanan ortadaki merkezci örgütler, yalnızca Sosyal Demokrasi’nin veya Komintern’in “sol” aksesuarlarını temsil etmektedir. Politik durumu kavrayabilmekte ve ondan devrimci sonuçlar çıkarabilmekte tam bir aciz göstermişlerdir. Doruk noktaları olan İspanyol POUM, devrim koşullarında devrimci bir çizgi izlemekte tamamıyla başarısız kalmıştır.

Dünya proletaryasının uzun bir dönem boyunca uğradığı ağır yenilgiler, resmi örgütleri artan ölçüde tutuculuğa mahkûm ederken, umutları kırılan küçük burjuva “devrimcileri” “yeni yollar” aramaya itti. Gericilik ve çözülme dönemlerinde her zaman olduğu gibi, sağda solda ortaya sahtekârlar ve şarlatanlar çıkıyor, devrimci düşüncenin tüm seyrini revizyona tabi tutma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Bunlar geçmişten öğrenmek yerine, geçmişi “ret” ediyorlar. Bazısı Marksizm’in tutarsızlığını keşfederken, bazısı da Bolşevizm’in çöküşünü ilan ediyor. Bazısı devrimci öğretiye ihanet edenlerin hata ve suçlarının sorumluluğunu öğretinin kendisine yüklerken, bazısı da ani ve mucizevi bir tedavi sağlayamadığı için ilacı lanetliyor. En cüretlileri sihirli bir değnek bulmayı vaat ederek, bu çare bulunana dek sınıf mücadelesinin durdurulmasını salık veriyor. Bir takım “yeni ahlak” peygamberleri, küçük dozda uygulanmış ahlaki ilkeler yardımıyla işçi hareketini yenilemeye hazırlanıyor. Bu havarilerin çoğu, daha savaş meydanına varmadan, kendileri moral bakımından özürlü, hale gelmeyi becermişlerdir. Kısacası, yeni yollar arama örtüsü altında proletaryaya sunulan, Marx-öncesi sosyalizmin arşivlerine çoktandır gömülü eski reçetelerdir.

IV. Enternasyonal, II., III., Amsterdamve Anarkosendikalist Enternasyonallerin bürokrasilerine ve bunların merkezci uydularına; reformu bile olmayan reformizme; GPU ile ittifak içinde olan demokratizme; barışı olmayan pasifizme; burjuvazinin hizmetindeki anarşizme ve devrimden ölesiye korkan “devrimcilere” karşı uzlaşmaz bir savaş ilan eder. Bütün bu örgütler geleceğin güvencesi değil, geçmişin çürümüş artıklarıdır. Savaş ve devrimler çağı onları yerle bir edecektir.

IV. Enternasyonal sihirli değnek peşinde koşmaz, böyle icatlara meraklı değildir. IV. Enternasyonal tavrını, gerçeği anlamaya, yenilgilerin ardında yatan nedenleri ortaya çıkarmaya ve bilinçli olarak zafere hazırlanmaya olanak sağlayan tek devrimci öğreti olan Marksizm zemininde alır. IV. Enternasyonal, proletaryaya iktidarın nasıl fethedileceğini ilk kez göstermiş olan Bolşevizm’in geleneğini sürdürür. IV. Enternasyonal, sahtekârları, şarlatanları, işe yaramaz ahlak öğretmenlerini bir kenara iter. Sömürü üzerine kurulmuş bir toplumda en üstün ahlak sosyal devriminkidir. İşçilerin sınıf bilincini, kendi güçlerine güvenlerini ve mücadelede özveriye hazırlıklarını arttıran her yöntem ve her araç geçerlidir. Reddedilmesi gereken yöntemler ise, ezilenlere kendilerini ezenler karşısında korku ve uysallık aşılayarak onların öfke ve başkaldırma ruhlarını ezen ya da kitlelerin iradeleri yerine önderlerinkini; ikna yerine zorlamayı; gerçeğin tahlili yerine demagoji ve iftirayı geçirenlerdir. Bundan dolayıdır ki, Marksizm’i peşkeş çeken Sosyal Demokrasi ve Bolşevizm’in karşıtı olan Stalinizm, proleter devrimin ve ahlakının amansız düşmanlarıdır.

Gerçeklere dürüstçe bakmak; işin kolayına kaçmamak; olgulara adını koymak; ne derece acı da olsa kitlelere doğruyu söylemek: engellerden çekinmemek; önemlilerinde olduğu gibi önemsiz meselelerde de titiz olmak; programı sınıf mücadelesinin mantığına dayandırmak; eylem anı geldiğinde cesur olmak: İşte IV. Enternasyonalin kuralları bunlardır. IV. Enternasyonal akıntıya karşı mücadele edebildiğini göstermiştir. Yaklaşan tarihsel dalga onu doruğuna yükseltecektir.

19.) Sekterliğe Karşı

Proletaryanın geleneksel örgütlerinin ihanetinin etkisi altında, IV. Enternasyonal’in çevresinde çeşitli türden sekter tutumlar ve gruplaşmalar doğmakta ya da yemlenmektedir. Bunların temelinde kısmi ve geçiş talepleri için, yani emekçi kitlelerin bugün için önde gelen temel çıkarları ve ihtiyaçları için mücadeleyi reddetme yatmaktadır. Sekterlerin devrime hazırlanmaktan anladıkları, kendi kendilerini sosyalizmin üstünlüğüne inandırmaktır. On milyonlarca işçinin örgütlendiği “eski” sendikalara sırt çevirmeyi önerirler; sanki kitleler günlük sınıf mücadelesi koşullarının dışında yaşayabilirmiş gibi! Reformist örgütlerin bünyesinde süregiden iç mücadeleye karşı kayıtsız kalırlar; sanki kitleler bu günlük mücadelelerine müdahale etmeksizin kazanılabilirmiş gibi! Burjuva demokrasisi ve faşizm arasında bir ayrım yapmayı reddederler; sanki kitleler her adımlarında bu farkı hissetmeden yaşayabilirmiş gibi!

Sekterler ancak iki renk arasında ayrım yapmayı becerebilirler: Ak ve kara. Harekete geçmemek için gerçeği basitleştirirler. Her ikisinin de burjuva niteliğe sahip olduğu gerekçesiyle İspanya’da savaşan taraflar arasında ayrım yapmayı reddederler. Aynı nedenle Japonya ile Çin arasındaki savaşta “tarafsız” kalmayı gerekli görürler. SSCB ile emperyalist ülkeler arasında ilkeli biçimde yapılan ayırımı yadsırlar; Sovyet bürokrasisinin gerici politikalarından ötürü, Ekim Devrimi’nin yarattığı yeni mülkiyet biçimlerini emperyalizmin saldırılarına karşı savunmayı reddederler. Kitlelerle bağlantı kurmakta aciz kaldıklarından, kitleleri devrimci görüşleri kavrayamamakla suçlamaya hazırdırlar.

Genel olarak bu kısır politikacıların geçiş talepleri biçiminde bir köprüye gereksinimleri yoktur; çünkü onlar karşı yakaya geçmeye niyetli değildirler. Kendilerini, hep aynı yetersiz soyutlamaların tekrarıyla tatmin eder, miskin miskin yerlerinde sayarlar. Onlar için politik olaylar, eylem için değil, yorum yapmak için birer fırsattır. Bütün kafa karıştırıcılar ve mucize yaratıcılar gibi sekterler de her adımda gerçekler karşısında sendelediklerinden, sürekli bir küskünlük içinde yaşar, “rejim ve yöntemleriden” yakınarak durmaksızın küçük entrikalar içine yuvarlanırlar. Kendi çevrelerinde genel olarak bir zorbalık düzeni sürdürürler. Sekterliğin politik yılgınlığı oportünizmin yılgınlığını bir gölge gibi tamamlayarak hiçbir devrimci ufka olanak bırakmaz. Pratik politikada sekterler oportünistlerle ve özellikle merkezcilerle Marksizm’e karşı mücadelede her adımda birleşirler.

IV. Enternasyonal’in kırıntılarından beslenen bu tür sekter grup ve kliklerin çoğunluğu, büyük iddialarla “bağımsız” örgütsel varlıklarını sürdürürler, ancak başarı için en küçük şansları yoktur. Bolşevik-Leninistler boş yere vakit harcamaksızın bu grupları sessizce kendi kaderlerine terk ederler.

Bununla birlikte sekter eğilimler kendi saflarımızda da bulunabilmekte ve bazı seksiyonların çalışmalarında yıkıcı etkileri olmaktadır. Bunlarla bir tek gün daha uzlaşmak mümkün değildir. Sendikalara ilişkin doğru bir politika, IV. Enternasyonal’e bağlılığın temel bir koşuludur. Kitlelerle bağlantı kurma yolları aramayan ve bulamayan, bir savaşçı değildir, parti için bir yüktür. Program, milyonların devrimci eylemi için formüle edilir, yoksa yazı kurulları ya da tartışma kulüplerinin önderleri için değil. IV. Enternasyonal’in saflarını sekterlikten ve iflah olmaz sekterlerden temizlemek, devrimci başarı için önde gelen bir koşuldur.

20.) Kadın İşçiye Yer Aç, Gençliğe Yer Aç!

İspanyol Devrimi’nin, sözde “önderlerince” tezgahlanan yenilgisi, Fransa’da Halk Cephesi’nin yüz kızartıcı iflası ve Moskova’nın adli dolandırıcılıklarının teşhiri, bu üç olay bütününde, Komintern’e onulmaz bir darbe indirmiş, aynı zamanda da Sosyal Demokrat ve Anarkosendikalist müttefiklerini de ağır biçimde yaralamıştır.

Tabii ki, bu örgütlerin üyelerinin bir hamlede IV. Enternasyonal’e yönelecekleri anlamına gelmez bu. Feci yenilgilere uğramış olan eski kuşak, önemli ölçüde hareketten ayrılacaktır. Zaten IV. Enternasyonal devrim sakatları hayalleri kırılmış bürokratlar ve kariyeristler için bir sığınak haline gelmeye kesinlikle karşıdır. Aksine, şu anda eski örgütlerin yönetiminde egemen olan küçük burjuva unsurların partiye sızması olasılığına karşı kesin önleyici tedbirler gereklidir; işçi olmayan ve özellikle eski parti bürokratı olan adaylar için uzun bir deneme süresi; ilk üç yıl için sorumlu bir mevki almalarının engellenmesi vb. IV. Enternasyonal içinde, eski Enternasyonallerin çıbanı olan kariyerizme yer yoktur ve olmayacaktır. Hareket sayesinde yaşamak isteyenler değil, yalnızca hareket için yaşamak isteyenler bize katılabileceklerdir. Devrimci işçiler örgüt içinde efendi olduklarını hissetmelidirler. Örgütümüzün kapıları onlara ardına kadar açıktır.

Elbette ki bir zamanlar ön saflara yükselmiş olan işçiler arasında bile yorgun düşmüş ve hayal kırıklığına uğramış olanlar sayıca az değildir. Bunlar, en azından önümüzdeki dönem için izleyici olarak kalacaklardır. Bir program ya da örgüt yıprandıkça, onu sırtında taşıyan kuşak da onunla birlikte yıpranır. Hareket, geçmişin sorumluluğunu taşımayan gençlikle yeniden canlanır. IV. Enternasyonal, proletaryanın genç kuşağına özel bir önem verir. Bütün politikası ile gençliğe kendi gücüne ve geleceğe inanç aşılamaya uğraşır. Ancak gençliğin taze coşkusu ve cüretkâr ruhu mücadelede ilk başarıları sağlayabilir ve ancak bu başarılar eski kuşağın en iyi unsurlarını yeniden devrim yoluna kazanabilir. Bu hep böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır.

Bütün oportünist örgütler, doğaları gereği asıl dikkatlerini işçi sınıfının üst tabakalarında yoğunlaştırır, hem gençliği hem de kadın işçiyi görmezlikten gelirler. Ne var ki, kapitalizmin çürüyüşü en ağır darbelerini hem ücretli işçi hem de ev kadını sıfatıyla kadınlara indirmektedir. IV. Enternasyonal’in seksiyonları işçi sınıfının en sömürülen katmanlarından, dolayısıyla kadın işçiler arasından destek sağlamalıdır. Burada adanmışlığın, kendini vermenin ve özveriye hazır olmanın tükenmez kaynaklarını bulacaklardır.

Kahrolsun bürokratizm ve kariyerizm! Gençliğe saflarında yer aç! Kadın işçiye saflarında yer aç! Bu sloganlar IV. Enternasyonal’in bayrağının onur köşesine kazınmıştır.

21.) IV. Enternasyonal’in Bayrağı Altında

“Ama IV. Enternasyonal’in yaratılmasının zamanı gelmiş midir?” diye soruyor kuşkucular. Bir Enternasyonal’i “suni” alarak yaratmak olanaksızdır, o ancak büyük olaylardan doğabilir, vb. vb. diyorlar. Bütün bu itirazların gösterdiği yalnızca kuşkucuların yeni bir Enternasyonal’i inşa etmek için işe yaramayacaklarıdır. Zaten hiçbir zaman hiçbir işe yaramaz kuşkucular.

IV. Enternasyonal büyük olaylardan, proletaryanın tarihte uğradığı en ağır yenilgilerden doğmuştur. Bu yenilgilerin nedeni eski önderliğin yozlaşması ve ihanetidir. Sınıf mücadelesinin kesintiye tahammülü yoktur. II. Enternasyonal’in peşinden III. Enternasyonal de devrim amacı açısından ölmüştür. Yaşasın IV. Enternasyonal!

“Ama kuruluşunu ilan etmenin zamanı gelmiş midir?” diye diretiyor kuşkucular. Bizim bu soruya yanıtımız, IV. Enternasyonal’in “ilan edilmeye” ihtiyacı olmadığıdır. O, yaşamakta ve mücadele etmektedir. Zayıf mıdır? Evet, halen genç olması nedeniyle safları kalabalık değildir. Militanları temel olarak kadrolardan oluşmaktadır. Ama bu kadrolar geleceğin güvencesidir. Yeryüzünde bu kadroların dışında adını gerçekten hak eden tek bir devrimci akım yoktur. Enternasyonalimiz halen sayıca zayıfsa da öğretisi, programı, gelenekleri ve kadrolarının karşılaştırılmaz kararlılığı bakımından güçlüdür. Bunu bugün kavrayamayanlar şimdilik bir kenara çekilsin. Yarın bu daha da belirgin olacaktır.

IV. Enternasyonal, daha şimdiden Stalinistlerin, Sosyal Demokratların, burjuva liberallerin ve faşistlerin nefretini haklı olarak üzerine çekmiştir. Hiçbir Halk Cephesi’nin içinde onun yeri yoktur ve olamaz. Burjuvazinin eteklerine yapışmış olan bütün politik gruplara karşı uzlaşmaz savaş verir. Görevi, kapitalizmin hakimiyetini ortadan kaldırmaktır; amacı, sosyalizmdir. Yöntemi, proleter devrimidir.

Örgüt içi demokrasi olmaksızın, devrimci eğitim olmaz. Disiplin olmaksızın devrimci, eylem olmaz. IV. Enternasyonal’in iç yapısı demokratik merkeziyetçilik ilkelerine dayanır; tartışmada tam özgürlük, eylemde tam birlik.

İnsanlık kültürünün bugünkü krizi, proletaryanın önderlik krizidir. IV. Enternasyonal’de birleşen ileri işçiler, sınıflarına krizden çıkış yolunu göstermektedirler. Sınıfa, proletaryanın ve dünyanın bütün ezilenlerinin kurtuluş için verdikleri mücadelenin uluslararası deneyimlerine dayalı bir programı önermektedirler. Sınıfa, lekesiz bir bayrak önermektedirler.

Bütün ülkelerin erkek ve kadın işçileri! IV. Enternasyonal’in bayrağı altında yerinizi alın! Bu, sizin yaklaşan zaferinizin bayrağıdır!