Marksizmin Doğuşu ve Marksist Felsefe (IV)

Aşağıda okuyucularımızla, İşçi Demokrasisi Partisi’nin eğitim seminerleri kapsamında “Marksizm’in Doğuşu ve Marksist Felsefe” başlığı altında 28 Mart’ta yapılan sunumun dördüncü ve sonuncu bölümünü paylaşıyoruz.

Sunumun ilk bölümüne buradan,ikinci bölümüne buradan, üçüncü bölümüne ise buradan ulaşabilirsiniz.


Ütopyacı sosyalizmin aşılması

Marksizm’e karşı gerçekleştirilen saldırılardan en sık karşılanı, onun bilimsellik iddiasına karşı gerçekleştirilendir. Marksist metodolojinin ortaya konmasıyla beraber yaşanan birçok geçişten birisi de ütopik sosyalizmden bilimsel sosyalizme geçişti. Ancak birçok burjuva liberal ideolog bu bilimsellik iddiasına karşı çıktı. Onlara göre Marksizm bilimsel olamazdı çünkü politikti, angajeydi ve bilimsel olan objektif olmalıydı, politik olamazdı. Bilimsel olanın apolitik olması gerektiği yalnızca 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın da en kaba yalanları arasındadır. Doğa bilimleri alanında yerçekimi yasası bize, herhangi bir Tanrı’ya yer bırakmaksızın evrenin oluşumunu açıklayabiliyorsa, bu bana politik materyalizm yapma hakkı tanır; aynı biçimde toplum bilimleri alanında işçinin belirli bir zaman dilimindeki emek-gücüyle ürettiği değerle ortalama toplumsal ücreti arasındaki farkın kendisi nesnel bir gerçeklik ise ve bu farka artı-değer diyorsak ve bu artı-değere patron tarafından el konuluyorsa ve bu el konulan farka kâr deniyorsa ve bu kârın yukarıda tutulması için toplumun çoğunluğu sefalete mahkum ediliyorsa, bunun ismine sömürü demek ve sömürüye karşı politik düzlemde savaşmak bilimsellik dışı değildir ama tam tersi, yani bunu inkar etmek ve harekete geçmemek, en büyük bilim karşıtlığıdır. 

Şimdi konumuz olan ütopyacı sosyalizme dönelim. Ütopyacı sosyalizm kendi içinde çelişkili bir yapıya sahipti. Öncelikle bir “ütopya” olması dolayısıyla, mevcut durumun “ideal” olmaktan uzak olduğunu biliyordu; dolayısıyla tarihsel olarak sınıflar mücadelesinin varlığının bilincindeydi ve dahası kendisi de, bu sınıflar mücadelesinin belirli bir aşamasının sonucuydu.

1831 Ağustos’unda 75 köleyle beraber ayaklanan siyahi köle lideri Nat Turner’ın yakalanışı. Turner beyaz efendisini ve ardından 50 beyaz köle sahibini daha öldürmüştür.

Ütopyacılığın üzerinde yükseldiği sınıflar mücadeleleri şunlardı: Fransız jacqueris’lerinin (köylülerinin) yüzyıllar boyunca aralıklarla devam eden ayaklanmaları, yine İngiltere’deki köylü ayaklanmaları (özellikle 1381’de John Ball’un başını çektiği ayaklanma) ve 19. yüzyıldaki ABD’de yaşanan siyahî köle ayaklanmaları (özellikle 1831’de Nat Turner’ın başını çektiği ayaklanma).

Dolayısıyla ütopyacı sosyalizm yeni yeni doğmakta olan burjuva toplumun, işçi sınıfının gelişimi henüz toplumsal arenada tamamlanmadığı için, potansiyellerine dair hatalı bir demokratik ve pasifist önyargının dışavurumuydu. Ütopyacı sosyalizmin çelişkili yapısı buradan kaynaklanıyordu. Sınıflar mücadelesini tanıyor, ona tanık oluyor, onu kabul ediyordu ancak onu önermiyordu. Yeni doğmakta olan toplumun, başka  bir ezilen sınıfın devrimci politik müdahalesi olmaksızın, kendi içinde ve kendi kendine, “ütopya” olarak kategorize edilen seviyeye ulaşabileceği kapasitesine sahip olduğu kanaatindeydi (en azından ütopyaların önemli bir kısmı bu önyargı ile belirlenmişti). 

Bu sebeple politik eylem arenasında ütopyacılık sınıf mücadelesine karşıydı ve uçuk projelerinin hükümet kararnameleriyle hayata geçirilebileceği yanılgısındaydı. Sınıflı toplum işleyişinin doğal sonucu olan sınıf mücadelesinin inkârı veya reddiyle, ütopyacılık anti-bilimseldi. Marksizm’in bilimsel içeriğinin bir yanını da, onun sınıflar mücadelesini kabulü ve onun politik-programatik mantıksal sonuçlarını eylem ajandasında öngörmesi oluşturur. Hiç de ironik olmayan bir biçimde ütopyacı sosyalizmin sonunu burjuvazinin değil, ücretli köleliğin, yani modern proletaryanın getirmiş olması bundandır (bu, ütopyacı sosyalistlerin yarı-burjuva, yarı-feodal yönetimlerden baskı görmediği anlamına gelmiyor; mesela İngiltere kralı VIII. Henry, Thomas More’u idam ettirdi). 

Şimdi burada öne çıkan ütopyacılara dair biyografik ve politik birtakım bilgiler vereceğim ve bunu kronolojik sırayla yapacağım. Bunu yapıyor olmamızın bir sebebi var; kronoloji ilerledikçe ütopyacıların önerilerinin nasıl şekillendiğine ve nasıl değiştiğine dikkat edin. 

Saint-Simon (1760-1825): Onun “işçiler” kategorisinin içinde hem ücretli işçiler, hem de fabrika sahipleri ve sanayiciler vardı. Bu “işçilerin” iktidarı ele geçirmesi gerektiğini söyledi. Bu iktidar da bu “işçilere” ucuz krediler dağıtacaktı. Dolayısıyla o genç işçi sınıfının değil, kaslarını güçlendiren endüstri kapitalizminin bir ideoloğuydu. 1830-1860 yılları arasında Saint-Simoncular birçok ülkede liberal politikacılara dönüştü.

Robert Owen.

Robert Owen (1771-1858): Owen bir sanayiciydi. İngiliz işçilerinin yoksulluğuna tanıklık edince politize oldu ve işçiler için bir ütopyanın yaratılması işine soyundu. Owencı ütopyada kooperatifler mevcuttur ve bu kooperatiflerde işçiler özgürlük ve eşitlik içinde, yoksullaşmadan üretirler. Bu yönüyle Owen kooperatifçi hareketin kurucularındandır (bu arada İngiltere’de ilk kooperatif 1839’da Rochester’da kurulacaktır). Owen ayrıca sendikaların ulusal bir konfederasyonla merkezîleşmesini savunmuştu ki bu da, 1834 yılında Büyük Ulusal Birlik adı altında gerçekleşecekti.

Charles Fourier (1772-1837): Fourier özel mülkiyete, sanayi-tarım ayrımına, ataerkil aile yapısı içinde kadının ezilmesine eleştiriler getiren bir ütopyacıydı. Fourier’in ütopyasına Falanster ismini verdi. Falanster aslında bir yerleşim birimi türüydü; 500 ile 2000 arasında üreticinin, çiftçinin, zanaatkarın ve sanatçının yaşadığı Falanster’ler toplumun yeni örgütlenme birimleri olacaktı.

Étienne Cabet.

Étienne Cabet (1788-1856): Cabet, kendi doktrinini tanımlamak için “komünist” terimini ilk kullanan ütopyacıydı. Bütün bir ütopyacı sosyalistler kuşağı arasında işçi sınıfı içinde Cabet kadar etkili olmuş başka bir isim yoktur. Voyage en Icarie (İkarus’a Yolculuk) kitabı zamanında binlerce işçi tarafından okunmuştur (Cabet’nin iddiası kendisinin 200.000 takipçisi olduğu yönündeydi ancak bu yüksek ihtimalle bir abartı). 1848 Devrimi sırasında işçiler arasında büyük bir etkiye sahipti. En önemlisi de Cabet, piyasa ekonomisine karşı devlet planlı ekonomiyi savundu. 

Flora Tristan (1803-1844): İşçi sınıfının kurtuluşunun kendi mücadelesinin sonucunda olması gerektiğini söyleyen ve işçilerin kendi aralarında bir örgütlenme oluşturmaları gerektiğini vaaz eden ilk kişi Flora Tristan’dır (konuyla ilgili olarak Tristan’ın L’Union Ouvrière [ İşçi Birliği] kitabı okunabilir). Tristan kadınları “proleterlerin proleteri” olarak tanımladı. Marx’ın onu yeni-Hegelci eleştirmenlere karşı savunduğunu biliyoruz. Ancak Tristan da bir ütopyacıydı: Her şehirde bir “işçi sarayı” olması gerektiğini söyledi. Ona göre bu “işçi saraylarında” mutlak eşitlik olacaktı ve kadınlar ile erkekler ortak eğitim alacaktı.

Bu biyografik özetlerde gözlemlediğimiz olgu, ütopyacı akım içinde, işçi sınıfının toplumsal ve politik gücü kendini belirgin kıldığı oranda, bilimsel eğilimlerin veya ütopya-dışı somut önerilerin kendilerini ortaya koyduğudur. Saint-Simon’da işçiler ile burjuvalar ortak bir kümede ele alınıyordu; Flora Tristan ise işçilerin bağımsız eylemini ve örgütlenmesini savundu. Robert Owen kooperatifçilik savunuyordu, Étienne Cabet devlet planlı bir ekonomi savundu. Ütopyacılığın politik olarak sonunu proletarya getirdi derken, bunu kastettik. Proletarya toplumsal bir varlık olarak eylemde ve programda gerçekçilik ve bilim talep etti. Bu talebe yalnızca Marx ile Engels’in başını çektiği akım cevap verebildi. 

Savunduğu birçok ilerici pozisyona rağmen ütopyacı sosyalizm aşamadığı birçok geri yanıyla da iç içeydi. Engels, Dühring’le yaptığı polemikte, 19. yüzyıl ütopik sosyalizmini, 18. yüzyıl aydınlanma felsefesinin vardığı sonuçların bir ilerletilmesi olduğunu söylerken haklıydı. Dikkatinizi çekiyorum aşılmasını değil, ilerletilmesini. 

İlk olarak ütopyacı sosyalizm “geçiş” anlayışı olarak “evrimci” idi. Çünkü ütopyalarının temelini oluşturan unsurlar, burjuva toplumunun çelişkilerinin bir yadsınmasının doğal sonuçları değildi. Burjuva toplumuna “A” deniyor, ütopyaya, yani varılması gereken toplumsal duruma “B” deniyor, ancak A ile B arasında gerekli politik, ekonomik, askerî, sosyal ve kültürel bağıntılar ile korelasyonlar kurulmuyordu. Çünkü bunlar açıkçası zaten B’nin ortaya konuşunun keyfiliği dolayısıyla, kurulamayacak olan bağıntılardı. Marx ile Engels’in keşfettikleri bağıntılar ise boldu: Üretici güçlerin gelişimi, emeğin toplumsallaşması, proletaryanın sınıf bilincine ulaşımı, sosyalist örgütlenme, sermaye-emek mücadelesinin zengin biçimleri. A’dan B’ye geçişe rehberlik edecek olan bir politik perspektifin ve programın inşasının noksanlığı, ütopyacılara hep, B’yi A’nın içinde, barışçıl bir şekilde ve parça parça inşa etme fantezilerine taşıdı. 

Ütopyacıların yöntemlerinin altında yatan bir diğer yanlış, onların yeni toplumun yalnızca basit bir eğitim faaliyetiyle kurulabileceği yanılgısıydı. Ütopyacıların önemli bir kısmı, ütopyacı öğretiler uğruna büyük fedakarlıklarlarda bulunan kişilerin hayat hikayelerinin ve özverilerinin, halkın eğitilmesinde fayda sağlayacağını düşünüyordu. Onlar bunun ismine “eylemin propagandası” ya da “eylemle propaganda” dediler. Bu bireyselci, üstyapısalcı ve açıkça hatalı dönüşüm-dönüştürme önerisi önce anarşistler, sonra da Narodnikler gibi terörist eylemler organize eden gruplar tarafından benimsendi (belirtmeme gerek yok ki terörist kelimesini, Türk devletinin kullandığı anlamda kullanmıyorum, tarihsel anlamıyla kullanıyorum). Bilimsel sosyalizm öncesi olan bu öneri Türkiye’de “suni dengeler yasası” adı altında yeniden gündeme alındı. Sanırım, hiç şüphesiz onurlu ve kahramanca da olsa yine de Marksizm’den bir sapma olan bu hatalı yol haritasının yenilmiş olduğunu burada açıklamama gerek yok. 

“Gün Doğumundan Önce” (Karl Marx ve Friedrich Engels akşam vakti Londra’da yürüyorlar), Mikhail Dzhanashvili, Karl Marx ve Friedrich Engels Müzesi.

Şimdi ütopyacıların hatalı oldukları üçüncü temel noktaya geçelim: Ütopyacılar eğitim aracılığıyla (ki bu eğitim halka silahlı eylemler eşliğinde de verilebilirdi) gelecekteki toplumun nüvelerini, çeşitli kurtarılmış adacıklar yaratmak istiyordu. Bu tip bir safsatanın Türkiye solunda ne kadar yaygın olduğunu, yine burada açıklama gereği hissetmiyorum. Devrimci Marksizm’in savı kapitalizmin fabrika fabrika, köy köy, komün komün, şehir şehir ve hatta ülke ülke kaldırılamayacağıdır. Bu tip mikro birimlerde kapitalist üretim biçiminin ortadan kaldırılması, kapitalizm bir bütün olarak yok edilmeden, ancak geçici bir nitelik taşıyabilir. Dolayısıyla bir fabrikadaki işçi işgalinde, bir kentteki komünde (örneğin Paris Komünü), bir ülkedeki işçi devletinde (mesela SSCB) bizim politikamız, elimizdeki mevzinin bir araç olarak, kapitalizmin bütününün yok edilmesi için kullanılmasıdır. Uluslararası akımımızın, tarihin gördüğü en gerici ütopya karşısında, komünizm düşmanı bir bürokrasi tarafından ismine “tek ülkede sosyalizm” denilen gerici bir ütopyaya karşı mücadele içinde gelişip serpilmiş olması bundandır. Troçkizm, tam da Marksizm’in mümkün olan biricik biçimi olduğu için, tarihsel ve uluslararası düzlemde bu mücadeleyi veren biricik akım olmuştur. Bu yönüyle bizim akımımız, “tek ülkede sosyalizm” ismindeki gerici ütopyaya karşı mücadele ederken, aslında Marx ile Engels’in geleneksel ütopyacı sosyalizme karşı verdikleri mücadelenin taşıyıcılığını yapıyordu, o kadar. Marx ile Engels’in kendisinden aktarıyorum:

“Demek ki proletarya ancak dünya çapında tarihsel olarak mevcut olabilir, nasıl ki proletaryanın işi olan komünizm de, ancak dünya çapında tarihsel olarak var olabilirse.” (K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi)

Eğer bu pasaja, genç Marx’a ait olduğu üzerinden itiraz edilecek olursa (ki bu hatalı bir itiraz olurdu çünkü Alman İdeolojisi Marksizm’in çıkış noktasını oluşturmuştur), olgun Marx’tan da örnek verilebilir. 1875 senesinde Marx Alman İşçi Partisi programının bir eleştirisini hazırlamıştı. Bu metin, yaygın olarak Gotha ve Erfurt Programları’nın Eleştirisi olarak bilinir. Bu programda şöyle yazıyordu:

“İşçi sınıfı, bütün uygar ülkelerin işçilerinin ortak çabalarının zorunlu sonucunun halkların kardeşliği olacağı bilinciyle, ilkin, bugünkü ulusal devlet çerçevesi içinde özgürleşmek için çalışmalıdır.” (Alman İşçi Partisi Programı)

Marx’ın buna yanıtı aşağıdaki gibiydi:

“Kendiliğinden anlaşılır ki, savaşım verebilmek için, işçi sınıfı, sınıf olarak kendi ülkesinde örgütlenmelidir ve savaşımın doğrudan sahnesi kendi ülkesidir. Onun sınıf savaşımı, bu anlamda ulusaldır, içerikte değil, ama Komünist Manifesto’nun da dediği gibi, ‘biçimde’ ulusal. Ama ‘bugünkü ulusal devlet çerçevesi’nin, örneğin Alman İmparatorluğu’nun kendisi de, ekonomik bakımdan ‘dünya pazarının çerçevesi içinde’ ve siyasal bakımdan da ‘devletler sistemi çerçevesi içinde’dir. Her iş adamı bilir ki, Alman ticareti, aynı zamanda, dış ticarettir ve bay Bismarck’ın büyüklüğü de kesinlikle politikasının uluslararası yöneliminde yatmaktadır.” (K. Marx’tan W. Bracke’ye mektup, Londra, 5 Mayıs 1875)

Şimdi ütopyacılarla ilgili dördüncü ve sonuncu noktamıza gelelim: Ütopyacıların eğitim odaklı yanılgılarının kaynağı, onların akla ve mantığa atfettikleri olağanüstü önemdi. Onlara göre insanın ekonomik ve toplumsal şartlarıyla insanın düşünme biçimi arasında bir ilişki yoktu. Bu nedenle eylem programlarında işçilerin ekonomik şartlarını değiştirmek için önce işçilerin zihinlerini, düşünme biçimlerini değiştirmeyi, yani işçileri akla ve mantığa davet etmeyi öngörüyorlardı. Burada Marksizm’in eğitime, akla ve mantığa değer vermediği yönünde hatalı bir fikir doğmasın. Marx ile Engels’in söylediği yalnızca şuydu: İnanların fikirlerini, onların karınlarını doyurma tarzı belirler. Dolayısıyla işçi sınıfının kendi yaşam koşullarını doğuran burjuva toplumunun yerle bir etmesi, Marx ve Engels açısından insanlığın akılla buluşmasının vazgeçilmez şartıydı. Ütopyacılar bu tip bir devrimci rasyonal perspektiften yoksun oldukları için, önerilerinin gerçekleşmesi için en irrasyonel yollara çağrılarda bulundular. Çoğunlukla toplumun “‘akil insanlar”, yani “akıllı ve mantıklı” insanlar tarafından, gerekirse diktatörlükle yönetilmesi gerektiğini savundular. 

İngiliz ekonomi politiği

Marx ile Engels’in İngiliz ekonomi politiğine getirdikleri eleştiriyi sona bıraktık ve bunun da bir sebebi var. Zira bu ikili ancak Alman idealizmi ve Fransız sosyolojisiyle politik olarak hesaplaştıktan sonra, bu hesaplaşmadan doğan araçlarla (diyalektiğin maddeci kullanımı ve sınıf mücadelesi) İngiliz ekonomi politiğini eleştirebilmiştir. Marx’ın İngiliz ekonomi politiğini eleştiride kullandığı silah Hegel’in diyalektiğidir; bu yüzden zaten Marx’ın Hegel eleştirisi, aynı zamanda da kapitalizm eleştirisidir. 

Ricardocu ekolün eksiklikleri ve hataları eleştirilmiş olsa bile Marx ile Engels’in İngiliz ekonomi politiğinin temel tezlerini kabul ettiğini hatırlamakta fayda var. Dolayısıyla burada da Marksizm söz konusu olunca, bir kapsayarak ve içererek aşma durumu söz konusu. Neydi İngiliz ekonomi politiğinin başlıca tezi: Mübadele, metalarda, yani ürünlerde biriken emek miktarının karşılıklı olarak eşitlenmesiyle gerçekleşiyordu. Marx da bu ilişkiyi birçok kereler formüle etti:

“Farklı ürünlerimizi mübadele yoluyla değer olarak eşitlediğimiz zaman, bu edimle aynı zamanda, onlara harcanan farklı türden emekleri de insan emeği olarak eşitlemiş oluruz. Biz bunun farkında olmayız, ama yine de yaptığımız budur.” (K. Marx, Kapital)

“Değer olarak her meta, üründe cisimleşmiş belli miktarda emek zamanından başka bir şey değildir.” (K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı)

Smith ile Ricardo’nun burjuva iktisatçılar olmalarına rağmen emek değer teorisinin temelini atan, onu oluşturan yaklaşımları neden benimsediklerini merak edebiliriz. Bu, onların çağındaki burjuvazinin uluslararası arenada oynadığı siyasal rolle ilgilidir. Sanayi devrimiyle birlikte üretimde artık fabrika üretimine geçilmeye başlanmıştı ve burjuvazi bunu dünyanın bütün köşelerinde uygulamaya kararlıydı. 18. yüzyıldan 19. yüzyıla geçişte burjuvazi sosyal, ekonomik ve politik olarak dünyanın devrimci dönüşümüne soyunmuştu. Burjuvazinin devrimci yükseliş döneminde klasik ekonomi politik, toplumu şekillendiren iktisadi yasalara gerçekçi ve bilimsel bir bakış açısıyla yaklaştı; bu yasalar çeşitli ahlaki davranış kategorileri altında yorumlanmaya çalışılmadı veya gizemleştirilmedi. Çünkü feodal üretim biçiminden kapitalizmin ilksel ekonomik yeniden üretim mekanizmalarına geçişte burjuvazi, bu geçişin teorisine ihtiyaç duyuyordu ve dolayısıyla onun düşünürlerinin, iktisatçılarının ekonominin toplumsal örgütlenişine yaklaşımı maddeci bir zemin kazandı. 

Marx’ın, Smith ile Ricardo’yu da kapsayan klasik ekonomi politiğe olan saygısının boyutlarını size göstermek istiyorum:

“İlk ve son kez belirteyim ki, klasik ekonomi politik ile kastettiğim, burjuva üretim ilişkilerinin görünürdeki çerçevesi içinde debelenmekten öteye gidemeyen, bilimsel ekonomi politiğin çoktan beri geliştirmiş olduğu malzemeyle geviş getirip duran ve burjuvazinin ayak işlerine yetişmek amacıyla en yüzeysel olgulara bu malzeme içinde akla yakın açıklamalar arayan bayağı iktisada karşıt olarak, W. Petty’nin döneminden bu yana, üretim ilişkilerinin gerçek içsel çerçevesini araştırmış olan bütün iktisatçılardır. Bayağı iktisatçılar ise, bütün bunların yanı sıra, burjuva üretimin ajanlarının, kendilerine olanaklı dünyaların en iyisi gibi gelen dünyaları konusunda sahip oldukları rahat ve sığ kavramları, cafcaflı bir biçimde sistemleştirmekle ve sonsuz gerçekler olarak ilan etmekle yetinirler.” (K. Marx, Kapital)

1758 tarihli Tableau économique’in (Ekonomik Çizelge) yazarı François Quesnay.

İngiliz ekonomi politiğini anlamak için 18. yüzyıl Fransa’sında doğan bir ekonomi ekolünün argümanlarını tanımak gerekiyor. Bu ekol Fizyokratlar olarak anılmaktadır ve genel düşünceleri itibariyle kesin bir biçimde devrim öncesi Fransa’sına aittirler çünkü Fizyokratlar verimli olan tek emek biçiminin tarımda kullanılan emek olduğunu düşünüyorlardı. Bu düşüncenin şu boyutu önemliydi: Emeğin kendisi bir verim, yani değer üretiyordu. Fizyokratlar bunu kır emeğiyle sınırlasalar da bu ekol iki önemli olguya ulaşmıştır: 1.) Yöneten sınıfların gelirini yaratan, yani toprak sahiplerinin, tüccarların ve sanayicilerin servetini yaratan emeğin ürünleridir (onlara göre köylü emeğinin) ve 2.) ekonomik hayatın kendisi, aslında bu üretim ve yeniden üretim faaliyetinden başka bir şey değildir. 

Fizyokratların bu yaklaşımı İngiltere’de Adam Smith ve ardından da David Ricardo tarafından sistemli bir biçimde geliştirildi. Adam Smith kendi ekonomi politiğini iki temel üzerine kurar: 1.) Meta üretimi (üretim mübadele amacıyla yapılır) ve 2.) sermayenin belirli bir toplumsal kesimde birikmesi ve toprağın mülk edinilmesi. Smith modern toplumun üç sınıftan oluştuğunu da kaydeder. O sınıflar da kapitalistler, işçiler ve toprak sahipleridir. Smith toplumsal ürünün bölüşümünü de bu sınıflara göre kategorize eder. Ona göre toplumsal üretimden kapitalistin payına kalana kâr denir, işçinin payına kalana ücret denir ve toprak sahibinin payına kalana da (burası önemli) rant denir. Toprak sahibinin payına rant denmesi neden önemli? Çünkü bu bize aslında özelde Smith’in, genelde ise İngiliz burjuvazisini temsil eden İngiliz ekonomi politiğinin, emek değer teorisine neden ihtiyaç duyduğunu açıklıyor.

Kapitalizmin yeni yeni doğduğu ve gelişmeye başladığı sıralarda toprak sahipleri, burjuvazinin gelişiminin önünde bir engeldi, dolayısıyla kapitalizmin gelişimine de bir engeldi çünkü feodal üretim tarzı altında (toprak mülkiyeti odaklı olmasından dolayı) çıkarları daha iyi korunuyordu. Bu durum devrimci burjuvaziyi, metaların değerinin içerdikleri emek miktarınca belirlendiğini kabul etmeye götürdü; klasik ekonomi politik bunu benimsemek zorunda kaldı çünkü ancak bunu benimseyerek, metalarda cisimleşen bu emeğin örgütlenmesinde ve harcanmasında toprak sahiplerinin hiçbir katkısının olmadığını gösterebilirdi. Toprak sahiplerinin bu emeğin kendisinde, dolayısıyla çeşitli emek miktarlarının karşılıklı değişimi olarak mübadelede bile bir katkılarının olmaması, onların katkıları olmayan toplumsal üretimden aldıkları payı rant olarak nitelemek için yeterliydi ve bu doğruydu da. Rant parazittir ve toprak sahipleri parazitlerdi. Emek değer olgusu gözlemlenip teoride oluşturulmaksızın, toprak sahiplerinin rantı ile kapitalistlerin kârı ve işçilerin ücreti arasında kategorik bir ayrım mümkün değildi. 

Ricardo, Adam Smith’in çizdiği çerçeveyi benimsedi (zaten iktisata Smith’e duyduğu hayranlık dolayısıyla eğilmişti). Ricardo’nun temel hedefi, Smith’in teorisindeki tutarsızlıkları düzeltmekti. Neydi bu tutarsızlıklar?

David Ricardo.

Adam Smith Ulusların Zenginliği kitabında, bugün anladığımız biçimiyle kapitalizm altında ekonomik büyümenin koşullarını irdeliyordu. Smith’in hedefi genel serveti arttırmanın yollarını bulmaktı. Ona göre büyümenin koşulu sermaye birikimi ve sermaye birikiminin şartı da kârdı. Dolayısıyla bir kaynak olarak kâr olduğu müddetçe, sermaye birikimi de doğrusal olacaktı. Ricardo’nun Smith’e ilk eleştirisi buydu: Smith kâr, rant ve ücret arasındaki bölüşüm ile büyümenin ilişkisini tek yönlü bir şekilde sonuca ulaştırıyordu. Yani Smith’e göre sadece bölüşümün büyümenin üzerinde etkisi vardı, dolayısıyla bölüşüm sırasında kâra ne kadar çok pay ayrılırsa, büyüme o kadar fazla olacaktı. Ricardo bunu yetersiz buldu ve büyümenin kendisinin de, bölüşümün üzerinde etkide bulunduğunu söyledi. Smith söz konusu ilişkiyi bir yönüyle ilgili (bölüşümden büyümeye) doğru sonuçlara ulaştırmışken, ilişkinin ikinci yönünü (büyümeden bölüşüme) hatalı varsayımlarla bırakmıştı. Ricardo bunu incelemeye girişti; yani sermaye birikimi yaşanırken bölüşümün nasıl yaşandığını ya da ücret-kâr-rant bölüşümü yaşanırken sermaye birikiminin bundan nasıl yararlandığını araştırdı. 

Ricardo’nun Smith’e bir itirazı daha vardı. Smith malların değerinin, her birinin üretimi için gerekli olan emek miktarı tarafından belirlendiğini ileri sürdü ancak bu bilimsel savın ardından olgusal olmayan iddialar ortaya attı: Ona göre aynı zamanda malların kendisinin de emrettiği bir emek miktarı vardı. Buna “malın emrettiği emek” dedi ve emek değer teorisiyle eşdeğer anlamda kullandı. Size Smith’in bu teorisinin yanlışlığını kısaca anlatmak istiyorum.

Smith’in değeri algılamada noksan bıraktığı taraflar bir çelişkiye denk düşüyordu. Smith’e göre malların değerini emek belirliyordu, emeğin değerini de ücret belirliyordu. O zaman ücretin değerini ne belirliyordu? Bu ücretle, ücreti alan işçilerin ürettiği mallar satın alınmıyor muydu? E bu durumda o zaman ücretlerin değerini de mallar belirliyordu. Ama bir dakika, malların değerini zaten emek belirliyordu. Bu durumda karşımıza aşılmaz bir çelişki çıkıyor: Hem ücret emeğin değerini belirliyordu, hem de emek ücretin değerini belirliyordu. Smith bu çelişkiyi çözemedi.

Smith bununla yetinmedi, bir adım daha attı ve hem emek değer teorisinin, hem de “malın emrettiği emek” anlayışının, sermaye birikiminin ardından geçerliliğini yitirdiğini söyledi. Smith’in dediği, kâr ve rant söz konusu olduğunda malın değerinin, onun üretimi için gerekli maliyetlerin toplanmasıyla oluştuğuydu. Bu ne demek? Smith aslında özetle şunu ileri sürüyordu: Emek değer teorisi feodalizm altında geçerliydi, kapitalizm altında geçerli değildi. 

Thomas Philips’in David Ricardo tablosu.

Ricardo buna karşı çıktı ve emek değer teorisinin kapitalizmde de geçerli olduğunu söyledi. Smith’in “malın emrettiği emek” teorisini ve emek değeri inkarını reddetti. Ricardo emek değer ilişkisinin kapitalizm altında da mevcut olduğunu ispatlayabilmek için ilk önce bu ilişki biçiminin kâr ve rantın toplumsal varlığıyla çelişmediğini kanıtladı. Ricardo’nun bölüşümden büyümeye doğru gitmesinin nedeni budur; ücret, kâr, rant bölüşümünün değeri etkilemeyeceğini göstermek. Ricardo tam tersini gösterir; değer bölüşümü etkiler. Kendisinden aktarıyorum:

“(…) ne var ki, bu bölüşüm, malların değerlerini etkileyemez çünkü sermayenin kârları çok da olsa az da, yüzde elli de olsa, yüzde yirmi de, yüzde on da, işçinin ücretleri yüksek de olsa düşük de, bu bütün dalları eşit şekilde etkileyecektir.” (David Ricardo, Ekonomi Politiğin ve Vergilendirmenin İlkeleri)

Ancak Ricardo’nun da emek değer teorisinde boşluklar ve yanlışlar mevcuttur. Bu yanlışların bütününe burada giremeyeceğim, vaktim dar (mesela bütün malların değerinin onların içindeki emek miktarı olduğunu söylerken, garip bir biçimde altını hariç tutmuştur. Ricardo’ya göre altının değeri, o sırada piyasada dolaşımda bulunan altının miktarına göre belirleniyordu). Ancak şu kadarını söyleyebilirim: Ricardo kitabının ilerleyen kısımlarında, bölüşümün değeri etkileyemeyeceğini söylemeyi sürdürse de, ücret değişikliğinin malların göreli değerini değiştirebileceğini yazar, ki bu çelişkilidir ve yanlıştır. Ricardo değerin çeşitli varyantlarını, türlerini birbirine karıştırır, onları kavram düzeyinde birbirinden ayırt edemez. 

Bunu yapacak olan Marx’tır. Marx, Ricardo’nun arayıp da bulamadığı, bu nedenle de teorisinin yumuşak karnı olan kavramı keşfeder: Artı-değer. Artı-değeri burjuvazinin cephesinden emek değer teorisini oluşturmaya çalışan birinin keşfetmesi zaten mümkün değildi. Çünkü burjuva iktisat kâr ile artı değeri birbirinden ayırt etmez; Ricardo’nun yaptığı buydu. Marx aynı zamanda değer ile üretim fiyatının da aynı olmadığını ilave eder. Böylece Ricardo’nun yarattığı karışıklık çözüme ulaşır. Böylece emek değer teorisinin mantıksal sonuçları olarak elimize artı değer ve sömürü kavramları geçer; emek değer teorisi artı değer ile artı değere el koyuştan, yani sömürüden bağımsız düşünülemez. Bu nedenle burjuvazi ve burjuvazinin üniversitelerindeki akademik ekonomi eğitimlerinde ne Ricardo’ya ne de burjuva klasik ekonomi politiğin emek değer buluşuna rastlanır. Marx bu keşfi kaçınılmaz sonuçlarına vardırdığı için.

Marx ile Engels Smith ile Ricardo’nun yarım bıraktığı işi tamamladılar ve kapitalist ekonominin birçok başka yasasını daha keşfettiler. Örneğin Smith de Ricardo da kapitalist üretim sürecini dinamik değil, durağan bir bütün olarak ele aldı ve bu nedenle kapitalizme içkin rekabetin ekonomik temellerini açıklayamadı. Onlar sermaye birikiminin daima denge yarattığı yönündeki argümanla hareket ettiler; halbuki bu birikimin arz ve talepte yarattığı dengesizlik ve arzın talebi geçmesi eğilimiyle aşırı üretim krizlerinin patlak vermesi, kapitalist üretime içkindi. Bunu Marx keşfetti. Marx aynı zamanda rekabetin ve krizlerin üretimin maliyetini ve tekniğini değiştirdiğini, bunun da malların değerini etkilediğini keşfetti. Ancak Marx’ın en önemli keşiflerinden biri, değerin emek değil emek gücü tarafından yaratıldığını keşfetmesiydi. Yani değeri, bir malın üretiminde harcanan emek değil, bir malın üretiminde harcanan emeğin belirli bir bölümü-parçası, teknik deyişiyle verili bir zaman dilimindeki verili bir toplumun verili bir işgününün veya çalışma saatinin toplumsal olarak ortalaması, yani emek gücü değeri belirliyordu. 

1920’nin Temmuz ayında, Rusya’nın Petrograd kentindeki Putilov fabrikası işçilerinin gerçekleştirdiği toplantıdan bir kare.

Emek gücünün keşfini başka keşifler izledi. İşçiler işgücü piyasasına girdiklerinde emeklerini satmıyorlardı. Burjuvazi onların emek gücünü kiralayıp, bunu metalara çeviriyordu. Dolayısıyla emek gücü, diğer bütün metalar gibi, nesnel olarak kendi değerine ve değer yasalarına sahipti. Emek gücünün üretimi ve yeniden üretimi kendi maliyetine sahipti. Diğer bütün metalar gibi bir kullanım değeri ve bir mübadele değeri vardı ve onun mübadele değerini belirleyen doğrudan doğruya kullanım değeriydi. Emek gücünün mübadele değeri ise, emek gücünün ürettiği metanın mübadele değerini, yani fiyatını belirlemiyordu (Marx, Ricardo’yu bu noktada düzeltmiştir). Bunlar ayrı kategorilerdi. 

Marx buradan hareketle, az önce değindiğimiz keşfini gerçekleştirdi: Artı-değer. Emek gücünün kullanım değeri, aslında onun hammaddelerin, makinelerin ve benzeri üretim araçlarının değerine değer eklemesidir. Emek gücünün üzerinde dönüşümde, değişimde bulunarak kendisinden başka bir nesne ürettiği bu ham nesnelerin değerinin üzerine koyduğu değere Marx “eklenmiş değer”, “ilave değer” diyordu (bu terimin Türkçe çevirisi farklılaşabilir). 

Şimdi kafanızda bir canlandırın: Kapitalistin işçiye verdiği ücret, burada hangi değeri temsil etmelidir? Ücret, aslında işçinin kendini yeniden üretmesi için ihtiyacı olan miktardır; yani beslenmek ve benzeri ihtiyaçlarını gidermesi için gereken maliyetlerin asgari toplamı ücrettir. Eğer kapitalist, emek gücünün yeniden üretimi için gerekli olan maliyetin yanı sıra, emek gücünün ürettiği bu ilave değerin karşılığını öderse ne olur? Kendisi satın aldığı hammaddelerin, üzerine değer konulmamış değerleriyle kalakalır, ki hammaddeleri zaten ilk değerleriyle almıştır. Dolayısıyla kapitalist, emek gücünün ürettiği bu ilave değerin karşılığını verirse, kâr edemez.

İşte Marx bunu keşfetti. Bu ilave değer, aslında artı değerdi. Emek gücü bunu yaratıyordu ancak karşılığını almıyordu. Artı değer, emek gücü tarafından yeni üretilmiş olan metanın değeriyle (üstüne değer eklenmiş olan hammaddenin değeriyle), emek gücünün kendisinin değeri arasındaki farktır. Bu farkın ismi de sömürüdür. Kapitalizmde bütün politik, ekonomik, askerî, toplumsal, idari, diplomatik, düşünsel ve benzeri tedbirler ve atılımlar, emek gücünün ürettiği metanın değeriyle emek gücünün değerinin arasındaki farkın, yani artı değerin, yani sömürünün derinleştirilmesini, arttırılmasını, savunulmasını hedeflemektedir. İçinde yaşadığımız toplumun bütün ikincil reflekslerini ve yönelimlerini, krizlerini ve dalgalanışlarını belirleyen biricik olgu, temel yasa işte bu sömürünün muhafaza edilmesi ve sürdürülmesidir. 

Sunumumuzun başında Marksizm’in ne olduğunu cevaplamaya çalışacağımızı söylemiştik. Marksizm, burjuva toplumun üzerine bina edildiği bu değer farkının, artı değere el konuşun, sömürünün işçi sınıfının devrimci ve enternasyonalist eylemi aracılığıyla yok edilişinin, ortadan kaldırılışının, ilga edilişinin yöntem bilimidir. Bu yöntem bilimi bize bunu, ancak ve ancak Lenin’in ortaya koyduğu öncü parti modeliyle ve Troçki’nin ortaya koyduğu sürekli devrim stratejisiyle yapabileceğimizi söylemektedir. Bunlar haricindeki her şey işçi sınıfını sadece mutlak olarak yenilgiye götürür ve komünizmin inşasını geciktirir. Bu yüzden söz konusu olan Marksist metodoloji olunca ve onu gerillacı, toplumsal hareketçi, kimlikçi, sınıf işbirlikçi, halk cepheci, demokratist, sekter veya reformist sapmalardan korumak olunca, uluslararası akımımız saplantılı bir akımdır. Biz bu metodolojiye saplantılıyız çünkü bu metodoloji insanlığı tarihsel köleliğinden kurtaracak olan perspektif biliminin kendisidir, başka da bir şey değildir. 

Sonuç

Buraya kadar anlattıklarımızı bir sonuca bağlamak istiyorum. Sunum boyunca birçok isimden bahsettik. Aristoteles’ten Epiküros’a, Kant’tan Fichte’ye, Hegel’den Marx’a, Adam Smith’den David Ricardo’ya, Engels’den Troçki’ye, Plehanov’dan Lenin’e. Bütün bu zihinleri belirli bir bağlamda değerlendirmek gerekiyor ve o bağlamı en iyi özetleyen de, 1676’da meslektaşı Robert Hooke’a yazdığı bir mektupta şu cümleyi kaleme almış olan fizikçi Isaac Newton’dur:

“Eğer daha uzağı görebiliyorsam bu, benden önceki devlerin omuzlarında durduğum içindir.” (Isaac Newton, Robert Hooke’a mektup, 1676)

Bu devler karşısında, özellikle de Marx, Engels, Lenin ve Troçki karşısında, bizler elbette cüceleriz. Ancak unutmamakta fayda var ki, devlerin omuzlarında duran cüceleriz. Bu devlerin omuzlarında duruyor olmamız bize, kendimize ve geleceğe güven duymak için yeterli nedenleri sağlıyor. Tek sorumluluğumuz, aslında iyi öğrenciler olmak; burada metodik ve politik mirasları özetlenmeye çalışılan isimlerin sadık takipçileri olabilmek. 

Şimdi bu mirasla ne yapmalı? İzin verirseniz, son bir aktarım yapacağım Troçki’den: 

“Sevgili yoldaşlar

Büyük bir sevinçle öğrendim ki, kendi gazetenizin basımı işinin altına giriyorsunuz. (…) Devrimci mücadelenin dışında Marksizm’in çalışılması ancak kütüphane sıçanları yaratır, devrimci değil. Marksizm’e çalışılmadan devrimci mücadeleye katılmak ise kaçınılmaz olarak riskler, muğlaklıklar ve yarı körlükler barındırır. Sınıfın hayatına ve mücadelesine katılmaksızın Marksizm’i bir Marksist olarak çalışmak mümkün değildir; devrimci teori pratik tarafından doğrulanır ve pratik de teori tarafından doğrulanır. Yalnızca kavganın içinde edinilmiş Marksizm’in doğruları, ruha ve kana işleyebilir.” (L. Troçki, İspanyol Sol Muhalefeti’nin gençliğine mektup, 13 Haziran 1932)

“İnsanlık kültürünün bugünkü krizi, proletaryanın önderlik krizidir. Dördüncü Enternasyonal’de birleşen ileri işçiler, sınıflarına krizden çıkış yolunu göstermektedir. Proletaryanın ve tüm dünyada ezilenlerin kurtuluş için verdikleri mücadelenin uluslararası deneyimlerine dayalı bir programı ileri sürerler. Onlara lekesiz bir bayrak sunarlar. Bütün ülkelerin kadın ve erkek işçileri, Dördüncü Enternasyonal’in bayrağı altında yerini al! Bu, senin yaklaşan zaferinin bayrağıdır ! ”

– Lev Troçki

Biz, koronavirüse karşı hayata geçirilen ve kapitalistleri korumayı amaçlayan politikalar neticesinde bugün derin bir krize savrulmuş olan mevcut burjuva toplumun içinde, bizzat bu toplum biçimini ortadan kaldırmak için, “Marksizm’in doğrularının ruhuna ve kanına işlemiş” olan bir devrimci parti inşa etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bütün bu anlatılanlarla ne yapılması gerektiği bana sorulacak olursa, cevabım “kütüphane sıçanlarına” dönüşmemek için, bir an önce devrimci mücadelenin içindeki yerimizi almaktır. Ve yine bana soracak olursanız, bu devrimci mücadeleyi bugün vermenin biricik yolu, saatlerdir üzerine konuştuğumuz Marksist metodolojiyi kendi programında ve örgütsel gövdesinde muhafaza edebilmiş olan biricik akımın, yani Dördüncü Enternasyonal’in yeniden inşası için çalışmaktır. Çünkü 21. yüzyılda Dördüncü Enternasyonalcilik haricinde ve dışında bir Marksizm türü yoktur; bu olağanüstü birikim, bizim akımımızda korunmuş ve ileri taşınmıştır. Dört’e programatik olarak karşı olmanın tek anlamı vardır, o da oportünizm.

Teşekkür ederim dinlediğiniz için.