Filistin sorununda felsefenin sefaleti

Filistin’e karşı ırkçı İsrail devletinin acımasız saldırıları sürerken, bizim ülkemizle birlikte tüm dünyadan aydınlar ve entelektüeller de bu konuya dair fikirlerini açıklamaya devam ediyor. Bunların arasında, sanat dünyasından siyaset kuramcılarına, Roger Waters ve Noam Chomsky gibi hala onurunu koruyan ve “akıntıya karşı” yüzmeye çalışan kişiler olsa da, geri kalanın halinin içler acısı olduğunu söylemek herhalde abartı olmaz. Başlıktan da tahmin edilebileceği üzere bu yazıda, bahsettiğimiz “geri kalan” kesim içerisinde yer alan iki kişiye, Zizek ve Butler’a odaklanacağız. Bu seçim elbette rastgele bir seçim değil. Bu iki düşünür hem sembolik anlamları, hem de şöhretleri ve itibarları (!) dolayısıyla hala kendilerini sosyalist ve feminist addeden kesimler üzerinde önemli bir etki gücüne, hiç olmazsa bu kesimlerin gündemlerini şekillendirme gücüne sahip kişiler olarak karşımıza çıkıyor.

Butler yazısına öncelikle “Hamas terörünü” kınayarak başlıyor (başka türlüsü mümkün müydü ki!). Yazı boyunca doğru sorulara doğru cevaplar vermek için doğru bir kavram seti ve çerçeveye sahip olmanın öneminden bahseden Butler, ne yazık ki bunların hiçbirisine sahipmiş gibi görünmüyor. Kınama eylemi üzerinden “etik sorumluluğumuzu” tartışmaya açan düşünür, Hamas’ın eylemlerini aklamak için İsrail devletinin yaptıklarını kullanmanın doğru olmadığını, bölgedeki şiddetin tek sorumlusunun İsrail devleti olduğunu söylemenin çarpık bir “ahlaki akıl yürütme” olduğunu iddia ediyor.

Halbuki biz, bu tür yazılarda da çokça karşılaştığımız, yanlış bir tarih ve maddi koşullar okuması üzerinden yürütülen soyut “ahlaki akıl yürütmelerin” peşinde değiliz ki! Bizim derdimiz çok açık ve sarih: Ezilenin, kendini ezenlerden nasıl kurtulacağı. Aslında birçok kez meselenin tarihini bilmek ve görmek gerektiğinden bahseden düşünürün neden tüm bunlara rağmen soyut bir çerçevede kaldığı ise burada ortaya çıkıyor. Kendisi biçimsel olarak somut ve tarihsel bir dil kullanırken, içerikte olabildiğince bayağı şeyler söylüyor. Düşünürün yaptığı temel ve affedilmez hata, belki anaakım medya ve kuruluşlar tarafından “kınanmanın” da korkusuyla, ezen ve ezilen ilişkisini tahrif etmek, ikisi arasındaki farklılıkların üstünü örtmek. Ki bunu somut ve tarihsel bir perspektif ortaya koyduğunu iddia ederek yapmak, belki de doğrudan doğruya bunu yapmaktan çok daha vahim ve tehlikeli. Düşünür bir yandan sömürgeci ve sömürge kavramlarını kullanmaktan çekinmese de, onun sürekli olarak “iki tarafı da kınamaya” ya da “iki tarafı da anlamaya” yönelik çağrıları bu iki kavramın bize sunduğu bakış açısının altını oymaya devam ediyor. Yani Butler bize bir eliyle sunduğunu diğer eliyle geri alıyor. Dolayısıyla yas tutmaktan bahsederken 2008’den bu yana (henüz şu anki çatışmalar başlamamışken) öldürülen 3800 Filistinli sivil için neden yas tutmadığımızı cesurca (!) sorgulayan düşünüre biz de şunu sormak isteriz: Peki bunca zaman, bunca Filistinli sessizce katledilirken ortada olmayan müthiş vicdanlı ve ahlaki barış çağrıları, neden ezilenler eline taşı aldığı zaman ortaya çıkıverdi?

Belli ki kitle nezdinde normalleşmiş olan sömürgeci şiddeti pek de ilgi çekmiyordu. Ne var ki ancak ezilenler cüret ederek eline taşı aldığı zaman, ancak empati kurulabilecekler listesine dahil olanların (onlara ne kadar teşekkür etsek az!) zarar görmeye başlaması sayesinde, belki çok da zalim görünmemek adına, bu listede olmasa da on yıllardır sistematik bir işkence ve kırıma uğrayan kesim için de (yani “iki taraf” için de) bir söz etmek icap etmiş olabilir. 

“Belki kulağa naif gelebilir” (hem de nasıl!), diyor Butler bitirirken, “şiddetsizlik politikasının her zaman çözüm olmadığını bilsem de” (bu meselede de olmadığı gibi) “kişisel olarak bunu savunuyorum”, ve ekliyor, “bunun mevcut düzenin (soykırım ve aşağılama politikalarının) devamı anlamına gelmemesi kaydıyla.”(!) Ama “iki tarafa da” yapılan bir şiddetsizlik çağrısının anlamı bundan başka ne olabilir ki? Tüm bu yıkımın içinde Filistinlilerin, Butler’ın zarif kalemi ve keskin zekasından dökülen, uzak ve beyaz kaygılarla bezeli bu uzun ve afili cümleleri okuyup anlamlandırmak için hiç ama hiç enerjisi yok. Ama bir an olsun bu zamanı ve enerjiyi kendilerine yarattıklarını düşünelim. O zaman bu insanlar Butler’a şunu soracaklardır: ‘’Peki ne yapmamız lazım?’’ Gerçekten de çözüm nedir? Tüm Filistinliler de Butler gibi uzun uzadıya bir yazıyla şiddetsizlik çağrısı yapmalı ve kendi ezenlerinin bir yerde insafa gelmesini yahut da ezenlerin destekçisi azgın emperyalist devletlerin akli ve vicdani kararlar vermesini mi beklemelidirler? Ezenin barış çağrılarına uyup ezilenlere haklarını takdim ettiği tarihte hiç görülmüş müdür? Bu durumda ezilenlerin ellerindeki silahları bırakmalarını istemenin, sessizce ölümü beklemelerini istemekten farkı nedir? Tüm bunlardan sonra Butler’ın kendi ve kendi gibi olanlardan “ehlileştirilmemişler” olarak bahsetmeye hakkı var mı? Hiçbir politik ve tarihi altyapıya sahip olmayan, ortalama vicdana sahip birine savaş videoları izlettiğimizde, bu kişi Butler’ın yaptığı çağrının aynısını yapmaz mıydı? Günün sonunda, bu saldırgan devletlerin aradığı ve kabul edilebilir bulduğu muhalif tipi zaten harfi harfine bu değil midir?

İşte doğru soruları sorup, doğru çerçeveler çizmekten bahsedip duran bu uzun yazı, bu soruların hiçbirine cevap verememektedir.

Peki Zizek bundan farklı bir şey yapıyor mı? En azından lafı fazla dolandırmadan, Butler’ın bize üstü kapalı verdiklerini daha açık sunduğu söylenebilir. Elbette o da yazısına tartışmasız bir Hamas kınamasıyla başlıyor. Tarihsel çerçeve vurgusunu da es geçmeden Hamas’ın yaptıklarının İsrail’in çokça işine geldiğini söylüyor. Zizek, çok vicdanlı bir biçimde, anti-semitist olmayan Filistinlilerin ve işgal karşıtı Yahudilerin varlığından bahsettikten sonra (sanki bunu inkâr edenler varmış gibi), “iki tarafı da” barış ve diyalog karşıtı radikaller ilan ederek, bahsettiği tarihsel diskuru ve İsrail devletinin işgalci politikalarını bir anda görünmez kılıp, tıpkı Butler gibi, ezen-ezilen ilişkisini bulanıklaştırıyor.

Filistinliler daha fazla akademik kaygılarla bezenmiş cümleler okumak istemiyorlar ve kestirmeden soruyorlar: Peki ne yapalım? Bu sefer Zizek gerçekten de lafı çok uzatmıyor ve bir anda kurtuluş meleği ve söylenmeyeni söyleyen o kişi olarak karşımıza İsrail eski başbakanı Ehud Olmert’i çıkarıyor. Açıkçası Zizek’in bu yazıda, İsrail ve devletinden aktif rol alacak bir özne olarak bahsederken, Filistinlileri “empati” yapılacak ve “el uzatılacak” kesimler olarak tanımlamasının mantıksal sonucu, elbette bir İsrail eski başbakanının çözüm figürü olarak karşımıza çıkmasıdır, buna şaşırmamak lazım. Hatta ezilenler ayaklandığı zaman ortaya çıkan duyarlılığın, bu halklara üstten bakan özünü bize daha saf bir biçimde sunduğu için teşekkür bile edilebilir. Yine de Zizek’in, bir işgal ve soykırım devletinin “kendi ezilenlerine” özgürlük bahşetmesini beklemesinin, akademik kariyerini eleştirisine adadığı kapitalizmden işçileri sömürmeye son verip baskı mekanizmalarını lağvetmesini beklemekten bir farkının olmadığını görememesi, kayıtlara geçmesi gereken bir vaka olarak alınmalıdır (öte yandan yakın zamanda NATO’yu dünya barışı ve özgürlüğü adına savunan biri için, belki de alınmamalıdır.)

Olmert’e dönecek olursak, bu eski bürokrat Hamas’la savaşmamız gerektiğini, fakat “diyaloğa açık” otoriteler için de arayışta olmamız gerektiğini söylüyor. Ama Filistinlilerin sabrı artık tükendi, daha fazla konuşmak ve anlamsız cümleler okumak istemiyorlar. Bahsedilen şiirlerden, şairlerden; romantik ve edebi ütopya tariflerinden mideleri bulanıyor. İşgalcilerin derhal topraklarını terk etmelerini istiyor ve bunun için her şeylerini feda etmeye hazır olduklarını söylüyorlar.

***

Butler ile Zizek’in yazılarına aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz: