1.) Saray rejiminin ve onun içerisinde nefes alıp vermeye başladığı ve ardından da revize ettiği anayasa ile bu anayasanın Bonapartist içeriğinin karşısında; söz konusu içeriği olanaklı kılan yasaların belirlediği çerçeveyi verili tek meşruiyet zemini olarak mücadele programının odağı haline getirmek, bu anayasayla birlikte (çok daha hızlı gerçekleşecek olması kaydıyla), mücadele programının da çürümesini ve yozlaşmasını getirecektir.
2.) Bu ilişkinin, ortalama bir siyaset sosyolojisi ders kitabının akademik çerçevesi kapsamında anlaşılması, ihtimaller dahilinde değildir. Yeni toplumsal güçlerin ve ilişkilerin karşısında tozlanmış bir anayasa metninin, özgürlük ve adalet istemlerinin hukukî gardiyanı olarak belirmesinin şartı, tozlu olanın yasal anlamlarının teolojik bir sorgulaması değildir. Bu, ancak o tozlu olandan rasyonal bir kopuşla somutlaşabilir. Kitlelerin önüne eylem olarak “sıçramayı” sürüp, varılacak yeri “iki adım geri” olarak saptamak, ancak bu çelişkinin bir sonucu olabilir; halbuki sıçrayıp iki adım geriye düşmenin anlamı, dengeyi kaybedip sırt üstü yere kapaklanmaktır.
3.) Yasalar gökten düşmezler; yeryüzünde, birtakım sosyo-politik süreçlerin içerisinde ve sonrasında oluşturulurlar. En değerli nitelikleri, insan yapımı olmalarıdır. Ancak insan yapımı olan diğer birçok unsur gibi (Allah, devlet, meta), toplumsal yaşantının kritik bir dönemecinde, insanlar yasaları değil, yasalar insanları yönetmeye başlamıştır. Sınıflı toplum insanının düşünsel ufku, karşısında yabancılaştığı unsuru değiştirebileceğine ihtimal vermez. Bu nedenle sürekli olarak insanın bu unsuru yeniden şekillendirmek, onu yeniden yorumlamak gibi muhafazakâr refleksleriyle karşılaşırız.
4.) Burjuva pozitif hukukunun ontolojik koşulu, insanların bu hukuk tarafından formüle edilmiş olan yasaları ihlal edebilme kapasiteleridir. Tek başına bu gerçek bile, Anglosakson liberalizminin büyük bir şevkle antikomünist argümanlarının üzerine serpiştirdiği o meşhur “insan doğasına” yabancı ve onu yabancılaştıran bir ilişkiye parmak basmaktadır. Burjuva toplumun siyasal ve ekonomik kutsalları etrafında koruyucu bir çit olarak örülmüş olan anayasaları var olmak zorunda bırakan dinamik, toplumsal eylemin kendiliğinden ve bilinçli biçimlerinin, doğaları gereği bu kutsalların doğalarıyla bir tezatlık içerisinde olmasıdır. Tam olarak bu sebeple, yasa ve özgürlük kavramları bir eşanlamlılığa değil, zıtlığa işaret eder.
5.) Yasa bir limittir; bu limiti yasaları belirleyen yasa koyar. Temel olarak insan eyleminin koyduğu bu limit, döner ve insan eylemini sınırlar. İnsanın, kendi eylemini kısıtlayan bu limite karşı, limiti belirleyen yasaların yasasını değil de, limiti koyan yasayı yeniden yorumlama refleksi gösteriyor olması, yine o tutucu sınırın koyduğu yetki alanına hapsolmaktır. Bu yetkiyi tanımak zorunda bırakılan bir siyaset ise ancak var olanı yeniden üretip onu meşrulaştırabilir ama yıkamaz.
6.) Var olanı yıkamayanın ideal olanı inşa edemeyeceği barizdir. Bu bağlamda yasaların yasasını politik eyleminin hedef tahtası olarak belirlemeyenin, değişimin temsilcisi olması olanaksızdır. O, kalıcı olma niyetinde olan paslı yapının cilası olabilir, o kadar.
7.) Bu noktada Amerika Birleşik Devletleri’nde hazırlanıp yürürlüğe sokulmuş bulunan 1776 Jefferson Anayasası’nı, şaşırtıcı bir açıklıkla temas ettiği yasaların yasası sorununa bir örnek olarak verebiliriz. 1776 Anayasası yasama, yürütme ve yargıyı keskin bir biçimde birbirinden ayırıyor ve Locke’cu bir anayasa olarak anılmasına sebep olan üçlü bir temel ve dokunulmaz haklar sistemi öngörüyordu. Bu üç hak bireyin özgürlüğü, bireyin mülkiyeti ve bireyin yeteneklerini geliştirmesiydi. Anayasaya göre hiçbir hükümet bu üç hakkı sorgulayamaz ve meşruiyetlerini tartışmaya açamazdı. Jefferson Anayasası bireyin özgürlüğünü dokunulmaz saydığı haklar arasında görse de köleleri özgürleştirmemişti. Çünkü köleler, bireyin özgürlük hakları kapsamına değil bireyin mülkiyet hakları kapsamına giriyor; yani kölelerin mülk edinilebilme hakkı, onların özgür olma haklarına üstün geliyordu. İstisnasız bütün anayasa örneklerinde olduğu üzere 1776 örneğinde de, yasaların yasası olarak mülkiyet, diğer bütün yasaların ve onların içerdiği hak ve yetki tanımlarının limitlerini belirlemişti. Bu bağlamda, ortalama bir muhalif, yasaların yasası olduğu gerçeğiyle hesaplaşmadıkça, ömrü boyunca ortalama bir muhalif olarak kalmayı sürdürecektir.
8.) Hukukun tanıyıp muhafaza ettiğini ileri sürdüğü haklar ile özgürlükler, hukuk ötesi ve üstüdür. Çünkü hukuk bu özgürlükleri keşfetmemiş ama insanlık tarafından büyük mücadelelerle fethedilmiş olan bu özgürlükler kendi hukuklarını icat etmişlerdir. Böylece eşitlik ile özgürlüğün tesisinin veya var olduğu derecesiyle korunmasının bir kamu hukuku icrası olacağı/olması gerektiği beklentisi eylemsel anakronizmdir, somut ilişkileri ve mücadeleyi baş aşağı çevirmektir, alfabeye Z harfinden başlamaktır, ateş yakmadan yemeği pişirmek istemektir ve aslında bir noktada, kendini tekrarlayan dua metinlerinin yüzeyselliğini korkutucu bir şekilde kazanmaya başlamış olan anayasal ilahileri uyuşuk bir koro eşliğinde seslendirmektir.
9.) Birçok yönden farklı olan bireylerin eşit haklara sahip olmasının nihai anlamı, bu bireylerin kendi aralarında eşitsiz olduklarıdır. Yasalar karşısındaki eşitliğin şartı, mülkiyet karşısındaki eşitsizliktir. Mülkiyet önünde eşitlik sağlanınca, yasalar karşısında eşit olma ihtiyacı ortadan kalkmaktadır. Hukukun sağlamakla yükümlü olduğunun söylendiği eşit hak ilkesi, ancak eşitsiz olan kişiler arasında uygulanabilir bir pratik alanı bulabilir. Zaten aralarında eşit olan kimselere, kendilerinin dışındaki bir ölçütün eşdeğer bir şekilde atfedilmesi olanak dışıdır. Ancak kendisini kendinde temsil edemeyen bir varlık; ancak kendi temsilini kendi eyleminde ve kendisi haricindeki varlıkların eylemlerinde ifade edemeyen bir kimse, kendi temsilini yabancılaşmış bir iradenin hakemliğine terk edebilir.
10.) Hak, hukuk ve adalet kendi başlarına kaldıklarında, salt kendi anlamlarıyla ele alındıklarında birer hiçtirler. Hukuk hiçbir zaman içeriğe dair olmamıştır; o hep biçim olmuştur. O, toplumsal arenada karşı karşıya gelen düşman sınıfsal güçlerin arasındaki verili ilişkinin ve mücadelenin bir fotoğraf karesi, bir formudur. Bu üçlemeye, kaba bir yansıması oldukları sınıflar mücadelesinin içeriğinin haricinde ve ötesinde yüklenen bütün anlamlar, bumerang etkisiyle dönüp sınıflar mücadelelerinin felçleştirilmesine; birtakım soyut ve sonuçsuz anayasal ayetlerin kutsallığı uğruna mücadeleci işçilerin ve yoksulların politik olarak silahsızlandırılmasına yol açar. Bu ilişki, sadece bugünün Türkiye’sinin değil ama bütün dünyanın toplumsal yaşantısını belirleyen en temel yasalardandır. Bu yasanın bilinciyle programını inşa etmeyen bütün odaklar, geri dönüşsüz bir yenilgiye mahkumdur.
11.) Devrimci Marksistler açısından, nihai anlamda geçerli olan ve uygulanması gereken biricik “hukuk”, sınıfsız toplum için verilen mücadelenin, tarihsel deneyimlerden damıtılmış ve günlük gelişmelerle zenginleşen hukukudur. Bu bağlamda, devrimcilerin anayasasının tartışılmaya dahi açılamaz olan ilk maddesi, sosyalist devrimin çıkarına olan her şeyin meşru, sosyalist devrimin çıkarına olmayanların da gayrimeşru olduğudur. İnsanlığı kurtuluşa, yani sınıfsız topluma taşıyan, verili hukuk ötesi de olsa, bütün mücadeleler meşrudur. Bunun bir burjuva etik felsefesi çerçevesinde anlaşılması mümkün değildir. Proleter moral, açık ve net olarak, sınıf düşmanlarının yarattığı demokratist, ulusalcı veya kalkınmacı serapların karşısında, işçi sınıfı eyleminin ve programının politik ve örgütsel bağımsızlığını savunur. Sınıfsız toplum mücadelesinin hukuku, ehvenişer olduğu söylenenin siyasal bir bileşeni olmayı yasaklar ve nihayetinde de, sınıflar mücadelesinin ve proleter demokrasinin yasaları eşliğinde hükmünü verir.
12.) Evrensel hak, hukuk ve adalet mevcut değildir. Evrensel olan tek yasa, evrensel olan hiçbir şeyin olmadığıdır. Hukukun, çeşitli sınıflar arasındaki mücadeleyi uzlaştırmak ve ezilen sınıfları bir kere daha ezmek, ama bu sefer bir anayasa kitapçığıyla ezmek üzerine kurulu olan gerçek amacı, mevcut durumdan çıkışın araçlarının “evrensel” değil, aksine “tikel” (yani sınıfsal) olduğunu ispatlamaktadır. Bizzat sosyalist devrimin ve bu devrime yönelik mücadelenin hukuku dahi “hak, hukuk, adalet” üçlemesinin sözde evrenselliğine indirilmiş bir darbedir. Hak yoktur; işçi sınıfının mevzileri vardır. Hukuk yoktur; işçi sınıfının çıkarına olanlarla olmayanlar vardır. Adalet yoktur; sınıfsız toplum altında adalete duyulan sınıflı ihtiyacın ortadan kalkması vardır.