Güney Afrika (alt)emperyalist mi? Tartışmayı yeniden şekillendirmek

Melanie Samson 

(Çeviri: Aslı Göymen) 

Dakar’da MNET’in meşhur Egoli adlı pembe dizisini seyredebilir, Maputo’daki Nando’s’da Güney Afrika üsulü peri tavuğu yiyebilir, Harare’deki bir Standart Bank ATM’sinden para çekebilir, Batı Cape’ten gelen taze Ceres marka meyve sularınızı Lusaka’daki Shoprite’da içebilir ve tüm bunların hepsini Botswana’dan gelen bir DeBeers elması serçe parmağınıza takılıyken yapabilirsiniz. Apartheid sonrası Güney Afrika devleti, NEPAD (Afrika için Yeni Ekonomik Ortaklık)’ın uygulanmasını sağlama almak ve onu bir barış-simsarı paltosu, Afrika Rönesansı’nın lideri ve kıtanın sesi addetmek için manevralar yaparken; NEPAD’ınki kadar Güney Afrika sermayesinin de damgası kıtanın ötesine ve geniş bölümüne vuruluyor. 

Güney Afrika devleti ve onun sermayesi, Afrika’nın geri kalanında bu türden bir temsile sahipken birçok insanın dilindeki “emperyalizm” sözcüğü şaşırtıcı değil. Güney Afrika’nın kıta üzerinde büyüyen hegemonyasını çok azı inkâr ederken, bu gelişmelerin nasıl karakterize edileceği konusunda akademik ve aktivist çevreler arasında hararetli bir tartışma var. İzgenin bir ucunda bulunan Ishmael Lesufi (2004, 2006), bunları Güney Afrika emperyalizminin kanıtları olarak görürken, diğer uçta bulunan Patrick Bond (2004, 2005, 2006), Güney Afrika’nın Amerikan emperyalizminin alt emperyalist bir vekili olduğunu öne sürüyor. 

Peki, Güney Afrika’nın mevcut konjonktürdeki rolü nedir? Ne yazık ki emperyalizm hakkında filizlenen Marksist alanyazını, Güney Afrika tartışmasında sınırlı bir kavrayış veya kılavuzluk sunuyor. Emperyalizm üzerine yeni kuramlamalar, Amerikan devletinin temin ettiği ‘himaye ve küresel kapitalizmin yeniden üretimi’nde bulunan güncel emperyalizm ile emperyalistler arası çekişmeler ve diğer topraklar üzerindeki resmi politik kontrolün genişlemesiyle işbirliği halindeki emperyalizmin önceki biçimleri arasındaki farklılıkların izini sürüyor. Bu alanyazınındaki hararetli tartışma, öncelikli olarak devletlerin ilga mı edildiği (Hardt ve Negri 2002) yoksa emperyalist süreçte odak ve hatta artan bir role mi sahip olduğu (Meikins Wood, Panitch and Gindin 2005); veya uluslarötesi kapitalist bir sınıfın, imparatorluğun yönetici gücü olarak mı ortaya çıktığı (Sklair 2001, Robinson 2004) veyahut ABD’nin eylemlerinin düşüşe geçen hegemonya tarafından mı (Arrighi 2005, Harvey 2005) ya da ülkenin dinamizmi ve gücü tarafından mı (Panitch and Gindin 2005) yürütüldüğüyle meşgul. Üçüncü dünya ülkelerinin, genel olarak, emperyalist genişlemenin, kontrolün nesneleri ve mülksüzleştirme yoluyla birikimin mekânları oldukları düşünülür. Bölgesel güçlerin temsilciliğiyle ilişkili meseleler, kısmen sınırlı bir ilgi görür. Örneğin, Harvey, Doğu Asya’da (ve Avrupa’da) ‘alt emperyalist’ devletlerin yükselişini, bu devletlerin mekân-zamansal çıkmazlarının yol açtığı arayışların bir sonucu olarak kaydetse de (Harvey 2005, s. 186); bu devletlerin Amerikan emperyalizmiyle olan ilişkisini kuramlaştırmıyor. Bu nedenle, Güney Afrika’nın rolü meselesinin üstesinden gelmek güncel emperyal sürecin devinimleri hakkındaki tartışmanın ilerletilmesine çok önemli katkılar sunacaktır. 

Yine de Güney Afrika’nın rolünün nasıl kuramlaştırılacağı sorusu, salt akademinin uğraşı değildir. Güney Afrika’nın, Amerikan emperyal çıkarları için bir kanal ya da ‘vekil’ [proxy] gibi davranan alt emperyalist bir aracı olarak görülmesi gerektiğini öne sürmek, antiemperyalist mücadeleye girişmiş olanlar için bir dizi politik çıkarım ifade eder. Onu bağımsız bir emperyalist güç olarak değerlendirmek ise, radikal bir biçimde farklı hedefler ve eylem biçimlerini gerekli kılar. 

Bu makale, Bond ve Lesufi’nin emperyalizmi ve alt emperyalizmi kavramsallaştırdıkları yöntemlerin, sorunsalı sessizliğe ve dışlamalara ittiğini ve bunun bir sonucu olarak iki kuramcının da Güney Afrika’nın oluşturulmuş ve tartışmaya açık mevcut rolü üzerinden, ayrışmış toplumsal süreci yakalamayı başaramadıklarını öne sürmektedir. Ne tuhaftır ki, ikisi de, kendilerinin çizdikleri çerçevedeki zayıflık ve boşlukları işaret etmek için yararlı bir başlangıç sağlayan Ruy Mauro Marini’nin Brezilya alt emperyalizmi üzerine ilk kavramsallaştırmasına (1965, 1972) referans vermemektedir. O yüzden bu makale, Marini’yi Güney Afrika tartışmasına yeniden takdim etmeyi amaçlarken; Güney Afrika’dan çıkan yakın zamana ait yazıların, diğer içeriklerin olduğu gibi, Güney Afrika’nın rolünün kuramsallaştırılmasına yeni bir yaklaşım inşa etmeye başlamak için nasıl resmedilebileceğini tanımlar. 

Makale, emperyalizm ve alt emperyalizmin güncel Güney Afrika tartışmasında kullanıldığı yöntemlere kısa bir bakışı ve bunların eleştirisini sunarak başlıyor. Ardından Marini’nin kuramlamasının mevcut tartışmanın katılıkları ve ayrımlarının üzerinden nasıl gelebileceğini araştırıyor. Son bölümdeyse mevcut konjonktürde alt emperyalizmin kuramlaştırılmasına katılması gereken ve ilerideki araştırmalara yön verebilecek ilave unsurları tanımlıyor. 

Ishmael Lesufi ve Güney Afrika Emperyalizmi 

Lesufi, 2004 yılında Current Sociology’de yayımlanan makalesinde ve argümanlarının popülarize edildiği, genişletilmiş 2006 tarihli diğer makalesinde, Güney Afrika hükümetinin, kıta çapında etkin bir tanıtımı olan neoliberal kalkınma planı NEPAD’ı açıklamaya çalışır. 1994’teki demokratik seçimlerden sonra Güney Afrika sermayesinin nihayet diğer Afrika ülkelerinde yatırımlar yaparak, kalıcı aşırı birikim krizine çözüm bulmaya çalıştığını öne sürer (Lesufi 2004, sf. 814–817, 2006, p. 28). Ona göre, NEPAD’ın gelişmesini ve uygulanmasını, sermayenin canlanması ve planın ‘zaten yolunda olan sürecin adeta mührü haline gelmesi’ (Lesufi 2006, s. 25) izlemiştir. 

Lesufi, Güney Afrika devletinin Güney Afrika sermayesinin ihtiyacını karşılama ve meşrulaştırma isteğini, yine kendinin devletin sınıf temelli doğası kuramlamasına dayanarak açıklıyor. Ona göre, Güney Afrika işçi sınıfı demokrasiye geçişte büyük yenilgiler yaşadı. Ve bu yüzden, bu dönüşümle birlikte ‘kapitalist sınıflar, on yıllarca süren mücadele yılları boyunca başaramadıklarını elde etmiş oldu. Meşru ve siyahi bir hükümeti kendilerine ait programa başkanlık etmesi için güvence altına almayı başardılar’ (Lesufi 2006, s. 19). 

Lesufi, ‘kalkınmanın tekellerin egemenliğinde olduğu ve finans kapitalin kendini tesis ettiği kapitalist birikim’ şeklindeki Leninist emperyalizm kuramını benimser (Lesufi 2006, s. 33). Lesufi, ‘Güney Afrika sermayesinin, emperyalizmin Lenin tarafından kavramsallaştırılan tüm aslî unsurlarını taşıdığını’ (Lesufi 2006, s. 37) ve NEPAD’ın Güney Afrika emperyalizminin bir ifadesi olduğunu ileri sürer. 

Ve Güney Afrika’nın bir alt emperyal devlet olduğu yönündeki sav ile mücadele eder. Ona göre: 

Alt emperyalizm fikri, yerini tam olarak, emperyalizmi gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler arasındaki ekonomik ve politik ilişkiler olarak (hatalı bir şekilde) gören gelenekte bulur. Bu bağlamda, Güney Afrika gibi gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülkelerin geri kalmış ülkelere erişimi için birer kanal olarak görülür. Alt emperyal olarak tanımlanan ülkeler o zaman emperyalist ülkelere bağımlı olarak tasvir edilir. Bir de ayrıca emperyalizmin coğrafi terimlerle tanımlandığı bir anlamı var, buna göre emperyalizm yalnızca Kuzey’de açığa çıkabilir ve Güney’deki her şey kuzeyli canavarın kurbanlarıdır… Ayrıca Güney Afrika’nın ABD emperyalizminin komprador devleti rolü oynadığı algısı da bulunmaktadır. (Lesufi 2006, sf. 34–35) 

Lesufi, Güney Afrika’nın alt emperyalist konumunu hem bu konumun emperyalizmin doğasının yanlış anlaşılmasına dayandığına inandığı için, hem de bunun ‘Güney Afrika gibi devletlerin emperyalizm içindeki rolünü akladığı’ (Lesufi 2006, s. 25) gerekçesiyle reddeder. 

Lesufi, yerli sınıf güçleri ve ‘Güney Afrika sermayesi’ne ait olduğunu belirttiği genişleme ihtiyaçlarına yaptığı vurguyu, teorik çerçeveye uygulayarak tartışmaya önemli katkılarda bulunur. Yine de, sınıf mücadelesine yaptığı teorik vurguya rağmen, işçi sınıfının aldığı yenilgilerin ardından, hem devletin hem de kapitalistlerin çıkarlarında herhangi bir nüfuz için güç sarf etmekten vazgeçtiği yönünde ham bir analiz sunar. Bu, örgütlü emeğin, Güney Afrika Komünist Partisi’nin ve bugünkü Güney Afrika’da ortaya çıkan toplumsal hareketlerin konumu ve gücü üzerine üstünkörü, yanlış bir tasvirdir. Devlette hiçbir özerklik, iktidardaki ANC’de (Afrika Ulusal Kongresi) herhangi bir yetki yok ya da bu ikisinin herhangi bir çıkarı bulunmamaktadır. Biraz da sorunsal bir biçimde, Lesufi’nin hesabında, devlet basitçe tekelci sermayenin isteklerini uygular. Lesufi ne ‘Güney Afrika sermayesi’ni sorunsallaştırır, ne de anahtar konumundaki DeBeers ve Anglo American to London gibi ‘Güney Afrikalı’ çokuluslu şirketleri ya da Güney Afrika’da yabancı sermaye bulunmasının onaylanmasını inceler. 

Dahası, neoliberalizmin aşırı birikim krizine bir cevap olarak birçok ülkeye yerleştirildiğini not etse de, Amerikan devletinin neoliberalizmin gelişindeki kritik rolüne dahi görmezden gelerek, bunu ‘kapitalistlerin dünya genelindeki’ hareketlerine bağlar (Panitch and Gindin 2004, sf. 20–23). Hükümetin Büyüme, İstihdam ve Yeniden Dağılım (BİYD) stratejisi, NEPAD ve IMF ile Dünya Bankası politikaları arasındaki benzerlikleri not etmesine rağmen, bu kurumların ya da daha genel olarak Amerikan emperyalizminin, Güney Afrika devletinin politik seçimlerindeki etkisini göz önünde bulundurmaz. Bu Lesufi’nin klasik Leninist emperyalizm tanımını muhafaza etmesi ve buna bağlı olarak, her emperyalist devlette bağımsız işleyen emperyalistler arası rekabet kavrayışıyla ilgilidir. 

Ellen Meikins Wood’un, tarihdışı emperyalizm kuramlamalarını benimsemeye karşı yaptığı uyarıya (2005) kulak asmayan Lesufi, ne Lenin’in yazdığı bağlamı tarihselleştiriyor, ne de ABD emperyalizminin yükselişi ve Güney Afrika devletinin ’emperyalist’ hareketlerinin biçim ve doğasıyla ilişkide olan uluslararası politik ekonominin dönüşümündeki çıkarımları inceliyor. 

Patrick Bond ve Alt Emperyal Güney Afrika 

Buna karşılık, Bond, ‘alt emperyal Güney Afrika’ tezinin önde gelen savunucusu olarak, ABD emperyalizmi ve Güney Afrika devletinin bölgedeki gündemi arasındaki ilişkiyi analiz eden bir dizi yayın çıkardı (bkz. Bond 2004, 2005, 2006). Ona göre, Afrika altyapı projelerine yatırım ve Cecil Rhodes’un ‘Cape’den Kahire’ye haritayı Brintanya emperyal kırmızısına boyama’ girişimi, Avrupa sermayesinin emperyalistler arası çekişmenin ilk dönemindeki aşırı birikimi için önemli çıkış noktaları sağladı (Bond 2004, sf. 149–150). Afrika’nın eşitsiz ve bileşik bir gelişme temelinde ‘yağmalanması’, o dönemde çok büyük bir rol oynadı ve bu rol bugün de devam ediyor (Bond 2006). Gelgelelim, Bond, emperyalizmin biçim ve doğasında, bugün Amerikan emperyalizminin hegemonyasıyla karakterize edilen anlamlı bir yön değiştirmeden bahsediyor. Harvey’i takiben, Bond, ‘çağdaş emperyalizmin zorunlu olarak, ABD’nin dolaylı, yenisömürgeci yönetimine artan bağımlılığı olan Afrika gibi çeper mevzilerde ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ ve neoliberalizmle bütünleştiğini’ öne sürüyor (Bond 2006, s. 59). 

Bond, ticaretin ve finansın liberalleşmesinin Afrika ürünlerini kuzeyli tüketim için ucuzlattığını ve kıtayı ‘kriz yönetiminin küresel ortamlarının daha da içine’ (Bond 2005, s. 221) çektiğini savunuyor. Bond, Amerikan emperyalizmi ile Afrika arasında, ABD birliklerinin kıtada giderek artan mevzilenmeleri, Afrikalı paralı asker alımı, Afrikalı bir barış gücü kurulması için finansmanın arttırılması ve Amerika’nın emperyal çıkarlarını ilerletmek için Millennium Challenge Account yardımına bağlı şartları kullanmak da dahil birçok mühim, aracısız taahhütlerden bahsediyor (Bond 2005). Bond, ayrıca, IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikalarının, neoliberal politikaların benimsenmesi, Amerika’nın emperyalist gündemini kıta genelinde yerine getirilmesi ve Afrikalı devletlerin mülksüzleştirme yoluyla birikimi kolaylaştırması için nasıl yeniden konumlandığını titizlikle detaylandırıyor (Bond 2006). 

Yine de, Bond tek başına askeri harcamaların ABD’nin emperyal gündemini güvence altına alamayacağını not ediyor; Millennium Challenge Account yardımını alabilecek vasfa sahip olan zaten az sayıdaki ülkelerde, harcamaların etkisiz birer emperyal araç olduğunun kanıtlandığını belirtiyor (Bond 2005, s. 27). Belki de daha da önemlisi, Bond şunu savunuyor: 

…Büyük ölçüde kapitalist kriz eğilimleri ve mevcut mülksüzleştirme yoluyla birikim yönelimi sayesinde, emperyalizm ne fayda sağlayabilir ne de Afrika’da aralıksız süren muhalefeti başarıyla baskı altına alabilir: özellikle ‘devlet başarısızlığı’ ve ‘disiplinsiz neoliberalizm’ ile dolu Sahra-altı Afrika’dakileri (tekrarlanan IMF ayaklanmaları ile şahit olunduğu gibi)… ‘Serbest pazar ve serbest politikaların’ ideolojik meşrulaştırması bu nedenle yenilenme gerektiriyor. Bunun için, ABD’nin alt emperyalist bir ortağa ihtiyacı var… (Bond 2005, s. 223) 

Bond, ‘yüzsüzlüklerine’ rağmen Pretoria (Güney Afrika devletinin idari yönetiminin bulunduğu başkent, çn.)’daki politikacıların ideal alt emperyalist ortaklar olduklarının kanıtlandığını savunuyor (Bond 2006, s.10). Lesufi ile doğrudan zıt bir şekilde, Bond, NEPAD’ın kökenini, ‘evyapımı Vaşington Mutabakatı’na [homegrown Washington Consensus] (Bond 2006, s. 11) ve Güney Afrika’nın alt emperyalist rolünün icrasına duyulan gereksinimde buluyor. 

Bond, alt emperyalizmin hak sahiplerinin bir hiyerarşisi mi olduğu ya da zirvede kimin oturduğuna dair şunu belirterek hiç şüphe bırakmıyor: 

…Eğer Mbeki (Güney Afrika’nın 1999–2008 yılları arasındaki devlet başkanı, çn.) ve meslektaşları, NEPAD ve yukarıda bahsedilen diğer tüm küresel-idari görevler tarafından sağlanan üst düzey pozisyondan faydalanıyorsa da; gerçek kazananlar, Afrika’nın süren aşırı-sömürüsü ve askerileşmesi için Güney Afrikalı bir temsilciye gittikçe daha çok ihtiyaç duyan Vaşington ve diğer emperyal merkezlerdeki kimselerdir. (Bond 2005, sf. 232–233) 

Bond alt emperyalizmden kimin çıkar sağladığı konusunda açık olsa da, alt emperyalizm kuramlaştırmasını açık bir şekilde detaylandırmaz. Bu arada, ona göre, klasik kuramcılar tarafından analiz edilen erken emperyal dönemde, emperyal kapasite ‘alt emperyalist süreç tarafından yeniden üretilmiştir’ (Bond 2004, s. 163). Bond ayrıca Güney Afrika’nın apartheid ve apartheid sonrası dönemlerde Kongo Demokratik Cumhuriyeti’ndeki alt emperyalist projelerin devamlılığını da not eder (Bond 2004, s. 165). Emperyalizmin değişen doğasını dikkatle detaylandırmasına rağmen, Bond, alt emperyalizmin tarihdışı, değişmeyen bir kavramlaştırmasını sunar. 

Bond’un analizi, ayrıca, Güney Afrika devletinin kıtanın geri kalanı ile olan bağını yalnızca Pretoria, Vaşington ve uluslararası kurumlar [IMF vs.] arasındaki ilişkilere odaklanarak anlaşılabileceği yönündeki kendisinin içkin varsayımı ile de engellenmiştir. Güney Afrika sermayesinin kıtadaki sermaye birikiminin sömürücü süreci üzerinde oynadığı rolün önemini not etmesine rağmen, Bond alt emperyalizm üzerine metinlerinde, devletin kıta çapındaki müdahalelerinin köklerini yalnızca ABD adına bir ‘vekil’ olarak davranmasında bulurken (Bond 2006, s. 104), Güney Afrika sermayesinin devletle ilişkisini sorgulamaz. Dahası, Güney Afrika devleti Bond’un alt emperyalizm tanımı çerçevesinde kritik bir rol oynasa da, devletin alt emperyalist bir rol oynadığının kanıtı olarak sıklıkla belirli politikacıların tavırlarına işaret etmiş, bir devlet kuramı getirmemiştir. 

Bond, Güney Afrika devletinin alt emperyal konumunu desteklemek için temel olarak Pretoria ve Vaşington arasındaki dış ilişkilere odaklanırken, Lesufi (sınıf mücadelesi ve toplumsal ilişkileri kapitalist devleti sağlama alma olarak gören teorik varsayımlarına rağmen) devletin, Güney Afrika ‘tekelci sermayesinin’ farz edilen ihtiyaçlarını gideren icraatlarına bakar; ve bunların, Bond’un aksine, emperyal olduğunu öne sürer. 

Ruy Mauro Marini ve Brezilya Alt Emperyalizmi 

Açıkçası, Lesufi ve Bond ayrımı ve onların saygıdeğer araştırma çerçeveleri arasında gereken köprü, toplumsal ilişkiler, dış ve iç etmenlerin karşılıklı ilişkileri arasındaki farkları yakalayan kuramsal bir yaklaşım gerektirmektedir. Bu, Simon’ın 1991’de öne sürdüğü ve doğru bir şekilde belirttiği gibi Lesufi tarafından reddedilen yapısalcı yaklaşımlardan daha kullanışlı bir alt emperyalizm kavramsallaştırması olan, Marini’nin Brezilya alt emperyalizm kuramıdır (Simon 1991, sf. 23–24). 1960’ların ortalarında ve 1970’lerin başında yazan Marini, alt emperyalizm kavramını, Brezilya’nın dış politikasındaki dönüşümleri ve özellikle Dominik Cumhuriyet’ine müdahale konusunda Brezilya ve ABD işbirliğini analiz etmek için geliştirir. Marini’nin tezi bu olgunun tek tek ABD ve Brezilya’ya bakarak ya da yalnızca iç ve dış etmenlere odaklanarak anlaşılamayacağı idi (Marini 1965). 

Marini, Amerikan yatırımının Brezilya’daki etkisini araştırır ve bu yatırımın Brezilya dış politikasındaki ve Brezilya sermayesinin ihracatındaki izlerini sürer. Yazar, Amerikan emperyalizminin Brezilya’yı toplumsal dönüşümden tutun, içerideki toplumsal ilişkilerine kadar etkilediğini savunur. Onun analizi Nicos Poulantzas’ın iyi bilinen ve Amerikan emperyalizminin diğer toplumsal biçimlerde yeniden üretimi üzerine olan daha sonraki kuramını birçok açıdan şekillendirir (Poulantzas 1974). 

Marini dikkatli bir şekilde Brezilya’nın Amerikan yatırımının pasif bir alıcısı ya da Amerikan emperyalizminin öylesine bir nesnesi olmadığını vurgular. Ona göre, Brezilya burjuvazisiyle büyük toprak sahipleri [latifundists] arasındaki sınıf ittifakından dolayı, Brezilya, bir [sermayenin] gerçekleşme krizi ile karşılaştığında, bu krizi çözmek için yeniden dağılıma ve ülke içi talebe güvenemezdi (Marini 1965, s. 23). Bu yüzden, içerideki sınıf ilişkileri, diktatörlük için tek alternatif olarak diğer ülkelere açılma ve endüstriyel ürünleri ihraç etme [stratejisini] dayattı. Gelgelelim bu durum, Brezilya sanayisinin azgelişmişlik nedeniyle kendi kendine yapabilecek durumda olmadığı teknolojik gelişmişlik seviyesinin artışını gerektirdi. Bu nedenle, yukarıdaki modelin benimsenmesi yabancı sermayeye bağlıydı. Marini’nin söylediği gibi: 

Emperyalizm, katılımı kabul etti ama kendi koşullarını dayattı. Büyük sanayi özelleştirildi; demir gibi hammaddelerin sömürüsü tekelleşti; elektrik dağıtımı için planlar uluslararası finans aracılarından önemli bağışlar aldı… Yine de yabancı sermaye, gelişmiş uluslara tahsis edilmiş havacılık gibi sektörlerin gelişmesini desteklemeyi reddetti. Dahası, Kuzey Amerika hükümeti Brezilya’nın nükleer teknolojide uzmanlaşmasını engelledi (Marini 1972, s. 17). 

Böylece yabancı sermaye, Brezilya sanayisinin doğasını büyük ölçüde belirleyip, etkiledi ve onun ihracat-yönelimli stratejisinde önemli bir rol oynadı. 

Yabancı sermayeyle büyüyen ittifak, dış politikada daha bağımsız yaklaşımdan, önceki hükümetlerin izlediği, Brezilya’yı ABD’ye ‘sıkıca bağlı’ bir duruma getiren bir barghana leal ya da sadık pazarlığa doğru bir değişime neden oldu (Marini 1965, s. 19). Marini, bunun Brezilya dış politikasını önceden belirleyici konumda bulunan ABD’nin iradesini kabul eden bir geri çekilmeden ibaret olmadığının dikkatlice altını çiziyor: 

Birçokları için olanlar sadece Brezilya’nın Vaşington’a boyun eğme politikasına geri dönüşü (önceki Quadros yönetimi sırasında olan buydu) ve Brezilya’nın tam anlamıyla ABD’nin kolonisine dönüştüğü şeklindeydi. Bu doğru değil. Gerçekte burada olan, Brezilya burjuvazisinin Kuzey Amerika emperyalizmiyle olan bütünleşmesini bilinçli bir şekilde kabul edişinin dönüşümüydü; Brezilya’nın oldukça mantıklı ekonomik ve politik devinimlerinin bir sonucu olan bu dönüşümün Latin Amerika için çok ağır sonuçları oldu (Marini 1965, s. 12). 

Böylece Marini, Brezilya’nın Amerikan emperyalizminin çıkarlarının peşine kaçınılmaz ve otomatik olarak düşmediğini öne sürüyor. ABD için sadece bir ‘vekil’ olmaktansa, Brezilya devleti kıta üzerindeki rolünü, kendi ‘ideolojik tasarımlarına’ olduğu kadar, Brezilya’daki sınıf mücadeleleri ve sınıf işbirliklerine de dayanarak kendisi işledi. 

Bu açıdan, Marini, daha sonra Poulantzas ve Miliband arasındaki tartışmada ortaya çıkan ve (Zirker 1994, s. 115) ‘“devletin göreli özerkliğini“ vurgulayan devlet merkezli Marksist yaklaşımı sezmiş görünüyor’. Brezilya diktatörlüğü tarafından tercih edilen bu dikkate değer seçim kendini şöyle konumlandırıyor: 

Emperyalist genişlemenin Latin Amerika’dan yayılacağı merkez… Bu (güncel güç ilişkileri çoğunlukla buna yol açsa da) Kuzey Amerika’nın gücünü pasifçe kabul etme meselesi değil, emperyalist genişleme ile, bu genişlemede anahtar ulus konumunu üstlenerek, fiilen işbirliğine girmeyi tercih etmektir (Marini 1965, sf. 21–22). 

Marini, Brezilya diktatörlüğünün ‘alt emperyal’ oluşunu bu temelde tartışıyor. Orjinal makalesinde Marini alt emperyalizmi basitçe ‘tekellerin ve finans kapitalin katına erişmeyi varsayan bağımlı kapitalizmin bir biçimi’ (Marini 1972, s. 15) olarak tanımlarken, daha sonra şunları not ederek bu tanımı genişletmiştir: 

Alt emperyalizm, iki temel bileşeni kapsar: bir tarafta, ulusal üretim aparatlarının dünya ölçeğinde orta halli organik bir bileşimi ve diğer tarafta, yalnızca emperyalist üretim sistemine daha büyük eklemlenmeyle değil, aynı zamanda uluslararası ölçekteki emperyalizm tarafından uygulanan hegemonya altında da sürdürülen görece özerk genişlemeci politikaların uygulanması (Marini 1978, sf. 34–35, Zirker’den alıntı, 1994, s. 117). 

Böylece Marini’nin formülasyonu içinde alt emperyal bir devlet ne basit bir ‘kanal’ [conduit] ne de Amerikan emperyalizminin ‘vekili’ [proxy]’dir. Bu nedenle Marini’nin katkısının önemi, Amerikan dış politikasının etkisi, Amerikan çokuluslu şirketlerinin Brezilya’nın toplumsal dönüşümü üzerindeki rolü, Brezilya’daki sınıf mücadeleleri, kapitalist birikimin devinimiyle kapitalist toplumsal ilişkiler içinde kök salan ve bir kısım özerkliği olan devlet arasındaki devinimsel etkileşime odaklanmasıdır. Dolayısıyla Marini’nin analitik yaklaşımından faydalanmak, ‘Güney Afrika emperyalizmi, Güney Afrika alt emperyalizmine karşı’ şeklindeki mevcut alanyazınına bela olan ıssızlığın üstesinden gelebilir. 

Çağdaş Afrika Bağlamında Alt Emperyalizm 

Yine de bunlar, Marini’nin kuramsal çerçevesinin zaman ve mekândan çıkarılarak, Afrika bağlamına hazır kalıp bir şekilde uygulanabileceği anlamına gelmiyor. Marini’nin sanayi ürünleri ihracatına odaklanması, ekonomizmi, ‘Güney Afrika sermayesi’ kavramı, sınıf mücadelesinin bölgeselleştirilmesi, ırk ve toplumsal cinsiyetle ilgili meseleler ve Afrika kıtasının tartışmaya açık ve farklılaşmış doğası gibi bazı anahtar meseleler güncelleme, kuramlama ve daha ileri ampirik araştırmayı gerektiriyor. 

Sermaye, Sanayi Ürünleri İhracatına Karşı 

Sanayi ürünlerinin ihracatı, Marini’nin alt emperyalizmi kavramsallaştırmasında merkezi bir role sahiptir. Bu tür ihraçların alt emperyalizm için (burada anahtar mesele ihracatın şekli) yeterli bir koşul olmadığını gözlerken, Marini bunların alt emperyal sürecin ayrılmaz bir parçası olduğunu fark eder (Zirker’den alıntı 1994, sf. 117–118). Ancak bu, sermaye ihracatına odaklanan klasik emperyalizm kuramlarına aykırıdır (Zirker 1994, s. 117). Ayrıca, sermaye ihracatının oynadığı belirleyici rolün arttığı Güney Afrika gerçekliğiyle de çelişkilidir (Bond 2004). Marini’nin zeminini sanayi ürünlerinin ihracında bulan özgül alt emperyalizm biçimlendirmesi, muhtemelen, Güney Afrika’nın savaş ve savaş sonrası yıllardaki (Gibb 1997, Ahwireng-Obeng ve McGowan 1998) sanayileşme dürtüsünün (ve uluslararası şirketlerle Güney Afrika Gümrük Birliği’nin bunda oynadığı rolün) analizi ile daha alakalıdır. 

Yine de Marini’nin özgül politik ve ekonomik bağlamıyla Brezilya sanayisinin 1960’ların ortasındaki gelişim düzeyini detaylı bir şekilde analiz ederken sanayi ürünleri ihracatı üzerindeki vurgusunda titiz olduğunu not etmek gerekir. Yazar, alt emperyalizm tanımı içinde belirli bir tarihsel bağlamdaki özgül krize bu çözümü üretirken; analiz yönteminin, maddi koşullar, sınıf ilişkileri, Amerikan emperyalizmi ve Güney Afrika ihracatının biçimi, doğası ve düzeni arasındaki ilişkiyi verimli bir şekilde işlediğiyse tartışmaya açıktır. 

‘Güney Afrika Sermayesi’ 

1970’lere geri gidersek, Seidman ve Seidman (1977) ile Makgetla ve Seidman (1980) birlikte kaleme aldıkları makalelerinde, ABD’den ve diğer ülkelerden çokuluslu şirketlerin kendi ürünlerini piyasaya sürüp, kıtanın geri kalanındaki işlemlerini de devam ettirmek için Güney Afrika’yı nasıl bir karargâh olarak kullandıklarının altını çiziyor. Marini’nin tahakküm edilmiş toplumsal dönüşüm içinde emperyal sermayenin oynadığı rolü kavrayışına uygun olarak, bu eski araştırma, bahsi geçen şirketlerin, apartheid karşısında daha istikrarlı bir tavır takınmak, bölgenin tahakkümü ve Güney Afrika’nın sanayileşmesi için Amerikan devletinden güven desteği almada oynadıkları bütünleyici rolü ortaya koyuyor. 

Güney Afrika’nın bölgedeki rolü üzerine en yaygın olan alanyazın, ‘Güney Afrika sermayesine’ odaklanır ve Güney Afrika merkezli yabancı sermayenin faaliyetlerini ve etkilerini araştırmada başarısız olur. Belirtildiği gibi, bu şirketlerin faaliyetleri ve farklılaşmış doğasının Güney Afrika’nın bölgeyle bütünleşmesini nasıl şekillendiğine yönelik kısıtlı bir ilgi vardır. Çin Sanayi ve Ticaret Bankası’nın (ICBC), Standard Bank’ın %20’lik hissesini 36,7 milyar randa(1) satın alması, Güney Afrika’nın kıtanın geri kalanı ile olan ilişkisini değerlendirirken, tek başına ‘Güney Afrika sermayesi’ denen şeye odaklanmanın imkânsız olduğunun anlaşılmasını sağlar. Bu durum, Marini’nin analitik çerçevesini, ulusal sermaye burjuvazisinin birbirine geçmesinin yerini ‘iç burjuvazinin’ almasına bağlı olarak, Poulantzas’ın anlayışına ilave etmenin kullanışlılığının önemini vurgular. Modern Güney Afrika bünyesindeki iç burjuvazinin özgül düzenini tanımlamak ve Güney Afrika’nın kıtasal bağlılığının farklı kısımlarının etkilerinin izini sürmek birer zorluk olarak kalmaya devam eder. ICBC’nin yatırımı ayrıca Güney Afrika’nın bölgesel faaliyetlerinin öncelikli olarak ABD tarafından belirlenip belirlenmediği gibi önemli bir soruyu da ileri sürer. 

Ekonomizmin Üstesinden Gelme 

Simon, Marini’nin alt emperyalizmi kavramlaştırmasındaki incelikli üslubuna rağmen, yine de ‘yerli sermayenin düzenlenmesi, birikimi ve eşlik eden sınıf mücadelelerinin alt emperyal eylemde tek neden ya da gerekçe olduğu yönündeki tanımının’ fazla ekonomist olduğunu gözlemler (Simon 1991, s. 24). Bu nedenle, Simon ‘alt emperyalizmin temel karakteristiğinin, etrafındaki çeperi belirli bir özerklik düzeyinde tahakküm altına almak için aynı anda hem ekonomik hem de politik/askeri güce sahip olmak’ olduğunu öne sürer (Simon 1991, s. 24). Apartheid devletinin beyaz azınlığın hâkimiyetini korumaktaki hedefi, alt emperyal hareketleri etkileyen faktörlerin nasıl kesin olarak sermaye birikimiyle sınırlı olmadığının açık bir örneğini sunmaktadır. 

Ekonomizmden uzaklaşmak ayrıca ABD emperyalizminin, Güney Afrika ekonomisinde yatırım faaliyetleriyle doğrudan var olmadan nasıl devletin ve sermayenin pratiklerini, politikasını biçimlendirdiğini araştırmayı gerektiriyor. Bond (2000) ve Marais’in ikisi de (1998), Amerikalı danışmanların, uluslararası finans kuruluşlarının ve makro-ekonomik ve neoliberal bir politika olan Büyüme, İstihdam ve Yeniden Dağılım’ı benimseyen ANC’yi etkileyen neoliberal ideoloji hegemonyasının oynadıkları rolün detaylı ve içgörülü bir analizini sunar. Güney Afrika’nın kıta çapındaki ekonomi ve dış politika sürecine yönelik daha ayrıntılı analizler de geliştirildi; dış etmenlerin etkisi kadar devlet içindeki çekişmelere yönelik bir odağı da içeren bu araştırmalar alt emperyalizmin mekanizmalarını ve süreçlerini kavrayışımızı derinleştirebilir. 

Bölgesel Sınıf Mücadelesi 

Marini öncelikli olarak alt emperyal güçlerin biçimlendirdiği alt emperyal süreçler içindeki sınıf mücadelelerinin yöntemlerine odaklanıyor. Darlene Miller’ın çokuluslu Güney Afrika süpermarket şirketi Shoprite’ın Afrika kıtasının güneyine yönelik hamlesinin analizi (2004, 2005a, 2005b), bizi sınıf mücadelesi perspektifinde daha geniş ve bölgesel bir bakış açısına sahip olmanın önemi konusunda uyarıyor. Miller, Zambiya ve Mozambik’teki Güney Afrika çokuluslu şirketlerinde çalışan işçilerin seferberliklerinin, onların Güney Afrikalı işçilerle, şirket muhtevasıyla, üretim departmanı deneyimleriyle ve kendilerinin genel olarak Afrika’nın güney bölgesini nasıl kavradıklarıyla olan etkileşimlerine dayanan ‘bölgesel düşsellikleri’ tarafından nasıl aydınlandığını ortaya çıkarıyor. Daha da önemlisi, Miller, ‘bölgesel işçi sınıfının biçimlenmesinin yalnızca sermayenin uluslararası akışını yansıtmadığını; aynı zamanda Shoprite ve diğer çokuluslu şirketlerin yatırım stratejilerini etkileyerek, bölgenin biçimlenme şekline de yön verdiğini’ gösterir (Miller 2005a, s. 121). 

Irk, Toplumsal Cinsiyet ve Sınıf 

Toplumsal ilişkilerin, alt emperyal süreçleri desteklediğinin ne kadar çekişmeli olduğunu analiz ederken, ırk ve toplumsal cinsiyet kavramlarına ve de bunların sınıf biçimlenmeleriyle ne kadar yakından ilişkili olduğu konusuna özen göstermek önemli olacaktır. Tarihsel olarak, ırk, Güney Afrika alt emperyalizminde çok önemli bir rol oynadı. Simon (1991), beyaz azınlığın hâkimiyetini koruma hedefinin, apartheid dönemi Güney Afrika’nın bölgesel alt emperyal stratejisinde, nasıl itici bir güç olduğunun önemini vurgular. Güney Afrika devleti, o dönemde, üst düzey bir özerklikle hareket etmek ve amacına ulaşmak için uluslararası görüşlere karşı gelmek istiyordu. Benimsenen özgül bölgesel stratejiler, bölgedeki belli toplumsal dönüşümler içerisindeki ırk ve sınıf devinimleri ile şekillendi (Simon 1991, s. 40). Bu dönem hakkındaki alanyazın içerisinde, sıkılıkla beyaz azınlığın hâkimiyetinin sona ermesiyle birlikte, diğer Afrika ülkelerindeki Güney Afrika yatırımlarının artmasının kolaylaştığı olgusuna referans verilir. Miller, Güney Afrika sermayesinin, bu süreci meşrulaştırmak için kendisini nasıl bilinçli bir şekilde ‘Afrikalı’ ve Afrika Rönesansı’nın bir göğüsleyicisi olarak sunduğunun altını çizer (Miller 2004). Ayrıca, bölgedeki Güney Afrika çokuluslu şirketlerinin yönetimi içerisindeki ırksal hiyerarşilerin, Güney Afrikalı beyaz yöneticilerin bir kısmındaki ırkçı kalıpyargılarla [stereotypes] birleşerek, emek ilişkilerini ve şirketlerin yönetim stratejilerini nasıl etkilediğini de inceler (Miller 2005b). Daha ileri bir araştırma alanı da, siyahî ekonominin güçlendirilmesinin anlamlılığını değerlendirmeyi ve Güney Afrika ile kıta genelindeki yatırım stratejileri ve öncelikleri için siyahî burjuvazinin sağlamlaştırılmasını içerebilir. 

Toplumsal cinsiyet, sınıf ve bölgesel süreçler arasındaki ilişkilerin analizi, Güney Afrika araştırmalarında çarpıcı bir şekilde eksik kalmıştır. Asya üzerine deneyimlerine saygılarımızla, Burkett ve Hart-Landsberg (2000, sf. 111–112), Japonya’nın erken dönem ihracat sanayisinde kadın işçilerin toplumsal cinsiyetçi sömürüsünün, diğer Güneydoğu Asya ülkeleri üzerinde ülkeye has ihracat modeli ve alt emperyal tahakkümün kurulmasında merkezi bir rol oynadığını göstermiştir. Toplumsal cinsiyet ve Güney Afrika alt emperyalizmi arasındaki benzer bağlantıları inceleyip su yüzüne çıkarmak, araştırmalar için elzem bir ihtiyaç taşır. Güney Afrika yatırımlarının diğer Afrika toplumsal dönüşümlerindeki farklılaşmış biçimleri, yerel toplumsal cinsiyet, ırk ve sınıf ilişkilerden etkilenişi ve bunlara katkısı da ayrıca dikkatle incelenmeyi gerektirir. 

Çekişmeli Topraklar 

Alden ve Soko (2005), Güney Afrika’nın kıtadaki rolüyle ilgilenirken, Afrika’ya homojen bir saha gibi davranmama konusunda bizleri uyarıyor. Onlar Güney Afrika’nın kıta ile olan ekonomik bağlılığını üç sahaya ayırıyor: Güney Afrika Gümrük Birliği ülkeleri (GAGB), Güney Afrika Kalkınma Topluluğu ülkeleri (GAKT) ve Zambezi’nin kuzeyindeki kalan Afrika. Alden ve Soko’ya göre, Güney Afrika’nın hegemonyası, GAGB antlaşmalarının tarihsel olarak eşitsiz olan doğasının yarattığı, kemikleşmiş yapısal eşitsizliklerden dolayı GAKT’nin içinde ‘ortaya çıkıyor’ (Alden and Soko 2005, s. 370). GAKT içerisinde, daha düşük seviyedeki ticaret, Güney Afrika yatırımları, GAKT tarafından karşı karşıya kalınan özgül kurumsal problemler ve Güney Afrika iç politikalarının gelişimci bölgesel bütünleşme karşısında engel yaratan tarzı nedeniyle Güney Afrika hegemonyasının çekişmeli olduğunu iddia ediyorlar (Alden and Soko 2005, sf. 374–379). En önemlisi de, onlara göre, Güney Afrika yatırımlarının ciddi anlamda artmasına ve banka ve finans sektörlerinin belirgin bir şekilde akın yapmasına rağmen, Zambezi Nehri’nin kuzeyinde Güney Afrika hegemonyası ‘gerçekleşmemiş’ olması. 

Yazarlar bunu, Nijerya, Mısır ve Tunus’un her birinin diğer tüm Afrika ülkelerinin aksine Güney Afrika ile ilişkilerinde ticari fazla elde etmelerine dayandırıyor (Alden ve Soko 2005, s. 382). 

Alden ve Soko ilave olarak şunu da not düşüyor: ‘Diğer yabancı aktörlerle rekabet etme becerisinin yanısıra; kendi bölgesinin ötesinde temel belirleyen, Güney Afrika’nın, kıtanın diğer önde gelen Afrikalı gücü Nijerya’yla olan ilişkileri olacaktır (Alden and Soko 2005, s. 36). Güney Afrika’nın kıtadaki rolü üzerine olan alanyazını içerisinde bu zorluğa değinen; ayrıca Güney Afrika yatırımlarının ve ülkenin diğer Afrikalı ülkelerle uluslararası güçlere dönük dış politikasının etki ve gücünü somut terimlerle inceleyen araştırmalar şaşırtıcı olarak pek azdır. Bu tür araştırmalar, kapsamı ve bir o kadar da Güney Afrika alt emperyalizminin kıtanın diğer bölgelerindeki varlığını kavramada paha biçilmez bir değer sunacaktır. 

Teşekkür 

Yazar, bu makalenin önceki aşamalarındaki yorumlarından ötürü Leo Panitch ve Patrick Bond’a teşekkür eder. 

Kaynakça 

Ahwireng-Obeng, F. & P.J. McGowan (1998), ‘Partner or hegemon? South Africa in Africa’, Journal of Contemporary African Studies, 16(1), pp. 5–38. 

Alden, C. & M. Soko (2005), ‘South Africa’s economic relations with Africa: hegemony and its discontents’, Journal of Modern African Studies, 42(3), pp. 367–392. 

Arrighi, G. (2005), ‘Hegemony inravelling – I’, New Left Review, 32, pp. 23–80. Bond, P. (2000), Elite transition: from apartheid to neoliberalism in South Africa, Pietermartizburg: University of Natal Press. 

(2004), ‘Bankrupt Africa: imperialism, subimperialism and the politics of finance’, Historical Materialism, 12(4), pp. 145–172. 

(2005), ‘US Empire and South African Subimperialism.’, in L. Panitch & C. Leys (eds.), Socialist register 2005: the empire reloaded, New York: Monthly Review Press, 218–238. 

(2006), Looting Africa: the economics of exploitation, London and Durban: Zed Books and UKZN Press. Burkett, P. & M. Hart-Landsberg 

(2000), Development, crisis, and class struggle: learning from Japan and East Asia, New York: St Martin’s Press. 

Gibb, R. (1997), ‘Regional integration in post-Apartheid Southern Africa: the case of renegotiating the Southern African customs union’, Journal of Southern African Studies, 23(1), pp. 67–86. 

Hardt, M. & A. Negri (2002), Empire, Cambridge MA: Harvard University Press. Harvey, D. (2005), The new imperialism, Oxford: Oxford University Press. 

Lesufi, I. (2004), ‘South Africa and the rest of the continent: towards a critique of the political economy of NEPAD’, Current Sociology, 52(5), pp. 809–829. 

(2006), Nepad and South African imperialism, Johannesburg: Jubilee South Africa. Makgetla, N. & A. Seidman 

(1980), Outposts of monopoly capitalism: Southern Africa in the changing global economy, Westport CT: Lawrence Hill & Co. 

Marais, H. (1998), South Africa limits to change: the political economy of transformation, Cape Town: University of Cape Town Press. 

Marini, R.M. (1965), ‘Brazilian ‘interdependence’ and imperialist integration’, Monthly Review, 17(7), pp. 10–29. 

(1972), ‘Brazilian subimperialism’, Monthly Review, 23(9), pp. 14–24. Meikins Wood, E. (2005), Empire of capital, London: Verso. 

Miller, D. (2004), ‘South African multinational corporations, NEPAD and competing spatial claims on Post-Apartheid Southern Africa’, African Sociological Review, 8(1), pp. 176–202. 

(2005a), ‘New regional imaginaries in post-Apartheid Southern Africa – retail workers at a shopping mall in Zambia’, Journal of Southern African Studies, 31(1), pp. 117–145. 

(2005b), White managers and the African renaissance – a ‘retail renaissance,’ or a new colonial encounter at South African companies in foreign African countries. Paper presented at Codesria 11th General Assembly, December, in Maputo. 102 Review of African Political Economy Downloaded By: [York University Libraries] At: 08:57 13 May 2009 

Panitch, L. & S. Gindin (2004), ‘Global capitalism and American empire’, in (ed.), Socialist register 2004: the new imperial challenge, London: Merlin Press. 

Panitch, L. and Gindin, S., 2005. Towards a theory of the capitalist imperial state. (Electronic version from authors). 

Poulantzas, N. (1974), Classes in contemporary capitalism, London: Verso. Robinson,W.I. (2004), A theory of global capitalism: production, class, and state in a transnational world, Baltimore: Johns Hopkins University Press. 

Seidman, A.&N. Seidman (1977), South Africa and U.S. multinational corporations, Westport, CT: Lawrence Hill & Co. 

Simon, D. (1991), ‘The ties that bind: decolonisation and neo-colonialism in Southern Africa.’, in C. Dixon & M. Heffernan (eds.), Colonialism and development in the contemporary world, London: Mansell. 

Sklair, L. (2001), The transnational capitalist class, Oxford: Basil Blackwell. 

Zirker, D. (1994), ‘Brazilian foreign policy and subimperialism during the political transition of the 1980s: a review and reapplication of Marini’s theory’, Latin American Perspectives, 20(1), pp. 115–131. 

Dipnot:

1.) Rand: Güney Afrika para birimi.