Kapitalist sistem, tarihinin en büyük krizlerinden birini yaşıyor. En koyu kapitalist düzen savunucuları dahi bu gerçeği ifade etmek zorunda kalıyor. Krizin ne zaman, ne şekilde son bulacağı belirsiz. Geride bırakacağı enkaza dair ise şu ana kadar yarattığı tahribattan hareketle oldukça karamsar senaryolar çizilmekte.
Kapitalist hükümetlerin bir yandan devlet kaynaklarından milyarlarca doları batan şirketlere aktarması, diğer yandan işçi sınıfının kazanılmış haklarını aşındırma politikaları -emeklilik yaşının yükseltilmesi, iş güvencesinin esnekleştirilmesi gibi sosyal güvenlik sistemini tasfiye uygulamaları- krizin sonuçlarının işçi sınıfı ve emekçi halk için kalıcı olabileceğini göstermekte.
Normal şartlarda bu tablonun kapitalist-emperyalist sistemin zembereğini boşaltması, Sol’un ise çanlarını çaldırması gerekirdi. Oysa kapitalizmin krizi sadece burjuva düzenin değil Sol’un varoluşunun da sorgulandığı bir sonuç yaratmış durumda. Sol cenahtan üst üste “bir dönemin kapandığı” açıklamaları gelmekte. Gerçekten kapitalizm gibi Sol da mı krizde? Pekiyi ama hangi Sol? Sol’un, Sağ’ın karıştığı doğru mu ya da dendiği gibi bunlar artık geride kaldı ve “yeni” bir şeyler söylemek mi gerekiyor? Krize rağmen sekiz yıldır iktidarda olan AKP hükümetinin herşeye rağmen gücünü koruması, hatta arttırması nasıl açıklanabilir? Türkiye’nin kendine özgü şartları mı demeliyiz? “Muhalefet yok, ondan” açıklaması yeterli ve inandırıcı mı? Muhalefet denen şeyin tam da günümüz kriz koşullarında güçlenerek var olması gerekmez mi? Daha birçok soru sorulabilir de, ya cevaplar, onları neye göre vereceğiz? Düşüncemiz bugünü bugünle açıklamanın çok da çözümleyici olmayacağı yönünde. Türkiye işçi sınıfının, sınıf mücadelesinin ve sol hareketlerin bugününü anlamak, kavramak için biraz daha geriye gitmeliyiz. Özellikle son 30 yıla daha yakından bakmak anlamlı olacaktır. Bu yakın geçmiş bize sınıf hareketinin genel bir görünümünü de sunacaktır.
1980’den 2010’a… 30 yılda neler oldu?
Türkiye işçi sınıfı, sınıf mücadelesi ve sol hareketler için 1980 askeri darbesi önemli bir kırılma noktasıdır; çünkü hem örgütsel varoluşun, mücadele araç ve yöntemlerinin tamamen yeniden ele alınmasına yol açtı, hem de politik-programatik hatlar sorgulanır oldu. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması bu sorgulamayı pekiştirdi; politik-programatik hatların terk edilmesini tetikledi. Dolayısıyla bu iki tarihin (1980 ve 1989) bugünü doğrudan doğruya şekillendirdiğini söyleyebiliriz. Sadece okuyucunun rahatça anlamasını ve izlemesini sağlamak açısından son 30 yılı kendi içinde dört ayrı parçaya ayırıp, başlangıç tarihimizi de 1980 olarak belirledik.
1980-1984 Askeri Darbe: 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle başlayan diktatörlük dönemi 1984 yılında parlamento seçimlerinin yapılmasıyla şeklen sona erdi. Diktatörlük dönemi anayasası, kurumları ve anlayışı -özellikle AKP hükümeti döneminde, son referandum dâhil, kimi değişiklikler olsa da- halen devam etmekte. Rejimin baskı ve şiddet niteliği 12 Eylül darbesiyle daha da derinleşti. Generaller, 12 Eylül darbesiyle cumhuriyet tarihinin en güçlü ve dokunulmaz zırhlarından birini kuşandı. (Sekiz yıllık AKP döneminde generallerin belirleyiciliklerinde yetki yitimleri oldu. Lakin generaller halen çok önemli bir rejim gücü olmayı sürdürmekte.) Askeri darbe döneminde tüm örgütlenme ve eylemler yasaklandı, neoliberal karşı devrim saldırısının temellerini oluşturan 24 Ocak Kararları acımasızca uygulanmaya başlandı…
1984-1989 Neoliberalizm ve Direniş: Darbe sonrası ilk seçimleri Turgut Özal’ın ANAP’ı kazandı. Neoliberalizmin Türkiye’deki ilk ve en güçlü uygulayıcısı olan Özal günümüze kadar devam eden işçi sınıfına yönelik saldırıların da temellerini attı. Bu dönem şeklen parlamenter rejime dönülmüş gibi görünse de darbenin başı Evren, cumhurbaşkanıydı; neoliberal karşı devrimin uygulayıcısı bir hükümet baştaydı. Yılların birikimi olan Kürt sorunu da bu dönemde rejimin baskı ve şiddet uygulamalarının bir sonucu olarak yeniden ivme kazandı. Başını PKK’nin çektiği ulusal kurtuluş mücadelesi 1984 yılından günümüze kadar bu çerçevede devam edecek bir savaş halini aldı. Neoliberal saldırılar, askeri darbenin bıraktığı izler, 12 Eylül Anayasası’nın varlığı işçi sınıfı hareketinde 1980’lerin sonlarına gelindiğinde birikimlere yol açtı…
1989-1994 Mücadele ve Yenilgi: 1989 Bahar eylemleri 1980 askeri darbesi sonrası işçi sınıfının en önemli mücadele döneminin başlangıcı oldu. 3 Ocak 1991 Genel Grevi ve Zonguldak madencilerinin 100 bin kişilik bir kitleyle Ankara yürüyüşü, 1989 Bahar Eylemlerinin en üst noktasını oluşturdu. İşçi sınıfı hareketi adeta küllerinden yeniden doğdu. Hükümetin yüzde 35’lik ücret artışı mücadeleler sonucu yüzde 142’lik bir artışla imzalandı. Mart-Mayıs 1989 Bahar eylemleri ve Zonguldak madencilerinin mücadelesinin de etkisiyle 1987’de yüzde 36,3 olan ANAP oyları 1991’de yüzde 24’e geriledi. ANAP hükümeti yıkıldı, yerine Demirel liderliğinde DYP-SHP koalisyon hükümeti kuruldu. Sınıf hareketinin yükselişi, kararlı ve mücadeleci işçilerin varlığı sosyalist hareketin de güçlenmesine zemin hazırladı. Sosyalist hareketin birçok akımı bu dönemde Kuruçeşme Toplantıları olarak anılan görüşme ve tartışmalarla birlik ve program konularında bir araya geldi. Bu toplantılar beklenen sonuçları vermedi.
Bu dönem son 30 yılın imkânlar ve zorluklar açısından en kaotik dönemi oldu. Kürt sorununda rejimin baskı ve inkârı korkunç bir imhaya dönüştü. Gündem gazetesinin bombalanması, Musa Anter gibi Kürt aydınların yargısız infazlara kurban edilmesi ve dönemin Kürt partisi HADEP’in birçok üyesinin katledilmesi yine bu dönemin uygulamaları oldu. 1989’da bürokratik işçi devletlerinin peş peşe yıkılmaya başlamasıyla başta Stalinizm ve sosyal demokrasi olmak üzere geleneksel önderlikler de çöküşe geçti. Bu süreç hem işçi sınıfı ve sosyalist hareketi doğrudan etkiledi hem de PKK’nin önderliğinde Kürt hareketi yepyeni bir politik-programatik aşamaya geçmeye başladı. PKK, emperyalist ülkelerin ve bölgesel güçlerin arasındaki anlaşmazlık ve çatlaklara dayanan dönemsel diplomatik manevralar politikası yerine “siyasallaşma” stratejisini benimseye başladı. Bu politik strateji, temelinde, “silahlı reformist” bir anlayışa dayanmaktaydı. Günümüzde PKK’nin temel hedefi olan “anayasal kurucu unsur olmak, ortak vatandaşlık, anadilde eğitim hakkı, bölgesel özerklik” gibi taleplerinin gerçekleşmesinin bir aracı oldu artık silah…
17 Nisan 1993’te Cumhurbaşkanı Özal’ın şüpheli ölümü kimi çevrelerce Kürt sorununda “çözüm” arayışlarına girişmesinin bir sonucu olarak değerlendirildi. 1989 Bahar Eylemlerinin de etkisiyle devrilen ANAP hükümeti Özal’ın ölümüyle çöküş sürecine girmiş oldu. Özal’ın ölümü sadece ANAP’ı değil burjuvazinin de neoliberal saldırı uygulamalarının güçsüzleşmesine yol açtı. Özal sonrası hükümetler çok partili koalisyonlar ve çekişmelerle burjuvazinin ihtiyaç duyduğu temsiliyet sorununa çare olamadı. (Burjuvazi açısından bu sorun Özal sonrasında ilk kez Erdoğan ile çözüldü.) Bu koşullar altında gündeme gelen ekonomik kriz 1994 yılı 5 Nisanı’nda DYP-SHP koalisyon hükümeti eliyle işçi sınıfına ve emekçilere yönelik bir bombardımana dönüştü. Ücretlerin düşürülmesi, işsizlikte artış (1989-1994 kentsel ortalama işsizlik oranı yüzde 12,56), üç basamaklı enflasyon (1994’te enflasyon oranı yüzde 120’yi aşıyordu) ve yüksek devalüasyon (Dolar 4 ayda 2 kat arttı: Ocak 1994’te 1 dolar 19.000 TL iken Nisan 1994’te 38.000 TL’ye çıktı. Hazine rezervi Ocak 1994’te 7 milyar dolardan Nisan 1994’te 3 milyar dolara düştü.) bu dönemin bir sonucudur…
Bu dönemin bir diğer özelliği sonraki yıllarda giderek güç kazanacak İslami hareketlerin ciddi bir siyasi güç kazanmaya başlaması oldu. İşçi sınıfı hareketinin birlik ve mücadele açısından parçalanmışlığı ve sosyalist hareketin 1980 ve 1989 süreçlerini aşamaması İslami hareketlerin toplumsal-politik etkisinin artışında belirleyici faktörlerinden biridir…
Bu dönem burjuva politikada çok ortaklı koalisyon hükümetlerinin de başlangıcı oldu. Büyük ortakların yüzde 20, küçüklerin yüzde 10 bandına sıkıştığı hükümetlerin varlığı sık sık siyasi krizlere ve erken seçimlere yol açtı. Koalisyon hükümetleri aynı zamanda rejimin çok başlılığının ve bu güçlerin mücadelesinin de arenası oldu. Burjuva siyasetinin politik düzeyde bu derece parçalanmışlığı burjuvazi açısından bir temsiliyet krizini göstermekteydi, bu bir güçsüzlüktü ve burjuvazisi açısından Özal’dan sonra ancak Erdoğan hükümetiyle aşılabildi…
1994-2010 Savunma Hattında Sıkışma: Bu dönem kendi içinde 1994-1997 Krizden Darbeye, 1997-2002 Darbeden Krize ve AKP’ye, 2002-2007 Krizden Çıkış, AKP’nin Yükselişi ve Muhtıra, 2007-2010 İçiçe Geçen Krizler, Yeni Bir Dönem gibi alt başlıklara ayrılabilir. Biz anlatım kolaylığı açısından 1994-2010’u bir bütün olarak ele almayı tercih ettik.
Bu dönem işçi sınıfı ve sosyalist hareketin giderek güç kaybettiği bir dönemdir. Kamu emekçilerinin 20 Aralık 1994 iş bırakma, 16-17 Haziran 1995 oturma eylemleri, 2009-2010’da 4C’ye karşı TEKEL işçilerinin direnişi, vb.; 1 Mayıs 1996 Kadıköy, 1 Mart 2004 Ankara “Tezkereye Hayır” ve 1 Mayıs 2010 Taksim mitingleri gibi kısmi-dönemsel-devamlılığı olmayan eylemlilikler bir yana bırakılırsa bu 16 yılda sınıf mücadelesi savunma hattına sıkışıp kaldı.
Neoliberal karşıdevrim saldırıları, rejimin baskı ve imhası, 1980 ve 1989 süreçlerine gereken yanıtların verilememesi bu parçalanma ve gerilemenin temel nedenleridir.
Parçalanma ve gerilemenin basıncı altında işçi sınıfı ve sosyalist hareket milliyetçilik ve liberalizm kutuplarına savruldu. Bir yanda ulusalcılık şemsiyesi altında uydurma bir şeriat tehlikesine karşı kümelenme, diğer yanda demokrasi-özgürlük masalıyla Avrupa Birliği projesine yönelme söz konusuydu. Son 30 yıldır İslami hareketlerin siyasi ve ekonomik açıdan güçlenip etkin bir kapitalist toplumsal aktör olmasını sadece gericileşme olarak kavrayabilen bu kesimler çareyi askeri bir darbe istemeye kadar vardırdı. Mevcut tabloya bir değil birkaç askeri darbe sonunda gelinmiş olması gerçeği, çözüm diye darbe isteyenlerin aslında nasıl bir felaketi çağırdığını ortaya koymakta.
Tabii ki Avrupa Birliği de bir demokratikleşme projesi olmayıp sermayenin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltebilmek için giriştiği bir kapitalist çözüm projesidir. Temeli de işçi ve emekçilerin II. Dünya Savaşı sonrası kazanılmış haklarının tamamen tahrip edilmesidir… Son dünya ekonomik kriziyle birlikte işçi sınıfı ve sosyalist hareket bu tablonun tüm olumsuzluklarıyla daha yoğun karşı karşıya kalmış durumda… Bu son 16 yılda mücadelenin savunma hattına sıkıştığını söyleme nedenlerimiz bundan. Burada en önemli nokta 16 yıl boyunca artan saldırı ve gerçekleşen yıkıma rağmen işçi sınıfı ve sosyalist hareketin siyasi/toplumsal etkisinin artmak bir yana mevcudunu da muhafaza edemeyip, gerileme ve parçalanma yaşamasıdır.
Sol
22 Temmuz 2007 Genel ve 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri sosyalist solun toplumsal desteğinin dibe vurduğunun bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Özellikle dünya ekonomik krizinin yaratttığı devasa işsizliğe ve sosyal tahribata rağmen 2009 Yerel Seçimleri’nde sosyalist solun yükselmek bir yana mevcudunu dahi koruyamaması bunun en açık kanıtıdır. Sosyalist parti ve adaylar tek başlarına anlamlı bir sonuç elde edemediği gibi tümünün oy toplamı binde 5’ler civarındadır. Bu tablo sosyalist solun, iktidara gelmek bir yana, anlamlı ve gerçek bir temsiliyete -dönemsel olarak- uzak olduğunu göstermektedir… Neden böyle? Bu tabloyu yaratan nesnel ve öznel nedenler nelerdir?
Başta neoliberal karşı devrim saldırısı olmak üzere işçi sınıfına ve siyasal/sosyal haklara yönelik tüm baskı ve saldırıların payını birinci sırada anmak gerekir. Emperyalist-kapitalist rejimlerin on yıllara yayılan karşı propaganda ve uygulamaları sonucu sosyalist sol bir asayiş vakası haline getirildi. Bu durum sosyalist solun bugünkü güçsüz ve etkisiz görünümünün nedenlerinden biridir…
Diğer yandan bu faktör tek başına mevcut durumu açıklamaya yetmez. Örneğin başta DİSK, KESK, TTB ve TMMOB olmak üzere bir dizi önde gelen sendika ve emek örgütünün yönetiminde sosyalist solun bilinen partilerinin ciddi bir ağırlığı bulunmaktadır. Yüzbinlerce üyesi bulunan bu örgütlerin üyelerinin sadece bir kısmının oy vermesi durumunda dahi sosyalist solun oy oranlarının bugünkünden daha yukarılarda olacağı açıktır. Bu kopukluğu ve temsiliyet sorununu mücadele alanlarında da görmekteyiz. 2009 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen işçi mitinglerine (15 Şubat Kadıköy 50 bin, 1 Mayıs Taksim-Kadıköy 15 bin) katılım krize rağmen sınırlı kalırken 21 Mart Newroz mitingine Kazlıçeşme’de 300 bin, Ankara’da Alevi mitingine 150 bin ve 29 Mart seçimleri öncesi AKP, CHP ve SP mitinlerine yüzbinler katıldı. TEKEL direnişinin anlık gücü ve 1 Mayıs 2010 Taksim mitingine kitlesel katılımın çoşkusu ne diğer mücadelelelere yansıdı, ne de devamı geldi.
Bu gerçek sendikal bürokrasilerin uzlaşmacı/işbirlikçi yönelimleri bir yana, işçi sınıfının siyasi yapılarının birçoğunun da program ve mücadele anlayışı açısından bir iç muhasebeye ihtiyacı olduğunu göstermekte. Özellikle azami-asgari program anlayışı, ulusalcılık eğilimleri, ikamecilik ve bürokratizm bu çarpılmaların politik-programatik ve örgütsel düzeydeki yansımalarıdır.
Yüzünü işçi sınıfına dönmek
Özellikle AKP’nin 3 Kasım 2002’de hükümet olmasıyla başlayan süreci şeriatın yükselişi olarak kavrayan sosyalist solun bir kısmı açık-gizli bir şekilde askeri darbe isteme noktasına kadar geldi. Meseleyi şeriat ve askeri darbe eksenine yerleştiren ve bu noktadan hareketle taraf olan sosyalist solun bir kesimi de ya ulusalcılık adı altında milliyetçiliğe ya da içi boş aydınlık ve demokrasi tarafgirliğine girdi. Şeriat mı, darbe mi? Ulusalcılık mı, liberalizm mi? Avrupa Birliği mi, bağımsız üniter devlet mi? Şarap mı şerbet mi? Dolar mı, Türk lirası mı? Ergenekon mu, Fetullah mı? İstanbul burjuvazisi mi, Anadolu burjuvazisi mi? AKP mi, CHP mi? derken bu ikilemler toplumu olduğu gibi sosyalist solun kendisini de birkaç parçaya böldü.
Ortada ciddi bir politik muhafazakârlaşma var ama bunun kaynağı ne AKP ne de şeriat emelleri; doğrudan doğruya neoliberal politikların bir sonucu bu. AKP hükümeti dünyanın başka yerlerindeki hükümetler gibi bu saldırı programını kendi sosyo-kültürel tabanına en uygun şekilde uygulama yoluna gidiyor. Dolayısıyla bunlar özel birer proje olarak Fetullahla, ılımlı İslamla, şeriat ya da benzeri bir başka yönelimle ilgili değil. Burjuvazinin düşen kâr oranlarını yeniden yükseltmek isteyişinin siyasal, sosyal, ekonomik yansımaları, araçları…
Kadınların sosyal haklarının tırpanlanıp eve, kocaya/babaya bağımlı hale getirilmesi de, sorgulayacı/eleştirel eğitim anlayışlarının yerini ezberci/biat eden anlayışların alması da bu neoliberal politikaların bir sonucu. Mesele bu eksende kavranamadığında çözüm kaçınılmaz olarak burjuvazinin -dönemsel olarak- farklı çıkarlara sahip kesimlerinin aralarındaki kavganın gerçek nedenlerini maskelemek için kullandıkları terimler ve değerler üzerinden yapılıyor. Diğerine yobaz/dinci/şeriatçı adını takanlar bu konuda hassasiyeti olan kesimleri yedeğine alırken, öbürüne darbeci/bürokrat/faşist diyenler de bu konuda hassas olan kesimleri yedeklemiş oluyorlar…
Kuşku yok ki Sol’da “yenilenme” tartışmalarının referans noktası bu çatışma ve bloklaşmalar değil işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi olmalıdır. Sol muhalefet sonuçlara değil, nedenlere bakmalı ve yüzünü işçi sınıfına dönmelidir. Asgari-azami program anlayışına karşı Geçiş Programı anlayışı; ikamecilliğe ve bürokratizme karşı işçi demokrasisi çizgisi; tek ülkede sosyalizme karşı enternasyonalizm ve dünya devrimi kavrayışı yaşayan Marksizmin var olma temelleri olarak Sol muhalefete bu açıdan gerekli hattı göstermeye devam ediyor…