Trump’ın iktidara gelişinden bir yıl sonra, sosyal kutuplaşma ve kitlelerin direnişi yoğunlaşıyor…
20 Ocak 2018 itibarıyla, Trump’ın iktidara yükselişinin üzerinden bir yıl geçmiş durumda ve emperyalizmin krizi tüm göstergeleriyle birlikte tartışmasız bir görünürlük kazanmış durumda. Bir yıllık Trump hükümeti, karşıdevrimci bir saldırı hükümetiyle karşı karşıya olduğumuzu ama bu karşı saldırı dalgasının uygulanmasında gerek burjuva sektörler arası çatışmalar gerekse kitle hareketlerinin karşı koyuşu nedeniyle sınırlılıklar olduğunu ortaya koydu.
Bu durumun uluslararası ölçekteki en çarpıcı örneği, ABD konsolosluğunun Kudüs’e taşınmasına dair kararının, bir anda İsrail ve Siyonizme karşı bir öfke seline dönüşmesinde görülebilir…
Yine de Trump’ın gelişi ne “dünya düzensizliğine” dair durumu değiştirebilmeyi ne de serbestçe dünyanın jandarması rolünü sürdürebilmeyi mümkün kılmış durumda. Kuzey Kore krizi deklarasyon savaşlarıyla bu durumun en çarpıcı örneklerinden biri oldu.
Kuzey Kore’nin “askeri olarak cezalandırılacağı” tehditleri ne hikmetse yerini, bu ülkenin ve Çin gibi müttefiklerinin yetkilileriyle yürütülen kapalı kapılar ardındaki pazarlıklarla tamamlandı. Böylece yıllardır uluslararası organizasyonlardan dışlanan Kuzey Kore’yi Dünya kış olimpiyatlarında izlemek bile mümkün olabildi.
Bütün bu çalkantılı süreç, bir süre sonra ABD ve K. Kore arasında bir anlaşmanın ve hatta Trump ile K. Kore lideri arasında bir özel görüşmenin mümkün olduğunun müjdelenmesi ile sürdürülecekti.
Politik ve sosyal dengesizlik derinleşerek sürüyor ve en yüksek noktasına özellikle Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da ulaşıyor. Bu listeye parçalı bir biçimde de olsa Avrupa’yı da dâhil etmeli.
Kapitalist kriz olanca hızıyla sürüyor. Trump yönetimi, korumacı önlemleri ve özellikle demir ve alüminyum üzerinden başlattığı şu meşhur “ekonomi savaşlarıyla” burjuvazi içi çatışmaları kışkırtmış durumda, özellikle Çin ve AB ile. Böyle bir çerçeve içerisinde, Trump öfke ve nefret biriktirmeye devam ediyor.
Trump’ın örneğin Haiti, El Salvador ve Afrika ülkelerine yönelik hakaretamiz yorumları, uluslararası ölçekte nefretin kendisine dönmesine yol açmış durumda. İktidarının ilk yılı tamamlanırken, Trump’a yönelik öfkenin en bariz örnekleri kendi ülkesi ABD’de açığa çıktı. Örneğin ikinci kez düzenlenen uluslararası kadın yürüyüşünde 1 milyondan fazla kişi kendisine yönelik hoşnutsuzluğu kitlesel bir seferberlikle ortaya koydular.
NBA ve Amerikan futbolunda ırkçılığa karşı yürütülen birleşik eylemlilikler, cinsel şiddete karşı yükselen kadın seferberlikleri, ünlü sanatçıların başını çektiği “Me too” kampanyası yüz binlerce öğrencinin seferber olduğu silah karşıtı hareket bütün bu sürecin izdüşümleri.
Diğer yandan, dünya ölçeğinde Trump’ın önderliğinde emperyalizmin yeni bir karşı saldırı planı berraklık kazanmış durumda. Yine de şu ana dek elde edilen sonuçlar kapitalist ekonomik krizinin eğilimlerine biçim vermek açısından hayli kısır görünüyor. Şu ana dek yürürlüğe sokulan sömürü ve kesinti planları, işçi ve halk mücadelelerini yoğunlaştırmaktan başka bir işe yaramadı.
Bu çerçeve dünya düzeyindeki düzensizlik düşünüldüğünde Trump’ın hedeflerinden halen ne denli uzak olduğunu gösteriyor. İkili bir gerçeklikle karşı karşıyayız; ekonomik kriz ve kitlelerin direnişi… Bu süreç kaçınılmaz bir biçimde hükümetlerin ve rejimlerin krize sürüklenerek tükenişlerine yol açıyor.
Sözünü ettiğimiz tükenişin güzel örneklerinden biri de geniş halk yığınları içinde hayli popüler olan Papa Fransisco’nun imajındaki hızlı aşınmada görülebilir. Pedofiliyle suçlanan rahipler nedeniyle Şili’ye gerçekleştirdiği seyahatte yaşananlar, bu imaj aşınmasının göstergeleriyle yüklüydü.
Mücadelelerdeki yükseliş, dünya durumu bağlamında 2018 yılına damgasını vuran temel faktörlerden biri. Şüphesiz bu süreç, bütün ülkelerde, aynı yoğunluk ve düzlemde yaşanmıyor. Ama 2017 yılı sonundan itibaren IMF’nin emirlerine ve sosyal kesintilere karşı işçi ve halk seferberlikleri düzenli olarak yükseliş gösterdi. Bu seferberlik dalgasının en yoğun yaşandığı bölge Latin Amerika.
Arjantin, Bolivya, Brezilya, Peru, Şili, Venezuela ve Kolombiya’da protestolar ve kısmi grev dalgaları yaşanırken, Honduras’ta seçim yolsuzluğuna karşı gelişen ve bir genel greve dönüşen protesto dalgaları söz konusu oldu.
Avrupa’da söz konusu sürecin en yüksek noktası İspanya’da grev dalgaları ve özellikle Katalonya’nın bağımsızlık süreciyle gelişen grevler ve seferberliklerle yaşandı. Almanya’da kısmi metal grevleri gündeme geldi. Fransa’da çalışma yasasına karşı demiryolu ile başlayan büyük protesto dalgası, kamu çalışanlarının grevleriyle yayılarak halen sürmekte. Yunanistan’daki grev süreçlerini de hatırda tutmakta yarar var.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da en dikkat çekici seferberlikler İran’daki grevler, Fas’ın Rif bölgesinde kitle hareketi ve Tunus’ta yeniden patlak veren seferberlikler oldu. Bütün bu süreç boyunca, kadın hareketinin hakları için ve cinsel şiddete karşı geliştirdiği mücadeleler durmaksızın büyüdü. Aynı zamanda sosyal sistemdeki çöküşün ürünü olarak sosyal güvencelerini yitiren yerli halkların hakları için verdikleri mücadelelerde de – Mapuche yerlileri örneğindeki gibi- ciddi bir yükseliş dikkati çekti.
Bölüm 1. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kriz ve dengesizlik
Kuzey Afrika ve Ortadoğu, Trump ve emperyalizm açısından işlerin pek parlak gitmediği bir alan olarak öne çıkıyor. Halep’in düşüşü ve Suriye devriminin yenilgisi ile bölgede karşıdevrimin ağırlığı artmış oldu. Çatışmalar yoğunlaşırken, düzensizlik baskın bir eğilim haline geldi. Yanki emperyalizminin her adımı, daha büyük bölünmeleri ve burjuva sektörler arasındaki çatışmaların derinleşmesini beraberinde getirdi. İstikrarsızlık yaygınlaştı. Trump’ın 2017 yılı içinde bölgedeki iki temel müttefiki İsrail ve Suudi Arabistan’a yönelik ziyaretleri tümüyle bu dengesizliğe çare arayışıyla ilgiliydi. İsrail bağlamında ABD’nin bu ülkenin başkenti olarak Kudüs’ü tanıyacağına yönelik adım, Filistinlilerin muazzam bir seferberliğiyle yanıtlanırken Siyonizm’in dünya düzeyinde daha fazla izolasyonunu beraberinde getirecekti.
Pek çok bölge ülkesi ABD’nin bu adımı ile aralarına mesafe koyarken birçok durumda kendi iç politikalarında bölünmüş durumdaki yerel yönetimler birlikte tutumlar geliştirdiler.
Diğer yandan gerici Suudi Arabistan monarşisi tarihinin en ağır ekonomik ve politik krizlerinden birini yaşıyor. IŞİD’in neredeyse temizlenmiş olması, emperyalizmin bölgede kaybetmiş olduğu etki alanını genişletme mücadelesini körüklüyor. Trump, Suudi müttefiklerine omuz verirken, Eski başkan Obama’nın İran ile imzaladığı anlaşmayı da ıskartaya çıkartmış oldu.
Böylelikle bölgedeki diğer Arap ülkelerince kolaylıkla taklit edilebilecek yıkıcı ve istikrarsızlığı körükleyici bir adım atılmış oldu. Suriye’de Halepin düşüşü ve devrimin yenilgisiyle birlikte, Esad’ın kontrolünü güçlendirmesi de çatışmaların sonlanması anlamına gelmedi. ABD’nin Iraklı ve Suriyeli Kürtlerle IŞİD’i bölgeden çıkartmak için kurduğu zorunlu askeri ittifak, Kürtlerin bölgedeki diğer ayrılıkçı akımların bağımsızlık planlarını yeniden harekete geçirmekten başka bir işe yaramadı. Böylelikle Suriye’de Türkiye’nin askeri müdahalesi gibi yeni çatışma dinamikleri gündeme girmiş oldu.
Bütün bu çerçevenin, giderek yaygınlaşan dünya çapındaki kapitalist ekonomik krizin patlamalı etkileriyle ve bölge ülkelerini doğrudan etkileyen petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki düşüşle yakından bir ilgisi var. Burjuva sektörler arasındaki ticaret savaşları vb. çatışma dinamikleri, halklara yönelik kesinti saldırıları Suriye, Irak ve Yemen gibi savaştan ve yıkımdan doğrudan etkilenen halklar açısından sefaletin ve açlığın daha da yoğunlaşmasından başka bir anlam taşımıyor.
1.1. İran’da yükselen halk isyanı
İran rejimi, Suriye’deki savaştan kazançla çıkanlar arasında bulunuyor. Ne var ki şimdi bu askeri ve politik zafer, sonuçları itibarıyla kendisine karşı dönüyor gibi görünüyor. 2017’nin son günlerinde İran rejimine karşı güçlü halk seferberlikleri haberleri gelmeye başladı. Resmi açıklamalara bakılırsa, bu seferberliklere yönelen devlet terörü, geride 21 ölü ve 1000’den fazla tutuklu bırakmıştı. Söz konusu isyan dalgasının başrolünde gençlik, işçi sınıfının güvencesiz kesimleri ve işsiz yığınları saymak gerekiyor. Bu kesimler temel olarak, yükselen fiyatlara, derin işsizlik kâbusuna ve yoksulluğa karşı harekete geçmişlerdi.
2009 yılındaki demokratik protestolardan farklı olarak, Tahran’ın kentli orta sınıfları bu dalgaya katılmadılar. Bu protesto dalgasının başını işçi sınıfı ve yoksul halkın yaşadığı semtler çekecekti.
Bunun yanı sıra yine İran’da petrol işçilerinin ödenmeyen ücretlerine yönelik gösterilerine tanık olundu. Tebriz’deki traktör fabrikasının kapanmasına yönelik seferberlik de bu listeye eklenmeli. 2017 yılının son günlerinde tekstil ve şeker fabrikalarında da bir dizi grev gündeme geldi. İran’da bağımsız sendikalar kurmak ve grev örgütlemenin suç olduğu ve yıllarca süren hapis cezalarıyla cezalandırıldığı unutulmamalı.
Molla rejimi, ülkede şiddetli bir kesinti programı uyguluyor. Zenginlere yönelik vergilerin küçültülmesi, özelleştirmeler, temel besin maddelerine yönelik ağır zam dalgaları, patlamak üzere olan emlak balonu, fabrika ve atölyelerin art arda kapanıyor oluşu…
Resmi rakamlara göre gençler arasındaki işsizlik oranı % 28.8’e dayanmış durumda. Halkın %40’ı yoksulluk sınırının altında yaşamakta. Bütün bu seferberlikler boyunca öne çıkan talepler Molla rejiminin alaşağı olması, demokratik haklara kavuşmak, diktatöre ölüm, şeklindeyken, Irak, Lübnan ve Suriye’ye yönelik müdahalenin İranlı kitlelerin yaşamında yol açtığı yıkıma karşı da bir dizi slogan ileri sürüldü. Rejim batı ve Siyonizm karşıtı bir söylemi sürdürse de uzun zamandır emperyalizmin ekonomik kuşatmasının boyunduruğu altına girmiş durumda. Yine de bu kuşatma Molla rejimini, Irak’ta ABD ile birlikte “düzenin yeniden tesisi” konusunda işbirliği yapmaktan alıkoymamıştı.
1.2. Parçalanmış Suriye ve kontrol arayışındaki Esad
Şurası açık ki, Esad Rusya ve İran’ın desteği sayesinde 2011 yılında patlak veren halk isyanını yenilgiye uğratarak iç savaşı kazandı. Yine de karşıdevrimci zaferine karşın, ne nihai düzeni tesis edebilmiş ne de ülkeyi %100 kontrol eder durumda.
Halep’teki isyancıların yenilgisiyle, Esad güçleri ülkenin %50-60’lık bir kesimi üzerinde denetim tesis etmeyi başardı. Şam üzerinden Akdeniz boyunca Halep üzerinden ülkenin kuzeyine dek uzanan bir alanı kontrol edebiliyor rejim güçleri.
Türkiye ile sınırı oluşturan kuzey geçidi, IŞİD’in kovulmasının ardından, ABD tarafından hem askeri hem de finansal olarak desteklenen Kürt güçlerince kontrol edilmekte. Bu işbirliği öyle bir düzeyde ki, bu Kürt güçlerine -ki pek çoğu kuzeydeki Kürt örgütü PYD ilişkili- ait zırhlılar ve personel taşıyıcılar, ABD bayrakları taşımakta.
Kuzeydeki kimi bölgeler Kürtlere karşı tarihsel bir düşmanlık içindeki Türk askeri güçlerince işgal edilmiş durumda. 2018 Ocağından itibaren Afrin’e yönelik Türk birliklerinin operasyonu geldi. Erdoğan Kürtleri, bu müdahalenin Kobane’ye kadar uzanmasıyla tehdit etmekte.
Halep yakınlarındaki İdlib halen İslamcı milisler ve Esad karşıtı laik güçlerce kontrol edilmekte. Bu bölge bir süre önce bir Rus uçağının da düşürüldüğü nokta aynı zamanda. Şam’ın güneyinde yer alan Doğu Guta’nın da denetimi halen muhalif milislerde. Bu alan 5 yılı aşkın bir süredir Esad güçlerinin denetiminden çıkmış durumda. 2017 yılından bu yana Esad ve müttefiklerinin düzenlediği kanlı hava akınları günlük yaşamın bir parçasına dönüşmüş durumda.
BM’nin değerlendirmelerine göre, burada yaşamakta olan çoğunluğu çocuk yaşta 400 bin kişi, savaşın yol açtığı yıkımı en yoğun yaşayan kesimini oluşturuyor.
1.3. Trump’ın öncelikli müttefiki Suudi Arabistan tarihinde ilk kez ağır bir ekonomik ve politik kriz içinde
Dünya ekonomik krizinin, petrol fiyatlarının düşüşünün ve 2011’de bölgede başlayan devrimci sürecin bileşimi, Ortadoğu’da burjvazi içi ve toplumsal çatışmaların daha da yoğunlaşmasına neden oldu. Özellikle Sünni Suudi monarşisiyle Şii İran ve müttefikleri (Suriye, Lübnan) arasındaki çatışma keskinleşti. Her burjuva kesim Suriye’deki halk ayaklanmasına, öncelikli olarak, yeni bir devrimci demokratik zaferi engellemek için müdahale etti. İkinci olarak, her kesim kendi nüfuz alanlarını savunmak veya bunları yaygınlaştırmak için sürece müdahil oldu. Bu çerçevede Suudi Arabistan, Beşşar Esad’a karşı, IŞİD de dahil olmak üzere, silahlı İslamcı grupları finanse etti. Ayrıca, İran’ın müttefiklerine karşı Yemen’deki savaşı kışkırttı ve finanse etti.
Yemen’deki savaş Suudi ekonomisine yüz milyonlarca dolara mal oldu. Sana’daki hükümetin kontrolü sağlaması ve İran’a karşı denge oluşturulması için veliaht prens ve savunma bakanı Muhammed Bin Salman’ın öncülük ettiği savaşta, Suudiler istedikleri sonucu elde edemediler. Bununla birlikte, savaşın bügüne kadarki bilançosu binlerce masum sivilin ölümü, milyonlarca kişinin evlerini terk etmesi ve Tahran’ın sözde Ortadoğu’daki “ezilenlerin savunucu” propagandasına zemin kazandırmak oldu.
Bütün bunların sonucu, özellikle petrol fiyatlarının düşüşü, Suudi Arabistan’ın daha önce eşine rastlanmamış bir ekonomik ve politik kriz içine yuvarlanması oldu. Suudi Arabistan’ın ekonomisi bozulmaya devam ediyor. Vergi düzenlemeleri kamu maliyesindeki açığı azaltmakla birlikte, toplumsal hoşnutsuzluk artıyor. Bütün göstergeler Suudi Krallığının daha önce benzeri görülmemiş bir kemer sıkma politikasını hayata geçirmeye hazırlandığını gösteriyor. Bu durum karşısında veliaht prens, genç Muhammed Bin Salman, birtakım “reformist” adımlar attı ve toplumsal hoşnutsuzluğu yatıştırmak için politik tavizler verdi. Bu önlemler arasında kadınlara otomobil kullanma izni, kadınların stadyumlara girebilmesi ve 35 yıl aranın ardından sinemaların yeniden açılabilmesi gibi kararlar yer alıyor. Ayrıca 11 prensi ve birçok ultra milyoneri yolsuzluk suçlamasıyla tutuklamak gibi “halkçı” adımlar attı.
5 Haziran 2017’de Suudiler Katar’la ilişkileri kesti ve Katar’a ekonomik yaptırım uygulamaya başladılar. Bu hareket Körfez İşbirliği Konseyi (KİK)’nin bölünmesini beraberinde getirdi. Bu durum İran’a karşı Amerikan yanlısı Sünni burjuva cephenin bölündüğü anlamına geliyordu. Bugünkü krizin merkezi olan KİK 1981’de Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından kurulmuştu.
Suudi Arabistan tarafından Katar’a yöneltilen “teröristleri finanse etme” suçlamasının hiçbir anlamı yok. Bu krizin temenlinde ekonomik çatışmalar ve Katar’ın İran’la doğalgaz ve petrol başlıklarında yürüttüğü müzakereler yatıyor. Buna Katar’ın Suudilerden bağımsız geliştirdiği politik çizgiyi de dahil etmek gerekiyor. Katar, örneğin, Arap dünyasının en etkin propaganda aygıtı olan Al Jazeera’nın sahibi.
Katar’ın artan gaz kaynaklarından elde ettiği gelir sayesinde dünyanın en zengin ülkelerinden biri konumunda. Dünyanın en büyük likid doğalgaz ihracatçısı. Doğalgaz odaklı yönelimi Katar’ı KİK’teki petrol üreticisi komşularından ayrıştırıyor ve O’na Suudi Arabistan’ın egemenliğinden kurtulma imkanı veriyor. Katar’ın doğalgaz üretimi, Suudi Arabistan’ın egemenliğindeki petrol karteli OPEC (Petrol İhracatçısı Ülkeler Örgütü)’in kontrolünün dışında bulunuyor. Basra Körfezi’ndeki Kuzey Alan (North Field) deniz sahası, Katar gazının çıktığı bölge ve bu bölgeyi Katar kısmen İran’la paylaşıyor.
Trump Mayıs 2017’de, İran karşıtı politikasında samimi olduğunu göstermek için, Suudi Arabistan’a seyahat etti. Bu seyahatta Trump Suudilerle 100 milyar dolarlık silah satış anlaşması imzaladı. Trump aynı zamanda Suudi Arabistan’ın, İran’la ilişkilerinden Katar’la ilişkilerini koparma kararını destekledi. Bu arada Katar’ın ABD’nin en önemli askeri üslerinden birine ev sahipliğini unutmuş gibiydi. Trump Amerikan silah sanayini güçlendirme peşinde fakat bunu yaparken bölgedeki ekonomik ve politik istikrarsızlığı daha da fazla kışkırtmakta.
1.4. Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi. Kürt önderliklerin Amerikan emperyalizmine uyarlanması
Bölgedeki politik istikrarsızlığın ve krizin bir diğer göstergesi, sınır bölgesinde önemli bir nüfusa sahip olan Suriye Kürt halkının kazanımlarını ortadan kaldırmak amacındaki Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyine dönük askeri müdahalesi. Hatta Erdoğan Irak Kürdistanı’na kadar ilerlemek tehdidini savurdu ki bir zamanlar Irak Kürtdistan yönetimi bölgedeki petrolün taşınmasında ortağıydı. Bu durum bölgedeki ilişkilerin karmaşıklığını sürekli değişen anlaşmaları ve kopuşları ortaya koyuyor. Petrol zengini Irak Kürdistanı Barzani ve partisi tarafından yönetiliyor. Barzani yönetimi Amerikan emperyalizminin ve İran yanlısı Irak merkezi hükümetinin müttefiki burjuva bir Kürt önderliğidir. Barzani, Saddam Hüseyin’i deviren Amerikan işgalini desteklemişti.
Suriye Kürdistanı’ndaki politik hegemonya YPG milisleri aracılığıyla PKK’ye ait. PKK aynı zamanda Türkiye’deki Kürtler arasında en yaygın desteğe sahip olan önderlik. PKK Stalinist kökenli sol reformist bir önderlik. Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması programını yıllar önce terk etti. Bu önderlik, tıpkı Barzani gibi, ABD ile ittifak politikasının sonuçlarıyla yüzleşiyor. IŞİD’e karşı savaş argümanıyla, IŞİD’ karşı askeri mücadelenin temel askeri gücü haline geldiler. Irak’ta İran ve ABD ile ve Suriye ABD ve NATO’yla ittifak yaparak, birkaç yıldır IŞİD’in kontrolü altında olan Rakka bölgesine askeri operasyona dahil oldular. PKK önderliğinin uyarlanmacı çizgisinin iki boyutu vardı; 1) Esad’a karşı savaşmadı ve 2) emperyalizmle ittifak yaptı ve hatta onun bayrağı altında savaştı. Bu nedenle bir yandan tüm savaşçıları emperyalizmin savaş gücü haline gelmişken, PKK önderliğinin sözde “devrim” veya “kadınların devrimi” yönünde yaptığı uluslararası kampanya tamamen sahte bir niteliğe sahiptir. Castro-Chavizm ve çeşitli türden Stalinistlerin desteklediği bu kampanyayla emperyalizme uyarlanmalarını örtmeye çalışıyorlar. Kadın gerillalara veya milislere sahip olmak “kadınların devrimiyle” aynı şey değildir. Stalinist ve Castrocu kökenli tüm gerilla örgütleri her zaman kadın savaşçılara sahipti. Öte yandan, Barzani’nin burjuva Kürt önderliği bağımsızlık için 2017’de bir referandum düzenledi. Büyük bir çoğunlukla Evet oylarının çıktığı referandum Barzani’nin müttefikleri olagelen emperyalizm, Irak ve Türkiye tarafından hiçbir şekilde tanınmadı.
Kürt önderliklerinin bu ihaneti, ne yazık ki, Erdoğan’ın ordusunun karşıdevrimci saldırısı karşısında kendi halkının kanıyla ödenmekte. Erdoğan yönetimi, kendi ülkesindeki Kürtlere örnek olmaması için kendi sınırlarında en sınırlı biçimde dahi olsa Kürt özerkliğini kabul edemez. Erdoğan rejiminin bu saldırıları ABD, Rusya ve Esad’ın onayını almış durumda. Reformist PKK önderliğiyle olan derin farklılıklarımıza rağmen, kesintisiz biçimde Suriye’nin kuzeyindeki askeri operasyonları reddetmeli ve emperyalizmin, Rusya’nın, Irak’ın ve İran’ın suç ortaklığını teşhir etmeliyiz. Aynı zamanda Kürt halkıyla dayanışma için uluslararası eylem çağrısında bulunmalıyız.
1.5. Türkiye ve Suriye’nin kuzeyindeki askeri operasyonların iç nedenleri
Türk ordusunun Afrin’deki askeri operasyonu, öte yandan, Erdoğan’ın Bonapartist rejiminin kırılganlığının bir yansımasıdır. Bu askeri operasyonun arkasında iki temel neden bulunuyor; birincisi iç, ikincisi dış politikayla ilişkili. İlk olarak, Erdoğan ve partisi AKP güçlü görünmekle birlikte, gerçekte, içeride ve dışarıda iflas eden politikalarının sonucunda önemli bir sıkışmışlık içerisinde. Süreğen yolsuzluk skandalları, yüksek enflasyon ve işsizlik oranları ve dış politikadaki maceracı politikalar, Erdoğan ve hükümetinin son aylarda yüzleşmek zorunda olduğu önemli sınavlardı. İktidarını güçlendirmek için Erdoğan aşırı milliyetçi MHP ile “Milli Birlik İttifakı” adı altında ittifak yaptı ve bu iki parti 2019 başkanlık seçimlerine birlikte katılacak.
Bu zor politik konjoktürden çıkabilmek için, siyasi iktidar geçmişte pek çok diktatöryal rejimin benzer durumlarda uyguladığı eski bir taktiği hayata geçirdi: hayatta kalabilmek için savaş çıkartmak. Böylece, ülkedeki politik meşruiyetini yeniden sağlayabilmek için, Kürt düşmanı ve militarist politikasını derinleştirdi. Bu askeri operasyon, 2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü halin uzatılması ve bu operasyona karşı çıkan muhalif kesimlerin “hain” olarak kriminalize edilmesi için yeni bir araç haline geldi. Bu çerçevede, bu askeri operasyon aracılığıyla, Erdoğan tabanını şovenist ve Kürt düşmanı bir kampanyayla konsolide etmeye çalışıyor. Operasyonun başlamasından bu yana siyasi iktidar politik muhalefet üzerindeki baskısını daha da artırdı.
Suriye’deki yayılmacı ve Kürt düşmanı politikasının iflasının ardından, Türk hükümeti, bu operasyon aracılığıyla bir kez daha Suriye’de aktif bir güç haline gelmeye çalışıyor. Esasında, hükümet bu operasyonu, Suriye’ye ilişkin Rusya ve ABD arasındaki çatlaklardan yararlanarak hayata geçirebildi. Dahası, bu operasyon için Rusya’nın rızasını alabilmek adına Türkiye Rusya’ya yeni ekonomik ve politik tavizler verdi ve öte yandan Türkiye ABD ile PYD-YPG’ye desteğini çekmesi pazarlık yapmayı sürdürüyor. Dolayısıyla, Erdoğan’ın “antiemperyalist” söylemlerine rağmen, bu operasyonun ardından, Türkiye’nin ABD emperyalizmine ve Rus yayılmacılığına olan bağımlılığı derinleşmiş durumda.
Oldukça kutuplaşmış bu politik konjoktürde, ana muhalefet partisi CHP ve solun çoğunluk kesimi, diktatörlük rejiminden çıkış için 2019 başkanlık seçimlerine hazırlanıyorlar. CHP başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından parlamenter rejime geri dönüleceğini belirtiyor ve bu doğrultuda muhalefetin diğer kesimlerine kendi adayını destekleme çağrısında bulunuyor. Solun büyük çoğunluğu halk cepheci bir anlayışa sahip ve bu anlayışın sonucunda Erdoğan karşısında CHP’nin adayını desteklemeye hazırlar. Öte yandan, HDP paralize olmuş bir yapıda kalmaya devam ediyor ve rejime karşı kitlelerd biriken öfkeye liderlik edebilecek ne bir program ne de bir irade koyma gücüne sahip görünüyor. Bu reformist projeler karşısında seksiyonumuz İDP, Erdoğan’ın işçi düşmanı ve baskıcı rejimine karşı sınıfçı bir programın yükseltilmesini savunuyor ve diktatoryal rejimden çıkış için bir Kurucu Meclis çağrısında bulunuyor.
1.6. Tunus’taki yeni toplumsal ayaklanma, Kuzey Afrika’daki genel geri çekilmeye rağmen devrimci sürecin açık olduğunu gösteriyor
Tunus’ta Ocak 2018’de, hükümetin IMF ile vardığı anlaşmaya tepki olarak, yeni bir toplumsal ayaklanma gerçekleşti. Bu seferberlik Kuzey Afrika’daki sürecin çelişkilerini yeniden görünür kıldı. Tunus bölgedeki kapitalist zincirin en zayıf halkası olmaya devam ediyor.
Temmuz 2017’de şunu ifade etmiştik: “Suriye devriminin yenilgisi ve Mısır ve Libya’da ağır geri çekilmeler, 2011’de bölgede başlayan açık devrimci süreci oldukça olumsuz etkiliyor. Bununla birlikte, bölgede karşıdevrim ilerlemiş olmasına rağmen, bütün sürecin kapandığını söyleyemeyiz, özellikle de Kuzey Afrika’da. Devrimin beşiği olan Tunus’ta ve aynı zamanda Fas’ın Rif bölgesinde aylardır süren seferberliklerde olduğu gibi devrimci eylemlerin yansımaları ortaya çıkıyor.” (Dünya durumu dokümanı üzerine karar, UIT-CI 6. Dünya Kongresi)
Merkez noktası Tunus olmaya devam ediyor. Fas’ta Rif bölgesindeki seferberlikler ulusal ölçekte bir harekete dönüşmedi. Tunus’ta seferberliğin çıkış sebebi ulusal birlik hükümetiyle IMF arasında yeni bir kemer sıkma paketi uygulamak doğrultusunda anlaşmaya varılması oldu. Ülkede dış ticaret açığı 6.5 milyar dolara yükseldi, Tunus dinarı yüksek enflasyon nedeniyle ciddi değer kaybına uğradı. Resmi işsizlik rakamlarına göre ülkede işsizlik %16 oranında arttı. Gençler arasındaki işsizlik oranı %30 düzeyine ulaşmış durumda. Temel tüketim ürünlerinde ve benzindeki fiyat artışı geçtiğimiz Aralık ayından bu yana %9’u aştı. İşsiz ve genç emekçilerin başını çektiği ve10 gün süren protestoların ardından, hükümet oldukça kısmi birtakım tavizler vermeyi kabul etti. Seferberlik süresince iki merkezi slogan ön plana çıktı: “IMF’ye ve borç ödemeye Hayır” ve “Hükümet istifa!”. Seferberlik geçici olarak geri çekilmiş durumda. Fakat protestolar yeniden yükselebilir. Tunus’ta hükümetin meşruluğunu sarsacak yeni bir kendiliğinden devrimci seferberlik dalgasının oluşma eğilimi sürüyor. Temel zayıflık devrimci önderlik eksikliği olmaya devam ediyor. Tunus’ta gençlik ve seferber olmak isteyen emekçiler için politik seçenek boşluğu belirleyiciliğini koruyor. UGTT (Tunus Genel İşçi Birliği) sendikal bürokrasi ve Halk Cephesi’nin (başını eski Maoist İşçi Partisi’nin çektiği ve çeşitli parti ve grupları kapsayan bir ittifak) sözde sol koalisyonu menfur bir rol oynamayı sürdürüyor. Bu kesimlerden hiçbiri seferberlikleri desteklemedi. Bu politik boşluk içinde “Ne bekliyoruz?” isimli bir hareket doğdu ve sosyal medya aracılığıyla seferberlik çağrılarında bulundu. Bu hareketin örgütsel bir biçim kazanıp kazanmayacağı veya devamlılık sağlayabileceği henüz belli değil. İnternet ağları üzerinden şekillenen konjonktürel bir hareket olma ihtimali de söz konusu. Seferberlik sürecinde bir örgütlü müdahalede veya hareketin toplantılarına çağrıda bulunmadı. Görünen o ki, parti karşıtı ve horizantalist eğilimlerin baskın olduğu, temel bir programa sahip olmayan bir hareketle karşı karşıyayız. Mücadele etme isteğini ortaya koymaları ve geleneksel örgütlerin dışında bir seçenek oluşturmaya çalışmaları ilerici bir nitelik olarak ortaya çıkıyor. Zaman içerisinde belirli bir örgütsel biçim kazanıp kazanamayacağını görmek gerekiyor.
1.7. Trump’ın Filistin halkına yönelik ağır karşı saldırısı
Trump’ın Ortadoğu’da ve dünyadaki karşıdevrimci karşı saldırısının merkezinde Filistin bulunuyor. Trump bu politikasında Siyonist İsrail devletinin tam desteğine sahip. Yeni emperyalist yönetim Oslo anlaşmalarını tümüyle rafa kaldırmaya karar verdi. Oslo anlaşmaları, ABD ve Avrupa emperyalizminin “iki devlet” yalanı üzerine kurulmuştu. “İki devlet söylemi”, ırkçı İsrail’e verilen açık desteğin üzerini örtmek için kullanılmaktaydı. Bununla havuç ve sopa politikalarını bileştiriyorlardı. Şimdiyse Trump bu sahte söylemi dahi kullanmıyor. Trump tarafından Kudüs’ün başkent olarak tanınması ve büyükelçiliğin Kudüs’e taşınacak olması, bu karşı saldırının başlangıç noktasını oluşturdu. Bunu ABD’nin, BM’nin Filistinli mülteciler için oluşturduğu fona yönelik yardımlarını kesme kararı takip etti. Bu kararla, özellikle, Gazze Şeridi’nde yaşayan Filistinliler üzerindeki kuşatmanın ağırlaştırılması ve açlıktan ölmeye terk edilmesi hedefleniyor. Bu, emperyalizmin ve Siyonist devletin soykırımcı nitelikte bir politikasıdır. Emperyalizmin bir kesimi, özellikle Avrupa devletleri ve Vatikan, Trump’ın politikasından ayrışıyor ve “iki devlet” sahte politikası, sonsuz “müzakere” yalanı ve El Fetih ve diğer burjuva önderliklerle (Türkiye’den Mısır’a ve petrol monarşilerini geçerek İran’a) hain Oslo anlaşmaları temelinde Siyonist devleti desteklemeyi savunuyor.
Trump’ın politikası öylesine vahşi ki, Mahmud Abbas liderliğindeki reformist ve teslimiyetçi Filistin Ulusal Yönetimi ve El Fetih, ABD ile ilişkilerini kesmek ve “iki devlet çözümü” temelindeki sürekli müzakereye dayanan politikasını iptal etmek zorunda kaldı. Bu durum, El Fetih ve Hamas arasında bir ulusal birlik hükümeti kurulması müzakerelerinde son aşamaya gelindiği bir zamanda ortaya çıktı. Öte yandan, Hamas yönetimi Şubat 2017’de, müzakerelerin bir parçası olmayı kabul etti. Kuruluş belgesinde değişiklik yaparak, İsrail’i tanımadan, 1967 sınırları temelinde bir Filistin devletinin kurulmasını kabul etti. Bu politika, Siyonist devletin yıkılması ve tüm Filistin topraklarında tek Filistin devleti kurulması politikasından farklılaşmayı ifade ediyor (kaynak: El País, 2.5.2017)
Yeni bir İntifada patlak vermemiş de olasa, Filistin halkının kahramanca direnişi sürüyor. Bu direnişin bir parçası olarak genç Filistinli Tamimi İsrail devleti tarafından tutuklandı. Filistin halkına diz çöktürülemedi ve onun mücadelesi Trump’la çarpışmanın öncüsü konumunda. Filistin halkına destek Enternasyonal’in merkezi ve sürekli kampanyalarından biridir. Bir yandan Siyonist devletin yıkılması stratejik hedefinin propagandasını yaparken diğer yandan, Filistin direnişini koşulsuz destek ve Trump’ın, emperyalizmin ve ırkçı-Siyonist İsrail’in lanetlenmesi için en geniş eylem birliği çağrısında bulunuyoruz.