Yeni rejim olarak neo-Bonapartizm
Türkiye’deki yönetim krizinin bütün çelişkilerini kendi kişiliğinde kristalize etmeyi başarmış olan Erdoğan için yeni tarzda bir Bonapartist rejimin inşası, özellikle de15 Temmuz’un ardından, duygusal bir hırs veya politik güce düşkünlük meselesi değil, siyasal bir zorunluluk halini almış durumda. 15 Temmuz gecesi kafa kafaya çarpışarak sersemleyen rejimin iki fraksiyonun(1) da bugün için karşılarına koydukları yeni bir rejimin inşası hedefi (yarı-parlamenter bir Bonapartizm veya askeri diktatörlük), sabır ve sakinlik değil acele gerektirmektedir.
Askeri ve polisiye aygıtların, silahlı çatışmadan fiili işbirliğine dek varabilecek karşılıklı potansiyel ilişkiler ağının, bu denli sonuç belirleyici olduğu bir konjonktür, iç savaş dinamiklerini içerisinde barındıran Bonapartistleşme eğilimlerinin ağırlık kazandığı kritik bir sürece işaret ediyor. Erdoğan kliği için de, kalkışmayı organize eden ve bundan sonra da organize etme ihtimali olan farklı devlet güçleri için de karşılarında duran alternatifler açıktır: Ya mutlak iktidar, ya da mutlak yenilgi. Rejim içi fraksiyonların çatışma halinde olan kesimleri için bu ikili siyasal formülün dışarısında konumlanan bir seçenek, bu çemberden üçüncü yol aracılığıyla oluşturulacak bir çıkış yolu yoktur.
Ancak unutmadan eklemek gerekir ki, bir rejim krizi olarak patlak veren mevcut durum, içerik olarak Türkiye kapitalizminin derin buhranına, bu kapitalizmin kendi tarihinin en yıkıcı sosyal krizine işaret etmektedir. Evet, yapısal bir ekonomik krizin bir gerçeklik halini almamış olmasını egemen bloklar bir övünme mazereti kullanıyor. Ancak Türkiye kapitalizminin kendi tarihi boyunca sahip olduğu devlet aygıtının en parçacıklı ve dağılmış halini temsil eden bugünkü yönetim aygıtının, bu duruma herhangi bir sarsıcı ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarına ihtiyaç duymadan gelebilmiş olması, sermaye adına bir övünç kaynağı olmamalı. Zira kendi devlet aygıtlarının bugün kitleler nezdindeki prestiji, kapasite noksanlığından kaynaklanan istikrarsız bir görünümün açtığı yaralarla sarsılıyor.
Bu bağlamda 15 Temmuz’da çarpışan iki klik için temel ayırıcı öğe, ikisinin de Türkiye kapitalizmini iç ve dış tehditlerden korumak için şiddete dayanan siyasal savunma yöntemleri arasında yaptıkları tercih farklılıklarıdır. Savundukları ve gardiyanlığına soyundukları fenomen bir ve aynıdır. Mevcut çatışma, farklı iki devlet kliğinin egemen blokların çoğunluğunu ikna etmeye dönük faaliyetlerini ifade etmektedir; üretimin kapitalist karekterini korumada hangisinin yönteminin daha işlevsel bir araç rolü göreceği tartışması üzerine yaşanan kanlı bir ikna faaliyetinin.
Darbe girişiminin tarihsel kaynakları
Türkiye’de, devleti ve onun araçlarını kendi mülkiyeti olarak gören çok sayıdaki rejim içi fraksiyonun kanlı çatışmaları şeklinde tezahür eden ulusal sosyo-politik krizin, tarihsel bağlamlara kök salmış uluslararası bir nesnel zemini var. İçerisinden çıkılmakta olan dönemle artık yavaş yavaş işaretlerini vermekte olan yeni paradigmanın bilimsel bir açıklıkla anlaşılabilmesi, bu nesnel zeminin dinamiklerini ve olanakları ile sonuçlarını rasyonal bir biçimde tahlil edebilmekten geçiyor.
1970’li ve 80’li seneler boyunca vuku bulan militan işçi mücadeleleri bir ihtiyaç ve tepki/reflesk olarak ‘Yeni Sağ’ ismi verilen akımları ortaya çıkarttı. 1968-69’da dünyayı kasıp kavuran radikalizm dalgasının ardından 1979 İran ve Nikaragua devrimlerinin patlak vermesi, İtalya’da Fiat işçilerinin, ABD’de ise hava kontrolörlerinin mücadelesi ile İngiltere’de 1972 ile 1974 yıllarındaki sarsıcı madenci grevleri, Heath hükümetinin yenilgisi ve bunu izleyen militan proleter eylemler, ‘bir daha asla’ anlayışıyla tarih sahnesinde gözüken ‘Thatcherizmin’ uluslararası alanda bahsi geçen ‘yeni sağ’ odakları örgütlemesi ile sonuçlandı.(2) Liberal literatür bu eğilimi ‘otoriter popülizm’ olarak okusa da, meselenin sınıf ve sınıf mücadelesi boyutunun ağırlığı, birkaç on sene içerisinde hissedilmeye başlanacaktı.
Birleşik Devletler yönetimindeki neo-con (yeni muhafazakar) programın, Irak’taki iflası bu yeni sağ akım açısında art arda patlak veren krizleri tetikledi. 2008 ekonomik krizi ve ardından kitlesellik açısında tarihsel rekorları kıran seferberlik dalgası üzerine Thatcher ile Reagan’ın tarihsel mirası ile bina edilen neoliberal muhafazakar hükümetlerin yenilgi üzerine yenilgi tatmasıyla belirlendi. Finans kapitalin, kendi egemenliğini korumak adına geleneksel yöntemlere ve aygıtlara dönüşünün (Sisi’nin darbesi, Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimi, Doğu Avrupa’da ve Doğu Asya’da artan NATO faaliyetleri) bir başlangıcı olabilecek mevcut eğilimler, yeni sağın/neo-con iktidarların çözülüşüyle birlikte burjuvazinin uluslararası düzlemde yaşadığı önderlik krizine işaret ediyor.(3) Bu önderlik krizi Türkiye’de ise, 15 Temmuz darbe girişimi ile kendisini ifade etti; iki fraksiyonun egemenlik savaşımı biçiminde tezahür etti.
Bir geçiş süresi: Yeni rejim oluşum halinde
Neo-Bonapartizm olarak tarif ettiğimiz yeni rejimin çoktandır inşa edilmiş olduğunu, bütün kurumları ve kuruluşları ile Türkiye’de işlemeye başladığını söylemek doğru olmaz. Mevcut sürecin kritik karakteri bu ilişkiden, yeni rejimin oluşum sürecinde olmasından, yani bir geçiş niteliği(4) taşımasından kaynaklanmaktadır. Bütün geçiş ve oluşum süreçlerinde olduğu gibi bugünkü dönem de, ileri atılım ile sıçramaların bütün çelişkilerinin ağırlığının hissedildiği, çelişkilerin çözümünün ancak zor kullanılarak aşılabileceği bir tablo sunuyor.
Yeni bir anayasal çerçeve ile baskıyı ve şiddeti hâkim kılındığı, yeni bir anayasal çerçeve ile görece demokratik fren ve denge mekanizmalarının devre dışı bırakıldığı, yeni bir anayasal çerçeve ile rejimin parçalı yapısının son bulduğu ve yeni bir anayasal çerçeve ile yetkilerin tek bir odağa yaslandığı yeni tipte bir Bonapartizmin inşası, saray rejiminin ajandasında yapılacaklar listesinin başında gelmektedir. Saray için bu görev, 15 Temmuz gecesinden önce de gündemindeydi. Ancak 15 Temmuz’la birlikte değişen dinamik, aşırı risk alımından kaçınmak suretiyle bu hedefi sonuna kadar götürmemeyi tartışmaya açabilecek olan saray rejiminin, darbe girişimiyle birlikte somut planlarını son haddine ulaştırmayı kafasına artık koymuş olmasıdır.
Erdoğan’ın söylemlerinden ve siyasal yönelişinden de anlaşılacağı üzere, küçük ölçekli sanayi ve ticaret erbabı ve bununla birlikte Türkiye kapitalizminin az gelişmişliğinin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan geniş lümpen kümeler (köyden kente göçüp işsiz kalanlar, işportacılar ve benzerleri), bu yeni Türk tipi Bonapartizmin inşası için koçbaşı olarak kullanılmak istenmektedir(5). Zira sarayın kendi rejiminin inşasını mantıksal sonuçlarına vardırması için bu tarz bir sınıflar profiline ihtiyacı vardır. Bu profillerin 15 Temmuz’un ardından darbe karşıtı eylemlilikleri ideolojik olarak radikal İslamcı bir biçim kazanmış gibi gözükse de bu ifade biçiminin altından yatan nesnellik, Batı sermayesinin Türkiye’nin ulusal kaynaklarından elde ettiği artı değer oranının yüksek seviyeleri karşısında ‘yerli ve milli’ pazar tüccarlarının pastadan daha yüksek oranda bir dilim istemesidir. Batı karşıtlığı şeklinde ifade edilen İslamcı dışavurumculuğun, ‘büyük sermaye’ karşıtı izlenimi yaratan bu plebyen tepkinin kaynakları ekonomik yağmada daha geniş bir yer kaplama arzusudur. Aynı zamanda bir yönüyle, piyasanın ‘serbest’ kuralları karşısında yok olma veya ‘yoksullaşma’ korkusunun da bir ifade ediliş biçimidir. Bütün bu dinamiklere rağmen ‘yerli ve milli’ finans kapitalin uluslararası sermaye akımları ile bütünleşme ihtiyacını hissetmesinin, ulus ötesi finans merkezlerinin taleplerinin aktarma kayışı rolüne soyunmaya duyduğu gereksinimin önüne geçememesinin, sonucu belirleyici bir tezat olarak ağır bastığı unutulmamalıdır.
Yeni rejim ile yeni rejimin ordusu arasındaki çelişki: Bedeli kim ödeyecek?
Yeni bir rejimin hayat bulmakta olduğundan bahsederken, bu yeni rejimin üzerinde yükseleceği kendi yeni kurumlarından/aygıtlarından, ancak daha da önemlisi bu yeni kurumların işçi sınıfı örgütlenmelerine dönük siyasal ve fiziksel konumlanışlarından, tutumlarından da söz etmek mecburiyetindeyiz. Yeni bir anayasa aracılığıyla ‘Türk tipi bir başkanlık’ hedefleyen saray rejiminin de bilincinde olduğu üzere, bütün yeni rejimlerin inşası, o rejimlerin karakterlerine özgü devlet organlarına ve bu devlet organlarından en mühimi olan bir askerî daimi orduya ihtiyaç duyar. Son dönemde oluşturmaya başladığı bütün paramiliter çeteler toplamına rağmen bunların profesyonellerden oluşan bir daimi ordu ile karşılaştıralamayacağının bilincinde olan saray rejimi için yeni tipte bir Bonapartizmin inşası için en güvenilir fiziksel kaynak, TSK olmayı sürdürüyor. Erdoğan’ın sosyo-ekonomik, sınıfsal ve diplomatik basınçlar sonucu kendisini inşa etmeye mecbur hissettiği neo-Bonapartist rejimin TSK’ya ihtiyacı var. Bu ihtiyaç, rejimi bugüne dek sınıflar mücadelesinin tehditlerinden korumuş olan geleneksel bir aygıta hissedilen nostaljik bir borç ve sorumluluk duygusu ile değil, politik bir zorunluluk ilişkisi ile belirleniyor. Anayasal Bonapartist rejimin politik programı ile bu programı uygulayacak askerî aygıtlar arasındaki çelişki, yeni rejimin oluşum sürecinde olmasının doğurduğu tezatların en keskinidir.
Ne var ki saray kadroları ile ordu arasındaki çelişki, bilhassa 15 Temmuz’un da gösterdiği üzere, salt Kürt halkı ve demokratik hak ve özgürlükler düşmanlığı ile aşılabilecek bir yapıya sahip değil. Egemen bloklar açısından bugünkü sorunun en temel kaynağı, bina edilmek istenen yeni rejim ile bu yeni rejimi bina edip onu şiddetle savunması gereken ordunun arasındaki kaçınılmaz çelişkidir. Zira saray şunu çok iyi biliyor: Ordu bir şekilde ikna edilemezse, parlamenter görünümlü bir Bonapartizmin inşası sosyolojik bir olanaksızlığa gömülecek ve yeni rejim planlarının gömüldüğü bataklık kendilerini de içerisine çekecektir.
Bu bağlamda sarayın bir sonraki politik hamlesini öngörmek hiç de zor değil: Tasfiyeler(6), kadro atamaları ve ganimet paylaşımları yoluyla orduyu içeriden ve OHAL’in hükümete tanıdığı yetkiler aracılığıyla fethetmek. Erdoğan, siyasal basiret sahibi olmayı tecrübelerinden öğrenmiş birisi olarak tek tek bireylere değil de, o bireylerin hareketlerini belirleyen değişken çıkarlarına güvenmeyi öğrenmiş durumda. Erdoğan, saraya politik ve askeri olarak tamamen güdümlü olan sadık kadroların kritik mevkilere yerleştirilmesi ile ganimet paylaşımının kendisinin önderliğine gerçek anlamda boyun eğmiş sermaye gruplarına aktarılması adına kendisinin, Türkiye kapitalizminin kendi tarihinin en özgül mali ve siyasal çıkarlar ağını inşa etmesi gerektiğinin farkında. Zira Erdoğan askeri bir darbeyi geçiştirmenin veya durdurmanın en etkili yönteminin, bu darbe girişiminden kimsenin çıkarının olmamasını güvence altına almak olduğunu biliyor.
Saray rejiminin askeri girişimlere karşı kendi meşruiyetini sağlama almak için örmek durumunda olduğu bu çıkarlar ağı, önceki örneklerinden farklı olarak derinleştirilip genişletilmesi gereken bir iktisadi-siyasi rüşvet mekanizmasına işaret ediyor. Öyle ki, bu rüşvet, söz konusu bir cuntanın tankları olduğunda, ulaştığı egemen bloklar için bir direniş veya tarafsızlaşma sebebi olabilsin. Bu çıkarlar ağının ekonomik boyutunu, rüşvet mekanizmasının öngördüğü israfı düşünebiliyor muyuz?
Bu noktada sarayın oldukça hayati bir engel ile karşı karşıya kalacağını öngörebiliriz: Asla aksamayan ve kaynağı istikrar vaat eden bir sıcak para trafiği. Sıcak para trafiğinin egemen blokalara güvence verecek derecede stabil bir profil çizmesi için işçi sınıfı ile emekçilerin hayatta kalma ve çalışma şartlarında gerçekleştirilecek olan yağmanın boyutları, son 14 senenin neoliberal saldırganlık ‘normlarını’ dahi aşacak. Burada söz konusu olan, neoliberal işçi düşmanı uygulamaların olağan akışında devamı değildir. Saray için kendisini sağlama alacak olan kirli bir ekonomik çıkarlar ağının yaratılması, proletaryanın sömürüsünde yaşanacak olan bir sıçramaya sımsıkı bağlıdır. Bu somut bağ, işçi sınıfını atomize edecek, atıl bırakacak, etkisizleştirecek, sendikalardan uzaklaştıracak ve kölece yaşam tarzına mahkum edecek politikaların, önümüzdeki dönemin alamet-i farikası olacağına işaret ediyor. Sarayın ayakta kalabilme koşulları, hedeflediği neo-Bonapartist rejimin inşa edilebilme olanakları, daha önce kendi tarihlerinin hiçbir döneminde olmadığı kadar, proletaryanın bir sınıf olarak yağmalanmasına, ürettiği artı değere ek olarak hayatta kalma şartlarını sağlayan araçların keskin bir sömürüsüne bağımlı.
Yeni rejimin bütünüyle kontrol edebileceği bir ordu yapılanmasının oluşturulması için ihtiyaç duyulan ekonomik çıkarlar ağı ve rüşvet mekanizmasının kaynağı ilk olarak işçi sınıfının hayat şartlarında aranacak. Bunun yanı sıra sarayın, her ne kadar ikincil bir önem taşıyacak olsa da, çıkarlar ağı ile rüşvet ilişkilerini organize etmek için farklı ekonomik seçeneklere başvuracağı da bariz. Bu seçeneklerin başında geleni de yabancı sermaye yatırımlarının sürekliliğini sağlamak ve toplumsal risklerin, emperyalist merkezler kaynaklı finans kapital ihracını aksatmasına ve geriletmesine izin vermemek. Uluslararası kredi kuruluşlarının Türkiye’nin notunu düşürmemeleri veya ‘trajik’ bir düşüşe sebebiyet vermemeleri ekonomistler tarafından olumlu yorumlanıyor olsa da, bu tercihlerin arkasında yatan asıl sebebin, yabancı yatırımcıların Türkiye özelindeki yatırımlarını satışa çıkarmaları için son fırsatların tanınmasını sağlamak olduğunu düşünebiliriz.
Yeni rejimin ekonomik güvencelerinin inşa edilme yöntemleri sorunsalında, sarayın bu iki potansiyel kaynağın (işçi sınıfı ve yabancı sermaye) tehlikeli etkileşimleri karşısında çaresiz bir pozisyona mahkum olacağı açık. Neo-Bonapartizmin militer kurumsallaşmasını, işçi sınıfının öncüsünün etkisiz hale getirilerek ve direniş merkezleri kontrol altına alınarak sağlama almaya çalışacak olan bir yönelim, karşısında sınıfın derinliklerine yayılma potansiyeli olan bir huzursuzluk ve eylemlilik gündemlerini bulacak. Sınıf kökenli bu ‘tehdidin’ ise yabancı sermayenin ulusal yatırımlarına herhangi bir teşvik sağlayabileceğini söylemek mümkün olmaz.
Rejim krizinin çok boyutluluğu
15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi gösterdi ki, Erdoğan’ın rejim içerisinde, kendi başkanlığı adına – yani anayasal ve parlamenter koşumları olan Bonapartist bir rejimin hayat bulması adına – siyasal egemenliğinden vazgeçiremediği bir takım fraksiyonlar bulunmakta. Bu rejim içi klikler, Erdoğan’ın başkanlığında, kendi çıkarlarını hem iktidar bloğu düzeyinde, hem de toplumsal anlamda koruyamayacağını düşünüyor. Türk rejiminin hegemonya krizi, üzerinde süren egemenlik savaşı yalnızca egemen bloklar arası/içi bir alana değil, aynı zamanda toplumsal taleplerin denetim altına alınamamasına da işaret ediyor.
15 Temmuz cunta kliğinin sosyolojik profili, büyük sermayenin unsurlarından ziyade küçük-burjuva kökenli subayların oluşturduğu bir kümeye, bununla birlikte uluslararası istihbarat servisleri içerisinde bir takım odakların onayını alarak küçük birer Mustafa Kemal Atatürk olma hevesiyle maceracı girişimlere yeşil ışık yakmış yüksek rütbeli askerî bürokrasiye işaret ediyor. Darbe girişiminin emir-komuta zinciri dahilinde örgütlenmemiş oluşu ile işverenlerin genelini ikna edemeyişi, en azından birkaç saat içerisinde onları tarafsızlaştıramamış oluşu, hareketin küçük-burjuva karakterinin altını çizer nitelikte. Ancak burada bir noktanın altını çizmek şart: Darbe girişimine katılanların sınıf profili ile darbenin amaçlarının sınıf karakteri bir değil. Darbecilerin köken olarak sınıf karakteri ve somut önerileri ne olursa olsun, mümkün olan en kısa zaman dilimi içerisinde büyük burjuvazinin programını uygulamaya başlayacakları açıktı(7). Zira, kalkışmaya girişenlerin profili ile onların hedefleri arasındaki sınıf karakterinin aynı olmayışı, darbeci kadroların büyük sermayenin taleplerinin uygulayıcıları olarak görev almaları, tarihin yasaları tarafından belirlenen bir ilişkidir.
Cunta kliğinin politik ve sınıfsal profilinin bu karakteri oldukça kritik. Zira bu küçük burjuva karakterin içeriğinde barındırdığı programatik hedeflere ulaşabilmek adına belirli bir fraksiyonun kalkışmaya cüret edebilmesi dahi, parçalanmanın eşiğinde olan bir sosyo-ekonomik düzenin varlığını teşhir ediyor. Akın Öztürk’ün başında olduğu hareketin küçük-burjuva karakteri, geri dönüşü olmayan bir parçalanma, yok olma ve mevzi kaybetme sürecine girmiş bir kapitalist toplumun sorunlarını çözmenin biricik yolunun, askeri bir diktatörlük olduğunu söylemektedir(8). Bu önerinin toplum nezdinde kabul görüp görmemiş olması bir kenara, mühim olan bu önerinin 15 Temmuz gecesi yapılmış olması, bu önerinin yapılmasına zemin hazırlayan nesnel ve öznel koşulların olgunlaşmış olmasıdır!
14 Temmuz günü işverenlerin ortaklaşa aldığı bir komite toplantısının yapıldığını hayal edelim. AK Parti iktidarının, kendilerinin ekonomik faaliyetleri açısında olumlu ve olumsuz taraflarının tartışıldığı bu toplantının karar metninin siyasal yönelişi yüksek ihtimalle şunları söylerdi: ‘Hükümetin benimsemiş olduğu, sermaye birikimi adına neoliberal uygulamaları sonuna dek götürme, dünya pazarına entegre olma ve işçi hakları ile mevzilerinin sökülüp alınma programı tarafımızca desteklenmektedir. Bugünün verili koşulları altında sermaye sınıfları olarak, askeri bir diktatörlük programına ihtiyacımız yoktur. Bizler toplum üzerindeki egemenliğimizi, askeri bir diktatörlüğün açık iç savaş yöntemleri dolayısıyla yaratacağı risklere girmeden sağlamayı, bugünkü durumda tercih ediyoruz.’(9)
Bir 14 Temmuz işverenler toplantısının yüksek ihtimalle ulaşacağı bu sonuçlar, 15 Temmuz gecesi geldiğinde bir mizansene dönüşürdü ve analistlerin paranoyak metotları bu kararların birer komplo olduğunu iddia ederdi. Ne var ki, Akın Öztürk’ün başını çektiği küçük-burjuva hareket bir komplo planının sonucu değildi. Verili koşullar altında burjuvazinin ihtiyaç duyduğu program her ne kadar bir diktatörlüğü öngörmese de, cunta kliği her ne kadar yenilgiye uğratılmış olsa da, iç savaş risklerini görece bir şekilde kabul ederek bir askerî Bonapartist diktatörlük programına ihtiyaç olduğu iddiasındaki rejim içi bir takım fraksiyonlar, sermaye sınıfını ve toplumu, saray rejiminden ‘daha iyi’ bir iş yapacağına ikna etmeye çalışmıştır. Bunun anlamı şudur: Buz kırılmış, yol açılmıştır. Ne için mi? Sarayın sermayeyi memnun etmek ve muhalefeti baskılamak için kullandığı yöntemleri yeterli bulmayan devlet içi odakların aşırı totaliter bir alternatif arayışları için. Cuntacı kliğin o gece verdiği mesaj, dış politikada, Batılı pazarlara entegre oluşta, işçi sınıfını ve Kürt halkını baskılamada, ifade, toplantı ve yürüyüş hakkını engellemede kendilerinin, askeri bir diktatörlük programıyla, daha başarılı olacaklarını iddia etmeleridir. Egemen blok içerisinden ikna edemedikleri kesimlerin çoğunlukta olduğu gerçeğinden ziyade, buna cüret edilebilmesi, yaşanan kırılma anının önemini gözler önüne sermektedir. 15 Temmuz’un ifade ettiği kırılma anının temsil ettiği nitel sıçrama, Troçki’nin sözleri ile barış döneminin kapandığı ve radikal burjuva rejimlerinin döneminin açıldığı anlamını taşır:
“Barışçı dönemlerde, demokratik bir parlamento, çatışan çıkarları uzlaştırmanın en iyi aracı olarak görünür. Ama temel güçler 180 derece zıtlaşınca, Bonapartist diktatörlüğün yolu açılır.“(10)
Emperyalizmin egemenlik krizi, darbeler ve Türk dış politikası
NATO’nun en büyük ordularından biri olan TSK içerisindeki %1,5’lik bir kesimin, azınlıkta kalmış görünümü vermesine rağmen, ABD kaynaklı uluslararası istihbarat servislerinin (en azından belirli bir kesiminin) sorumlu dairelerinin yetkisi ve/ya bilgisi dahili olmadan iktidara el koyma girişiminde bulunduğunu iddia etmek, yanlış olurdu. Özellikle darbe girişiminin öncülüğünün, Birleşik Devletler’de ikame eden bir şahsın organizasyonu tarafından üstlenilmiş olduğu bariz bir gerçeklik halini almışken. 15 Temmuz girişimi, CIA ve/ya NATO benzeri emperyalist doğrudan müdahale araçlarının bütün kurumları ve dairelerinin yetkisi ve onayı ile desteklenmiş bir kalkışma değildi. Ancak tıpkı Türk rejimi gibi NATO’nun da çok başlı bir yapıya sahip olduğu, kardeşi olan bütün kurumlar gibi ‘Gladyosu’ sayılabilecek birçok hücresinin bulunduğu unutulmamalı.(11)
Bu başlık altında, komplo teorilerine ve belirli militer odaklara paranoya derecesinde bir kuvvet atfeden dejenere siyasi-kurgu romanlarına konu olabilecek bu hücrelerin faaliyetleri tartışılmayacak. Bir gazetecilik faaliyeti olabilecek bu yüzeysel uğraştan ziyade 15 Temmuz’un emperyalist kampta ifade ettiği anlamları, bu kampta yarattığı somut sonuçları, Beyaz Saray’ın neo-muhafazakar programının iflasının ertesinde benimsemiş olduğu ‘yumuşak güç’ yöneliminin bilançosunu ve emperyalizmin geleneksel müdahale tarzlarına bir geri dönüş olarak yorumlanabilecek darbeler döneminin açılıp açılmadığını tartışacağız. Bu tartışma – Mısır haricinde şimdilik sadece – Türkiye özelinde yaşanmış bir takım süreçlerin ışığında gerçekleştirileceği için tarihsel bağlamların net bir şekilde aktarılıp anlaşılmasını da şart koşuyor.
Zira tarihsel olarak baktığımızda 1953 İran, 1954 Guatemela,1960 Kongo, 1964 Brezilya, 1964 Endonezya, 1964 Dominik Cumhuriyeti, 1965 Gana, 1966 Yunanistan, 1967 Kamboçya, 1970 Şili, 1973 Arjantin, 1976 Bolivya ve 1980 Türkiye darbeleri yaşandı. Bu darbeler dizisinin ardından, yaklaşık 30 senelik bir zaman dilimi içerisinde, iktidar değişiklikleri veya çeşitli siyasal ittifaklar gerçekleştirebilmek adına farklı metotlar denendi. O halde iki soru sormamız gerekiyor. Birincisi, neden farklı metotlar denendi? İkincisi, bu metotlar başarılı oldu mu yoksa geleneksel yöntemlere bir geri dönüş söz konusu mu?
Emperyalizmin egemenlik krizi, demokratik gerici politikalarla aşılabildi mi?
‘Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır.’
Yukarıdaki alıntı Obama’nın, ABD Başkanı oluşundan sonra Kahire’de yaptığı konuşmadan alındı.(12) 1960’lı senelerde yıkılmış olan sanayi üretim sürecinin yeniden ayağa kaldırılmasıyla görece genişleme ve refah üretme olanaklarını kullanan kapitalizmin, bu geçici sürecin ardından son derece keskin çelişkilerle dolu yeni bir evreye giriş yapması, emperyalizmin uluslararası düzlemdeki askeri ve politik yönelimlerinde de değişiklikleri beraberinde getirdi.(13)
ABD’nin, kendi tekelleri ve çokuluslu şirketlerinin kâr oranlarını ve çıkarlarını, ulusal sınırlarının ötesinde de korumak için benimsemiş olduğu darbeci yönelimin Latin Amerika’da yükselen bir seferberlik dalgasını ve işçi devrimi risklerini doğurması,1970’li senelerde patlak veren devrimci dalga ve Körfez müdahalesinin zoraki karakteri sopa politikasının terki ve havuç metodunun benimsenmesi ile sonuçlandı. Bush’un kişiliğinde ifadesini bulan askeri müdahale yanlısı neo-con (yeni muhafazakar) programın, Irak yenilgisi ve 2008 ekonomik krizi ile birlikte bütün kullanılabilirliğini yitirmesi ve Beyaz Saray’ın Ortadoğu politikasının kendisinin bütün prestijini yitirmesi ile sonuçlanması, demokratik gerici yeni bir yönelişin Obama’nın ‘yumuşak güç ABD’ önerisinde somutlanması gibi süreçleri tetikledi.
Bu yönelişin, kendi içinde taşıdığı amaçlar bağlamında başarılı olup olmadığı sorunsalına verilebilecek en net cevap, Mısır devrimini demokratik aşamasında tutması ve kitleleri seferber olmaktan soğutması için Müslüman Kardeşler’e verilen desteğin, Sisi’nin darbeci kliğine sunulan lojistik, askeri, mali ve diplomatik desteğe nasıl dönüştüğü olacaktır.(14) Bunan yanı sıra Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ABD’li yetkililerin, komutanların tasfiye edilmesine ve tutuklanmasına dönük onaylamaz tutumları ve Erdoğan’ın yönelişine gösterdikleri tepki ile askeri darbe girişimini açıkça ve sertçe yermemeleri, demokratik gerici diplomasinin, havuç siyasetinin bir sona yaklaşmak üzere olduğunun habercisi. Şimdilik diplomatik ve hukuki manevralar ve politik şantajlar/ekonomik tehditler sınırları içerisinde yaşanan tekeller ve bankalar arası süren kaynak ve pazar rekabetine, dilediği ölçüde ve dilediği şiddetle müdahale edemeyen ABD’nin egemenlik krizi derinleşerek sürmektedir ve ‘yumuşak güç’ yönelişi de derinleşen bu buhranla birlikte değişime tabi tutulmak istenmektedir.
15 Temmuz darbe girişiminin başarısız oluşu, ABD hegemonyasının yaşadığı çok boyutlu krizin sadece küçük bir bölümüne, bütünle uyumlu olan bir parçasına işaret ediyor. Uluslararası siyaset ve diplomasi arenasında ‘Atlantikçi’ seçeneğin zayıflamaya yüz tutması, dış politika alanında özerklik arayışlarını güçlendiren bir dinamik olarak karşımıza çıkıyor. Ancak ABD kendi önderliği altındaki ‘Batılı kuşatmanın’ zayıf halkalarını güçlendirmenin ve krizli dinamiklerini çözerek aşmanın yolunu da arıyor. Bu arayış mantıksal sonuçlarına henüz varmış değil. Beyaz Saray’ın uluslararası faaliyetlerden sorumlu kadroları bugün için kendi emperyalist egemenliklerinin kalıcılığını güçlendirip sağlamlaştıracak bir yol haritasının oluşturulması ile meşguller.
Clinton’la birlikte yeni çizgi: ‘Akıllı güç’
Hala sürmekte olan Obama döneminde bir süreliğine Dış İşleri Bakanlığı Sekreteri olarak görev yapmış olan ve ABD’nin Kasım’da gerçekleşecek olan başkanlık seçimlerine Demokratik Parti’den aday olarak gösterilen Hillary Clinton’ın dış politikada yeni bir politik hat izleyeceğinin sinyalleri ne zamandır veriliyor. Clinton, Bush döneminin ‘sert güç’ uygulamaları ile Obama döneminin ‘yumuşak güç’ yönelişinin diyalektik bir sentezi olarak sunduğu ‘akıllı güç’ önerisini, uzun zamandır dile getiriyordu.(15)
Clinton’ın ‘akıllı güç’ önerisinin ideolojik mimarlarından Joseph S. Nye Jr., ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın düşünsel üssü gibi çalışan Foreign Policy internet sitesinde şunları yazıyordu:
‘2007 senesinde ben ve Richard Armitage, Kongre üyelerinden, eski büyükelçilerden, emekli ordu bürokratlarından ve Washington’daki Uluslararası Stratejik Çalışmalar Merkezi’nin başındaki kâr amacı gütmeyen kuruluşlardan oluşan Akıllı Güç Komisyonu’na eşbaşkanlık yaptık. Vardığımız sonuç, son senelerde Amerika’nın imajının ve etkisinin reddedildiği ve Birleşik Devletler’in bundan böyle korku ihraç etmek yerine iyimserlik ve umut aşılaması gerektiğiydi.’(16)
Aynı şekilde Bush döneminde Savunma Bakanlığı pozisyonunu üstlenmiş olan Robert Gates, Kongre’ye hitap ederken şöyle konuşuyordu: ‘Bugün burada, yumuşak güç kullanma kapasitemizi kuvvetlendirmemiz ve bunun sert güç ile daha iyi entegre olmasının gerektiğini söylemek için bulunuyorum.’
Joseph S. Nye Jr. aynı yazısının devamında ‘akıllı güç’ fenomenini bir cümle ile özetliyor: ‘Akıllı güç, mali ve zor sert güç ile cazibeli yumuşak gücü başarılı bir stratejide birleştirme kabiliyetidir.’
‘Akıllı gücün’ ABD kaynaklı müdahaleler için anlamı, ordudan orduya işbirliği olanaklarının arayışında yaşanacak ilerlemeye, diplomatik gücün Pentagon’un askeri varlığı ile desteklenip göz korkutacak derecede öne çıkarılmasına, ‘yumuşak’ ve ‘sert’ güç araçlarının ve aygıtlarının birlikte, birbirlerini tamamlar ve destekler şekilde kullanılacak olmasına işaret ediyor. Bu yeni dönemin anlamı, rejim krizi veya ön devrimci durum riskleri ile karşı karşıya kalan ülkelerde, demokratik gericilik yöntemlerinin yanı sıra geleneksel askeri aygıtlara dayalı darbeci çözüm arayışlarının, sözde dahi olsa ilkesel olarak reddedildiği kısa süreli aranın, sonuna gelindiğidir. Birleşik Devletler Dış İşleri Bakanlığı ve uluslararası arenada faaliyet yürüten sayısız ABD kökenli kurum ile kadro, Bush ve Obama iktidarlarının politik programlarının en işe yarar, en ‘başarılı’ olmuş taraflarını sentezledikleri yeni bir saldırı metoduyla, pazarlar üzerindeki rekabet savaşında liderlik koltuğunu korumaya çalışmaya devam edecekler.(17)
Bu istencin anlamı, farklı farklı ülkelerde organize edilebilecek olan geleceğin yeni 15 Temmuzlarının, Bush’un ‘plansız’ saldırganlığının veya Obama’nın temkinli ‘zayıflığının’ olumsuzluklarını sergilememesi için bütün olanakların seferber edileceğidir. ‘Akıllı gücün’ üzerinde yükseldiği sentez de tam olarak bu: Temkinli saldırganlık! Zira diğer seçeneğin ‘plansız zayıflık’ olduğu düşünülürse, ABD’nin diplomatik koşumlarla süslenmiş kontrollü bir pro-militer alternatifi örgütlemeye girişeceği argümanı, anlam kazanır. Buna ek olarak ABD’nin verili ekonomik göstergeleri ile kendi içinde sağlayamadığı ve uzunca bir süre boyunca da sağlayabilecekmiş gibi durmadığı ‘toplumsal barış ve sınıflar arası diyaloğa dayanan çözüm’ perspektifi, yeni bir ‘temkinli saldırganlık’ atılımının hedeflerine ulaşamayarak başarısız olacağına dair göstergeler olarak okunmalı. ‘Akıllı güç’ yönelişinin kağıt üzerindeki planları ile ABD’nin sahadaki gücü arasındaki açı her geçen gün açılmaktadır. Bu açının kapanması ise, çelişkili bir biçimde, yeni savaşların patlak vermesine ve bunların Birleşik Devletler tarafından kazanılmasına bağlıdır.
‘Akıllı güç’ ve Türkiye
“‘Türkiye daha Kemalist olsun bizim olsun’ özlemi duyanlar hiç de az değil. Bu çizginin temsilcileri, mesela bazı neoconlar, Obama yönetiminden şaşırtıcı derecede itibar görebiliyor ve en yüksek mahfillerde görüşlerine başvurulabiliyor. Söz konusu çevreler, ABD’nin Türkiye’de sivil ve siyasi muhalefetle bağlarını artırması, Erdoğan hükümetinin zayıflatılarak demokrasi içi alternatifler çıkarılması görüşünü savunuyorlar.”(18)
Bu satırlar 2010 senesinde, Gülen hareketinin yayın organı olan Zaman gazetesinde yer aldı. Yazının alıntılanan bölümünün, ABD’nin yeni-muhafazakar beyin takımının, Obama’nın da onayıyla Türkiye özelinde demokratik gerici politikalar aracılığıyla alternatif arayışlarını sürdürdüğünü anlattığı ortada. Bu arayış ‘yumuşak güç’ anlayışının bir ürünüydü ve dönemin şartlarının bir sonucu olarak belirmişti. Açık ki o şartlar Haziran ayaklanmasıyla, Kobane serhildanıyla, Bursa’daki metal fırtınayla ve 7 Haziran seçimleri ile birlikte köklü bir altüst yaşadı. 15 Temmuz, aynı zamanda bu altüst oluşun da bir ifadesiydi. Doğrudan doğruya örgütleyicisi olup olmadığını şimdilik bilemesek de, bu darbe girişimine göz yumduğunu veya onu engellemeye çalışmayıp ‘tarafsızlığını’ ilan ettiğini bildiğimiz ABD, bu bilinçli tercihi ile birlikte Türkiye için 2010’da söz konusu olan demokratik gerici alternatif arayışlarının artık söz konusu olmadığını deklare etmiştir.
2010’dan bugüne değin ne değişti sorusunu sormadan önce şunu anlamak elzemdir: Emperyalist stratejilerin ve taktiklerin değişmesi ile birlikte emperyalist merkezlerin ulusal hükümetlerle aralarında var olan ilişki biçimlerinin değişmesi, bu ulusal hükümetlere müdahale biçimleri, kukla oynatıcısı ile kukla arasında var olan mekanik süreç şeklinde tezahür etmez. Söz konusu olan, uluslararası finans kapitalin ulusal ve siyasal fraksiyonlar ile bir eşgüdümlük kurarak oluşturduğu, çıkarlarla şekillenen oldukça sınıfsal bir süreçtir.
2010 yılında patlak veren Arap devrimci süreci, Kuzey Afrika ülkelerindeki Körfez sermayesinin kaçısını beraberinde getirmiş, bununla birlikte Suudi ve Katar sermayesi Türkiye ile ekonomik ve jeopolitik bir bütünleşme sürecine girmişti. Verilere baktığımızda 2010 senesi ile birlikte Körfez merkezli yabancı sermaye yatırımının ciddi bir sıçrama yaşadığını görürüz.
Digitürk’ün Katarlı bir firma tarafından satın alınmasını Körfez sermayesinin finans sektöründeki yoğunlaşması izledi. Bank Asya’nın Suudi merkezli bir bankaya satılması şu aralar gündemdeyken Körfez ülkelerinin Türkiye’de şubeleri olan diğer bankalarını da unutmamak gerekiyor: ABank, Odeabank, Burgan Bank, Turkish Bank, Turkland Bank ve Bank Pozitif. Son olarak, Katar sermayeli QNB Grubu 2.7 milyar Euro’ya Finansbank’ın hisselerini satın aldı ve bugün için de Şekerbank’ın alım tartışmaları sürmekte. Ekonomik anlaşmaların sağladığı zeminin üzerinden askeri ittifaklar kurularak devam edildi. Zira Suudilerle 10 Ekim 2012 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Suudi Arabistan Krallığı Hükümeti Arasında Askeri Eğitim İş Birliği Anlaşması” ve daha sonra Katar’la 28 Mart 2015 tarihli Resmi Gazete’de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İşbirliği Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” yayımlandı. Bunun yanı sıra Davutoğlu’nun Başbakanlığı sırasında Katar’a gerçekleştirilen diplomatik ziyarette Doha’da üs kurmasına ilişkin bir anlaşma imzalandı. Son olarak Türkiye’nin Çin, Rusya, İran ve Hindistan’ın yer aldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’ne 2011 yılında ‘Diyalog Ortağı’ statüsü kazanmak üzere başvuruda bulunması, 2012 yılında ise kabul edilmesi de dikkate değer bir olgu olarak hatırlanmalıdır.
Bir yanlış anlaşılmayı engellemek için belirtelim: Yukarıda sayılan ekonomik, askeri ve diplomatik süreçler, Türkiye sermayesinin sırtını Batı’ya, yüzünü de Doğu’ya döndüğü anlamını taşımaz, taşımıyor da. Katar ve Suudi sermayesinin Türkiye’ye olan ‘ilgisi’, Arap devrimci sürecinin Kuzey Afrika ülkelerinin sosyo-ekonomik yapısını altüst etmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Yapılan ekonomik ve askeri işbirlikleri bu devrimci süreçlerden etkilenmemek veya onları durdurup yok etmek üzerine bina edilmiş, taktik niteliğindeki anlaşmalardır.
Ancak stratejinin değiştiği anlamına gelmeyen bu taktik yönelimler, Türkiye’nin ‘NATO’nun ileri karakolu’ olarak gördüğü işlevi törpüleyecek bir yöne de sahip. Washington ile Berlin’in çıkarlarının belirlediği hareket alanının içerisinde görece bir özerklik çatlağı arayışları olarak yorumlanabilecek bu atılımlar, elbette Atlantik ittifakından bir kopuş anlamı taşımıyor olsa da, söz konusu ittifakın Ortadoğu’daki akıbetini dolaysız bir şekilde etkiliyor. 2003 senesinde Türkiye, ABD’nin Irak’a kendi topraklarından saldırmasına izin vermedi. 2010’da Birleşimiş Milletler’in İran üzerindeki yaptırımlarını sertleştirme kararına muhalefet etti. 2013’te Çin ile birlikte füze bazlı savunma sistemleri üzerine bir anlaşma imzalayarak NATO’yu da ABD’yi de şaşırttı. İran ambargosunu, uluslararası ceza istemlerine rağmen deldi.
Alman sağı, en ılımlısından en radikaline dek, Merkel’in Erdoğan ile gerçekleştirdiği mülteci anlaşmasında Türk hükümetine ultimatom verme ve şantaj yapma olasılığını tanıyan içeriğe karşı çıktı, Erdoğan’ın mülteci kozu ile birlikte Ortadoğu’da Alman çıkarları uyarınca hareket etmek zorunda kalmayacağını iddia etti. Merkel’in de farkında olduğu bu eğilimin hayata geçmemesi adına güvence Ahmet Davutoğlu idi. Davutoğlu’nun saray rejimi tarafından görevinden alınması Berlin’den öfkeli seslerle karşılandı.(19)
Bu tablo neyi anlatıyor? Önceki dönemden farklı olarak ‘akıllı güç’ yönelişinin, emperyalizme bağımlı ülkelerin dış politikada ‘özerklik’ arayışlarının olası olmadığının, buna tahammül edilmeyeceğinin ‘anlaşılması’ üzerine geliştirildiğini anlatıyor. Bu gelişim kendi mantığı gereği, bundan böyle ABD’nin çıkarlarının dolaysız aktarma kayışı rolü oynama niyeti olmayan hükümetlere karşıt olarak ‘demokrasi içi’ alternatiflerin düşünülmeyeceğini veya bunların düşünülse bile darbe ve benzeri askeri müdahale metotları ile birlikte düşünüleceğini öngörüyor.
15 Temmuz’un ardından dış politika: ‘Avrasyacı’ hayallere rağmen Atlantikçi ‘stratejik zorunluluk’
İbrahim Karagül, 15 Temmuz gecesinin ardından Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde aşağıdaki satırları kaleme aldı: ‘Türkiye, bir yeni kuruluş döneminde. Ya yeniden yapılanacak ya da parçalanıp dağılacak (…) Yeniden manda dönemine, yeniden o İngiliz muhipleri, Alman muhipleri dönemine sürüklenmemek için bu ülkenin köylerine, kasabalarına, dağlarına ve ovalarına çağrı yapıyoruz (…) Türkiye bu coğrafyanın tam merkezindedir ve onlara göre asla sağlam kalmamalı, birkaç parçaya bölünmelidir (…) Onlar bizi Anadolu topraklarına hapsetmeyi değil, bu topraklardan tamamen kovmayı hesaplıyorlar.’
İbrahim Karagül’ün yukarıdaki satırları kaba bir adanmışlığın derinlikten yoksun ideolojik sayıklamaları veya demagoji sanatının örneklerinden birisi olarak okunmamalı. Ekonomik atılımları onur kırıcı kredi anlaşmalarına (yani bir borç boyunduruğuna) bağımlı hale getirilmiş, kendi zanaatkarlarının geleneksel üretim biçimleriyle elde ettiklerini, Avrupa’nın ve ABD’nin kendi fabrikalarında teknik ve kaynak üstünlüğü sayesinde ucuza mal ederek üretmesi karşısında rekabet yarışında hiçbir şansı kalmamış ve emperyalist merkezlerin çıkarları doğrultusunda ekonomik faaliyeti sadece bir veya birkaç ürünün üretilmesine sabitlenmiş olan ülkelerin egemen sınıfları daima, yağma rejiminin en büyük paydaşları olmaya dönük duydukları kirli özlemlerini, yukarıdaki satırlarda ifade edilen ‘milli bir dava’ biçiminde propaganda etmişlerdir.
Bunun da ötesinde Karagül’ün satırlarının 15 Temmuz’un ardından taşıdığı özel bir önem de var. Bu özel önem ifadesini, AKP’ye yedeklenmiş olan Perinçek ve ekibinin Avrasyacı dış politika önerilerinde buluyor. Perinçek’in partisinin(20) üyesi olduğu Uluslararası Avrasya Hareketi’nin kurucusu ve başkanı ile Putin’in baş stratejisti Alexander Dugin, tarihin bir ironisi olarak 15 Temmuz günü Türkiye’deydi ve düzelen Türkiye-Rusya ilişkilerine dair birkaç demeç verdi. Bu demeçlerde Dugin, Rus turistlerin Türkiye’ye ne zaman döneceği sorularını bunların ikincil önemde problemler olduğunu söyleyerek savuşturdu ve önemli olanın Rusya ile Türkiye’nin stratejik ortaklığı ile yakınlığı olduğunu söyledi.(21) Dugin’in darbe günü Türkiye kamuoyuna yaptığı teklif, kendisinin de ısrarla vurguladığı üzere, taktiksel değil stratejik bir ortaklığı yani Atlantikçi ittifakın Ortadoğu özelinde sahip olduğu çıkarlar doğrultusunda hareket edilmesinden radikal bir kopuşu öngörmektedir.(22)
İslamcı sermaye akımları Napolyon Bonaparte’ın Mısır seferi (1798) ile sembolik bir hal alan, kendi coğrafyalarında üretilen artık ürünün ve ganimetin uluslararası vergi ve ticaret anlaşmaları yollarıyla, ekonomik üstünlüğü ele geçirmiş Batılı ülkelere akışına bir tepki olarak, emperyalist merkezlerden kopuşu öngören politik programları daima bir şantaj unsuru olarak elinin altında tutmuştur. Saray rejimi de bu bağlamda, özellikle 15 Temmuz’un ardından, tarihsel olarak miras aldığı yayılmacı heveslerin doğrultusunda dış politikada görece özerk bir hareket alanı yaratmaya çalışacağı yönünde bir imaj çizmeye çalışıyor. Erdoğan’ın bir süreklilik kazanmış olan ‘mağdur edilme ve mazlum olma’ konulu konuşmalarının altında yatan dürtü, Türk rejiminin bölgesel çıkarları ve yayılmacı hayalleri doğrultusunda istediği oranda ‘zalim’ ve ‘zulmeden’ olamamasıdır. Ancak bu dürtüye ve bir nazlanma olmanın ötesine geçemeyen ‘Avrasyacı’ şantaj araçlarına rağmen İslamcı sermaye Batı’nın teknolojisine ve kaynaklarına bağımlıdır ve dış politika alanında alınan yöneliş kararları da, bu ekonomik bağımlılık gerçeğine bağımlıdır.
O halde rejim için Avrasyacı eğilimler ile sermaye içi ekonomik ihtiyaçlar arasındaki denge nasıl kurulacak? Bu noktada Erdoğan’ın karşılacağı çelişkileri 2 maddede toplayabiliriz:
1.) Sarayın, NATO’da kalmaya devam ederek ve ABD’nin taleplerinin aktarma kayışı rolünü üstlenerek bir neo-Bonapartist başkanlık rejimini inşa edemeyeceği ya da en azından Atlantikçi uluslararası kurumların üyesi olmaya devam edilirse bu inşanın oldukça zorlaşacağı, 15 Temmuz ile birlikte keskin bir şekilde ortaya çıktı. Bu durumda, bir dış politika tercihi olarak Batılı kurumlardan kopuşun ve başkanlık rejimini destekleyebilecek olan Rusya merkezli güçlere yaklaşım denemelerinin yapılması öngörülebilir. Ne var ki böylesine bir politik yönelişin sonucu, bir sonraki cuntanın büyük burjuvaziyi ve sermaye akımlarını ikna etmesini bir hayli kolaylaştırır. Sarayın kendisini içerisinde bulduğu kaçınılmaz ikilemlerden ve çelişkilerden birisi bu açmazdır.
2.) Birinci maddenin organik bir devamı olan ikinci çelişki, yabancı sermaye yatırımlarının ve sıcak para girişinin sürekliliğinin korunması zorunluluğudur. Erdoğan, özendiği Putin gibi doğalgaz benzeri enerji kaynaklarının üzerinde oturmadığı için, ancak Batılı sermayenin ona sunabilme gücü olan bir takım kaynaklara muhtaç bir halde. Hem büyük burjuvaziyi memnun tutabilmek, hem de yeni rejimini yaratırken ihtiyaç duyduğu geniş çıkarlar ağı ile rüşvet mekanizmasını bina edebilmek için bu kaynaklardan geri dönüşü olmayan bir kopuşu göze alamaz. Emperyalist merkezlerin sunduğu teknoloji ile kaynağın, ‘Avrasyacı’ güçler tarafından sunulamayacağının bilincinde olan büyük sermaye, Atlantik ittifakına göbekten bağlıdır ve bu bağından Erdoğan’ın yeni rejiminin ihtiyaçları için vazgeçmeye, böylesine ‘duygusal’ bir fedakarlıkta bulunmaya hiç niyeti yoktur.
Bu iki maddenin sentezlenmesi, bize şu somut ilişkiyi verir: Erdoğan, yeni rejiminin askeri ve politik inşası için Batı merkezli kurumlardan radikal bir kopuşu gerçekleştirmelidir ve Erdoğan, yeni rejiminin ekonomik inşası için Batılı merkezlerle tam bir uyum içinde hareket edip, onlara Türkiye’nin hala yatırım yapılabilir bir ülke olduğuna dair güvence vermek durumundadır. Zira Atlantik cephesi Erdoğan’ın temsil etmeye soyunduğu Türk büyük burjuvazisinin kendisine haraç ödemeye devam etmesi için ekonomik kaynak aktarımlarını belirli bir seviyede sürdürmeyi kabul edecektir ancak neo-Bonapartist bir rejim inşası noktasında askerî ve politik desteğini sunmayacaktır. Tersinden Avrasya cephesi ise Erdopan’ın başkanlık rejimi için askerî ve politik bir destek kampanyasına – kendi güçleri oranında – girişecektir ancak bu cephenin de emperyalist merkezlerin teknoloji ve kaynak potansiyelleri ile rekabet edebilecek bir altyapısı, hiçbir şekilde yoktur.
Peki hangi eğilim galip gelecek? Bu soruyu, başka bir sorunun cevabı aracılığıyla yanıtlayabiliriz. Politik zorunluluklar ile ekonomik ihtiyaçların karşı karşıya geldiği deneyimlerden hangisi, ekonomik alanın yapısal ağırlığını koyarak zafer elde etmesiyle sonuçlanmıştır? Cevap, hepsi…
Darbe, burjuvazi ve devlet
15 Temmuz darbe girişimi, ardında birçok soru bırakarak (şimdilik!) yenildi. Türk rejimi üzerinde yaşanan bu egemenlik savaşı, büyük sermayenin rolü, politik tutumu, geleceğe dönük programı ve bu tabloda sahip olduğu toplumsal sorumluluğu üzerine var olan tartışmaları alevlendirdi. Bu tartışma, rejim üzerinde süren egemenlik mücadelesi ve hegemonya krizi sürerken, işçi sınıfının öncüsünün siyasal taktikleri ile sloganlarını somutlaştırma bağlamında oldukça değerli bir anlamlandırma çabasına denk düşüyor. Özellikle darbe, iç savaş ve benzeri ‘çalkantılı’ dönemler süresince, büyük burjuvazinin kendi yönetim aygıtları ile sahip olduğu karşılıklı ilişkilerin ve etkileşimlerin niteliği sorunsalı, özel bir ağırlık kazanıyor. Bu metin boyunca da, tartışmaya açmaya değer bulunan bir takım yakıcı gerçekleri okuyucuya aktarmaya çalışacağız.
Darbe, burjuvazi ve devlet ilişkilerinin biçim-içerik, rastlantı-zorunluluk, neden-etki gibi birçok diyalektik düzeyde tezahür eden yapısı, darbe girişimi ile darbe girişiminin ardından açılan yeni dönemi anlamlandırmak açısından özel bir önem taşıyor. Uluslararası ekonomik ve siyasal olasılıklar ile gidişata bütünüyle bağımlı kılınmış bir ‘Türkiye gerçekliğinin’ içerisinde, özel olarak 15 Temmuz’un başlıca aktörlerinin, genel olarak ise egemen blokların sosyo-politik konumlanışları ile ilişkilerinin Marksist bir perspektiften değerlendirilmesine, bu değerlendirmenin revize edilmiş çeşitli varyantlarına ortodoks cevaplar üretilmesine ihtiyaç var. Elbette bu kısa metnin, bahsi geçen değerlendirme ile cevapların içerisinde olduğu bir kaynak olduğunu iddia edebilmek mümkün değil. Ancak bütün yetersizliklerine rağmen metin, sözünü ettiğimiz ihtiyacın karşılanmasına dönük olarak vuku bulan tartışmaya bir yön kazandırıp, bir başlangıç niteliği taşıyabilir.
Tam olarak bu bağlamda, öncelikle burjuvazi-devlet ilişkilerinde Marksist yorumlamadan sapmış birkaç tarihsel örneği işleyip, ardından Türkiye özelinde bu ilişkiyi incelemeye almaya çalışacağız. Umarız bu çaba, sosyalist sol içerisindeki tartışmalı belli başlı konulara nitelikli bir katkı sağlayabilir.
Buharin’in mekanik yorumu
Burjuva demokrasisinin 18. ve 19. yüzyıllarda gelişmeye başladığı, bugün ise birçoğunun emperyalist kamp içerisinde yer aldığı Batılı metropollerde durumun birçok yönüyle farklı olduğunun söylenebilmesi mümkün olsa da sömürge ve/veya yarı-sömürge ülkelerde, ulusal burjuvazinin bir bütün olarak devlet aygıtının içerisinden yönetime doğrudan ve dolaysız katılımının söz konusu olduğunu iddia edemeyiz. Emperyalizm çağının bu gerçekliği, geç sanayileşmiş ülkelerin egemen sınıflarının yaşadıkları kronik sermaye birikim krizi ile yakından ilgilidir. Birleşik Devletler sermaye sınıfı, lobiler ve partiler içi siyasi kümelenmeler aracılığıyla Senato’da firmalarının ve tekellerinin acil ekonomik ihtiyaçlarını, bütün bir ulusun gündemi haline getirerek, devletin doğrudan içerisinde yer alma ve temsiliyet düzeyinde dahi olmadan orada fiziksel olarak var olma olanaklarını geliştirmiştir. Dolar milyarderi müteahhit Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’den ülke başkanlığına adaylığını koyması ile yerel bir müteahhit olan Ali Ağaoğlu’nun askeri arazilerin kaderine dönük yaptığı serzeniş arasındaki açı, emperyalist merkezler ile ‘az gelişmiş’ ülkeler arasındaki sermaye birikim farkının bir sonucudur. Uluslararası emperyalist iş bölümünde özellikle Türkiye’nin sahip olduğu konuma benzer rolleri olan ülke burjuvazilerinin, daima ulusun bir ‘hakemine’ duydukları ihtiyaç, Bonapartist rejimin sözde ‘sınıflar üstü’ karakterine duydukları bağımlılık, Batılı örneklerinin aksine tamamlanmış ve de ekonomik bir altyapıya sağlamca oturmuş bir devlet aygıtının ellerinde bulunmayışından kaynaklanır. Lenin’in kapitalist zinciri ‘en zayıf halkasından’ kırma taktiği, bu gerçekliği esas alır.
Bir rejimin burjuva karakterli oluşu, onun içerisinde bizzat sermaye sınıfından kişileri barındırdığı anlamını taşımaz. Elbette, kapitalist karakterli bir rejim, içerisinde fiziksel olarak bilimum sayıda büyük sermayedar bulundurabilir. Ancak rejimin kapitalist karakterinin birincil kaynağı, ücretli emek gücü sömürüsünden, özel mülkiyetin aygıtlarca şiddetle savunulmasından ve ekonomik örgütlenişin artı-değere patronlar lehine el koyan karakterinden ileri gelir.
Lenin’in vasiyetinde ‘diyalektiği anlayamadığı’ yönünde eleştirdiği ve Ekim Devrimi’nin önderlerinden biri olan Buharin, yönetim kademeleri ile sermaye sınıfını birleşik bir küme olarak birbirlerine indirger:
‘Bütün kapitalist ülkelerde Devlet sadece bir hakim sınıf birliğidir… Her yerde, bakanların, yüksek memurların, parlamento üyelerinin, ya kapitalistler, toprak sahipleri, fabrika sahipleri ve mali kodamanlardan ya da bunların sadık ve geliri iyi hizmetkarlarından – kapitalistlere korku ile değil inançla hizmet eden, avukatlar, banka yöneticileri, profesörler, subaylar, başpiskoposlar ve piskoposlar – oluştuğunu görürüz.’(23)
Eğer Buharin’in indirgemeciliği doğru ise, bu, devlet içi egemenlik mücadelesi veren çeşitli rejim güçlerinin savaşının, aslında burjuvaların birbirlerini boğazlamaya giriştikleri anlamını taşır. Halbuki geç sanayileşmiş toplumların hâkim sınıfları, ‘ulusun hakemi’ rolünü oynayabilmesi için yönetim kademelerine özellikle halk katmanlarından gelen insanları yerleştirmeyi, onları kendi çıkarları lehine kadrolaştırıp ardından kendi sınıflarının kalıcı değil ancak göreli bir parçası olmalarını tercih ederler. İktidar sahibi bu ‘Kasımpaşalılar’ veya ‘Selanikli yetimler’, kapitalist sınıfın egemenliğinin yeniden ve yeniden üretilmesini sağlamak ile yükümlüdürler.
Ancak, en basitinden en kanlısına bütün iktidar kavgalarını birer burjuvazi içi iç savaş biçimine büründürebilecek olan Buharin’in bu mekanik ve indirgemeci analizleri bununla sınırlı kalmıyor. Buharin derinlikten yoksun bu tezin ekonomik yönlerini de ele alıyor:
‘Tekil üretim koşulları çeşitli yollarla bir araya gelerek tek bir kolektif vücut oluştururlar ve geniş ölçekte örgütlenirler. Finans kapital tüm ülkeyi demir kıskaç içine alır. ‘Ulusal ekonomi’ paydaşları, mali gruplar ve devletten oluşan dev bir birleşmiş tröst haline gelir. Bu gibi oluşumlara kapitalist devlet tröstleri adını veriyoruz.’(24)
Buharin’in bu pasaj aracılığıyla ifade ettiği skolastik yanılgı endişe vericidir. Zira ona göre ulusal ekonominin paydaşları (yani büyük burjuvazi), devlet aygıtı ile finans kapitalin organik birlikteliğinin bir sonucu olan ‘kapitalist devlet tröstleridir.’ Burada ulusal ekonominin, kabul edilebilir bir biçimde organik bir ekonomik bütünlük sergiliyor olabileceği olasılığı aşılarak, idari/teknik bir organik bütünlük varsayımına ulaşılmıştır. Buharin’e göre kapitalist sınıf ile kapitalist devlet arasındaki ilişki, iktisadi ihtiyaçlar ile sömürü ilişkileri tarafından değil, idari/teknik mekanizmaların salt örgütsel yönleri tarafından belirlenir. Bunun anlamı nedir? Bu argümanın mantıksal sonucu politik sınıf mücadelesinin terki ve siyasal programın idari/teknik aygıtların ele geçirilmesine, bu örgütsel bağın sınıfı belirsiz bir özne tarafından tahrip edilmesine indirgenmesidir. Buharin’in sermaye sınıfı ile onun devleti arasındaki ilişkiye getirdiği bu tümdengelimci yorumda ulusal kapitalist ekonomi ile karakterini bu ekonomiden alan devlet aygıtı, adeta bir işletme şeklinde kaynaşmıştır. O halde rejim üzerinde yaşanabilecek muhtemel bir egemenlik kavgası, aslında ‘kapitalist devlet tröstlerinin’ organik bir parçası olan ‘mali grupların’ kendi aralarında yaşanan bir iç savaş anlamına gelecektir. Zira bu ‘mali gruplar’ doğrudan doğruya ‘devlettir’ ve ‘devlet’ de bu ‘mali grupların’ kendisidir. Aslında devlet içi bir hegemonya savaşımı olan bütün çatışmalar, sermaye içi bir iç savaş anlamına gelecektir. Zira Buharin’in revizyonu, sınıf iktidarı ile devlet iktidarını doğrudan doğruya birbirlerine eşitler ve indirger.
Devlet aygıtına hiçbir özerklik payı bırakmayan Buharinci devlet kuramı, aslında çözümsüz bir çelişki ile karşı karşıyadır: Zira yarı-sömürge ve sömürge ülkeler de dahil olmak üzere devlet ile sermaye pürüzsüz bir şekilde bütünleştiyse, geç sanayileşmiş ülkelerde sermaye birikim yetersizliğinden ve yönetim kapasitesizliğinden kaynaklı patlak veren toplumsal çelişkilerin bastırılmış veya ortadan kaldırılmış olması gerekirdi. Halbuki devletin bir varlık olarak kendisi, Leninist devlet kuramında bu çelişkilerin bir sonucudur. Burjuva devletinin inşa felsefesi, sermaye içi rekabetin iç savaş boyutlarına vardırılmadan, sert mücadeleler ile de olsa çoğunlukla uzlaşmalarla çözülmesidir.
Buharin’in ulusal çelişkileri bastırma ve ortadan kaldırma gücüne sahip organik bir işletme olarak sermaye-devlet ilişkisine atfettiği tek boyutluluk, onun emperyalizm kuramına da yansır. Buharin’in emperyalizm teorisi rekabetin ülke içinde ortadan kalktığını (çünkü ‘mali gruplar’ ile ‘devlet’ arasında kategorik bir fark yoktur!) ve uluslararası düzlemde devam ettiğini öne sürer. Bu, Buharin’in, rekabet ile tekelci yönelimin aynı anda var olarak birbirlerini şartladıkları yönündeki diyalektiği (Lenin’in Kautsky’nin ‘ultra emperyalizm’ teorisini yanlışlamak için defalarca vurguladığı diyalektiği) asla anlayamadığını gösterir.
Buharin için, emperyalizm çağında finans kapitalin temerküze olması ekonomik yapıyı ‘finans krallarının ve kapitalist devletin vesayeti altında tek bir büyük birleşmiş işletme şekline dönüştürmeye doğru çok güçlü bir eğilim yaratır.’(25) Eğer bu eğilim bir gerçekliği temsil eder düzeyde olsaydı, sermayeler arası rekabetin (gerçi Buharin için ‘sermayeler’ değil, mutlak bir ‘sermaye’ vardır) bütün biçimleri, devlet içi bir egemenlik rekabeti anlamına gelecektir. Halbuki aksine devlet içi egemenlik ‘rekabetlerinin’ bir çoğunun sebebi, sermayeler arası rekabeti daha iyi yönetmeye aday olmuş fraksiyonların burjuvaziyi bir bütün olarak ikna etme çabasıdır.
Devlet ile tekelci sermaye arasındaki ilişkiyi kaba bir kaynaşma şeklinde ele almanın sonucu, devletin sermaye sınıfı içerisindeki ekonomik fraksiyonlardan oluşan bir ‘iktidar bloğu’ olduğu yönündeki Leninist çıkarımın terk edilmesi olur. Zira eğer devlet, tekelci sermaye ile kaynaşmış ve organikleşmiş bir bütün ise, tekelci olmayan bütün çıkarlar bahsi edilen sermaye-devlet organizmasının dışarısında konumlanacaktır. Bu durumda da sermayenin ekonomik gereksinimlerinin karşılanmasının sadece ve sadece ‘teknik’ ayağı olan devlet (çünkü hatırlarsanız devlet iktidarının, burjuva sınıfın iktidarı karşısında görece bir özerkliği yahut kendi gündemleri dahi yoktur), sınıfı belirsiz olan bir ‘halk’ öznesi aracılığıyla ele geçirilip, işçilerin çıkarlarına uygun hale getirilebilinecektir. Buharin’in ve onun kuramlarının Stalinist ‘tek ülkede sosyalizm’ ile ‘halk cephesi’ ütopyalarına ve ihanetlerine teorik bir zemin hazırlamış olması, tesadüf değildir.
Poulantzas’ın reformist yorumu
Avrokomünist öğretinin kuramsal öncüsü Poulantzas, ‘Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar’ başlıklı eserinde, Buharin’in mekanik yorumunu tersten yeniden üretmek pahasına aşağıdaki soruyu yöneltiyor: ‘Devlet, egemen sınıflar karşısında, sınıfsal bir gücün zaferiyle devlet aygıtı yıkılmaksızın sosyalizme geçişi mümkün kılabilecek bir özerkliğe sahip olabilir mi?’(26)
Bu soruyu sorduğu kitabında cevabının olumsuz olduğunu söyleyen Poulantzas, siyasi yaşamının geri kalanında fikrini değiştiriyor. Son kitabı olan ‘Devlet, İktidar, Sosyalizm’de burjuva demokratik yapının genişletilerek sınıfsız topluma ulaşılabileceğini temkinli bir şekilde iddia eden Poulantsaz aslında, yukarıda ortaya attığı sorunsala olumlu bir yanıt getiriyor. Hemen belirtelim: Burjuvazi ve onun devlet aygıtı ile siyasal rejimi arasındaki ilişkinin diyalektik karakterine yapılan vurgular, devletin, birbirlerini eşitleyip dengeleyen farklı çıkarlara hizmet edebileceği ve çelişkileri kendi yapısı içerisinde çözüme ulaştırabileceği yönündeki liberal görüşü ve sosyal-demokrat stratejiyi doğrulamaz, aksine onları yanlışlar. Burjuvalar karşısında görece bir özerkliği olan burjuva devlet, sermaye hareket yasalarını askıya alamaz! Ancak Poulantzas, Buharinci mekanizmi tersten kurarak, tam da bunu iddia ediyor!
Poulantzas gerçekten de Buharin’in sermaye-devlet ikilisine getirdiği yorumun mekanik niteliğini, daha soldan olmak üzere yeniden üretmiştir. Bir baskı erki ve aracı olarak devletin tarafsız, el değiştirilebilir ve durgun bir yapıya sahip olduğu iddiasının temellerini, ‘Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar’ kitabında, söz konusu mekanik yorumu Buharin’in dahi cesaret edemediği doğal sonuçlarına ulaştırarak veriyor:
‘… devletin global rolünde, ekonomik işlevinin egemen oluşu gösteriyor ki, bir oluşuma ait durumların ifadesinde baskın rol, genel bir kural olarak, siyasal yöne geri döner; ve bu, sadece, kesinkes siyasal olan sınıf mücadelesinde devletin yüklendiği dolaysız işlevi ifade eden katı anlamda değil, daha çok, burada belirtilen anlamda böyledir. O zaman, devletin ekonomik işlevinin diğer işlevleri karşısındaki üstünlüğü, devletin baskın rolü ile birleşir; çünkü devletin birleştirici etmen olma işlevi, bir oluşumun, yani ekonomik oluşumun belirleyici rolünü devam ettiren o duruma devletin özgül biçimde müdahale etmesini gerektirir.’(27)
Poulantzas, ‘Modern Kapitalizmde Sınıflar’ isimli kitabında, düşünsel sürecinin olgunlaşmasıyla birlikte, yukarıda utanarak ifade ettiklerini açıkça savlıyor:
‘… tekelci kapitalizmin ayırıcı özelliği, kapitalist üretim tarzı içerisinde ağırlığın ekonomik yönden siyasal yöne, yani devlete kaymasıdır; rekabetçi aşamanın belirgin özelliği ise, ekonomik yönün, belirleyici olmasının yanı sıra, egemen rolü de oynamasıdır.’(28)
Poulantzas, Buharin’in mirasını devralmıştır ve açıkça görüldüğü üzere boynuz kulağı geçmiştir! Zira Buharin’in ‘kapitalist devlet tröstleri’, Poulantzas’ta ‘devlet kapitalist tröstlerine’ dönüşmüştür. Ekonomik çıkar grupları ile siyasal erk sahiplerinin mutlak kaynaşmışlığı, nitelik değiştirmiştir. Artık organik bir işletme halini alan ‘mali gruplar’ ve ‘devlet’ birlikteliğinde baskın gelen dinamik ekonomik değil, devlet kaynaklı olan siyasi yöndür. Ekonomik yön, yani Marksist terminolojideki altyapı, hala ‘belirleyicidir’ ancak ekonomi dışı hangi üstyapısal unsurun belirleyici olacağını belirlemesi bakımından öyledir. Kısacası ekonomik altyapı, üstyapının hangi öğesinin belirleyeci olacağını belirleyerek, belirleyici olur. İşte Buharin’in sağa kayışı gerekçelendirmek için gereksinim duyduğu mazeret!
Yol haritamızı hatırlayalım: Rejim içi aktörlerin rejim üzerinde sürdürdükleri egemenlik savaşını, burjuvazinin farklı iki kanadının arasında geçen bir iç savaş olarak değerlendirir isek, sermaye sahipleri ile devlet aygıtının dolaysız bir kaynaşmışlığından, Türk rejiminin adeta organik birer işletmeye dönüşmüş olmasından, burjuvazi ile rejim arasındaki ilişkinin salt idari bir süreç halini almış olmasından söz ediyoruz demektir. Çünkü böylesi bir argümanda kendi gündemlerinin farklılaşabileceği bir devlet aygıtı söz konusu değildir. Devlet, burjuvazinin toplumu yönetmesinin ancak basit bir aracıdır ve daha fazlası değil. Sözünü ettiğimiz bu sözde ‘gerçeklik’, devletin kendi ekonomik işlevine, yine kendi baskı işlevleri ile müdahale ettiğini, ekonomik oluşuma kendi özgül siyasal biçimleriyle (darbe) dahil olduğunu gösteriyor. O halde ağırlık yeniden ekonomik yönden devlete, yani siyasal olanın üstünlüğüne kayıyor. Yani devletin, kapitalist ekonominin hareket yasalarını askıya alabileceği iddia ediliyor! Nasıl mı? Zira devlet içi egemenlik çatışmaları, burjuvazinin pazarlar için kendi içerisinde sürdürdüğü bir iç savaş ise, kapitalist ekonominin hareket yasaları devletin kendisi oluyor da ondan! Buharin burjuva devleti, sermayenin idari olarak, doğrudan doğruya kendisine bağımlı bir organı olarak ele alıyordu. Poulantzas sermaye ekonomisini, burjuva devletin idari olarak, doğrudan doğruya kendisine bağımlı bir organı olarak ele alıyor. Bunun anlamı burjuvazi açısından ekonomik ihtiyaçların siyasi yönelimi değil, siyasi ihtiyaçların ekonomik yönelimi belirlediğidir. Yani Erdoğan, kendi Başkanlık projesi için NATO’dan destek bulamaz ise (ki bulamıyor), bu projeyi politik olarak destekleyen ‘Avrasyacı’ cepheye yanaşabilir ve ekonomik yönelimini de bu yaklaşım belirler. Halbuki durum tam tersidir.
Poulantzas’ın revizyonu, devlet ve sınıf kuramları bağlamında, dolayısıyla da 15 Temmuz darbe girişiminin nesnel sebeplerini anlamlandırmada önem taşıyor. Siyasi olanın ekonomik olan karşısındaki üstünlüğü tezinin devlet kuramı nezdindeki karşılığı, sermayenin ancak bizzat devlet olarak sömürücü yetkilere kavuşabileceği anlamını taşıyor. Poulantzas’ın yorumu, feodal üretim tarzı altında, sömürücü yetkilerini ancak siyasal yetkilerine yani devlette bir ‘parsele’ sahip olmasına dayandırabilen lord ile günümüz tekelci finans kapitalinin arasında kurulan hatalı bir benzetmeye dayanıyor. Feodalizmde artığa el koyma süreci, gerçekten de ekonomi dışı araçlarla gerçekleştiriliyordu. Ancak emperyalizm aşamasında, devlet aygıtı ile bütünüyle kaynaşmış, adeta birleşik birer organizma halini almış olduğu söylenen sermaye sınıfının, siyasi olanın egemen olduğunu söyleyerek, sömürüyü ekonomi dışı yollardan örgütlediği sonuca varmak, işçi sınıfının sömürü ilişkilerinden kurtulmasının gerektiğini değil de, tabi tutulduğu hukuksal ve siyasal formlardan kurtulması gerektiği anlamına gelir. Ancak kapitalist üretim tarzı altında hukuki, ideolojik ve siyasi prangalar, sömürü ilişkilerinin ekonomik boyutunun sonuçlarıdırlar. Hukuki ve ideolojik prangalar ekonomik sömürü ilişkilerine bağımlıdır, tersi değil! Bir düşünün: Eğer Poulantzas’ın devlet ve burjuvazi ilişkisine dönük geliştirdiği indirgemeci ve reformist yorum doğru olsaydı, Cem Boyner Yeni Demokrasi Hareket’ini kurmakla vaktini harcar mıydı? Daha doğrusu, Buharinci ve Poulantzascı devlet-sermaye kuramları herhangi bir gerçekliğe tekabül etseydi, Türkiye’nin en büyük sermayedarlarından biri neden bağımsız bir siyasi hareket örgütleme ihtiyacı hissetsin ki?
15 Temmuz darbe girişiminin, sermayeler arası bir iç savaş anlamına geldiğini iddia etmenin teorik mantıksal sonuçları aslında ekonomik altyapının, sömürü ilişkilerinin egemen konumda yer almadığını söylemekle eşdeğer bir anlam taşıyor. Evet, karakteri itibariyle ‘burjuva’ olarak tanımlanabilecek, daha doğrusu ‘burjuva çıkarlarının aktarma kayışı’ olarak tarif edebileceğimiz iki rejim içi hizip pastanın küçülmesi sonucu bir ganimet paylaşımı savaşımına girmiştir. Ancak doğrudan doğruya büyük sermayenin, tekelcilerin ikiye bölünüp savaştığını söylemek, burjuva devletin rolünü küçümsemek, onu salt idari bir mekanizmaya indirgemek anlamına gelir. Bu ise sömürü ilişkilerinin çok boyutluluğunun, yani çok başlılığının göz ardı edilmesi ile eşdeğerdir. Tam da bu eşdeğerlik ilişkisinin ifade ettiği potansiyel anlamlar sebebiyle Suriye’de yaşananlar laik-Alevi bir rejime karşı ayaklanan dinciler-gericiler biçimini alabiliyor. Çünkü Suriye’de de belirleyici olan sömürü ilişkileri değil, siyasi-ideolojik belirlenimler oluyor.
Althusser’in ‘anti-ekonomist’ yorumu
Aslında sermaye-devlet-sınıf ilişkileri kuramlarını kronolojik bir sırayla işlememiz gerekseydi, Althusser’i, Poulantzas’ın ilham kaynağı olarak daha önce ele almamız gerekirdi. Ancak mevcut tartışmanın özgüllüğü karşısında Buharin ile Poulantzas’ın sermaye, sermaye rejimleri ve sınıfın kendileri ile ilişkilerinin karakteri üzerine yaptıkları anti-Marksist yorumların ardışık bir şekilde sunulması daha tamamlayıcı bir tablo sunacaktı. Buharin’den Poulantzas’a ‘siyasi olanın üstünlüğü’ şeklinde miras kalan mekanik ve reformist yorumu, Althusser’in ‘ideolojik olanın egemenliği’ tezi ile sürdürmek, fotoğrafın parçalarının yerli yerine oturması açısından, daha verimli olabilir.
Althusser’in ideolojik olanın yalnızca özerk değil ancak aynı zamanda egemen de olabileceğini söyleyerek koptuğunu iddia ettiği ‘ekonomist’ yorumlar aslında Althusser’in Marx’ın materyalizminden kopuşunu ve Mao’nun Kültür Devrimi’ne varışını anlatıyor. Kendisi bu yolculuğunu, yeni ‘solun’ sıkça başvurduğu kaynaklardan biri olan ‘devletin ideolojik aygıtları’ teoremi ile tamamlamaya çalışmıştır. Yaşlı kıta Avrupa’nın doğurduğu ‘sol’ akımların ezici bir çoğunluğunun ideolojinin ekonomi ve politika karşısında sahip olduğu sözde ‘üstünlüğe’ duydukları inanç, gökyüzünden düşmemiştir.
Gelelim Althusserci revizyonun 15 Temmuz üzerine neler söyleyebileceğine. Türkiye burjuvazisini ‘Batıcı-laik’ kanat ve ‘İslamcı’ kanat şeklinde iki gruba ayırabilir miyiz? Daha doğrusu bu ayrım, metodolojik bir doğruluğa işaret eder mi? Gerçek şu ki, burjuvaziyi, tarihsel ve dönemsel ekonomik çıkarlarının üzerinde konumlacak şekilde var olduğu söylenen yapay bir ideolojik savaşımın sonucu olarak ‘laik’ ve ‘İslamcı’ olarak iki gruba ayırmak, görece Althusserci bir yaklaşım olurdu. Marksizmin kategorileri bizlere sermayenin, mali burjuvazi, sınai burjuvazi ve ticaret burjuvazisi gibi, ideolojik ayrımlardan değil üretim ilişkilerinin kapitalist karakterinin yol açtığı iş bölümü gerçeğinin yarattığı ekonomik ayrımlardan doğan belli başlı gruplara ayrıldığını söyler. Evet ideolojik ayrımlar vardır ancak bunlar egemen sınıf içi paylaşım savaşları sırasında ikincil, hatta üçüncül derecede bir rol oynarlar. Koç ailesinin ve şirketinin tek tek bütün üyeleri isterlerse radikal laikçi veya tutkulu birer Darwin hayranı olsunlar, siyasal İslamcı bir iktidar kâr oranlarını yukarıda tuttuğu sürece Cuma namazlarının toplumsal ağırlığının artması sebebiyle bir iç savaş çıkarma riskini göze almazlar. Kendileri de bunu defalarca, fırsat buldukları bütün platformlarda ifade etmişlerdir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Alman sermaye sınıfının Rusya’ya dönük gerçekleştirdiği askeri işgal stratejisinin asıl nedeni, Alman bankerlerinin iddia ettiğinin aksine ‘Avrupa’daki gericiliğin kalesi olan Çarlık’ rejimi altında temsil edilen Rus sanayicileri ile sahip olduğu görüş ayrılığı değil, Rusya pazarını ve üretici güçlerini sömürgeleştirmekti. Uluslararası düzlemden bakıldığında kapitalist sınıfın bu iki ‘fraksiyonu’ (Alman ve Rus burjuvazisi), işçileri ve köylüleri ideolojik bir anlaşmazlık yaşadıkları için değil, ücretli emek gücünün yarattığı uluslararası artı-değerden daha yüksek oranlarda ekonomik bir pay sahibi olmak için savaşmaya gönderdi. Bütün durumlarda olduğu gibi burada da ideoloji, ekonomiyi arkadan takip etti. Alman burjuvazisi Rus pazarına egemen olan despota karşı giriştiği savaşta, ‘ilerici’ olduğu propagandasını kitlelere yaydı. Rus burjuvazisi, tekelci kapitalist örgütlenmenin önderliği için savaşan Almanya’ya karşı ‘anti-emperyalizm’ propagandası ile kendi ideolojik argümanlarını biledi.
Darbe, saray ve büyük sermaye
15 Temmuz gecesi kanlı bir çatışmaya tutulan taraflar, Türkiye burjuvazisinin çıkarları zıtlaşmış iki kutbunun arasındaki çelişkiyi kanlı bir evreye taşımıyorlardı, aksine büyük sermayeyi bir bütün olarak kendi taraflarına kazanmaya, onun çıkarlarını en iyi kendi taraflarının koruyup savunabileceğini onları ikna etmeye, en kötü ihtimalle bu sermaye gruplarını tarafsızlaştırmaya çalışıyorlardı. Darbe girişimi eğer başarılı olsaydı cunta yönetiminin ilk işi MÜSİAD’ı mülksüzleştirmek ve onun yatırımlarına el koymak değil, burjuvazinin bir bütün olarak sahiplendiği saldırı programını derhal ve bütün gereklilikleri ile hayata geçirmek olacaktı. Zira Erdoğan da darbe girişiminin karşısında sözde ve göreli bir zafer kazanmış olsa da TÜSİAD’a dönük herhangi bir ekonomik yaptırım planına göz kırpmadı. Özellikle Pelikancılar olarak anılan militan Erdoğancılar grubunun, TÜSİAD’a üye Ülker firmasının Fettullah taraftarı olduğunu iddia ederek onun bütün mal varlıklarına el konulmasını talep etmesine rağmen Erdoğan’ın darbe girişiminin hemen ertesinde sarayda ilan ettiği burjuva mutabakatı, neoliberal bir siyasal aktörün sermayenin birliğine verdiği şaşmaz değeri gösterir nitelikte. Bu burjuva mutabakatı, burjuvazi içerisinde TÜSİAD ile MÜSİAD’ın başını çektiği bir iç savaşın yaşanıp yaşanmadığı üzerine önemli ipuçları barındırıyor.
15 Temmuz, devlet aygıtının – ve yasama, yürütme, yargı, ordu, polis gibi aparatlarının – kontrolünü ele geçirmek, bunlar üzerinde mutlak bir egemenliğe ulaşıp rejimin çok başlılığına son vermek adına devlet içi güçlerin kanlı bir çatışmasıydı. Doğan Grubu’nun darbe girişimi boyunca ördüğü etkili propagandadan da anlaşılacağı üzere TÜSİAD, en azından darbenin doğrudan örgütleyicisi veya destekçisi değildi. Ancak cunta girişimi 15 Temmuz gecesi boyunca, sermaye gruplarının desteğini arkasında hissetmek için farklı atılımlar gerçekleştirdi.
15 Temmuz’un ardından Maliye Bakanı Nihat Zeybekçi’nin YASED, TÜSİAD ve TOBB’un istemiyle Türkiye’deki tüm sermaye kesim ve örgütlerinin katıldığı bir “Ekonomik İstişare” toplantısı düzenlediği biliniyor. Bilindiği üzere Zeybekçi’nin ekonomik yönelim anlayışı, TÜSİAD tarafından daima yetersiz bulunmuştur. Zira TÜSİAD’ın ciddi gerilimler yaşadığı Maliye Bakanı Nihat Zeybekçi’nin bu buluşmadaki düzeyi ve verdiği güvenceler yeterli bulunmadı ve teminat olarak da kabul edilmedi. Buna karşılık saray rejimi, YASED ve TÜSİAD’ın tercih ettiği Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’le Türkiye’deki tüm uluslararası banka ve tekeller, ortakları ve baş paydaşların bulunacağı bir toplantı daha organize etti. Mehmet Şimşek’in Babacan ekolünden olması, TÜSİAD için özellikle dikkate değer bir anlam taşımaktadır. Sarayda düzenlenen “Uluslararası Yatırımcılarla Yüksek Düzeyli Ekonomi Diyaloğu Toplantısı” sırasında Erdoğan şöyle konuştu:
‘Kanun Hükmünde Kararnameler nedeniyle ekonomik reformların tıkanması söz konusu değildir. Atılan her adım anayasa ve yasalara uygun olarak gerçekleştirilmiş. Ekonominin işleyişini en küçük bir müdahale edilmemiştir. Edilmeyecektir. Ülkemizdeki OHAL uygulaması Avrupa Birliği prosedürlerine uygundur.
Göçmen krizinde dahi yaşadığımız gerilime rağmen Avrupa’yı sıkıntıya sokacak adımlar atmadık. Açık konuşuyorum Avrupayı biz koruduk. Mültecileri ülkemizde barındırarak Avrupa’yı biz koruduk. Biz tüm sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz.
Rusya ile krizde Rusya’dan atılan kırıcı adımlara rağmen biz onlara hiçbir sınırlama koymadık. Yapmak zorunda kaldıklarımızı da çok sınırlı bir şekilde uyguladık. 9 Ağustos’ta da ilişkilerimizi yoluna koymak için ziyaretimizi yapacağız.
Yatırımcılara zarar verecek ve onları üzecek hiçbir gelişmeye ben şahsım başta olmak üzere asla müsade etmeyiz. Türkiye’de yetişmiş insan kaynağı sıkıntısı yoktur. 3 milyon kamu çalışanlarından açığa alınanların sayısı 62 bindir. Soruşturmalar neticesinde bu kişilerin bazıları görevlerine geri dönebileceklerdir. Şimdi diyecekler ki bazı kesimlerde oran çok yüksek… Mesela Adalet mekanizması… Biliniz ki yeni alımlar da yapılacak… Ve bu alanlar da hiç bir sıkıntımız yoktur.
Kamuda yatırımcılar olarak size engeller çıkaran varsa hemen ilgili birimlere bildirin, anında kapıya koyacağız. Artık yatırımcıların önünde himmet ver, harç ver diyen bu tür işlerle uğraşmayacağız.
Bizim gündemimizde sadece darbe girişimi, sadece terör örgütlerinin faaliyetlerine ilişkin gündemler yok. Bizim gündemimizde Yavuz Sultan Selim Köprüsü var. Açılışını yapacağımız Avrasya Tünelimiz var. 1915 Çanakkale Köprüsü var. Mutlaka hayata geçirmek istediğimiz Kanal İstanbul projesi var. Bizim gündemimiz de yatırımı, ihracatı artırma, yeni nesillere vizyon kazandırma, ülkemizi ileri taşıma arzusu var.
Benim sizden istirhamım var. Gelin savunma sanayisine girin. Şu an insansız hava aracı yapıyoruz. Uçaklar, füzeler üreteceğiz. Bunları başaracağız. Biz geçmişten aldığımız dersler ışığında geleceği inşa etme amacındayız.’
Erdoğan ne söylüyor? Öncelikle sadece MÜSİAD’ın temsilcisi olmadığını, sermayenin çıkarlarının bölünmez bütünlüğüne inandığını söylüyor. İkincisi, TÜSİAD’a kaynağını ve altyapısını sunan Avrupa’yı ‘sıkıntıya’ sokacak hiçbir adım atmadıklarını ve atmayacaklarını söylüyor. Üçüncüsü, yatırımlara engel çıkaranlara, yani ‘laik’ veya ‘İslamcı’ olsun bütün yatırımcılara zorluk çıkaranlara dönük savaşacığını söylüyor. Dördüncüsü, darbe girişiminden hiçbir ders çıkarmamış olacak ki, bütün sermaye gruplarını savunma sanayisine yatırım yapmaya davet ettiğini söylüyor.
Erdoğan’ın ardından TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu devam ediyor:
‘Özellikle bu reform paketlerinin uluslararası yatırımcılara yönelik yeni teşvik unsurlarını içerecek şekilde güçlendirilmesi, Türkiye’nin yüksek teknolojili yatırımlara pozitif ayrımcılık yapan bir vergi reformuna gitmesi, önümüzdeki dönemde ülkemizin yatırım çekmesine katkı sağlayacaktır.
Yaşadığımız hareketli dönemde, şirketlerimizin kamu ile yürüttükleri günlük işlerinde hiçbir aksama olmamasının temin edilmesi ve reform sürecinin özel sektörle iletişim içerisinde şeffaf bir biçimde yürütülmesi için etkin bir kamu-özel sektör diyalog mekanizmasının oluşturulmasını önemsiyoruz. Bugünkü yüksek düzeyli diyalog toplantısını da bu yakın iş birliğinin önemli bir adımı olarak görüyoruz.
Darbe girişimi sonrasında Meclisteki siyasi partiler arasında oluşan mutabakat zemininin, Türkiye’de demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü güçlendirecek, yargı bağımsızlığını garanti altına alacak yeni bir anayasa mutabakatına dönüştürülmesi önem taşımaktadır. Avrupa Birliği süreci de bu kurumsal dönüşümü kolaylaştıracaktır.’
TOBB başkanı aslında TÜSİAD’dan MÜSİAD’a dek yerel, bölgesel, ulusal ve yabancı sermayenin bir bütün olarak rejimden ve hükümetten (yani saraydan) talep ettiği ekonomi politikasını özetlemiş durumda. ‘Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Kanunu’, ‘Sınai Mülkiyet Kanunu Taslağı’, ‘Üretim Reform Paketi’, Yatırım ve İhracat Teşvikleri’ benzeri neoliberal saldırganlık yönelimlerinin yasalaştırılmasını talep eden TOBB başkanı aynı zamanda kamu ve özel sektör arası diyaloğun kurulmasını (yani devlet kaynaklarının özel sektörün dış borçlarının ödenmesi için kullanılmasını!) ve yeni bir anayasa taslağı üzerinden siyasi bir mutabakatın sağlanmasını talep ediyor. Türkiye burjuvazisinin değişik sektörleri kendi ulusal pazarı üzerinden bir iç savaş sürdürmüyor ancak bu ulusal pazarın yatırım risklerinden arındırılmasını ve pazar üzerindeki politik-toplumsal çelişkilerin yeni anayasa aracılığıyla aşılmasını arzuluyor. Sermaye gruplarının bunu arzulaması ile bu arzularını hayata geçirme yeteneğinden ve kapasitesinden yoksun olmaları ise ayrı bir konu.
Burjuvazinin iç savaşı değil, iç mutabakatı: Yeni anayasa ve olasılıklar
Kendi tarihi boyunca katliamcı, sağcı ve diktatoryal siyasi metotlara başvurmaktan çekinmemiş olan Türk sermayesinin yeni bir anayasa mutabakatı konusundaki bu ısrarı, kendi sınıf egemenliğinin vekaletinin (iç savaş tezinin kapalı bir biçimde iddia ettiğinin aksine) ‘antidemokratik’ yollarla dar siyasi kadrolara (saraya) verilmesine ve kendi sınıf egemenlik biçimlerinin bir ifadesi olan rejimin Erdoğan faktörüne teslim edilmesine ‘boyun eğmediğini’ gösteriyor. Aslında belki de bu sebeple, komünist olduğu iddiasındaki bir takım odaklar, ‘boyun eğme’ sloganı etrafında burjuva ya da işçi fark etmez, ‘aydınlanmacı’ ve ‘laik’ kesimleri bir ‘halk cephesi’ çerçevesinde seferber etmeyi benimsiyor. Öte yandan MÜSİAD’ın da, yani Erdoğan’ı iktidara taşıdığı söylenen sermaye grubunun da, ideolojik konumlanışından öte ekonomik çıkarları dolayısıyla saray kadrolarının emri altına girmeye razı olmadığını ve olmayacağını hatırlamak gerekir.
O halde 15 Temmuz gecesi, devletin egemenlik araçlarının kontrolü adına savaşan iki kesimden Erdoğan tarafının bu mücadeleyi şimdilik kazanmış olması, önümüzdeki süreçte yaşanacak olan çatışmanın ve çelişkilerin yol haritasını anlamımızda bizlere faydalı olabilir. Adım adım inceleyecek olursak bu çelişkili ve dinamik sürecin öne çıkan başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: 1.) Erdoğan için Başkanlık projesi artık yaşamsal bir ihtiyaçtır. Ya sürekli bir iç savaş anlamına gelecek olan Başkanlık rejimini tesis edecektir ya da öldürülecektir. 2.) Türk sermaye grupları, TÜSİAD da MÜSİAD da, yeni bir anayasa üzerinde şekillenecek siyasal bir mutabakat talep etmektedirler. Yani kendi sınıf egemenliklerinin vekaletini Erdoğan’ın başkanlık planına devretmeyi düşünmemektedirler çünkü Erdoğan’ın başkanlık rejiminin kendi çıkarlarını mevcut konjonktürde koruyacak en iyi yol olduğunu düşünmemektedirler. Ancak bu bir taktiktir. Sermaye grupları başkanlık rejimini değil, Erdoğan’ın başkan olduğu bir başkanlık rejimini desteklememektedirler. Öte yandan Erdoğan’sız bir başkanlık rejimine yeşil ışık yakacaklardır. 3.) Erdoğan, kitleler tarafından koltuğundan düşürülerken kendisini sayısız defa kurtaran sermaye gruplarının güvenini kazanmak için eşi benzeri görülmemiş yoğunluktaki bir neoliberal saldırı paketini gündeminde tutmaktadır. Bu gündem şimdiden işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına ardı kesilmeyen bir taarruzu başlatmıştır. Ancak sömürü ilişkilerini hayatın her alanına saçması, sermaye gruplarının Erdoğan’ın başkanlığına razı geleceği anlamını taşımamaktadır. Erdoğan’ın politik ihtiyaçları ile Türk burjuvazisinin ekonomik zorunlulukları aşılmaz bir çelişki oluşturmaktadır.
Bu durumda Erdoğan’ın karşısında iki seçenek vardır: Ya başkanlık hayallerinden vazgeçecektir ya da Mussolini’nin izinden giderek büyük sermayenin kendi başkanlığına ikna edilememiş kesimlerini ‘kamulaştıracaktır.’ İkinci senaryonun gerçekleşebilmesinin nesnel ve öznel şartları (yani devrimci bir durumun varlığı ile devrimin bir önderliğin yoksunluğu) var olmasa da bu durum, Erdoğan’ın bunu denemeyeceği anlamına gelmez. Aslında tam da bu nedenle, Türkiye ‘Suriyelileşmez’ ancak Erdoğan Esadlaşır! Öte yandan masada duran bütün senaryolar, rejim içinde yaşanan egemenlik savaşının ardından daha geniş çaplı bir iç savaş durumunun yaklaşmakta olduğunu gösteriyor. Yine bütün göstergeler yaklaşan bu iç savaş durumu sırasında sermaye sınıfının ekonomik gereksinimleri dolayısıyla tarafının bir ve tek olacağını gösteriyor.
Dipnotlar:
1.) Rejimin iki fraksiyonu derken, bu iki fraksiyonun da benzer bir siyasal ve örgütsel karaktere benzediğini iddia etmiyoruz. Gülen hareketi ile Erdoğan’ın kitle temelli parti-devlet yapılanması arasında ciddi farklılıklar bulunmakta. Öncelike Gülen hareketi, bir kitle partisi inşası hedefine asla yönelmeyerek daima sağ ve merkez sağ partiler ile çıkarlar üzerine kurulmuş ittifaklarla ve devlet kurumlarında kadrolaşmalarla faaliyet yürüten bir grup. Aksine Erdoğan’ın bir siyasal seçim kaybetmesi, siyaset ‘kariyerinin’ de sonu anlamına gelir. Bu bağlamlarda iki fraksiyon derken, birbirine eş iki klikten bahsetmiyoruz.
2.) ‘Yeni sağ’, aynı zamanda bir ‘yeni sol’ da doğurdu.
3.) Burada bir not düşülmeli: Burjuvazinin uluslararası çapta yaşadığı önderlik krizi, emperyalist kampın başını çeken ABD’nin tahtından edildiği şeklinde değil, finans kapitalin kendi egemenlik krizlerine dönük olarak kitleler tarafından kabul gören gerici ve kalıcı bir öneriyi hala getirememiş olması şeklinde yorumlanmalı. ABD’nin bu egemenlik krizini aşma yönündeki farklı politik girişimleri de henüz bir sonuç vermiş değil.
4.) Bir geçiş dönemi içerisinde geçiş taleplerinin artacak olan rolü de kayda değer bir not olarak burada bulunsun.
5.) Tıpkı Louis Bonaparte’ın 10 Aralık Derneği gibi.
6.) Darbenin ardından başlayan tasfiye operasyonun siyasal ve ekonomik anlamları üzerine yazılmış aşağıdaki metne göz atınız: http://iscicephesi.net/2016/07/8515/
7.) Bununla birlikte yine eklemek gerekir: Darbe girişimi, burjuvazinin organik-doğrudan özlemlerinin bir sonucu değildi!
8.) Ben bu noktada Akın Öztürk ile 20. yüzyılın başında Polonya’nın tarihine damgasını vurmuş Józef Piłsudski arasında bir takım kaçınılmaz benzerlikler olduğunu düşünüyorum. Elbette Pilsudski, Öztürk’e kıyasla daha ‘başarılı’ sonuçlar elde etmişti ancak yüz sene önceki Polonya toplumunun krizi ile bugünkü Türkiye kapitalizminin krizinin benzer profiller ve tarihsel kişilikler doğurması yine de araştırmaya değer bir alan olarak karşımızda duruyor.
9.) Elbette bu hayali karar metninde, Recep Tayyip Erdoğan’ın teşkil ettiği tehlikeler ve yarattığı riskli durumlar da işlenirdi.
10.) Troçki, Faşizme Karşı Mücadele, Köz Yay., Haziran 1977, s.282
11.) Ek olarak New York Times’da yayınlanmış olan şu yazıya bakılabilir: ‘Türkiye’nin yeni anti-Amerikancılığı’ http://www.nytimes.com/2016/08/04/opinion/turkeys-new-anti-americanism.html
12.) Bkz. http://www.siyasaliletisim.org/pdf/obamaimajiveABDdispolitikasi.pdf
13.) Burayı biraz açalım: Demokratik gerici politikalar Obama dönemi ile başlamadı. Bu yönelim 1980’lerin ikinci yarısı ile ağırlığını gösterdi. Baba-oğul Bushlar bu dönem içerisinde stratejiyi bozmayan taktikler, kaideyi bozmayan istisnalardı. Zira Obama demokratik gerici politikaları, Bill Clinton’dan devralmıştır.
14.) Verilere göre ABD’nin 2014 senesinde Mısırlı darbecilere yaptığı askeri yardım, yine askeri yardım yapılan 73 ülkenin aldıkları toplam yardımlara eşit. “ABD’nin toplam askeri yardımının yüzde 23’ünü alan Mısır’a 2014’te 1 milyar 300 milyon dolar (3 milyar 365 milyon Türk lirası) değerinde askeri yardım yapıldı. Bu, ABD’nin askeri yardım yaptığı 75 ülkeden 73’ünün toplamda aldığı yardımla Mısır’ın tek başına aldığı yar- dımın eşit olduğu anlamına geliyor.” Bak. http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/abdnin-misira-yaptigi-askeri-yardim-73-ulkeye-esit-h88518.html
15.) ‘Akıllı güç’ programı, bu kısa yazıda işlenemeyecek denli önemli bir mesele. Clinton’ın kendisini bu öneriye iten nesnel şartlar ile sınıflar mücadelesinin mevcut durumu gibi birçok tartışma başlığı, ABD’nin bu yeni gidişatının başlığı altında işlenebilir. Clinton’ın önerisini detaylı bir şekilde incelemek isteyen okurlarımız, Birleşik Devletler Dış İşleri Bakanlığı’nın resmi sitesinde yayınlanan aşağıdaki belgeye göz atabilirler: http://www.state.gov/s/dmr/qddr/2015/index.htm
16.) Bkz. http://foreignpolicy.com/2011/04/12/the-war-on-soft-power/
17.) Okuyucu yazının bu bölümünde Trump’ın dış politika önerilerinin neden tartışılmadığını sorabilir. Foreign Policy’de yayımlanmış başka bir makale bu sorunun cevabını veriyor zira Amerikan devlet kurumlarının dış politika ile ilgilenen kümesi, tercihini Clinton’dan ve onun programından yana yapmış durumda. Bak. ‘Cumhuriyetçilerin dış politika geleneğine bir çatal saplayın’ http://foreignpolicy.com/2016/07/27/put-a-fork-in-the-tradition-of-gop-foreign-policy-competence-hillary-clinton-trump-history-security/?wp_login_redirect=0
18.) Ali H. Aslan, “Obama yönetimi Türk yoğurdunu nasıl yiyecek?”, Zaman, 13 Eylül 2010, s.
19.) 15 Temmuz’un ardından Almanya’nın aldığı tutum, darbenin Alman bankerleri ve onların temsilcisi Merkel için ifade ettiklerini özetler nitelikte. Almanya’nın Cologne kentinde darbe girişimini protesto etmek isteyen 40 000 kişilik kitleye önce izin çıkmadı. Basınçlar sonucunda izin çıkınca geniş güvenlik önlemleri alındı. Erdoğan’ın bu gösteriye videolu bir mesaj göndermesi, acil gündem başlığı altından toplanarak kararı veren Almanya Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı. Ardından Münster Yüksek İdare Mahkemesi, anayasal bir hak olarak yurt içinde gerçekleştirilen gösterilere yurt dışından katılımın, bu hakkın tanımları çerçevesinde bulunmadığını bildirdi. Buna rağmen Alman hükümeti 15 Temmuz’un ardından, ‘Erdoğan’ı Durdurun’ başlıklı 5 gösterinin organize edilmesine izin verdi. Yeşiller Partisi’nden milletvekili Katrin Göring-Eckardt, Erdoğan’ın AB’ye daha fazla şantaj uygulamasına izin verilemeyeceğini, bunun derhal durdurulması gerektiğini söyledi.
20.) Yine aynı partiden bir sendikacının yazdıkları dikkat çekici: “Potansiyel müttefikimiz kim? Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızda tek dostumuz Sovyet Rusya idi. İkinci Ulusal Kurtuluş Savaşımızda da en önemli dostumuz Rusya Federasyonu.” Bkz. http://www.tekgida.org.tr/Oku/12158/Sendikalar-Emperyalist-Sendikalardan-Para-Almamalidir#.V6icyp3UPGo.facebook
21.) Bkz. http://odatv.com/putinin-ozel-temsilcisi-ankarada-nerede-agirlandi-1507161200.html
22.) Okuyucularımız yanlış anlamasın diye buraya bir not düşme zorunluluğu hissediyorum: Yukarıda, Dugin 15 Temmuz günü Avrasyacı bir öneride bulunduğu için darbe olduğunu, Türkiye Rusya ile arasını düzelttiği için NATO’nun bu darbe girişimine göz yumduğunu, asla iddia etmiyoruz. Yukarıda anlatılanlar, yalnızca bir eğilim düzeyinde kalan belli başlı dinamiklerin neler ifade ettiklerinin tahlil edilebilmesi için aktarılmaktadır.
23.) Nikolay Buharin ve Yevgeniy Preobrajenskiy, Komünizmin Abecesi, Çeviren: Yavuz Alogan, Belge Yayınları, 1992, sayfa 85.
24.) Nikolay Buharin, Dönüşüm Döneminin Ekonomisi ve Politikası. Bkz. https://rosswolfe.files.wordpress.com/2015/05/nikolai-bukharin-the-politics-and-economics-of-the-transition-period-1920.pdf
25.) Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Kalkedon Yayıncılık, 2009, Çeviri: Uğur Selçuk, sayfa 85.
26.) Nicos Poulantzas, Political Power and Social Classes, Londra 1973, sf. 271.
27.) Agy. sf. 55.
28.) Nicos Poulantzas, Classes in Contemporary Capitalism, Londra 1975, sf. 101.