20 Ağustos 2015
Sırp kökenli elektrofizik uzmanı Nikola Tesla’nın dehası üzerine son zamanlarda sıkça yazılıp çizildi. Denebilir ki bu deha hayatı boyunca çok az huzur bulabildi, yaşadığı yerlerden defalarca kovuldu, birçok hükümet kendisini bir tehdit olarak algıladı. Ancak en önemlisi, bilime yaptığı katkılar ve geliştirdiği ufuk açıcı yorumlamalar, kibirli bir hırsız ve aynı zamanda da mafya olan Thomas Edison tarafından çalındı. Tesla’nın kendisi uzun bir süre boyunca unutuldu, ismi çok az telaffuz edildi, çığır açıcı çalışmaları kasten saklandı. Edison’un ise yıldızı parladı, ampulün mucidi olarak ansiklopedilere girdi ve bir iş adamı olmanın kendisine verdiği ayrıcalıklı konumu, aslında sınıfının doğası gereği, egosunun çıkarları gereğince sonuna kadar kullandı.
Geçtiğimiz yüzyıl, Tesla’nın kaderini birçok noktada paylaşan başka bir dehaya, Lev Troçki’ye tanıklık etti. Troçki’nin hayatının büyük bir çoğunluğu sürgünlerde geçti, sınırlarına adımını attığı her devletten düşmanlık gördü. Lenin’in ölümünün ardından devrimci programın başlıca yorumlayıcısı olan Troçki’nin satırları, kibirli bir bürokrat ve yine bir anlamda mafya olan Stalin’in önderliğinde ve emperyalizmin işbirliğiyle karalandı, yasaklandı, saklandı. Kendisinin Sovyet ve dünya tarihinin hafızasından silinmesi için çabalandı. Denebilir ki Troçki, Marksizmin Tesla’sıdır.
Troçki’nin öldürülüşünün üzerinden 75 yıl geçti. Dünya kapitalizminin karanlığı arttıkça, onun ışığı parladı. Pekiyi 75 sene önce öldürülen bir devrimci lider, bugün için neler söyleyebilir? “Yeni sol” olma iddiasındaki akımlar, Troçki ile Stalin ayrılığının arkaik bir tartışma olduğunu ve Troçki’nin saygı duyulması gereken tarihsel bir figür olduğunu ancak nostaljik duyguların ötesinde herhangi politik bir anlamının artık kalmadığını söylüyorlar. Troçki’nin Marksizmin geliştirdiği kısımlarının günümüzü artık açıklamadığı ve zaten Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla Troçkist literatüre duyulan ihtiyacın ortadan kalktığı söyleniyor. Bu kişinin öncelikli olarak korunması gereken mirasının yöntem ve programının değil, sürgünde oradan oraya kaçarken kaldığı daireler olduğu anlatılıyor.
Biz böyle düşünmüyoruz. Böyle düşünmediğimiz için de, ölüm yıldönümünde olsun başka tarihsel olayların yıldönümlerinde olsun, Troçki’nin neyi temsil ettiğini hatırlatmanın veya tartışmaya açmanın faydalı olduğunu düşünüyoruz. Bugün Troçki’nin hayatında, eylemlerinde ve yapıtlarında ifadesini bulan devrimci program, insanlığın ve onun üzerinde yaşadığı dünyanın içerisine düştüğü çelişkilerin çözülüşüne işaret ediyor, bu amaca yönelik olarak belirli bir siyasal önermeyi topluma sunuyor.
Dördüncü Enternasyonal’in başlıca önderlerinden James P. Cannon’un “Troçkizmin Berstein’ı” olarak tanımladığı Isaac Deutscher’in, 1930’ların başında Troçki’nin Fransız sendikalist Monatte ile gerçekleştirdiği tartışmaları içerlediği bilinir. Deutscher’e göre, Troçki’nin kendi oğlu Sedov öldürülürken bu işe girişmek boş bir uğraştı, tartışmanın kitleler nezdinde bir anlamı yoktu, Monatte’ı ikna etmek olanaksızdı ve daha da önemlisi Troçki daha çok “sanat ve edebiyat” üzerine metinler geliştirmeliydi.
Ancak Deutscher’in anlamadığı nokta, Troçki’nin, Monatte’ı ikna etme olasılığı olsun veya olmasın, sendikal mücadele alanında gelecek kuşaklara belli bir yöntem bırakmak istemesiydi. Bu bağlamda bu uğraş oldukça değerliydi çünkü gelecek günlerin sendikal problemlerine hangi yollar ve araçlar ile müdahale edilebileceği mücadeleci genç kuşaklara bir belge olarak kalacaktı. Dikkat edecek olursak Troçki, kendisinin ardından belli başlı kuralları olan mutlak ve skolastik bir tutum bırakmayı hiçbir zaman düşünmedi. Troçki’nin mirası harita değil, pusulaydı. Yolunu kaybedenler için, yolunu kaybetmemek isteyenler için doğru yolun nasıl bulunabileceğine dair yaratılan kapsamlı bir metodolojik geleneğin başlıca mimarlarındandı. Bu geleneğe sunduğu katkının mütevazi bir bölümünü de Monatte ile girdiği tartışma aracılığıyla sendikalar sorunu konusunda yaptı ve bugün bu katkı, özellikle de Bursa’da on binlerce metal işçisi sarı sendika Türk-İş’ten istifa etmiş ve yeni alternatif arayışlarına girmişken, çok daha özel bir anlam kazanıyor. Troçki ve onun pusulası, bu alternatif arayışında hâla nefes alıyor.
2011 senesinde Tunus’ta bir devrim patlak verdi. Bu devrim 30 küsur senelik tek parti diktatörlüğünü, birçok “demokratik geçiş” hükümetini ve İslamcı önderlikleri silip süpürdü. Milyonlarca işçi ulusal sendikanın çatısı altında bir araya geldi, özyönetim komiteleri oluşturdu. Ancak devrim, bırakalım sosyalist görevleri, demokratik sorumluluklarını bile yerine getiremedi. Tunus demokrasisi hâla kaygan bir zemin üzerinden ilerliyor, iktidara gelenler toprak sorununun çözümü yönünde hiçbir adım atmıyorlar, işsizliğe ve yoksulluğa karşı alınan önlemler işe yaramıyor ve Kurucu Meclis’in toplanmaması için bütün yollar deneniyor.
Devrimci sürecin en can alıcı noktasında, iktidarın emekçiler tarafından fethedilmesinin koşullarının daha fazla olgunlaşamayacağı bir aralıkta Tunus İşçileri Komünist Partisi’nin (PCOT) lideri Hama Hammami, şöyle bir demeç vermişti:
“Gündemde olan sosyalist bir devrim değildir. Evet, Marksistler olarak bizler, sonuçta sosyalizm mücadelesine inanıyoruz. Bu, ABD ve diğer ülkelerden çokuluslu büyük şirketler tarafından desteklenen dünya kapitalizminin ağına yakalanmamak için gerekecektir. Aynı zamanda, insanın insanı sömürmesine son verecek tek yol da bu olacaktır. Fakat bu bakış henüz herkes tarafından paylaşılmıyor burada. Acele etmemeliyiz.
Siyasi güçler dengesini unutmamak gerekiyor. İşçi sınıfı bilinç ve örgütlenme seviyesinin altında. İlerleme kaydetmesine rağmen komünist hareket hâla ülkemizde çok zayıf. Diğer sınıflar liberal kamp, İslamcı kamp tarafından gayet iyi temsil ediliyor. Bu gerçeği görmeliyiz.“
Troçki ile Stalin arasındaki ayrılık, başlı başına politik bir veri değildir. Kişiler düzeyinde tezahür eden bu olay, aslında devrimci Marksistlerin defalarca belirttiği üzere, iki farklı anlayış, iki farklı politik program arasındaki bir ayrışmaydı. Bugün Tunus devrimi özelinde bu programların farklılıklarının, hatta karşıtlıklarının bütün sonuçları gözlemlenebiliyor. PCOT lideri Hama Hammami, “arkaik bir tartışmanın” bilinçli veya bilinçsiz bir tarafı olarak, devrimin en hareketli anında devrimci potansiyele bir siyasi görüşü, aşamalı devrim teorisini dayatmak için, ilerici olduğunu iddia ettiği ulusal burjuvalarla ittifakın yolunu açmak için uğraşıyor. Troçki, tam olarak işte bu karşı-devrimci uğraşın karşısında hâla yaşıyor. Günümüzü açıklamadığı söylenen bir tartışmanın tarihsel bir tarafı olarak Troçki ve onun politik mirası, Tunus işçi sınıfına kendi toplumsal kurtuluşunun şartlarını göstermeye devam ediyor.
Hammami’nin yanılgısı belirli bir sınır içinde kalırken Slavoj Zizek bu yanılgının politik faturasını mantıksal sonuçlarına dek vardırdı. ABD’de patlak veren “Wall Street’i İşgal Et” hareketi ile Tunus devrimi arasında bir karşılaştırma yapan Zizek, Tunus’ta ayaklanan kitlelerin talebinin “demokrasi” olduğunu, ABD’deki “İşgal Et” hareketinin ise Tunuslu kitlelerin talep ettiği demokrasiye karşı baş gösterdiğini belirterek, uluslararası mücadele dinamikleri arasında aşılması oldukça zor somut çelişkilerin bulunduğunu belirtti. Aslında Zizek, yaklaşık olarak 130 senedir tekrar edilen eski bir masalı, yeni durumlara uyarlamaktan başka bir şey yapmadı. Masalı hepimiz hatırlıyoruz: “Her ulusal devrimin kendine has milli özgüllükleri vardır. Bu özgüllükler devrimin uluslararası arenada hayat bulmasına engel olurken, tam olarak sanayisini inşa edememiş ülkelerde de sosyalist inşanın gündemde olmadığına işaret eder…”
Bugün Hammami ve Zizek’in işaret ettiği aşamacı ve aslında tarihsel ekolünün ismiyle Menşevik tutuma karşı enternasyonalist mevzileri teorik ve politik düzlemde savunan biricik program, Dördüncü Enternasyonal’in programı olmayı sürdürüyor. Bu dünya partisi, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde sürekli devrim programıyla, Batı’lı gelişmiş ülkelerde sosyalist devrim perspektifiyle ve yozlaşmış işçi bürokrasisi yönetimlerine karşı politik devrim şiarıyla, emperyalist sömürüye ve krizlere karşı ayaklanmış milyonlarca işçiyi karşı karşıya getirmeyi reddediyor, kitlelerin talepleri arasında mutlak karşıtlıklar kurulmasının olanaklarını yok ederek bu uğraşın karşı-devrimci bir çarpıtma olduğunu söylüyor ve böylece sınıflar mücadelesinin uluslararası düzlemde birliğinin sağlanması adına önemli bir zemin yaratıyor. Troçki bu zeminin en önemli duvarcı ustası olmayı sürdürüyor.
Troçki’yi anmak, nostaljik ve geleneksel bir tören, bir günah çıkartma işlemi veya vicdanın rahatlatılması için düzenlenen bir “ayin” değil. Türkiyeli takipçileri için o asla, bir sıralar Büyükada’da kalmış olan tarihsel bir figür olmakla sınırlı kalamaz. Onu anmak, bugün sonuçlarını hayatın her noktasında hissedebileceğimiz dünya kapitalizminin yıkıcı etkilerine karşılık politik bir tutum almaya işaret ediyor. Ekonomik krizlerden savaşlara, sendikal tutumlardan kadın sorununa, gizli diplomasiden parti örgütlenmesine ve ulusal soruna dek Troçki’nin pusulasının ibresi hâla tırmanmamız gereken patikayı gösteriyor. Bu patikayı tırmanmak için muhtaç olduğumuz kudret ise alnımızdaki terde mevcut…