Türk sosyalizmi ve enternasyonalizm (Sınıf Bilinci, 1988)
Aşağıdaki yazı Yusuf Barman imzasıyla 1988’in Aralık ayında, Sınıf Bilinci dergisinin 3. sayısında yayımlandı. Bu metni, “Geleneğimiz (Ulusal Dokümanlar)” temalı dosyamızın bir parçası olarak okuyucularımızla paylaşıyoruz. Sınıf Bilinci, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında çeşitli Troçkist eğilimlerin ortaklaşa bir biçimde çıkardıkları bir devrimci Marksist teorik-politik dergiydi.
***
Dünya sosyalizminin uzun dalgaları var. Bir siyasal hareket olarak ortaya çıkışından beri, kimi zaman kitleleri saran ve uğrunda milyonların mücadele ettiği bir ülkü durumuna gelen sosyalizm, bazı dönemlerde de yalnızca belirli insan gruplarının (partilerin,vb.) savunduğu bir düşünce olarak kalmıştır. Sosyalizmin bu inişli çıkışlı sürecini belirleyen başlıca etmenler, bir bütün olarak dünya ekonomisinin içinde bulunduğu yapısal koşullar ve sınıf mücadelesinin genel dinamikleridir. Ama, çok önemli bir başka etmen daha var: Sosyalist önderliğin bizzat kendisi. Sosyalizmin değişik dönemlerde aldığı biçimler ve bunların siyasal açılımları, yukarıda anılan nesnel koşullardan ve dinamiklerden etkilendiği gibi aynı zamanda onları belirliyor da.
Devrimci Marksizmin de birçok bileşenden oluşan bir eğrisi var. 19. yüzyılın ortalarında doğan Marksizm, yüzyılın son çeyreğinde devrimci özünü sosyalizme egemen kıldı. Ama bunu izleyen yıllarda eğride bir düşüş ortaya çıktı; reformist uygulamalar yaygınlaştı, kuramda revizyonlara girişildi ve bu revizyon kendisini siyasal düzlemde, sosyal demokrasinin I. Dünya Savaşı sırasındaki ihaneti biçiminde açığa vurdu. Ne var ki bu düşüş, içinde kendi karşıtını da yarattı ve özellikle Rus Marksistlerinin çabalarıyla ve muzaffer 1917 Ekim devriminin etkisiyle devrimci Marksizm dünya çapında gelişen yeni bir yükseliş evresine girdi. Dalgadaki en ciddi düşüş ise, 1920’lerin ortalarından başlayarak Stalinizmin egemenliği ile birlikte yaşandı.
Devrimci Marksizmin bileşenlerinden birisi ve belki de en önemlisi enternasyonalizm. Genel olarak sosyalizme devrimci Marksizmin ne derecede egemen olduğunu, enternasyonalizme ve Enternasyonal’e verilen önemden çıkarsamak olanaklı. Devrimci Marksizmin her yükseliş dalgası temel olarak bir Enternasyonal ile birlikte yaşanmış, böylesi bir örgütlülükle taçlandırılmıştır. Eğrideki her düşüş kendisini Enternasyonal’de de göstermiş ve bunun sonucunda dünya partisi ya sönümlenmiş, ya da yozlaştırılmış ve tasfiye edilmiştir. Şüphesiz bu düşüşler yalın ve kendiliğinden bir biçimde olmamış, bu tür dönemlerde devrimci Marksizm hep “akıntıya karşı” mücadele etmiştir. Lenin’in, Luxemburg’un, Troçki’nin ve diğerlerinin yozlaşan II. Enternasyonal’in Marksizmde giriştiği revizyona ve sınıf mücadelesi karşısında aldıkları oportünist tavra karşı verdikleri mücadeleler bunun örnekleridir.
Marksizmi enternasyonalist özünden soyutlayarak onu ulusalcı bir akım durumuna indirgeyen Stalinizmin tahribatlarına karşı da Uluslararası Sol Muhalefet ve ardından da IV. Enternasyonal direndi. Stalinistler önce III. Enternasyonal’i ele geçirerek yozlaştırdılar, daha sonra da tasfiye ettiler. Sovyet bürokrasisi kendisine bağladığı komünist partilerin aracılığıyla dünya sosyalizmini uzun bir süre denetledi ve yönlendirdi. Dalganın bu uzun çukur evresi boyunca Stalinizm, dünya devriminin yerine “tek ülkede sosyalizm” kuramını, enternasyonalizmin yerine “anayurdun savunulması” anlayışını ve Enternasyonal’in yerine Kremlin bürokrasisini egemen kıldı. Bunun sonucunda da dünya proletaryası, uluslararası bir devrimci önderlikten yoksun kaldı. Ama günümüzde devrimci Marksizm gene bir yükseliş grafiği çizmekte. Dünya kapitalizminin yapısal bunalımı, sınıf mücadelesinin şiddetlenen dinamikleri ve bunlara eşlik eden Stalinizmin siyasal ve ideolojik bunalımı, sosyalizme giydirilmiş olan ulusalcılık gömleğinin yırtılıp atılması koşullarını güçlendirmektedir. Enternasyonalistler yaklaşık altmış yıldır direnişleri boyunca Stalinizmin bu deli gömleğini giymeyi reddetmişlerdi. Ve bugün, Stalinizmin bunalımından etkilenen pek çok devrimci insan ve akım kendisini enternasyonalizm ve Enternasyonal sorularıyla karşı karşıya buluyor. Devrimci Marksist kabarışın en çıplak ve önemli belirtilerinden birisi de bu olgudur…
Türk sosyalist hareketinin ilk gelişme dönemi, Marksizmin Stalinizmin egemenliği altına düştüğü döneme rastladı; bu nedenle de Türk sosyalizmi hemen hemen başından itibaren enternasyonalist değil, ulusalcı bir anlayış çerçevesinde gelişti. Bunun böyle olmasında ideolojinin dışındaki başka etmenler de etkili oldu. Her şeyden önce 1920’lerin Türkiyesi son derece geri bir ülkeydi ve cılız ulusal sermaye emperyalist pazarın ancak çevresinde (periferisinde) yer alıyordu; çok zayıf olan sanayi proletaryasının da uluslararası sınıf mücadelesiyle herhangi bir bağıntısı yoktu. Ülkede devrimci Marksist bir geleneğin bulunmayışı ve işçi sınıfının enternasyonalist önderlere sahip olmayışı da, ulusalcılığın yeni yetişen sosyalistler üzerinde etkili olmasını sağladı.
Bu dönemde Sovyet partisi ile devlet organlarını ve Komintern’i ele geçiren Stalinist bürokrasi, devrimci sol muhalefeti temizlemeyi başarmış ve 1917 Ekim devriminin prestijini son derece güçlü bir bürokratik otoriteye dönüştürerek dünya sosyalizmi üzerinde mutlak bir egemenlik kurmuştu. Türk sosyalistleri de ulusalcı Stalinist ideolojinin etki alanı içinde kaldılar. Üstelik onların bu ulusal sosyalizm anlayışı ile ülkedeki egemen ideoloji olan Kemalizmin ulusalcılığı çarpıcı bir biçimde çakışıyordu. Kemalizmin “antiemperyalist” söylemi, Stalinist bürokrasinin “anayurdun savunulması” anlayışı ile tam bir uyum içindeydi. Türk sosyalistleri için “yavru yurdun savunulması” aynı zamanda sosyalizmin anayurdunun savunulması anlamına geliyordu. Böylece Türkiye’de Stalinizm, ulusal sosyalizm ile Kemalizmin tuhaf bir bileşimi biçiminde gelişti. Öyle ki sosyalizm uzun süre Kemalizmin bir “sol” varyantı olarak kavrandı. Kapitalizm ve emperyalizm, Mustafa Kemal’e mâl edilen ya da ondan aktarılan sözcüklerle, “bizi sömürmek ve yutmak isteyen canavarlar” olarak görüldü: Peki, biz kimdik? Elbette biz, Türkler, yani Türk ulusuyduk! Bu nedenden ötürüdür ki Türkiye’de devrim ne sınıfsal bir altüst oluş, ne de dünya sosyalist devriminin bölgedeki somutlanışı olarak görüldü. Türk sosyalistleri uzun yıllar devrimi bir “ikinci ulusal kurtuluş savaşı” olarak algıladılar.
Türk sosyalistlerine egemen olan ulusalcı anlayış kendisini çeşitli biçimlerde açığa vurdu. Her şeyden önce sosyalizm, bağımsız bir sınıf hareketi olarak değil, “ulusal egemenlik” mücadelesinin “ilerici” kanadı olarak kavrandı, bu nedenden ötürü de temel olarak bir aydın hareketi olarak kaldı. Bugün bile “sosyalist hareket ile işçi hareketinin birleştirilmesi” arayışlarının sürmesine yol açan kopukluk, bir bakıma bu anlayışın olumsuz bir sonucudur. Özellikle geri ülkelerde ulusalcılık devletçiliğin ikiz kardeşidir. Nitekim Türkiye’de de öyle olmuş, ulusal selamet devlet organlarının (dönüştürülmesinde değil) bekasında aranmıştır. Bu arayış kendisini önerilen “ittifaklar” sisteminde de açığa vurdu. Devrimi darbe olarak anlayan ve bu nedenle de 27 Mayıs 1960 darbesine dört elle sarılarak 1961 Anayasası’nı baştacı eden (ve hatta 12 Eylül mahkemelerinde savunan) Türk sosyalistleri uzun yıllar devrimin öncü gücü olarak “işçi-köylü-gençlik-ordu” ittifakını gördüler. Daha sonraları devrim “stratejilerinin” ayrışmasıyla bunlara “antiemperyalist ve milli burjuvazi” de eklendi ve egemen anlayış hep aynı kaldı.
1960’ların sonlarında sosyalist harekette görülen ayrışma sırasında parlamentarist kanat (TİP), devlet organlarından medet umma anlayışını sürdürerek reformizmini tescil etti. Öte yandan “milli demokratik devrim” sloganıyla hareket eden militan kanat, devlet ile kendisi arasına bir mesafe koymakla birlikte devletin “ulusalcı” öğelerinden umudunu da kesmedi. Militan kanat siyasal programını da temel olarak ulusalcı bir antiemperyalist söylem üzerine kurdu. Onun için önemli olan ülkedeki emperyalist işgalin sona erdirilmesiydi ve bu işgalin “açık” mı, yoksa “gizli” mi olduğu yıllarca tartışıldı. Parlamentarist kanat reformlar uğruna mücadeleyi devrimden koparttıkça, programını da asgari ve azami programlar olarak ayırmakta bir mahzur görmedi. Ama aynı program ayrılığını militan kanat da benimsedi; bu kez onlar için asgari program antiemperyalist mücadelenin programıydı. Her iki kesimin programında da sosyalizme yer yoktu.
Ulusalcı Stalinist ideoloji Türk sosyalistlerinin kapitalizm ile emperyalizm olgularını birbirinden ayırmalarını kolaylaştırdı. Emperyalizmden bağımsızlık, sadece iktidardaki ABD yanlısı bir hükümetten kurtulma, ülkedeki yabancı üslerin kapatılması, çeşitli askeri paktlardan çıkılması vb. olarak kavrandı. Ya dünya kapitalist sistemi? Stalinist kamp hiçbir zaman emperyalizmden kopuşu, kapitalist dünya pazarından ayrılma olarak görmedi. Çünkü bu tür bir kopuş ancak ülkedeki mülk sahibi sınıfların mülksüzleştirilmesiyle olanaklıydı; bu ise bir toplumsal devrim, yani köylülerin desteğindeki işçi iktidarıyla somutlanan bir sosyalist devrim demekti. Hatta dünya pratiği bunun bile yetmeyeceğini söyleyen klasik Marksist öğretiyi defalarca doğrulamıştı; bu tür ulusal devrimler uluslararası arenada yaygınlaşmadıkları sürece, devrimci yönetimler yozlaşarak bürokratik diktatörlüklere dönüşme ve emperyalizm ile “barış içinde birlikte yaşamaya” zorlanma tehlikeleriyle karşı karşıya kalıyorlar ve sonuçta “sosyalist” ülkeler piyasa ekonomisine doğru kayıyorlardı. Ama bu tehlikelere karşı mücadele ise dünya devriminin yaygınlaştırılmasından geçiyordu. Kısacası ulusal devrimler ancak sürekli devrim özelliği kazandıkça gerçek başarıya ulaşabilirdi. Ne var ki aşamalı devrim ve tek ülkede sosyalizm kuramları, Kemalist ulusalcılık okulunda yetişmiş Türk sosyalistlerinin düşünce yapısına çok daha uygundu.
Bunlar Türk sosyalizminin kendi kendisini tahrip etmesiyle sonuçlanan olgular. Ama ulusalcılığının zararı yalnızca kendisine dokunmadı, bir başka ulusu da etkiledi. Türk sosyalistleri, ezilen ulusun, ayrılma hakkı da dahil olmak üzere kendi kaderini özgürce belirleme hakkını uzun süre görmezlikten geldiler. Misak-ı Milliciliğin etkisi altında, ama bu kez utanç verici bir “enternasyonalist” (!) söylemle, ayrılmanın sosyalizm ile ne denli çeliştiğini kanıtlamaya çalıştılar. Kendilerinin bayrak edindikleri bir ilkeyi bir başka ulusa çok gördüler. Bu bir yana, ezilen ulus sosyalistlerinin ayrı örgütlenme hakkına bile karşı çıktılar. Bu ulusalcı şoven anlayışlarını, Lenin’den alıntılar yaparak kanıtlamaya çalışma patavatsızlığını bile gösterdiler. Stalinist soysuzlaşma Türk sosyalistlerinde ezilen bir ulusa karşı ihanet kertesine ulaştı.
Türk sosyalistleri, geliştirdikleri programlar açısından da ulusalcı geleneğe sadık kaldılar. “Önce kendi devrimini yap!” yaklaşım hep bu oldu. Soyut bir dünya devriminin olamayacağı, uluslararası devrimin çeşitli ulusal devrimlerin bir bileşimi halinde geliştiği ve devrimcilerin görevinin de bu devrimlere aktif olarak katılmak ve onlara önderlik etmek olduğu göz önünde tutulduğunda, bu yaklaşım pek ters gelmeyebilir. Ne var ki, “önce kendini devrimini yap” şiarının bu yaklaşımla bir ilgisi yoktu; aslında kastedilen,”hele sen kendi devrimini bir yap da, ötekileriyle sonra ilgilenirsin” idi. Bir sosyalistin görevinin yalnızca kendi yaşadığı ülkeyle sınırlı olmadığı düşünülecek olursa, bu anlayışın enternasyonalizmle taban tabana zıt olduğu ortada. Ama sorun yalnızca bu da değil, çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi enternasyonalizm sadece bir ruh hali değil. Bu sözcüklerle ifade edilen düşünce, ulusal devrimin programını uluslararası devrimin programından koparmaktan kaynaklanıyordu. Türk sosyalistleri hiçbir zaman Türkiye devrimini dünya devriminin bir parçası, onun bölgedeki somutlanışı olarak görmediler, bu nedenle de programlarını dünya devriminin programına bağlama gereğini duymadılar. Türkiye’deki her akımın programı ulusalcı çerçevede kalmıştır. Hemen bütün asgari programlar, “komprador” ya da “işbirlikçi” burjuvaziden, “emperyalizme bağımlı” tekelci burjuvaziden, “oligarşiden” ya da benzerlerinden kurtulmayı hedefler, yoksa bir toplumsal devrimi, yani proleter devrimini değil. Devrim anlayışı dünya sosyalist devriminden ulusal demokratik devrime doğru kaydıkça, programlar da “asgari” düzeyde tutulan ulusal programlar durumuna indirgenir.
Dünya ölçeğindeki devrimlerle de ilgilenilmemiş değildir. Kırların kentleri kuşatmasına benzer biçimde, azgelişmiş ülke devrimlerinin metropol ülkeleri çevrelemesi, üçüncü bir dünya savaşı sonucunda dünya ölçeğindeki “kurtarılmış bölgelerin” sayısının artması gibi çeşitli devrim “stratejileri” en çok tartışılan konular olmuştur. Ne var ki Türkiye’de bunlar da dünya devrimi perspektifi içinde incelenmemiştir; tersine, çeşitli ulusal devrimlerin var oluş biçimleri bir dünya stratejisi durumuna getirilmeye çalışılmış, ama gene de ulusal devrimlerin evrensel modelleri olarak algılanmıştır.Bu anlamda, Türk sosyalistlerinin dünya devrimi anlayışlarına da, bir ulusalcı zihniyet, “bize” en uygun düşen bir başka ulusal devrimin genel çizgisinin hazır model olarak alınması anlayışı egemen olmuştur.
Oysa dünya devrimi eşitsiz seyreder. Tıpkı, herhangi bir ülkedeki sınıf mücadelesinin farklı sektörlerinin değişik hatlarda ama bileşik bir yapı içinde gelişmesi gibi. Uluslararası devrim ancak kendi bütünlüğü içinde kavranabilir. Enternasyonalist bakış açısından, örneğin Çin ya da Küba devrimi kendi başlarına dünya devriminin evrensel doğrultusu değil, devrimin o bölgedeki somutlanış biçimidir. Dünya devriminin programı, uluslararası sınıf mücadelesinin belirli bir bölgedeki özelliklerine uyarlanamaz. Bu klasik Marksist yaklaşım dikkate alındığında, şu soru sorulabilir ve sorulmalıdır: Türk sosyalistlerinin bağlandıkları dünya devrimi programı hangisidir ve bu program çerçevesinde Türkiye nereye yerleştirilmektedir? Bu sorunun yanıtı, Türkiye’de sosyalizmin bu tür bir programa hiçbir zaman sahip olmadığıdır. Bu yanıt tüm “halk savaşçıları”,”kent gerillacıları” ve “barış ve ilerleme” yanlıları için geçerlidir.
Bu bizi uluslararası örgütlenme sorununa getirir. Türk sosyalistlerinin, kapatılmasına değin Komintern ile olan ilişkilerini incelemek pek olanaklı değil. Elli ya da altmış yıl öncesine ilişkin bir sorunun bugün güvenlik açısından bir tehlike oluşturduğunu düşünmek anlamsız olsa da durum bu; belli ki siyasal kaygılar var. Ama izlenen, savunulan siyasetler ve ideolojik konumlanmalar açısından bakıldığında bu dönemde Türk sosyalistlerinin Stalinist bürokrasinin güdümünde olduklarını görmek olanaklı. Yani tüm öteki sosyalist partiler gibi Türk partisi de, Enternasyonal olarak (Stalinist Komintern sırasında ve sonrasında) demokratik merkeziyetçi bir dünya partisini değil, Kremlin bürokrasisini görmüş ve kabul etmiştir. 1960’ların sonlarında ise Stalinizmin çeşitli varyantları Moskova çizgisinden kopmuşlardır; ama onların bu kopuşu ulusalcılıktan enternasyonalizme, tek ülkede sosyalizm anlayışından dünya devrimine doğru değil, ulusalcı Stalinist geleneğin bir kanadından benzer ama farklı bir kanadına doğru olmuştur. Bu nedenle de, örneğin Maocular ve Castrocular birleşik bir Enternasyonal, uluslararası bir devrimci önderlik geliştirme hedefini koymamışlar, evrensel model olarak kabul ettikleri bir ulusal devrimin iktidara getirdiği yönetimin çizgisini doğrudan kabul etmekle yetinmişlerdir. Böylece Kremlin bürokrasisinin yerini yeni bir Enternasyonal değil, Pekin, Tiran ya da Havana bürokrasileri almıştır.
“Ama, 1917 Ekim devriminden sonra Bolşevik önderlik ile III. Enternasyonal yönetimi de özdeşleşmemiş miydi?” diye sorulabilir. Hayır; Leninist önderlik dünya partisinin örgütlenmesinde uluslararası siyasal saygınlığını ortaya koymuştu ama kendisini hiçbir zaman dünya devriminin yönetici ekibi olarak dayatmamıştı. Sovyet partisi dünya devriminin rotasını Rus devriminin savunusu doğrultusunda güdümlememiş, tam tersine bu ulusal devrimin çıkarlarını ve geleceğini uluslararası sınıf mücadelesine tabi kılmıştı. Bolşevikler, dünya durumunun nesnel çözümlemesine dayalı bir dünya devrimi programı ve bu program çevresinde örgütlenmiş bir uluslararası önderlik geliştirmeyi hedeflemişlerdir. Öte yandan, “sosyalizmin anayurdu” olarak görülen bir ülkenin savunusunun da enternasyonalist bir görev olduğu düşünülebilir. Devrimci Marksistler, bürokratik diktatörlüklerin eleştirisi ile bürokrasilerle yönetiliyor olsalar da işçi devletlerinin emperyalizme karşı savunulması, siyasetlerini dikkatli bir biçimde birbirinden ayırmışlardır. Ama Stalinist bürokrasi, dünya devriminin çıkarlarını kendi yönetiminin bekası adına feda ettikçe, enternasyonalizmi de ayrıcalıklı bir kastın tartışılmaksızın savunulması durumuna indirgemiştir. Böylece bütün parçaya tabi kılınmış, dünya dengeleri adına çeşitli devrimlere ihanet edilmiştir. Nitekim bu “enternasyonalist görev” adına Türk sosyalistleri de Kemalizmi ve çeşitli burjuva rejimlerini destekleyebilmişlerdir. Bugün enternasyonalist olduğunu iddia edip de, dünya çapındaki bir demokratik merkeziyetçi işlerlik içinde. geliştirilmesine katkıda bulunduğu bir programı uyguladığını savunan herhangi bir Türk sosyalist akımının bulunduğu iddia edilebilir mi?
Öte yandan günümüzde, özellikle bazı Latin Amerika ülkelerinde “sosyalist” ülkelerin bürokrasilerinden bağımsız siyasetler izlemeye karar veren akımlar da ortaya çıkmakta, hatta bunlar çeşitli uluslararası örgütlenmelere yönelmekte. Ama durumun pek değiştiği söylenemez. Çünkü bu akımların Stalinist tek ülkede sosyalizm ve ulusal devrim anlayışlarından koptuklarını gösteren bir işaret görülmemekte. Önlerine dünya sosyalist devrimi programı ve bir dünya partisi görevlerini koymadıkça bu akımlar arasındaki uluslararası ilişkiler, devrimci bir dayanışmanın ötesine geçememekte. Daha önceleri de çeşitli ulusal devrimci örgütlerin benzer girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Enternasyonalizmin önündeki başlıca engel, ulusalcılık ve ulusal sosyalizm anlayışıdır. Ve ulusalcı sosyalistlerden oluşan bir Enternasyonal’in örgütlenmesi de olanaklı değildir.
Artık başa dönebiliriz. Günümüzde daha çok sayıda devrimci insan ve akım sosyalizmin bir dünya sorunu olduğunu ve dünya devriminin uluslararası bir önderliği gerektirdiğini kavrıyor. Ama ne enternasyonalizm, ne de bir Enternasyonal’in inşası kolay bir olay. Çünkü enternasyonalizm yalnızca bir ruh hali, Enternasyonal de sadece basit bir dayanışma ortamı değil. Dünya devriminin programı, devrimcilerin sınıf mücadelesini görmek istedikleri biçimde değil, nesnel durumun nesnel çözümlemesi temelinde geliştirilir; dünya partisi ise, uluslararası sınıf mücadelesinin yetişkin kadrolarının demokratik merkeziyetçi birliği çerçevesinde inşa edilir.
Türkiyeli Stalinistler bugüne değin Troçkistleri hep “fazla” enternasyonalist bulmuşlar, onların Türkiye devrimiyle fazlaca ilgilenmediklerini ileri sürmüşler, hatta neredeyse “Türkçe konuşmadıklarını” iddia etmişlerdir. Ulusalcılığın bayağıca savunusundan kaynaklanan bu iddialarda bir doğruluk kırıntısı da yok değil: o da, devrimci Marksistlerin ulusal devrimleri dünya sosyalist devriminin bileşik bir parçası olarak görmeleridir. Her ulusal program dünya devriminin programı üzerinde yükselmek zorundadır ve enternasyonalizm ulusal önderliklerin dünya partisinin demokratik merkeziyetçi bütünlüğü içinde geliştirilmesini gerekli kılar. Kapitalizmin bir dünya sistemi durumuna geldiği çağımızda, sınıf mücadelesinin nihai zaferi ancak dünya ölçeğinde olanaklıdır; bunun önkoşulu ise, dünya programının ve partisinin inşasıdır.
Sıfırdan başlanılmıyor. Komintern, Stalinist bürokrasi tarafından kapatılmadan çok önce fiilen tasfiye edilmişti. İşte bu tasfiye karşısında devrimci Marksist geleneği IV. Enternasyonal üstlenmiş ve elli yıl boyunca koruyagelmiştir. Bir bütün olarak IV. Enternasyonal’in uluslararası sınıf mücadelesinin önderliğini üstlenmiş bir kitle partisi olduğunu savunmak elbetteki doğru olmaz. Tartışılması ve çözülmesi gereken pek çok sorunun olduğu da ortada. Ama o, gerçekten enternasyonalist ve dünya ölçeğinde demokratik merkeziyetçi anlayışla örgütlenmiş yegane akımdır bugün. Ve onun 1938’deki Kuruluş Kongresi’nde kabul ettiği Geçiş Programı’nın ilk cümlesi, elli yıl sonra da Türkiyeli devrimci sosyalistler için bir çağrı olma özelliğini korumaktadır: “Bütününde dünya politik durumu, esas olarak proletarya önderliğinin tarihsel bunalımıyla belirlenmektedir.”