1920 Almanyası’nda bir askeri darbeyi ezen genel grev (İşçi Cephesi, 1980)

1980’nin Şubat ayında, İşçi Cephesi gazetesinin ilk sayısında yayımlanan aşağıdaki yazı, o günden 7 ay sonra, 12 Eylül 1980’de gerçekleşecek olan darbeyi öngörerek, özellikle sendikalı işçiler arasında tartışılması için Türk ve Kürt işçi sınıflarına, 1920 yılında gerici bir askerî darbe girişimini durduran Alman işçi sınıfının bu mücadelesinin derslerini aktarmayı hedefliyordu. Türkiye’deki Troçkist-Morenist geleneğin tarihsel değerini yitirmemiş olan bu kritik belgesini, bir kere daha emekçi ve devrimci kamuoyunun dikkatine sunuyoruz.

***

Yıl 1920. I. Dünya Savaşı’ndan mağlup olarak çıkmış olan emperyalist Almanya’da Spartakist (1) ayaklanması başarısızlıkla sonuçlanınca sosyal demokrat Ebert (2) cumhurbaşkanı, Scheidemann (3) da başbakan oldu. Galip emperyalist devletler Versay Anlaşması ile Almanya’ya elindeki bütün sömürge ülkeleri kaybettirdiler, ordusunun mevcudunu bir savaş için yetersiz, fakat bir iç savaş için mükemmel derecede teçhizatlanmış olan 100 bin kişilik bir kara ordusuna indirdiler, donanmasının önemli bir bölümüne el koydular. Şüphesiz bu durum Alman subaylarını fena halde sinirlendiriyordu. Ancak gene de yüksek rütbeli subayları için en acıklı olanı da, galip devletlerin Alman yöneticilerinin elinden “savaş suçlusu” olarak ilan ettikleri Alman subaylarını alıp uluslararası mahkemelerde yargılamalarıydı. Sırf buna duyduğu tepkiden Scheidemann istifa etmiş, yerine Bauer geçmişti.

Kapp-Von Lüttwitz darbesi

Yüksek rütbeli Alman subayları “savaş suçlularının” uluslararası mahkemelere teslim edilmesinin kendileri için de bir tehdit anlamını taşıdığını ve bu konuda son derece duyarlı olduklarını sosyal demokrat hükümete bildirdiler. Savaş bakanı Noske (4), subayların kaygılarını paylaştığını ifade etti. Ancak bu geçici hoşnutsuzluk pek kısa sürdü. Nitekim 1919’dan beri Balkan ülkelerinde Kızıl Ordu’ya karşı savaşan gönüllü Alman müfrezelerinin yerine, galip devletlerce başka kuvvetlerin yerleştirilmesi ve bunların Almanya’ya dönmelerine galip emperyalistlerce izin verilmesi üzerine, Alman ordusunda anlaşmaya karşı hoşnutsuzluk yeniden had safhaya vardı. Almanya’da bir askeri darbe gerçekleştirmeyi kafaya koymuş olan subayların arasında birinci sırayı kendisini Hindenburg’un (5) halefi olarak görmeye başlayan Berlin’deki askeri kıtaların komutanı General Von Lüttwitz alıyordu. Bu general aynı zamanda kendisini Alman ordusunun onurunun ve geleneklerinin bekçisi ilân etmeye başlamıştı.

Alman yüksek rütbeli subayları arasında hoşnutsuzluğun artmasına yol açan tek sebep gönüllü müfrezelerinin geri dönüşü değildi. Versay Barış Anlaşması gereğince ordudaki askerlerin sayısında yapılmış olan indirim de her rütbeden subayın da ordudan ayıklanmasını beraberinde getirecekti. Nitekim general Lüttwitz’in Berlin yakınlarına yerleşmiş bulunan deniz yüzbaşısı Ehrhardt’ın komutasındaki deniz tugayının galip devletler tarafından lağvedilmek istenmesine tepki göstermesi ve “bu kötü şartlar altında böylesine mükemmel bir tugayın lağvedilmesine izin vermeyeceğini” belirtmesi, birçok rütbeden subayın hoşnutsuzluğunu şiddetlendirmeyi körüklüyordu. Vahşilikleri ve gaddarlıkları dünyaca meşhur seçkin Alman kıtalarının lağvedilmesi aynı zamanda daha birçok yüksek rütbeli subayın da ordudan ayıklanmasını ve generalin, bir şeylerin hazırlığı içinde olduğunu ortaya çıkarıyordu. Lüttwitz, hükümeti “zayıflıkla” suçluyor, Bolşevik “tehdidinin” arttığını belirtiyor ve açık açık bir hükümet darbesine girişeceğini ifade etmekten çekinmemeye başlıyordu. Berlin polis şefi albay Arens generali bu niyetinden vazgeçirmek için parlamentodaki sağ kanat liderleriyle görüştürmek zorunda kalıyordu. Meclisin lağvedilmesi ve yeni bir cumhurbaşkanının seçilmesi konusunda hızlı bir kampanya yürütmekte olan sağ kanat liderleri bütün çabalarına rağmen generali, tasarılarındaki ihtiyatsızlık konusunda ikna edemediler. General inat ediyordu ve ona göre mevcut politikacılar süpürüldüğü taktirde, yapılacak olan seçimler çok daha “güzel” olacaktı. İşte Von Lüttwitz bu amacına varmak için, darbeyi gerçekleştirmek için, aralarında Ehrhardt, Ludendorff (6) gibi subayların ve Wolfgang Kapp gibi (büyük imparatorluk memurlarının temsilcisi, aynı zamanda Prusya tarım yöneticisi) sivillerin bulunduğu gizli bir örgütlenmenin içine girdi. Yüzbaşı Ehrhardt’ın tugayının lağvedilmesi meselesinin mecliste karara bağlanacağı 15 Mart gününden tam üç gün önce, yani 12 Mart’ın gece yarısında, Ehrhardt’ın tugayı başkent Berlin’in üzerine yürümeye başlamıştı bile. Ayaklananların hükümete gönderdikleri ültimatomda gerçekleşmesini istedikleri talepler şunlardı: Cumhurbaşkanı Ebert’in derhal istifası, yeni seçimlerin yapılması ve bu arada yeni seçim sonuçları alınana kadar geçecek süre için teknokratlardan oluşacak bir hükümetle bu hükümetin savaş bakanlığına bir generalin getirilmesi. Gece yansı saat 01.30’da kendi bürosunda komploya katılmamış olan askeri şeflerle bir toplantı yapan savaş bakanı Noske darbe teşebbüsüne karşı silahlı bir direnmenin söz konusu olmadığına karar verdi. Gece saat 03.00’de toplanan bakanlar kurulu başkentten derhal ayrılma kararı aldı. Bakanlar Kurulu’nun sadece iki üyesi Berlin’de kalacaktı ve bu iki üyeden biri de başbakan yardımcısı Schiffer’di. Güneş doğarken hükümet üyelerinin hemen hemen tümü ile 200’den fazla soyal demokrat milletvekili, general Maercker’in kanatlarının altına girmek için başkentten çıkıp Dresden şehrinin yolunu tutmuştu bile.

Günün ilk saatlerinde Ehrhardt’ın adamları Berlin’i işgal ettiler ve bütün devlet dairelerine imparatorluk bayraklarını çektiler. Başbakanlık binasına yerleşen Kapp ilk yazılı emirlerini vermeye başladı: Sıkıyönetim ilân edilmiş, bütün gazetelerin yayını durdurulmuştu. General von Lüttwitz, Kapp tarafından Genel Komutanlığa getirildi, öğlene doğru Berlin bölgesindeki bütün askeri birliklerle polis birlikleri darbeye bağlı olduklarını bildirdiler. General Maercker’den umdukları korumayı bulamayan hükümet üyeleri bu kez Stuttgart istikametinde yola koyularak general Bergmann’a sığındılar. 13 Mart akşamı darbe kan dökülmeksizin başarıya ulaşmış gibiydi çünkü ne ordudan ve ne de polisten kendisine karşı bir tepki gelmediği gibi, ülkenin kuzeyinde ve doğusundaki birlikler de yeni hükümeti tanıdıklarını ilân ettiler.

Askeri darbenin ezilmesi

Bu arada sosyal demokrat hükümetin kaçmış olmasına rağmen işçi direnişi kendini örgütlemeye başlamıştı bile. Sabahın erken saatlerinden itibaren toplantıya başlayan sendikalar genel kurulu saat 11.00’e vardığında askeri darbeye karşı en güçlü silahını patlattı: GENEL GREV! Öte yandan başkentten kaçmamış olan çok az sayıdaki sosyal demokrat yöneticiden biri olan Wels (7), Cumhuriyetin savunulması için karşıdevrime karşı işçi sınıfının birliğini konu edinen bir genel grev çağrısı yapan afişi bastırıyordu. Wels, bu afişin altına sosyal demokrat bakanların imzalarını atmıştı. Tabii ki bakanların hiçbirine danışmadan çünkü onlar Berlin’de bulunmuyorlardı ve soluğu başka şehirlerde yardım dilendikleri generallerin kucağında almışlardı. Bağımsız Sosyal Demokrat Parti de “Özgürlük için, devrimci sosyalizm için, monarşinin geri getirilmesine ve askeri diktatörlüğe karşı” şeklindeki sloganlarıyla işçileri genel greve çağırıyordu. Sendikacı Legien’in girişimleriyle derhal başlatılan müzakereler sendikalar genel kurulunun yetkilerinin boyutlarını fazlasıyla aşacak olan merkezî bir grev komitesinin oluşturulmasını gündeme getirdi. Ancak bu konuda bir anlaşmaya varılamadı çünkü çoğunluğu oluşturan Wels ve arkadaşları, kendileri için, böyle bir birliğin oluşturulmasının amacının “Ebert-Noske hükümetinin” savunulması olduğunu, Bağımsız Sosyal Demokrat Partililer ise söz konusu olanın hiçbir şekilde “Ebert-Noske” burjuva hükümetini savunmak olmadığını, esas amaçlarının işçi cumhuriyetinin kurulması olduğunu belirttiler. Bu durum karşısındaki iki merkezî grev komitesi oluşmuş oldu. Bunlardan biri sosyal demokrat sendikacı Legien’in çevresindeki ADGB (8) ve APA (9) sendikaları ile Sosyal Demokrat Parti’nin oluşturduğu merkezi grev komitesi, diğeri ise Berlinli sendika yöneticilerinin çevresinde Rusch (10) ve yoldaşlarıyla Bağımsız Sosyal Demokrat Parti yöneticilerinin oluşturdukları -ki Alman Komünist Partisi bu komiteye daha sonra katıldı- merkezî grev komitesi idi.

Mücadelenin başını Legien çekiyordu. 13 Mart sabahının erken saatlerinde başkentten kaçma kararı alan Sosyal Demokrat Parti’nin yöneticisi durumundaki arkadaşlarına bu tavırlarından dolayı çok kızmıştı. Partisinin bütün yöneticileri ve milletvekilleri kaçtığı halde, o, bütün çabasını genel grev için kullanmaya seferber etti. Oysa ki bu Legien daha düne kadar genel grevin en kararlı düşmanıydı, reformistti, revizyonistlerin baş tacıydı. İşte yıllardır burjuvazi ile sınıf işbirliği politikası yürütmüş olan bu Legien askeri darbeyi bozguna uğratmak için birdenbire yeraltı faaliyetine girişti ve bu amacını gerçekleştirmek için komünistler de dahil olmak üzere tüm işçi partileriyle ve örgütleriyle yakın temasa başladı. Bu arada Alman Komünist Partisi de, en parlak yöneticilerinden biri olan Levi (11) hapiste bulunduğundan, tam bir şaşkınlık içindeydi. Partinin merkezi, bir tek Jakob Welcher’in şiddetli muhalefetine rağmen, 14 Mart günü yayın organında yaptığı bir çağrı ile askeri darbeye bu şartlar altında karşı koymanın anlamsız olduğunu şu şekilde belirtti:

“Bu şartlar altında işçiler genel greve gitmeli midir? Daha çok yakın bir geçmişte Ebert-Noske’nin saldırıları karşısında bozguna uğramış olan işçi sınıfı, bu silahsızlanmış haliyle ve çok daha kötü şartlar altında hareket edebilme yeteneğine sahip değildir. Görevimizin açık konuşmak olduğunu sanıyoruz. İşçi sınıfı askeri diktatörlüğe karşı mücadelesini kendi belirleyeceği zaman ve şartlarda yürütecektir: Bu şartlar ise henüz oluşmamıştır.”

Ama Alman işçileri bu yılgınlık çağrısını dinlemediler. 14 Mart gününden itibaren -Pazar gününe rastlamasına rağmen- işçi hareketinin gücü ve genişliği kendini göstermeye başladı. En önemli ulaştırma araçları olan trenler peş peşe durmaya başladı. Saat 17.00’ye geldiğinde Berlin’de ne su, ne havagazı, ne elektrik vardı ve bir tek tramvayın çalıştığı da görülmüyordu. Aşağı yukarı şehrin her tarafında işçilerle askerler arasında dalaşmalar başlamıştı. Aynı gün askeri darbeye ilk ciddi tepkiler gelmeye başladı: Chemnitz’de, Brandler’in (13) yönetimindeki komünistlerin girişimiyle bütün sendikaları ve işçi partilerini kapsayan bir eylem komitesi oluşturuldu. Bu eylem komitesi çok süratli hareket ederek derhal bir işçi milisi oluşturdu ve bu milis de şehrin tren istasyonunu, posta merkezini ve belediye binasını hemen ele geçirdi. Leipzig’de bütün işçi parti ve örgütleri arasında müzakereler başlamıştı ama komünistler diğer örgütler tarafından hazırlanan genel grev çağrısında bulunan metni imzalamıyorlardı. Ayın 13’ünü 14’üne bağlayan gece Dortmund’da işçi göstericilerle polis arasında ilk şiddetli çatışmalar patlak verdi. Ayın 14’ünde Ruhr bölgesinde ilk çatışmalar başladı. General von Watter, birliklerine, işçilerin silahlanmaya başladıkları Hagen şehri üzerine yürümeleri emrini verdi. Sosyal Demokrat ve Bağımsız Sosyal Demokrat partili işçiler buna karşı ortak bir genel grev çağrısında bulundular. Leipzig’de, Balkanlardan dönmüş olan gönülü Alman birlikleri bir işçi gösterisinin üzerine ateş açtılar, yirmi iki kişi öldü. Buna rağmen çatışmalar devam etti. Chemnitz’de işçi örgütleri 3000 kişilik bir işçi milisi kurmaya karar verdiler. Berlin’de ise, ilk yaptığı açıklamadaki hatanın bilincine varan Alman Komünist Partisi merkezi de genel grev çağrısında bulundu. Ancak merkez gene olayların ve mücadelenin gerisinden gidiyordu çünkü çağrısında “proletaryanın silahlanması” şiarını hâlâ kullanmıyordu:

“Haydi genel greve! Kahrolsun askeri diktatörlük! Kahrolsun burjuva demokrasisi! Bütün iktidar işçi konseylerine! (…) Konseylerin içinde, komünistler proletarya diktatörlüğü için, konseyler cumhuriyeti için mücadele edeceklerdir! İşçiler sokaklara çıkmayın, her gün iş yerlerinizde toplanın! Beyaz muhafızların sizleri tahrik etmesine imkan tanımayın!”

Sonuç olarak, 15 Mart gününden itibaren Kapp-Lüttwitz hükümeti tamamen felçleşmiş bir durumdaydı. Belçikalı sosyalist Louis De Brouckere şöyle yazıyor:

“Sessiz ve korkunç gücüyle, genel grev, (…) onların elini kolunu bağlamıştı.”

Berlin’de tam bir sessizlik hüküm sürüyordu. İktidar matbaalarda bir afiş bile bastıramıyordu. Buna karşılık Ruhr’da harekete geçen Lichtschlag’ın gönüllü birlikleri silahlı işçi müfrezelerinin şiddetli saldırısına uğradı. Aynı şekilde, Leipzig’de de, Frankfurt’ta da, Halle’de de, Kiel’de de kavga veriliyordu. Çok geçmeden Wilhelmshaven’deki deniz erleri ayaklandılar ve başlarındaki amiral von Leventzow ile 400 subayı tutukladılar. Chemnitz’de, gene komünistlerin girişimiyle, işçi partilerinin temsilcilerinden oluşan bir eylem komitesi, işçileri, bütün iş yerlerindeki işçi konseyleri delegelerini seçmeye çağırdı. Bu çağrıdan hemen birkaç saat sonra 75 bin işçi kendi partilerinin delegelerine oylarını kullandılar. Sonuçta aldıkları oyla orantılı olarak Komünist Partisi 691, Sosyal Demokrat Parti 668, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti 100 ve Demokratlar da 95 delege elde ettiler. Bu delegeler kendi aralarından şehrin işçi konseyini seçtiler: 10 komünist, 9 sosyal demokrat, 1 bağımsız sosyal demokrat ve 1 demokrat. Brandler bu devrimci örgütlenmenin 3 başkanından biriydi. Karşıdevrimci baskı güçlerinin silahsızlandırıldığı veya tarafsızlaştırıldığı, işçilerin ise silahlanmış olduğu bu büyük sanayi bölgesinde şehir işçi konseyinin otoritesi ve prestiji herkes tarafından tartışmasız kabul edilir hale geldi. Birkaç ay sonra bu olayın gerçekleşmesini anlatırken Brandler şöyle yazacaktı:

“Chemnitz’de genel grev, burjuvazinin silahsızlandırılması, işçilerin silahlanması ve siyasi işçi konseylerinin derhal seçimi şiarlarını ortaya atan ilk parti biz olduk. Gene, komünist partisinin gücü sayesinde, bütün bu şiarları ilk olarak hayata geçirebilen de bizler olduk.”

Gerçekten de Chemnitz’deki hareket askeri darbeye karşı sağlam bir işçi direniş cephesinin temellerini atmış oldu.

16 Mart günü mücadele Almanya’nın hemen bütün bölgelerinde sürmektedir (belki biraz Berlin hariç çünkü başkentte askeri birlikler ezici bir üstünlüğe sahiptir). Ruhr bölgesinde, Hagen’de, Bağımsız Sosyal Demokrat militan Stemmer ve bir maden işçisi Joseph Ernst’in girişimleriyle oluşan bir eylem komitesi bir askeri komite kurmuş ve birkaç saat içerisinde 2000 işçiyi silahlandırmıştı. Daha sonraları kendisine “İşçilerin Kızıl Ordusu” adı verilen bu birlik hemen bütün Ruhr işçilerini peşine takarak Dortmundt üzerine yürüyüşe geçti. Leipzig’de birdenbire ortaya çıkan silahlı işçi müfrezelerine karşı Alman ordu birlikleri ancak kentin merkezini savunabilir hale gelmişlerdi. Kootbus’da, binbaşı Buchrucker, emrindeki birliklere elinde silah bulunan her sivile görüldükleri yerde ateş açılması emrini verdi. Stettin’de, Chemnitz’dekini örnek alan bir eylem komitesi oluşturulmuştu ve darbe taraftarları ile ona karşı olanlar arasındaki mücadele şehrin garnizonunda bütün şiddetiyle sürüyordu. Berlin’de tutuklu bulunduğu cezaevinden Alman Komünist Partisi merkezine yolladığı mektupta Levi (partinin en önemli liderlerindendi) partisinin pasif davranışlarına ateş püskürüyor, askeri darbeye karşı verilecek mücadelenin ne kadar büyük devrimci fırsatlar sunduğunu göremediğini söylediği yoldaşlarını siyasi körlükle suçluyordu. Zaten Berlin’in dışındaki bütün komünist partili yoldaşları da kendisi gibi düşünüyordu. Nitekim Ruhr bölgesinin komünist militanları proletaryanın silahlanması ve burjuva demokrasisi taraftarlarının derhal dışında tutulacakları işçi konseylerinin seçilmesi çağrısını yapmışlardı. Alman Komünist Partisi’nin Berlin dışındaki hücrelerine yolladığı ve genel grevi reddeden 13 Mart tarihli ilk çağrısı parti üyeleri tarafından çok soğuk karşılanmış ve emirlerin hiçbiri yerine getirilmemişti. Gerçekten de komünist işçiler, hemen her yerde partilerinin merkezinin görüşlerine muhalefet ederek bütün işçileri genel greve çağırmışlar ve bu örgütlenmelerin içerisine girmişlerdi.

Bütün işçi sınıfının bu birleşik tepkisi karşısında Berlin’de umutsuzluğa kapılan Kapp-Bauer hükümetinin başkentte temsilci olarak bırakmış olduğu başbakan yardımcısı Schiffer ile müzakereye oturdu.

Kapp’ın hükümetinin ayakları artık tamamen boşlukta sallanmaktadır. Başkent et ve ekmek sıkıntısı çekmeye başlamıştır. Merkez Bankası’nın müdürü Kapp’ın kendisinden istediği 10 milyon markı vermeyi reddetmiştir. Bu durum karşısında iyice çılgına dönen Kapp, 16 Mart günü saat 13.00’de, saat 16.00’dan geçerli olmak üzere “isyanın bütün elebaşlarının ve bütün grev gözcülerinin kurşunlanması” emrini çıkartır. Kapp’ın bu emrine bu kez de, muhakkak surette bir iç savaşa yol açacağı gerekçesiyle büyük patronlar karşı çıkarlar. Büyük patronlardan oluşan bir heyetin başını çeken Ernst von Borsig, Kapp’ı ziyaret ederek kendisinden zora başvurmamasını ister ve şöyle der:

“İşçi sınıfı arasındaki birlik öylesine muazzam ki, greve gitmiş olan milyonlarca işçi ile bu hareketin elebaşlarını ayırt etmek imkansız hale geldi.”

Ruhr işçileri Dortmund’u sabah 06.00’da ele geçirdiler. Ayın 16’sını 17’sine bağlayan gece bu kez, hem de Berlin’de, bir istihkâm alayı ayaklanarak kendi subaylarını tutukladı. Bu subayları cezaevinden kurtarmak için askeri darbenin demir gücü olan Ehrhardt tugayının müdahalesi gerekti. Bu durumda darbecilerin direnmeyi sürdürmesi halinde bir iç savaş kaçınılmazlaşacak ve işçi sınıfının zaferi de mümkün olabilecekti. Hem de bu zafer, hem darbecileri, hem de kaçmış olan hükümete karşı gerçekleşecekti çünkü işçilerin ve onlarla birlikte darbecilere karşı ayaklanan askerlerin kaçak hükümete olan güvenleri her geçen saat biraz daha sarsılıyordu.

17 Mart günü uğramış olduğu bozgunun farkına varan Kapp kaçmayı tercih etti. Kendisinden daha politik olan subayların bu maceraya son vermesini isteyen baskıları sonucu general von Lüttwitz de aynı Kapp gibi, ama ondan birkaç saat sonra kaçmaktan başka çare bulamadı. Üstelik korkusundan bu işi o kadar acele gerçekleştirdi ki, duruma ilişkin yazılı açıklamasını yapma işini askeri darbe ile devirdiği başbakan yardımcısı sosyal demokrat Schiffer’e havale etmekten bile utanmadı. Artık kendi birliklerine emir geçiremez duruma gelen yardımcıları ise, generalin yerine, bu darbe teşebbüsüne hiç karışmamış bir generalin getirilmesini istediler. Şüphesiz bu iş için biçilmiş kaftan olan kişi general von Seeckt idi. Sonuç olarak askeri darbe 100 saatten fazla sürememiş, işçi sınıfının direnişi ve özellikle genel grev eylemiyle parça parça edilerek ezilmişti.

Ama henüz her şey bitmiş değildi. Nitekim aynı gün Berlin’de ilk silahlı çatışmalar patlak verdi. Neukölln’de karşılıklı atışlar başladı, Kottbus kapısında ise işçiler askeri birliklere karşı barikatlar kurmaya başladılar. Nuremberg’de, askeri birlikler gösterici işçilerin üzerine ateş açarak 22 işçinin ölümüne yol açınca gerçek bir karşı ayaklanma başladı. Suhl’de işçi milisleri askeri birliklerin bir talim merkezini ele geçirerek, orada bulunan bütün silahlara ve cephaneliğe el koydular. Dortmund’da sosyal demokratların kontrolündeki polis birlikleri Kızıl Ordu’nun saflarına katılarak gönüllü Alman birliklerine karşı çarpışmaya başladılar. Genel Grev her tarafta sürüyor. Artık burjuvazi için sorun, Kapp’ın kaçmasıyla genel grevin son bulup bulmayacağı idi. Çünkü ya genel grev bitecek, her şey normale dönecek veya birdenbire patlamış olan devrimci dalga yeni bir iç savaşa götürecekti. Bu iç savaş ise burjuva cumhuriyetinin yerini bir İŞÇİ CUMHURİYETİ’nin almasıyla sonuçlanabilirdi…

***

Dipnotlar:

1.) Spartakistler: Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht ve Sosyal Demokrat Parti’nin savaş aleyhtarı tarafından kurulan Spartaküs Birliği’nin üyelerine verilen ad. Bu grup daha sonra Alman Komünist Partisi’ni kurmuştur.

2.) Ebert (1871-1925): Sosyal Demokrat Parti’nin sağ kanat liderlerinden. Şubat 1919’da cumhurbaşkanı seçildi ve ölümüne kadar bu görevde kaldı.

3.) Scheidemann (1865-1939): Sosyal Demokrat Parti’nin sağ kanadının lideriydi. 1918’de Prens Max von Baden hükümetine katıldı. 1918 Kasım Devrimi’nin ezilmesini ve Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in ve Alman proleter devrimcilerinin katledilmesini sağladı. 1933’e kadar, yeni Hitler’in iktidarı almasına kadar meclisteki sosyal demokrat gruba başkanlık etti ve bu tarihte Almanya’dan kaçtı.

4.) Noske (1868-1946): 1919’da sosyal demokrat Savunma Bakanı, Spartakist Ayaklanması’nın bastırılmasını sağladı. Rosa Luxemburg ile Karl Liebknecht’in öldürülmeleri emrini verdi. Daha sonra Hanover eyaleti cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi.

5.) Hindenburg (1847-1934): Fransa-Prusya Savaşı’nda çarpışmış ve I. Dünya Savaşı’nda Alman ordularının komutanlığını yaparak Rusya’ya karşı bazı önemli muharebeleri kazanmış bir Prusyalı mareşal. 1925’te Sosyal Demokrat Parti’nin muhalefetine rağmen cumhurbaşkanı seçildi. 1932’de, bu kez de SDP’nin desteğiyle yeniden seçildi. Ocak 1933’te Hitler’i başbakanlığa atadı. 

6.) Ludendorff (1865-1937): Hitler’i destekleyen bir Alman generali. Kapp darbesinden sonra 1932 yılında Hall darbesine de katıldı.

7.) Wels (1873-1939): Sosyal demokrasinin yöneticilerinden. Berlin komutanı olarak Noske’nin emirleriyle Spartakist Ayaklanması’nı bastırdı; bundan sonra parti yürütme kurulunda Ebert’in yerini aldı ve 1933’e kadar bu görevde kaldı.

8.) ADBGB: Genel Alman Sendikalar Federasyonu. Hür Sendikalar adıyla da bilinen bu örgüt SDP’nin kontrolü altındaydı.

9.) AFA: Memurlar sendikası

10.) Rusch (1884-?): Metal işçisi. SDP’nin Berlin’deki bir fabrikadaki işçilerin güvenini kazanmış delegesi (1914’te). 1918 Kasım’ındaki konseyler yürütme kurulunda sosyal demokrat üye. Aynı yılın Aralık ayında Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’ye geçti. Kapp darbesi sırasında bu partinin Berlin sendikalar sorumlusu. 1922’de yeniden SDP’ye döncü. Daha sonraki yıllarda ne olduğu bilinmiyor.

11.) Levi (1883-1930): Rosa Luxemburg’un avukatı. Spartakist ve komünist. Mart 1921’den sonra Alman Komünist Partisi’nden ihraç edildi ve Bağımsız Sosyal Demokrat Parti’den dönenlerle birlikte SDP’ye girdi. 1930’da intihar etti. 

12.) Walcher (1887 – ): Spartakistler hareketinin üyesi ve Alman Komünist Partisi’nin kurucularından biri idi. Daha sonra partiden ayrıldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden döndü.

13.) Brandler (1881-1967): Spartakistlerin üyesi ve komünist partisinin kurucularındandı. Mart 1921 günlerinde ve 1923 bozgunu sırasında partinin yöneticisiydi; Stalin bu olayların bütün sorumluluğunu Brdndler’e yükledi. Brandler 1924’te liderlikten alındıktan sonra sağ kanat bir hizip kurdu. Komünist Parti Muhalefeti adı verilen bu hizip 1929’da Alman Komünist Partisi’nden ayrıldı. II. Dünya Savaşı’na kadar bağımsız bir örgüt olarak varlığını sürdürdü.