İran devrimci halk ayaklanması: Geçmişi, bugünü ve geleceği
İran’da Mahsa Jina Amini’nin katledilmesinin ardından başlayan devrimci halk ayaklanmasını partimiz, İşçi Demokrasisi Partisi’nin Twitter hesabından 22 Kasım günü gerçekleştirdiğimiz sohbet odasında tartışmıştı. Seferberlikleri açığa çıkartan koşulları, ayaklanmanın o gün içerisinden geçmekte olduğu süreci ve sonuçlar ile olasılıkları Görkem Duru ile değerlendirmiştik.
22 Kasım’dan bugüne İran emekçi halklarının İslam Cumhuriyeti rejimi karşıtı devrimci ayaklanması devam ediyor ve biz de bunu tüm yayınlarımızda sizlere aktarmaya çalışıyoruz. Aktarmaya da devam edeceğiz. Ancak bu sohbette kayıt altına alınanların da ülkedeki süreci anlamak, yorumlamak ve analiz etmek bağlamında değerli olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda bu kaydı siz takipçilerimizle paylaşıyoruz.
***
Canan Yılmaz: Bu akşam birlikte İran’daki seferberliği konuşmak üzere toplandık. İşçi Demokrasisi Partisi Merkez Komite üyesi ve İşçilerin Uluslararası Birliği Dördüncü – Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Kurulu üyesi Görkem yoldaşı dinleyeceğiz. İran’daki devrimci seferberliği açığa çıkartan koşulları, ayaklanmanın bugününü ve olasılıklarını kendisiyle konuşacağız. Bildiğiniz üzere İran’da seferberlikler ikinci ayını geride bırakmış durumda. Bu iki aylık süreçte rejim 500’e yakın kişiyi katletti ve 15 binden fazla kişiyi tutukladı. Ama hepimizin takip ettiği gibi Mahsa Jina Amini’nin katledilmesi bir seferberliği tetikledi ve İran halklarının 43 yıllık korku duvarını aşmasını sağladı diyebiliriz. İran emekçi halkları molla rejimi karşısında birleşmiş durumda. Görkem yoldaşa sözü bırakmadan önce, İran’da halk ayaklanması başladığından bu yana dayanışma amacıyla biz, İşçi Demokrasisi Partisi olarak neler yaptık, onları biraz aktarayım. Öncelikle, aslında hepinizin yakından da takip ettiğiniz üzere İran’da kitle seferberliği bugün Amini’nin katledilmesiyle başlasa da bunu açığa çıkartan koşulları daha da geriye götürmek mümkün. Buna örnek olarak, 2019 Kasım’ında rejime, hükümetin kapitalist yıkım politikalarına karşı başlayan isyan dalgasını hatırlatarak başlayabiliriz. Bu ayaklanmayı da rejim kanlı bir şekilde bastırmıştı. Ve yine 2018-2021 yılları arasında birçok farklı sektörde grev süreçleri olmuştu. Bunların bazılarına kadınlar ve öğrencilerin de destek verdiğine tanık olmuştuk. Yine hatırlayacağınız gibi İranlı kadınların zorunlu başörtüsü yasasına karşı “Beyaz Çarşambalarına” şahit olmuştuk.
Biz de bu seferberlik konusunu aslında yakından takip ediyoruz ve bu konuda epeyce yazı da ürettik, çeviri de yaptık, etkinliklerimizde İranlı yoldaşlarımızdan durumu dinledik. Bunların hepsini Gazete Nisan internet sitesinden takip edebilirsiniz. Yine sözü vermeden önce kısaca, ayaklanmayla dayanışma bağlamında neler yaptık, onları da aktarayım. 8 Ekim’de İşçi Demokrasisi Partisi olarak Kadın Dayanışması’yla birlikte bir etkinlik yapmıştık. Bu etkinlikte İranlı sosyalist feminist aktivist Fatameh Masjedi bize İran’da kadınların ve emekçi halkların seferberliğini aktarmıştı. Bu etkinliğin haberini de yine Gazete Nisan internet sitesinde görebilirsiniz. Enternasyonal olarak da İspanya’da, Arjantin’de, Venezuela’da, Meksika’da, Şili’de dayanışma eylem ve etkinlikleri düzenledik. Yine İstanbul’da da konsolosluk önünde, Kadıköy’de, Cağaloğlu’nda çeşitli eylemler yaptı İranlı halklar ve bunlara da katıldık, destek olduk. Aynı şekilde geçtiğimiz haftalarda gençlik yayınımız, Zırhlı Tren’in organize ettiği bir etkinlik oldu. Ve bütün bunları aslında yalnızca İranlı halklarla dayanışmak için yapmadık aslında. Çünkü ortak bir kaderi paylaşıyoruz, onu da vurgulamak isterim. Maruz bırakıldığımız benzer muhafazakâr politikalar var. Benzer bir baskı rejimi var. Bu açıdan kaderimiz ortak. İran’da büyüyen seferberliğin yalnızca İranlı halkları değil, aslında çevre ülkelerin halklarını ve hükümetlerini de bir o kadar etkileyeceğini düşünüyoruz. Sözü İşçi Demokrasisi Partisi Merkez Komite üyesi ve İşçilerin Uluslararası Birliği Dördüncü – Enternasyonal’in Uluslararası Yürütme Kurulu üyesi Görkem yoldaşa bırakacağım ama özellikle biraz soru-cevap üzerinden ilerleyelim isterim. Az önce de bahsettiğim gibi, İran’da aslında Mahsa Jina Amini’nin katledilmesinin ardından çok büyük bir toplumsal seferberlik başladı ve bu hızlı bir şekilde rejim karşıtı devrimci bir halk ayaklanmasına dönüştü, toplumsallaştı. Arka planda, İran’da emekçi halkların rejim karşıtı bir öfke birikiminin olduğunu görüyoruz. Sen bu birikimi nasıl okuyorsun? Ayaklanmayı açığa çıkaran koşulları nasıl değerlendiriyorsun?
Görkem Duru: Öncelikle ben de herkese hoş geldiniz diyorum. Sorun üzerinden bir giriş yapmaya çalışayım. Aslında baktığımızda 16 Eylül’de Mahsa Jina Amini’nin katledilmesinden beri süregelen, iki ayı aşan bir ayaklanmaya tanıklık ediyoruz. Tabii ki bu ayaklanma kendiliğinden başladı ama buradaki birikimi yaratan geçmiş faktörlere biraz bakmanın, bugünkü ayaklanmanın niteliğine de ışık tutması bağlamında önemli olduğunu düşünüyorum. Zaten bir süredir de İran’daki durumun dönemlendirmesini nasıl yapabiliriz, buna gayret etmeye çalışıyorum. Bugünkü dengeyi anlamak adına aslında bir 10-12 yıl geriye dönmek gerekebiliyor. Özellikle 2009 yılında bizlerin Yeşil Hareket olarak bildiği ve İslam Cumhuriyeti rejimi içerisindeki reformist kanadın temsilcisi Hatemi’nin yenilgisiyle sonuçlanan süreç bugüne varan koşulların bir şekilde başlangıcını temsil ediyor diyebiliriz. Oradaki temel mesele de şununla ilişkili: Aslına bakarsak, 2009 yılına kadar İslam Cumhuriyeti içerisinde hak mücadelesi veren toplumsal kesimlerin, kadınların, işçi sınıfının, gençlerin taleplerinin çoğunu reformist kanat kendi politikalarında absorbe etmeye çalışıyordu. Bir şekilde bu talepleri belli ufak dönüşümlerle, reformist politikalarla dengelemeye çalışıyordu. Ama 2009 yılında Yeşil Hareketin yenilgisi ülkedeki baskı rejiminin şiddetlenmesini yarattı. Özellikle Ahmedinejad iktidarının başa geçişiyle birlikte baskıcı, muhafazakâr politikalarda bir yoğunlaşma başladı. Tabii bu toplumsal kesimlerin mücadelelerinde bir geri çekilmeye neden oldu.
Ama öte taraftan baktığımızda 2009 yılından sonraki süreçte gelişen toplumsal mücadelelerde, reformist hareketin temsiliyetini yitirmiş olmasının da etkisiyle aslında İran emekçi halklarının, işçi sınıfının, kadınların, gençlerin hakları için mücadele ederken kendi özgün deneyimlerini, kendi özgün araçlarını, kendi mücadele yöntemlerini inşa etmeye başladığına tanıklık ettik. Ki bu birikim büyük oranda 2017 yılıyla beraber aslında ülkede yeni bir dönemin açılmaya başladığının da emarelerine gösterdi. Sen de başlarken söyledin, aslında baktığımızda İran’ın son 5 yıllık yakın tarihinde birçok mücadele deneyimi, birçok grev dalgası, birçok seferberlik yaşadık.
Bunların ilki 2017 yılında, aslında ülkenin birçok bölgesinde farklı ezilen kesimlerin daha çok kendi talepleri üzerinden; kadınların kadın talepleri, işçilerin ekonomik talepleri üzerinden gerçekleştirdikleri eylemlerdi. Ama dönüp baktığımızda 2017 yılındaki eylemlerde direkt olarak rejimi hedef alan bir mücadele, bir ayaklanmaya değil de daha çok mücadele halindeki toplumsal kesimlerin kendi taleplerinin gerçekleştirilmesi üzerinden seferber olmalarına tanıklık ettik. Bunun akabinde 2018 ve 2020 yılları arasında işçi sınıfı hareketinde ciddi bir yükseliş dönemi oldu. Haft Tappeh (Yedi Tepe) Şeker Kamışı Fabrikası işçilerinin, Ahvaz çelik işçilerinin, petrol rafinerileri işçilerinin ve başka birçok sektörden işçilerin süreklileşen grev dalgaları meydana geldi ki bu grev dalgalarının çıkarttığı sonuçlar bugünkü seferberliklerin içerisinde de kendisini göstermeye devam ediyor. Bunlara aşağıda daha detaylı değiniriz tekrardan. Bu mücadele dalgasının en büyük aşaması 2019 yılında yaşandı. 2019’da benzin fiyatlarına yapılan zammın ardından yine ülkenin birçok bölgesinde bir isyan dalgası yaşanmıştı. Bu aslında 2017 ile bugüne kadarki süreç arasındaki en yüksek hareketti ve bunu İslam Cumhuriyeti rejimi yoğun bir baskıyla ezdi. Uluslararası Af Örgütü’nün verdiği rakam 2019 yılında 1015 kişinin hayatını kaybettiği yönünde. Ama İranlı mücadeleci gruplarla konuştuğumuzda yaklaşık olarak 4000 kişinin bu süreçte hayatını kaybettiğini ve 10.000’den fazla kişinin de tutuklandığını, onlar kendilerinin tespit edebildiklerini söylüyorlar. Haliyle böylesi bir katliamın sonucu mücadelede bir geri çekiliş, bir durgunlaşma süreci oldu ki bunun akabinde pandeminin patlaması da mücadelelerde yeni bir geri çekiliş dalgasını beraberinde getirdi.
Ama şu kısmın da kritik olduğunu düşünüyorum ben; özellikle 2009 ile 2022 arasındaki döneme baktığımızda İranlı kitlelerde rejimin reformlar ile dönüştürülmesi inancından büyük bir kopuş gerçekleşti. Ve bu kopuşun bir diğer yansımasını aslında yine bu periyotta gerçekleşen seçimlerde de görebiliyoruz. Keza en son 2021 yılında ülkede seçimler gerçekleştirildi. Tabii seçimlere katılım oranlarının da resmi rakamlar olduğunu belirtmek gerekiyor. Ama bu oranlar dahi yüzde 40’lar, 30’lar arasında, ki İranlı mücadeleci kanatlar bunların çok daha az olduğunu ifade ediyorlar. Bu aslında kitlelerin, emekçi, halkların zihinsel anlamda rejiminden kopuş noktasına ulaştığının kanıtlarından biri. Bir diğer önemli nokta da bugün baktığımızda özellikle gençliğin ayaklanmanın başlangıcından bu yana çok etkin rol oynadığını görüyoruz. Ve bu gençlik sektörleri aslında tam da bu 2009-2022 arası dönemde yetişmiş bir nüfus. Bugün 35 yaş altı nüfus, İran nüfusunun yüzde 70’ini oluşturuyor. Bunun da aslında bugünkü dinamiği anlamak adına önemli olduğunu düşünüyorum. Son sözüm bu olsun, soru bağlamında. Aslında gerek zorunlu başörtüsü yasasına karşı kadınların “Beyaz Çarşambaları”, gerek 2018-2020’nin işçi grevleri, gerekse de ezilen ulusların sürekli olarak sürdürmekte olduğu mücadele, 2019 ayaklanması… Aslında bunlar bugünkü rejim karşıtı devrimci ayaklanmanın birikimini yaratan süreçler ve bu öfke bir şekilde bir patlama noktası arıyordu kendisine diyebiliriz.
Canan Yılmaz: Çok teşekkürler. Yani senin söylediklerini özetlersem, 2017’den beri bir seferberliğin olduğunu ve son gelinen süreçle birlikte devrimci bir sürecin açıldığından söz ediyorsun aslında. Peki burada devrimci süreç dediğimizde hemen herkesin aklına gelen soru bu sürece karakterini veren ana belirleyenler neler? Yani ne olunca biz devrimci bir sürecin açıldığını söylüyoruz? Ve şimdi iki ayı geride bırakan bir seferberlik var. Bugünkü süreci nasıl yorumluyorsun?
Görkem Duru: Öncelikle burada geri dönüp ayaklanmayı açığa çıkartan talepleri incelemek gerekiyor. Ama izin verirsen ufak bir anekdot ile başlamak istiyorum. Geçtiğimiz hafta İranlı bir arkadaşla sohbet ediyorduk. Kendisi de otuzlu yaşlarında, İran’ın dışarısında yaşıyor ama ailesi İran içerisinde. Annesi 60 yaşlarında Müslüman ve İslamiyet’e inanan, bugüne kadar başı kapalı olan bir kadın. Mahsa Jina Amini’nin katledilmesinin ardından başlayan seferberliklerin ikinci haftasında aralarında geçen diyaloğu anlattı. Kadının kızına söylediği çok basit bir şey var aslında: “Yani kızım beni biliyorsun, dine inanıyorum ve bu nedenle de uzunca bir süredir başım kapalı ama bugünkü meselenin ben dinle alakalı olduğunu düşünmüyorum. Bu tamamıyla politik bir mesele ve ben bugünden sonra başörtümü açacağım ve eylemlere katılmaya başlayacağım.” diye bir diyalog geçiyor. Aslında bu çok ufak bir örnek gibi gözükse de kitlelerin bilincindeki o rejimden kopuşu, o 43 yıllık diktatörlükten, bütün gündelik hayatlarının baskı altında oluşlarından zihinsel anlamda kopuşlarını göstermesi bağlamında kritik olduğu kanaatindeyim.
Keza Amini’nin katledilmesinin akabinde kadınların öncülüğünde başlayan ayaklanmanın taleplerine baktığımızda da bunların sadece “Amini’nin katli aydınlatılsın” talepleri olmadığını görüyoruz. Aksine direkt olarak rejimin önemli kurumlarını hedef alarak kitleleri sokağa davet eden talepler bunlar. İrşad Bakanlığı’nın kapatılması, “ahlak polisinin” lağvedilmesi, Velayet-i Fakih’in kapatılması. Bunlar aslında İslam Cumhuriyeti’ni var eden, onun ideolojik, politik temellerini oluşturan kurumları hedef alan talepler. Ve yine kritik olan noktalardan bir tanesi de Mahsa Jina Amini’nin Kürt bir kadın olması ve eylemler Saggızz kentinde başladı. Ama mesele yalnıza Kürt kimliği ile, kadın kimliği ile sınırlı kalmadı ve hızlı bir şekilde toplumsallaştı. Bu toplumsallaşmayı yaratan faktörlerden bir tanesi aslında tam da o 2017-2020 arasındaki öfkenin bir şekilde Amini üzerinden patlamış olması. Çünkü baktığımızda, Mahsa’nın tek bir örnek olmadığını görüyoruz. “Ahlak polisinin” baskısının, şiddetinin artması Eylül ayından 8-9 ay öncesine dayanıyor. Bu aslında rejimin büyük oranda 8-9 aydır bilinçli bir şekilde ahlak polisi eliyle baskıyı arttırdığını gösteriyor.
Ama bazı durumlarda tek bir örnek o öfkenin patlamasını, toplumsallaşmasını sağlayabiliyor. Bunun bir benzerine Tunus’ta, bir seyyar satıcı olan Muhammed Buazzazi’nin kendisini yakmasıyla ülkede devrimci ayaklanmanın tetiklenmesinde tanıklık etmiştik. Keza aynı yıl içerisinde, 2010 yılında Muhammed Buazzazi’nin kendisini yakmasından önce Tunus’ta birden çok işsiz kendisini yakmıştı. Ama o öfkenin zembereğinden boşalması, toplumsallaşması ve devrimci bir ayaklanmaya dönüşmesi başka bir düzlemin ürünü.
Keza İran örneğinde de yine ayaklanmaya devrimci karakterini veren kritik faktörlerden bir tanesi, rejimin kurumlarını hedef alan taleplerle başlayan seferberliklerin 7-10 gün içerisinde, Devrim Muhafızları’nın, Besic’in yoğun baskı ve şiddeti karşısında hızlı bir şekilde rejimin topyekûn alaşağı edilmesi talebiyle devrimci bir karaktere bürünmesi oldu. Ayaklanmanın başlangıcında, özellikle ilk 2 hafta kadınlar ve gençler başı çekiyordu ve baktığımızda ağırlıkla 30 yaş altı nüfusun çok fazla seferber olduğuna tanıklık ettik. Birçok üniversitede boykotlar düzenlendi. Liselerde, ortaokullarda eylemler oldu. Ve ayaklanma molla rejiminin kurumlarından öte rejimin tüm varlığını hedefler hale geldi. Hamaney’in ve Humeyni’nin posterlerinin yakılması, mollaların sarıklarının düşürülmeye başlanması, bazı bölgelerde yerel hükümet binalarını işgal girişimleri bunların örnekleri.
Ayrıca İran İslam Cumhuriyeti rejimi tarihsel olarak etnik ve dini azınlıklar üzerinden ülke topluluklarını bölerek ayakta kalan bir rejim. Mevcut ayaklanmaya devrimci niteliği veren etmenlerden biri de 16 Eylül ile beraber bunun kırılmış olması. Aradan geçen iki aylık periyotta Kürt illerinden Belucistan’a, Azeri bölgelerinden Arap bölgelerine ve Fars bölgelerinde ülkenin birçok kesiminde seferberlikler olduğunu görüyoruz. Ve her bölgede gerçekleşen bu seferberliklerin en başat talebi İslam Cumhuriyeti rejiminin yıkılması. Kitleler aslında bütün demokratik, ekonomik, sosyal özlemlerini rejim karşıtı mücadelede birleştirmiş durumdalar ve daha da önemlisi rejim bunları ezmeye çalışsa da, bastırmaya gayret etse de kitleler geri adım atmıyorlar. Buradaki farkındalık şuradan kaynaklanıyor; bunu sürekli olarak yazılarımızda belirtmeye çalışıyoruz, seferberlik halindeki kitlenin bilinci oldukça hızlı bir şekilde gelişiyor. Bunun İran örneğine baktığımızda aslında kitleler şunun farkındalar: Rejim meşruiyetini yitirmiş vaziyette ve iktidarını sürdürmesi için sürekli olarak baskının dozunu arttırması, şiddete başvurması ve geri adım atmaması, taviz vermemesi gerekiyor. Aksi durumda kitlelerin kendisini alaşağı edebileceğinin farkında. Ama öte yandan kitleler şunun da farkında: Biz geri adım atarsak, baskıcı rejimin katliamları karşısında, inisiyatif rejimin eline geçecek ve bizi ezip üzerimizden geçecek. Aslında ayaklanmanın bugün içerisinden geçmekte olduğu durumu rejim ve kitleler arasındaki bir pat durumu olarak tespit edebiliriz.
Ama durumu buradan çıkartıp dengeyi kitleler lehine değiştirebilecek önemli faktörler de mevcut. Başlangıçta da söylemeye çalışmıştım. İran halklarının bilincinde 2017-2020 arasındaki mücadelelerin hepsi yaşıyor. Örneğin 15, 16, 17 Kasım günlerinde 3 günlük bir genel eylem çağrısı yaptı kitleler. Bu eylem çağrısının yapılmasının gerekçesi, 2019 ayaklanmasının yıl dönümüne tekabül etmesi ve 2019 ayaklanmasında rejim eli ile katledilen kişilerin anılmasıydı. Ve bu tip hamleler ayaklanmaya farklı sektörlerin dahil olmasını, rejim içerisindeki çatlakların derinleşmesini ve büyük oranda da güvenlik güçleri, kolluk kuvvetleri arasında çatlak seslerin artmasına vesile oluyor. Farklı sektörlerin dahil olması derken ise şunu kastediyorum. Özellikle işçi sınıfı ayaklanmanın ikinci haftasından itibaren seferberliğin içerisinde. Bölgesel grevler, fabrika bazlı grevler yaşanıyor. Ama bunlar süreklilik kazanamıyor. Bunun süreklilik kazanamamasının en temel nedenlerinden bir tanesi İran işçi sınıfının özellikle 2010’lu yıllarda yaşanan özelleştirilme dalgalarıyla birlikte yüzde 90’ına yakınının güvencesiz, geçici sözleşmeler altında çalışıyor olması. Sonuçta rejimin hedefi haline gelip işsiz kalmayı göze alamıyor işçiler. Bu da aslında şunu gösteriyor, işçi sınıfı tam anlamıyla ayaklanmanın rejimi devirebileceği bir momente yaklaşmadığı kanaatinde. Ama bölgesel olarak ve fabrikalar düzeyinde sürekli olarak grevlere tanıklık ediyoruz. Bugün dahi 4-5 fabrikada yeni grevlere çıkıldı. Petrol rafinerisi işçileri, demir – çelik sektörü, taşımacılık işçileri, eğitim emekçileri, gıda işçileri şu ana kadar grevlerin başını çekiyor.
Aynı zamanda yine bu 15, 16, 17 Kasım süreci şöyle bir etki yarattı, bu da oldukça kritik bence: İslam Cumhuriyeti’nin 1979 yılındaki kuruluş dinamiklerine döndüğümüzde aslında bizim pazar esnafı dediğimiz tüccar sınıfı, İslam Cumhuriyeti rejiminin ideolojik-politik dayanağını ve ulema sınıfıyla işbirliğini oluşturan önemli bir sektör idi. Ama son 10 gündür ciddi bir şekilde esnafın birçok bölgede kepenk kapattığını, pazar esnafının aslında seferberliğe destek pozisyonu aldığını görüyoruz. Bu da aslında rejimin ideolojik tabanını yitirmeye başladığının kanıtlarından bir tanesi. Bir meselenin daha yine altını çizmekte fayda var. Kolluk güçlerindeki yarılmadan bahsediyorduk, bunu doğrulama şansımız çok yok ama farklı kaynaklardan okuyarak analiz etmeye çalışıyoruz. Örneğin Besiç güçlerinden yaklaşık 5000 kişinin Besiç kartlarını iptal ettiğine dair haberler geliyor. Bu oldukça önemli bir yarılma, ki bunlar rejime direkt bağlı ve bundan çıkar sağlayan ve onun bir şekilde ideolojik tabanını oluşturan kolluk güçleri. Buralardaki yarılmalar aslında seferberliğin bir şekilde farklı unsurları olumlu anlamda etkilediğini de gösteriyor.
Bir diğer mesele: Rejim şiddet politikalarına başvurup kitleleri ezmeye çalışırken özellikle Kürt illerinde ve Belucistan’da ciddi bir katliam uygulamaya çalışıyor. Özellikle takip edenler biliyordur, örneğin ayaklanmanın başlangıç dönemlerinde Zahedan’da -Belucistan’ın en büyük şehrinde- Cuma namazı çıkışında rejim karşıtı seferberlikler sırasında 93 kişiyi katlettiler ve Belucistan’daki seferberliklere çok daha fazla şiddet uyguluyorlar. Bilmeyenler için ufak bir parantez, Belucistan aslında ülkede ağırlıklı olarak Sünni nüfusun yaşadığı, en az yatırımın yapıldığı, yoksulluğun, sosyal-ekonomik-demokratik noksanlığın en fazla olduğu yerlerden bir tanesi. Keza ülke içerisinde gerçekleştirilen idamların %65’i Belucistan’da gerçekleştiriliyor. İslam Cumhuriyeti rejimi yine aynı şekilde Kürt illerinde de çok ciddi şiddet ve katliam politikasına başvuruyor. Özellikle son iki-üç akşamdır kimyasal gazların kullanıldığına dair, hastanelerin rejim kuvvetleri tarafından ele geçirildiği ve yaralıların hastaneye taşınmasının engellenmeye çalışıldığına dair bilgiler geliyor. Bu tip politikalardan rejimin muradı İran emekçi halklarının birleşik mücadelesini bölmeye ve toplumun sinir uçlarıyla oynamaya çalışmak. Ama şu ana kadar bu noktada sınıfta kaldılar. Şu ana kadar kitleler ne geri adım attı ne birliklerini bozdular, tam tersine rejimin her türlü şiddeti bu birliği perçinliyor.
Aynı şekilde bu devrimci karakteri veren etmenlerden başka biri, seferberlik içerisinde öğrenme, bilinçlenme ve gelişme dediğimiz noktaya da bir örnek. Seferberliklerin başlangıç döneminde rejim içerisindeki reformist kanat (Hateminin başını çektiği) birkaç destek açıklaması yapsa da sonrasında sessizliğe büründü. Öte taraftan ağırlıkla yurt dışında bulunan ama ülke içerisinde de belli destekçisi bulunan şahçı, monarşi yanlısı kanatlar seferberlikleri kendi lehine kullanmaya çalışsalar da İran içerisindeki kitlelerden hızlı bir cevap aldılar. Kitlelerin sloganlarına yansıyan bu cevap şuydu: “Rehber de olsa Şah da olsa zalime ölüm!”. Aslında burada şöyle bir kırılma görüyoruz kitlelerde; tabii ki ayaklanmayı başlatan temel mesele rejim karşıtı demokratik talepler. Ama kitleler rejimden, düzenden, sömürü politikalarından, patriyarkadan öylesine yılmış durumdalar ki kendiliğinden bir şekilde hem rejimden hem de onun yerine gelebilecek sömürü politikalarını devam ettirebilecek diğer kesimlerden de bir kopuş çizgisine doğru çekiyorlar kendilerini.
Bu sorun etrafından son iki sözüm şunlar olsun. Aslında rejim bu saldırı politikalarını önümüzdeki dönemde geri adım atmadan sürdürecek, bunun sinyallerini Hameney’in açıklamalarında da bulabiliyoruz. Geçtiğimiz hafta seferberliklere katılan İranlı kadınları çerçöp olarak tarif edip, aslında kolluk güçlerine öldürme emri verdi tekrardan. Yine aynı şekilde rejim içerisinde bazı kanatlar, parlamento içerisindeki bazı vekiller seferberlikler sırasında tutuklanan 14.800 kişinin idamla yargılanmasını teklif ettiler. Bunlar aslında büyük oranda kitlenin gözünü korkutma ve yıldırma amaçlı girişimler ama bunların hepsi boşa düşürüldü şu ana kadar. Kısaca rakamları verecek olursak yaklaşık olarak 500 civarı ölümden bahsediliyor ama İran içerisindeki kaynaklar bunun binlerle ifade edilmesi gerektiğini söylüyorlar. Keza tutuklu sayısı da 17.800 civarında. Yani yoğun bir baskı ve şiddetten bahsediyoruz. Ama bunun yanında kitleler de rejimin baskısına kendi özörgütlenmelerini, mahalli komitelerini, yerel komitelerini ya da işçi konseyleri gibi örgütlenmeleri yaratarak cevap veriyorlar. Ve ayaklanmanın bir şekilde sürekliliğini sağlayan, kitleleri sürekli olarak sokakta tutan ve taleplerini diri tutan temel meselelerden bir tanesi de bu kitle özorganlarının inşa edilmeye başlanmış olması. Ki bu başlı başına seferberliğe o devrimci karakterini veren unsurlardan da bir tanesi.
Canan Yılmaz: Aktardıkların oldukça kritik Görkem yoldaş. Bütün İran’a yayılmış bir seferberlikten bahsediyoruz. Bu açıdan devrimci bir sürecin açıldığı aşikâr. Kürt, Arap, Beluci, Arap ve Azeri şehirleri, yani ülkenin neredeyse tüm şehirlerinde aslında kadınlar, gençler, emekçi halk seferber olmuş durumda. Bildiğim kadarıyla 138’den fazla üniversitede eylemlerin gerçekleştiği söyleniyor ve lise, ortaokul düzeyinde bile bir boykot var. Gerçekten gençler arasından, söylediğin gibi 35 yaş altı nüfustan yoğun bir katılım var eylemlere. Bahsettiğin gibi seferberlikler aslında derinleştikçe de rejim içinde yarılma artıyor. Belki şu anda tam süreklilik kazanamadığını söyledin ama bölgesel olarak da gerçekten yoğunlaşan grevlere tanık oluyoruz. Ben senin konuşmanda şunu merak ettim. Sen devrimci ayaklanmanın bugününü değerlendirirken kitlelerle rejimin arasında bir pat durumunun mevcut olduğunu söyledin. Peki bu ilerleyen süreçte geleceğe baktığında çıkardığın olasılıklar nedir? Yani bu pat durumu aslında hangi olasılıkları barındırıyor? İran emekçi halklarının bahsettiğin bu taleplerine ulaşmaları nasıl mümkün olabilir? Bunları sorarak tekrar sana bırakayım sözü.
Görkem Duru: Ayaklanmanın içerisinden geçtiği böylesi bir durumda tabii ki tek bir öngörüde bulunmak çok kolay değil. Ama baktığımızda şunu görme şansına sahibiz sanırım. Kitlelerin bilincinde rejim ciddi bir oranda sorgulanmanın da ötesine geçmiş durumda, artık rejimin mevcut haliyle ayakta kalmasının çok mümkün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ama tabii ki rejim de bunun farkında. Ve aynı zamanda İran’ın bölgedeki rolünü de düşünecek olursak, İran İslam Cumhuriyetinin karşıdevrimci karakteri, birden fazla etnik unsurun bir arada yaşadığı bir coğrafyada olması, birçok farklı bölge ülkesinin ve aynı zamanda yayılmacı emperyalist güçlerin de buradaki meselede bir şekilde kendi çıkarları için belli pozisyonlar almasını dayatacak belli süreçler doğurabilir.
Ama tabii ki bu noktada asıl kritik olan mesele, ülke içerisinde seferber olan kitlelerin örgütlülük ve bilinç düzeyleri. Ülkeye baktığımızda 43 yıllık diktatörlük rejiminin baskısı neticesinde herhangi bir toplumsal örgütlenmeye zemin bırakılmadığını unutmamak gerekiyor. Yani İran emekçi halkları bugünkü seferberliklerinde birçok meseleyi kendi özörgütlülükleriyle, kendi bilinç seviyeleriyle gerçekleştiriyorlar. Burada şuna dönüp bakmak gerekiyor, 2009’dan bu yana gelişen seferberliklerin önemli bir kısmında biz İran’da işçi sınıfının öncülük ettiğini görüyoruz. İşçi sınıfının öncülük etmesinden kasıt da şu, tek başına işçiler fabrikalarında grevlere gidip mücadelelere öncülük ettiler değil sadece. Bu grevleri örgütleyen belli öncü gruplar oluştu. Herhangi bir sendikanın, sendikal örgütlenmenin yasal olmadığı bir zeminde gizli komiteler vasıtasıyla örgütlenip sonrasında bunları işçi konseyleri benzeri yapılara dönüştürüp ve ardından da farklı fabrikalardaki mücadelelerle iletişimleri kuran örgütlenmeler açığa çıktı. Ve aynı zamanda bu örgütlenmeleri bir araya getiren işçiler yine bu geçmiş eylemler sürecinde yerel mahalli komiteler benzeri örgütlenmelerin kurulmasına da öncülük etmişlerdi.
Ve bugün baktığımızda seferberlikler esnasında bu geçmiş deneyimler ciddi şekilde yansımasını buluyor. Bahsettiğimiz komitelerin (mahalli komitelerin ya da işçi konseylerinin) aslında geçmiş dönemden kalan, bugün geliştirilmeye çalışılan ve yavaş yavaş ülke genelinde yaygınlaşmaya başlayan oluşumlar olduğunu söyleyebiliriz. Bunun önemi şurada: İran emekçi halklarının Kürt bölgelerinden Beluci bölgelerine, Fars bölgelerinden Arap bölgelerine ve Azeri bölgelerine rejim karşıtı mücadelesinde sürekliliği sağlayan organlar ve aynı zamanda rejimin baskı ve şiddeti düşünüldüğünde kitlelerin bir noktada kendi özsavunma organları haline gelebilecek yapılar. Şunu akılda tutmak gerekiyor, insanların rejimden kopuşu öyle bir duruma gelmiş ki, yaralılarını hastaneye götürmek yerine bu komiteler vasıtasıyla evlerine almaya çalışıyorlar ya da cenazelerini rejim kuvvetlerine teslim etmektense yine bu komiteler vasıtasıyla kendi ellerinde tutup törenlerini kendileri yapmak istiyorlar.
Bu bağlamda ben kritik olan unsurun, emekçi halklar yararına bir çıkışın sağlanmasının bu özörgütlenmelerin yaygınlaşması ve bunların ulusal bir koordinasyona taşınması olacağını düşünüyorum. Aynı şekilde işçi sınıfının, eğer seferberlikler geri çekilmeden devam ettiği taktirde ve rejim içerisindeki çatlaklar da derinleşirse bir noktada genel bir grevin örgütlenmesi düzeyine mücadeleyi ulaştırabilmesi, rejimin topyekûn olarak sarsılmasını yaratacak bir dönemi de açacaktır. Bölge geneline baktığımızda İran işçi sınıfının tarihsel olarak çok ciddi bir mücadele deneyiminin, çok ciddi bir örgütlenme deneyiminin olduğunu, 1979 devrimini aslında mümkün kılan şeyin işçi sınıfının birçok bölgede şuralar kurması, genel grevlere gitmesi olduğunu görüyoruz. Bugün belki hala bu genel grev noktasında tam anlamıyla buluşamamış olsalar da sınıfın önemli sektörlerinin seferberliğe katıldığını görüyoruz. Aynı zamanda bu işçi oluşumlarının birçoğu ciddi anlamda politik oluşumlar. Sadece işçi sınıfının haklarını savunmak anlamında bir araya gelen oluşumlar değil. Aynı zamanda kitlelere, topluma bulundukları yerele dair politika sunan yapılar. Bu konuya çok ufak bir örnek: 15 gün önce Haft Tappeh Şeker Kamışı işçilerinin konseyi bir deklarasyon yayınladı. Deklarasyon, İsrail yetkililerinin İran’daki ayaklanmayı desteklediklerine dair yaptıkları bir açıklamaya çok net bir cevap. Kısaca; “Biz sadece İran’da diktatörlük rejimine karşı mücadele etmiyoruz. Aynı zamanda kapitalist sömürü politikalarına, yolsuzluklara, suç rejimine, kadın bedeni üzerindeki sömürüye karşı da mücadele ediyoruz. Ve bizim mücadelemiz sadece İran’da değil, ABD’den İsrail’e Rusya’dan Çin’e Türkiye’den başka ülkelere süren bir mücadele. Bizim mücadelemiz bunu yaratan sistemle. Ve biz bunların sorumlusu rejimleri alaşağı etmek için mücadele ederken bu rejimlerin hiçbir temsilcisinin desteğine ihtiyacımız yok. Bizler işçi sınıfıyız ve kendi gücümüzle ulusal çapta birliğimizi sağlayıp bu rejimi alaşağı edeceğiz sonrasında da sizler gibileri köklerinizden kazımak için mücadeleyi uluslararası ölçekte sürdüreceğiz.” Bu aslında şunu gösteriyor, kitle bilinci çok önemli kırılmalar yaşıyor.
Ama tabii ki bu, süreci bekleyen tehlikeler olmadığı anlamına gelmiyor ve bunları da göz ardı etmemek gerekiyor. 2008 dünya ekonomik krizinden bu yana birçok ülkede gerek kapitalist kesinti planlarına, gerekse de diktatörlük rejimlerine karşı yoğun kitlesel ayaklanmalara tanıklık ettik. Bazı ülkelerde bu ayaklanmalar devrimci süreçler açtı. Yine bölgeye baktığımızda 2010 yılında Tunus’ta başlayan Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci sürecinin deneyimlerine sahibiz. Yani aslında gerek ülkeler içerisindeki rejim karşıtı düzen muhalifleri, gerekse de bölge ülkeleri ve hatta çıkarı kapitalist sömürü ilişkilerinin devamında yatan emperyalizm ve yayılmacı ülkeler bir şekilde bu tip ayaklanmalarda kendi pozisyonlarını almaya çalışıyorlar. Ama böylesi devrimci süreçlerde asıl belirleyici unsur, kitlelerin mücadelesi içerisinde nihai bir kopuşu yaratabilecek, kitlelerin taleplerinin mümkünlüğünü sağlayabilecek devrimci bir önderliğin, bir alternatifin açığa çıkıp çıkamayacağı olmaya devam ediyor.
Böylesi bir alternatif açığa çıkamadığı taktirde bahsettiğimiz diğer odakların farklı taktiklerle devrimci süreçleri soğurma çabalarına tanık oluyoruz. Bunların bazıları askeri müdahaleler, iç savaş denemeleri vasıtasıyla seferberlikleri ezmek olabiliyor. Bir diğeri ise bizim demokratik gericilik olarak tarif ettiğimiz, rejimin topyekûn alaşağı edilmesini engelleyerek kitlelerin bazı demokratik taleplerini karşılayıp ayaklanmaları başlatan birçok ekonomik-sosyal talebi erteleyen, sömürü politikalarının devamını garanti altına alan bir geçiş sürecinin örgütlenmesi taktiği. Aslında Kuzey Afrika ve Ortadoğu devrimci sürecinde Müslüman Kardeşler’in oynadığı rol tam da bu demokratik gericilik dediğimiz taktiğin bir örneğiydi. Ama bunun İran’a yansımasında şöyle bir denklemle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim, tabii ki bu takip edilmeye muhtaç bir süreç. İran bahsi geçen ülkelerin birçoğundan farklılaşıyor. Özellikle Tunus, Mısır gibi örneklere baktığımızda 2000’li yıllarda neoliberal politikaların uygulanmaya başladığı dönemlerde ciddi oranda sivil toplum kuruluşlarının, siyasal yapılanmaların açığa çıktığı ülkelerdi bunlar. Tunus örneğini aldığımızda, Tunus Genel İşçi Sendikaları gibi bir yapı var ve bu yapının aynı zamanda bir bürokrasisi var. Yani kastım şu: Aslında demokratik gericilik ülke içerisinde inşa edilecekse, bir taktik olarak uygulanacaksa bunu ülke içerisinde temsil edebilecek bir örgütlü, kurumsal yapının bulunması gerekir. Bu sendikal bürokrasi olabilir, herhangi bir sosyal demokrat parti olabilir, güçlü bir sivil toplum ağı olabilir. İran’da bunu tam anlamıyla bulamıyoruz.
İran’da kitleler kendi örgütlenmelerini yaratıyorlar. Herhangi bir sendikal bürokrasiden bahsetme şansımız yok çünkü işçiler kendi sendikal yapılarını kendi özgün mücadeleleri içerisinde kurmaya çalışıyor. Üniversite öğrencileri, kadınlar kendi mücadeleleri içerisinde örgütlerini inşa etmeye çalışıyor. Bunlar çok önemli meseleler. Ayaklanmalar içerisinde şu ana kadar Şahçı kanat, reformist kanat gibi kapitalist sömürü düzenini temsil eden yapılanmalara karşı kitlelerin önemli bir direnci var ve ben bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ama hala belirleyici olacak olanın ikili iktidar nüvesi taşıyan özörgütlenmelerin ulusal çapta bir koordinasyona ulaştırılması ve ciddi anlamda kopuş dinamiğini yaratabilecek, kitlelerin önüne onların demokratik, ekonomik ve sosyal taleplerinin, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi bütün demokratik taleplerinin tanınabileceği bir eylem programını çıkartabilecek bir devrimci alternatifin açığa çıkartılabilmesi olduğunu düşünüyorum. Çünkü genel olarak baktığımızda son 14 yılın bütün ayaklanmalarında kendiliğindenlik meselesine çokça tanıklık ettik. Bunlar aslında bütün bu ayaklanmaların en güçlü yanlarını oluşturdu. Ama bir yandan tam da bu pat durumu açığa çıktığında çelişkili bir şekilde ve normal olarak en güçsüz yanlarından bir tanesini de oluşturabiliyor kendiliğindenlik meselesi.
Canan Yılmaz: Çok teşekkürler Görkem, gerçekten çok bütünlüklü bir tablo çizdin. Gerek kitlelerin bilinci, gerek varılan örgütlülük seviyesi ve bu pat durumunu emekçiler lehine döndürebilecek önderlik sorunu üzerine. Bunlar üzerine çokça konuşmaya devam edeceğiz çünkü gerek İran, gerek bölge ülkelerinin kaderini belirleyecek unsurlar bunlar. Bu arada ben de şundan bahsedebilirim. Görkem hatırlarsan İranlı sosyalist feminist Fatameh Masjedi’nin katıldığı etkinliğimizde kendisi bir anayasa talebinden bahsetmişti. Senin dediğin gibi İranlı halkların şu an öne çıkardığı en ufak bir talep bile doğrudan rejimi hedef alıyor. Örneğin başörtüsü zorunluluğunun kaldırılması ya da ahlak polisinin lağvedilmesi meselesi doğrudan rejimi hedef alıyor, almak zorunda kalıyor ve seferberliği birleştiren temel talep rejimin devrilmesine çıkıyor. Ve burada da en önemli hedefin kitlelerin ihtiyaçlarını öne çıkaracak yeni bir anayasa ve bir referandum olduğunu söylemişti Fatameh. Molla rejimini ve onun baskıcı anayasasını tarihin çöplüğüne göndermekten bahsetmişti. Belki biraz da bu anayasa meselesi üzerine konuşmak istersin. Çünkü bu anayasa talebi bizim de kullandığımız bir talep. Rejimden, kapitalist sömürü düzeninden ve emperyalizmden kopuş noktasına götürecek, işçilerin, emekçilerin, tüm ezilenlerin bu kazanımlarını garanti altına alacak yeni bir anayasa talebi. Zira ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi meseleler bizim burada da taleplerimiz arasında, bunun hakkında bir şeyler söylemek ister misin?
Görkem Duru: Şu anda İran içerisinde rejimden nasıl kopulacağı, nasıl ilerleneceği üzerine tartışılan benim takip edebildiğim, birkaç önemli başlık var. Bunu, senin de söylediğin gibi bizim etkinliğe katılan İranlı arkadaşımız da söylemişti. Bunun dışında İran’da mücadele içerisindeki güçler de bu gibi başlıkları tartışıyorlar. Birkaç mevzu açığa çıkıyor; bir tanesi aslında bir referandum yapılması ve kitlelere, rejimi istiyor musunuz, istemiyor musunuz diye bir soru sorulması. Bir diğeri de gerçekten yeni bir anayasa tartışmasının gündeme getirilmesi. Öte yandan özellikle rejimin uyguladığı şiddet karşısında Birleşmiş Milletler’in toplantı haline geçip, İran rejimi üzerindeki yaptırımları arttırmasını savunan kanatlar da içeride mevcut. Ve bir yandan da gerçekten Haft Tappeh işçilerinin demin örnek verdiğim deklarasyonlarındaki çizgiyi savunanlar söz konusu. Biraz da ondan deklarasyonun içeriğini söylemiştim. Çünkü bu tek örnek değil. Ciddi anlamda bu kopuş dinamiğini işlemeye, büyütmeye çalışan bir çaba da söz konusu ülke içerisinde.
Ve tabii her zaman şunu akılda tutmak gerekiyor. Biz de ezilen ulusu olan bir ülkede yaşıyoruz. Bunun örnekleri birçok farklı ülkede var. Ve aslında rejimlere karşı, özellikle baskıcı, diktatoryal rejimlere karşı ezilen halkların bir arada, birlikte ve aynı talepler eksenli mücadele edebiliyor oluşu gerçekten o rejimlerin içerisinde bulunduğu politik krizi fazlasıyla derinleştirebiliyor. Ama tabii ki buradaki temel mesele, bu politik krizden tam da ezilen ulusların ve diğer tüm ezilenlerin yararına nasıl bir çıkışın inşa edilebileceği. Ve bu noktada şunu vurgulamak gerekir diye düşünüyorum. Nasıl kitlenin bilinci, seferberlik içerisinde adım adım gelişiyorsa, o devrimci kopuşa gidebilecek süreç de adım adım gelişmek zorunda. O günkü bilinç düzeyinden feyz alarak onu açığa çıkartabilecek ama o açığa çıktığı noktada da onunla yetinmeyecek, onu bir ileri noktaya ulaştırabilecek talepleri formüle etmek ve bunları tartışmak gerekiyor İranlı öncülerle. Ben o bağlamda Bağımsız ve Egemen bir Kurucu Meclis üzerinden formüle edilecek bir yeni anayasa talebinin önemli olduğu kanaatindeyim. Yani bir nevi gelişmekte olan şuralar üzerinden inşa edilecek bir Kurucu Meclis ve gençlik, kadın, ezilen ulusların örgütlenmelerinin eliyle hazırlanacak yeni bir anayasa. Bunun aslında ayaklanmanın öncesinde ve ayaklanma süresince karşılaştığımız talepler için de bir cevap oluşturabileceği kanaatindeyim.
Öncelikle kadınların öncülük ettiği bir ayaklanmayla karşı karşıyayız. Ve İran’da kadınlar sadece şeriatçı baskıya karşı değil, aynı zamanda patriyarkal şiddete, kapitalist sömürü politikalarına karşı da yıllardır mücadele ediyorlar. Bunların ortadan kaldırılıp kadınların demokratik, ekonomik ve sosyal haklarının garanti altına alınması, ezilen uluslara kendi kaderini tayin hakkı dahil olmak üzere bütün demokratik haklarının tanınacağı bir düzenin oluşması, keza ülkede yasal zeminde herhangi bir sendika kurmanın, sosyalist parti inşa etmenin, bağımsız bir gençlik ya da kadın örgütlenmesi yaratmanın önünün açılması. Bu anlamda kitlelerin örgütlenme hakkının tanınmasının garanti altına alınması da gerekli. Yani, kısaca bütün demokratik, ekonomik ve sosyal talepleri karşılayacak yeni bir anayasanın hazırlanmasının kritik ve önemli olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki burada şu hataya düşmemek gerekiyor. Bu kesinlikle ve kesinlikle kitlelerden bağımsız bir şekilde hazırlanacak bir anayasa veya kitlelerin o görevi başka birine tebliğ edeceği bir süreç olarak işlememeli. Tersine, tam da ikili iktidar nüvesi dediğimiz organların yaygınlaşarak hazırlayabileceği ve inşa edebileceği bir süreç. Ama tabii ki burada şunu da akılda tutmak gerekiyor. İlk söylediğim şeye gelecek olursam. Bilinç mücadele içerisinde ileriye taşınabildiği için aslında böylesi bir sürecin de kitle özörgütlenmeleri tarafından yürütülebilmesi, aslında sömürü politikalarından, sömürü düzeninden tamamen kopabilecek şuraların ciddi anlamda bir iktidar, bir işçi-emekçi iktidarı inşa edebilecek düzeye ulaşmasını da gündeme getirebilir diye düşünüyorum.
Ve böylesi bir sürecin, İran’da rejimin kitle hareketi eliyle alaşağı edilmesinin, bölge için de çok kritik bir önemde olacağını hepimiz yüksek ihtimalle tahmin ediyoruz. En basitinden bölgede yakın dönemde gerçekleşen tüm halk ayaklanmalarının ezilmesinde rol oynayan karşıdevrimci bir odaktan bahsediyoruz. Lübnan’da, Suriye’de bunun etkilerini gördük. İran’da rejimin yıkılması, Lübnan, Suriye, Irak, Türkiye ve Filistin halkları için de oldukça kritik bir mesele. Keza, şu deneyimin de yine bölgede çok kritik bir iz bırakabileceğini düşünüyorum. Onu da demin söylemeye çalıştım aslında. Kadınların, gençlerin, işçi sınıfının ve ezilen ulusların birlikte mücadele ederek, bir rejimi alaşağı edebilmesinin, sadece bölge değil dünya genelinde çok önemli bir örnek olabileceği de ayrıca akılda tutmamız gereken bir mesele.
Canan Yılmaz: Buradan biraz konuyu aslında enternasyonal dayanışma anlayışına da getirmek istiyorum. Şimdi örneğin bizim, Türkiye’deki halklar olarak da benzer sorunlarımız var. Benzeri gündemlerimiz mevcut ve bizler de bir baskı rejimi altındayız. Aslında maruz bırakıldığımız çok benzer politikalar var. Ortak bir kaderimiz olduğunu düşünüyorum. En başta da söyledim, burada biraz, “anlatılan senin hikayendir” durumu var. Genel olarak İranlı halklara destek ve dayanışmadan ne anlıyoruz ve neler yapabiliriz? O konuda bir şeyler söylemek ister misin?
Görkem Duru: Tabii ki. Şu kısım oldukça kritik bence. Ki bu şu ana kadar İran’da yaşanan devrimci ayaklanmanın belki de öncekilerden olumlu anlamda ayrışmasının da önemli göstergelerinden bir tanesi. Örneğin, 2017’den bugüne kadarki ayaklanmalara baktığımızda İran dışında yaşayan İranlıların çok fazla seferberliklere dahil olmadığını görmüştük. Ama bugün çok başka bir denge hâkim ve dünyanın birçok farklı şehrinde yaşayan İranlılar bir şekilde oradaki ayaklanmayı desteklemek adına sokaklara dökülmeye çalışıyorlar. Ben bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bu noktada, yurtdışında yaşayan İranlılar arasında monarşist kanatlar ya da Halkın Mücahitleri destekçileri de var ve bunlar da kendi çıkarları uyarınca sürece dahil olmaya çalışıyor. Ama en genel toplama baktığımızda sokağa çıkanlar, eylemlere destek olanlar yalnızca bunlar değil. İran’da aileleri yaşayan ve kendileri de aileleri de rejim karşıtı mücadelenin içerisinde olan bireyler de oldukça etkin.
Ama ben sorun bağlamında şunu vurgulamanın anlamı olduğunu düşünüyorum. Uluslararası dayanışma dediğimiz meselenin bence şöyle bir düzleme oturması gerekiyor. Biz ve dünya partimiz ve Türkiye’de ve dünyadaki başka birçok sol, sosyalist siyaset İran’daki ayaklanmayı yakından takip etmeye çalışıyor. Çünkü belirleyiciliği oldukça kritik bir ülke. Tabii biz sosyalistler bunu çok sınırlı güçlerimizle yapıyoruz. Türkiye, İsrail gibi bölge ülkeleri ya da yayılmacı ve emperyalist tüm ülkeler de bu süreci takip ediyor. Ama tabii ki bizler ve diğerleri arasında farklılaşan temel bir mesele mevcut. Bu da tam anlamıyla politik olan bir mesele. Bu anlamda ben dayanışmanın tek başına etkinlikler yapmak, yazılar yazmak ve İran’daki ayaklanmayı duyurmak olduğunu düşünmüyorum. Bunlar tabii ki önemli. Ama bizim kendimizi bunlarla sınırlamamız gerektiği kanaatindeyim. Ama bence daha da önemlisi, oradaki deneyime eşlik edebilecek kanalları yaratabilmek. Deneyime eşlik etmekten kasıt, tepeden inmeci bir tarzda “İran halkları bunu yaparsa böyle iyi olur” demek değil. Oradaki mücadelenin içerisinde seferber olan, bilinç sıçramasını yaşayan ve rejimden bir çıkış yolu arayan İran emekçi halklarının o sıçrayışına politik olarak eşlik edebilmek. Politik anlamda onlarla tartışmak, önermeler, talepler sunabilmek, benzeri deneyimleri paylaşabilmek. Ve tabii kampanyalar örgütlemek. Bu kampanyalarla da bir şekilde onların taleplerini, “İslam Cumhuriyeti İstemiyoruz”, “Rehber de olsa şah da olsa zalime ölüm”, ya da Haft Tappeh işçilerinin deklarasyonlarında işlediği o politik kopuşu savunan çizgileri ön plana çıkartmak gerekiyor. Sonuçta biz, İşçi Demokrasisi Partisi ve İşçilerin Uluslararası Birliği – Dördüncü Enternasyonal olarak, dayanışmanın bir döviz, bir pankarttan öte, daha ziyade politik, programatik, örgütsel bir dayanışmaya evrilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Bu anlamda dünya geneline baktığımızda maalesef ki şu ana kadar İran dışında yaşayan İranlı nüfus dışında çok kitlesel, çok geniş bir kampanyanın, bir dayanışmanın örülemediğine tanıklık ettik. Tabii ki bunun etmenlerinden bir tanesi rejimin medya eliyle çok baskıcı bir ortam yaratarak aslında kitlelerin görünürlüğünü elinden geldiğince engellemeye çalışması. Öte yandan şahçı, monarşi yanlısı kanat ve Halkın Mücahitleri gibi oluşumların, ki İran dışında olup da en büyük maddi kaynağa sahip olanlar bunlar, seferberlikleri büyük oranda kendi politik çıkarları uyarınca servis ediyor oluşları da doğru bilgi ve kaynağa ulaşmakta bir eksiklik yaratıyor sanırım uluslararası arenada. Çünkü iki ayı aşkındır böylesi bir yoğunlukla devam eden bir devrimci ayaklanma karşısında uluslararası dayanışmanın bu kadar sınırlı kalıyor oluşu çok anlaşılır bir durum değil. Tabii burada dünya sosyalist hareketi içerisindeki birçok politik tartışma ve ayrışmanın da etkisinin olduğunu göz ardı etmeyelim. Ama tabii şimdilik burada bunun üzerinde durmayalım.
Enternasyonal dayanışma bağlamında, İran’da kopuş çizgisini ön plana çıkartacak talepleri sahiplenen ve geliştiren bir çizgide, sınıf örgütlerinin, kadın örgütlerinin, LGBTİ+ örgütlerinin, sosyalist yapıların bir şekilde ülkedeki mücadelenin bir parçası haline gelebilmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda şunu da yaratacak bir şey, bunu birçok İranlı aktivistle konuşurken kendileri bana söylediklerinden aktarabilirim. Bizim uluslararası dayanışmayı görmemiz bizde şöyle bir etki yaratacak diyorlar; 43 yıldır öyle bir baskı ortamı altındayız ki, aslında ülkede herhangi bir sosyalist oluşumun bırakın kurulmasını, herhangi bir kitabın basılmasının dahi yasak olduğu bir dönemde yaşadık ve aslında bizim bu dayanışmayı sosyalistlerden, kadın örgütlerinden, sınıf örgütlerinden görebiliyor olmamız, bizim ülkemizde bunların inşası ve güçlendirilmesi bağlamında da çok kritik bir noktaya tekabül edecek. Bu aslında oradakilerin bir ihtiyacı ve talepleri de. Meselenin özü bizler bu sorumluluğu alacak mıyız? Asıl mesele birazcık bence burada kilitleniyor.
Canan Yılmaz: Çok güzel bir yerde bıraktın Görkem, detaylı cevap verdiğin için de çok teşekkürler. Çünkü enternasyonal dayanışmadan ne anladığımız konusunu ben de çok önemsiyorum. Çünkü biz İran halklarıyla dayanışıyoruz dediğimizde aslında ‘’kendimiz bu sorumluluğu alacak mıyız, almayacak mıyız?’’ sorusu açığa çıkıyor gerçekten. Çünkü İran’la dayanışmak sadece, bir eylem örgütledik ya da işte bir yazı yazdık, çizdik üzerinden olmuyor. Aslında bu bizim kendi rejimimize, kendi hükümetimize dair de bir ifşa politikası izlememiz demek. Ve bunun aslında bütün bölge halklarının kendi rejimine karşı mücadelesiyle de birleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki son bir soruyla daha devam edebilirim. Özellikle monarşi yanlısı kanadın ayaklanmanın önderliğini ele geçirmeye çalıştığından bahsettin konuşmanda. Ayrıca reformist kanadın da ilk başta bazı açıklamalarla sanki bir önderlik yaratabilecek gibi kitlelerin seferberliğinin önüne geçmeye çalıştığı örnekler oldu. Bazı isimleri de duyuyoruz, mesela Masih Alinejad. Mesela onun Macron’la görüştüğünü biliyoruz. Yani aslında reformist cenahtan da sanki seferberliğin öncülüğünü, önderliğini çekiyormuşçasına bazı isimlerin veya bazı grupların ön plana çıktığını da görüyoruz. Sen de önderlik sorununa değindin ama bir yandan da böylesi bir durum var mı? Bunun bir potansiyeli var mı? Sana onu sormak istiyorum. Çünkü İranlı sosyalist feminist Fatameh ile yaptığımız etkinlikte o da bu seferberliklerin önderlik bağlamında ülkedeki diğer ayaklanmalardan çok farklı olduğunu söylemişti. Hatta şu şekilde eklemişti; “Batı medyası seferberliği manipüle etmek adına sürekli bir önderlik arayışında ve tek bir önderlik, bir reformist önderlik bulsam da onun üzerinden gitsem gibi bir stratejisi var. Ve bunu bulamadığında da, bu önderliksiz bir hareket zaten kendiliğinden başladı, kendiliğinden de sönümlenecek gibi bir algı yaratıyorlar. Ama bu tamamen yanlış, aslında ülke içerisinde, çok kolektif çoğunlukçu ve dönüştürücü bir önderlik oluştu.” Bu öfkeyi yönlendiren irili ufaklı önderlerin geliştiğini söylemişti. Bu bağlamda sen neler söyleyebilirsin? Özellikle reformist kanadın ya da demokratik gerici taktikleri sahiplenebilecek unsurların bu önderliği ele geçirme çabası hakkında bir şeyler söylemek ister misin?
Görkem Duru: O noktada belki şuna dikkat çekmek iyi olabilir. Özellikle monarşi yanlısı kanat eylemlerin başladığı dönemde kendi medya kuruluşlarından yoğun bir propaganda yaptılar. İran’da kitleler sokaktalar, molla rejimine karşı eylemdeler, devrilmiş şahın oğlu olan Rıza Pehlevi’nin iktidara gelmesini talep ediyorlar benzeri haberler yaptılar. Aslında bu bir yandan da şuna vesile olduğu için güzel oldu. ‘’Rehber de olsa, şah da olsa, zalime ölüm’’ sloganı bunun üzerine kitleler tarafından dile getirilmeye başlandı. Dışarıdan gelen böylesi bir ikame, içerideki o bilincin bir anda sıçramasına da neden olabiliyor. Rejim içerisindeki reformist kanat ise 2009’da iktidarı kaybedene kadar iki dönem görevdeydi. Ama iktidarda kaldıkları dönemde dahi kendilerini oraya taşıyan “beklentileri” karşılayamadılar. 2009’daki yenilgilerinin ardından da çok güç kaybettiler. Ama bence daha da önemlisi, bu yenilginin olumlu anlamda İran halkları üzerinde mevcut rejimin reforme edilemeyeceği inancını pekiştirmiş olması oldu. Yukarıda seçimler meselesine değinmiştim, rakamları yaklaşık olarak verdim ama önemli olan onun arka planı bence. Mesela Türkiye’de bir seçim olduğunda İstanbul Türkiye’nin en kritik noktalarından, belirleyici yerlerinden bir tanesi; Tahran da İran için aynı şey. Türkiye’deki bir seçimde İstanbul katılım oranı yüzde 35 civarı olsa ne düşündürdük? 2021 yılındaki son seçimlerde Tahran’daki oran böyle. Hatta İranlı aktivistler gerçek oranın bunun daha da altında olduğunu söylüyor. Bu aslında kitlenin rejimden kopuş düzeyini göstermesi bağlamında bir veri. Öte yandan reformist kanat eylemlerin başında Amini’nin katledilmesini kınayan bir açıklama yaptı ama sonrasında sessizliğe büründü. Aslında bu da onların seferberlik içerisine dahil olamayacaklarını gösteriyor.
Öte yandan Masih Alinejad gibi figürler mevcut. Bunlar daha ziyade yurt dışında yaşayan gazeteciler ve belli oranda da rejim karşıtı mücadelenin içinden geliyorlar. Örneğin Masih Alinejad, İran’da kadın mücadelesinde rol almış, “Beyaz Çarşambaların” yaratıldığı süreçte aktif olmuş kişilerden bir tanesi. Ki ülkeyi terk etmek zorunda kalmasının gerekçelerinden de biri bu. Ama tabii Macron’la yaptığı görüşme ve orada kullandığı söylem tepki de çekti. “Bu hareketi ben başlattım, lideri benim” tarzında konuştu ve bu haliyle ülke içerisinde mücadele halindeki kitlelerde bir tepki doğurdu. Sorun bağlamında İranlı kitleler şu ana kadar özellikle yurtdışı kaynaklı bu tip çıkışlara, seferberliklere önderlik ettiğini iddia eden ya da seferberliklere politik anlamda konmaya çalışan kesimlere güzel cevaplar üretti.
Ama tabii ki şu kısmı hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Sonuçta emperyalist güçlerin önemli bir kesimi de İran İslam Cumhuriyeti rejiminin yıkılmasını arzulayacak pozisyonlara sahipler. Bu da İran içerisinden ya da yurtdışındaki İranlılar’dan gelebilecek bu tip çağrılara kendi politik çıkarları ekseninde karşılık verebilecekleri bir denklem yaratabilir. Ama o noktada kritik olan mesele de gerçekten kitlenin şu ana kadar bu bağımsız duruşunu koruyabilmiş olması. Bağımsızlıktan kastım, rejim içi reformist kanattan ya da demokratik gericiliğin yankısını uyandırmaya çalışan kanatlardan bir şekilde uzaklaşma eğilimi söz konusu kitlelerde. Ama rejimin baskısı ve şiddeti sürdükçe böylesi bir eğilim karşılık bulur mu, güçlenir mi bunu takip etmemiz gerekiyor.
O noktada yine burada enternasyonal dayanışma ve İran’da emekçi sınıfların bağımsız politik hattını savunan kesimlerin sesinin yükseltilmesi daha da önemli hale geliyor. Ama tabii ki son söz olarak şunu söyleyeyim. Kendiliğinden gelişen bu tip devrimci süreçlerde, bir şekilde rejimden ve sömürü politikalarından kopuşu yaratabilmek için belirleyici nokta gerçekten devrimci bir alternatifin açığa çıkabilmesi. Bunun için belli nüveler, belli odaklar halihazırda var İran’da. İran içerisinde mücadeleyi sürdüren unsurlarla konuştuğumuzda şunu söylüyorlar, toplum içerisinde özellikle 35 yaş altı genç nüfus içerisinde, sosyalist fikirlere yaklaşım çok fazla artmış durumda. Aynı şekilde İslam Cumhuriyeti’nin yarattığı baskıdan ötürü yine genç nüfus arasında ateizme yönelim de artmış vaziyette. Ve yine emekçi sınıfların kendileri ve onların çocukları içerisinde de kapitalist sömürü politikalarından kopuş çizgisinin de yaygınlaştığını ifade ediyorlar. Bunları aktaranlar kendilerini sosyalist olarak tarif eden mücadeleci güçler. Ve şunu ekliyorlar: “Bizler sosyalistiz ama bunu henüz örgütlü olarak savunup geliştirebileceğimiz fazla mecramız yok. Bunu yaratmak için temel çıkışımız öncelikle bu rejimi devirmek. Onun ardından da kendi odaklarımızı inşa etmeye girişmemiz gerekiyor.” Yukarıda bizlerin de bu mücadeleye eşlik etmesi ve bu mücadele içerisinde de ülkede devrimci bir alternatifin inşası yolunda elimizden gelen politik, programatik, örgütsel katkıyı sunmamız gerekiyor demiştim. Bunun fazlasıyla muhatabı ve karşılığı var aslında.