Dün, bugün: Enternasyonalizm

Bu yazı, 1995 tarihli “Enternasyonal Yönelişimiz” başlıklı metin ve dönemin Enternasyonal Bülten dergisinde yayımlanmış diğer makaleler ile çeşitli belgelerinin Oktay Orhun tarafından derlenip güncellenmesinden meydana gelmiştir.

Tarihsel Zorunluluğu

Enternasyonalizm, daha ortaya çıkışından itibaren Marksizm’in temel ilkelerinden biri, hatta en önemlisi olagelmiştir. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da bütün ülkelerin işçilerini birleşmeye çağırırken bunu yazınsal ya da sembolik anlamda yapmamışlar, tam tersine devrimci proletaryaya, ulusal partilerin yanı sıra uluslararası bir parti kurmanın zorunluluğunu anlatmışlardır. Çünkü, “Bir dünya pazarı yaratma eğilimi, ‘sermaye’ kavramının kendisinde doğrudan bir veri olarak vardır” (Marx). Sermaye uluslararası niteliktedir ve kapitalizm ortaya çıktığı andan itibaren hızla ulusal sınırları aşarak dünya ölçeğinde bir ekonomik sistem haline gelmiştir. “Kapitalizmin evrensel-tarihsel eğilimi, ulusal sınırları yıkması, ulusal özellikleri yok etmesi ve ülkeleri asimile etmesinde yatar. Her geçen on yılda giderek daha güçlü olarak kendini hissettiren bu eğilim, kapitalizmin sosyalizme dönüştürülmesinin de en büyük itici güçlerinden biridir” (Lenin).

Sermayenin kendi özünde bulunan bu özellik, kapitalizmin egemenliğini tarih sahnesinden silecek olan proletarya için de geçerlidir. Modern proletarya, yerel ya da ulusal bir sınıf değil, uluslararası bir sınıftır. Dolayısıyla, “Emeğin kurtuluşu ne yerel, ne de ulusal bir sorundur; modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kapsayan ve çözümü için en ileri ülkelerin teorik ve pratik birlikteliğine bağlı olan bir toplumsal sorundur” (Marx). Bu nedenle, “farklı ülkelerin proleterlerinin ulusal mücadelelerinde, her türlü milliyetten bağımsız olarak tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret edip bunları öne sürmeleri” (Marx) gerekmektedir. “Proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biri, en azından önde gelen uygar ülkelerin birleşik eylemidir” (Marx).

Bu demektir ki, sosyalizmin nihai zaferini, yani Dünya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu’nu gerçekleştirecek olan sosyalist devrimler, ulusal değil, uluslararası bir devrim süreci olarak algılanmalıdır. “Dünya pazarını yaratmış olan büyük sanayi, yeryüzündeki bütün halkları ve özellikle de uygar halkları öylesine birbirine bağlamıştır ki, her halkın başına gelecekler, bir ötekine bağlıdır… Komünist devrim, bu yüzden, hiç de salt ulusal bir devrim olmayacaktır; bu, bütün uygar ülkelerde, yani en azından İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da aynı zamanda yer alan bir devrim olacaktır” (Engels). “Sosyalizm (…) ileri kapitalist gelişme aşamasına ulaşmış ülkelerin proleterlerinin birleşik eylemine bağlıdır”; “Kapitalizm uluslararası bir güçtür ve dolayısıyla tek bir ülkede değil, ancak bütün ülkelerde kazanılacak bir zafer aracılığıyla bütünüyle imha edilebilir” (Lenin). “4. Dünya Kongresi, proleter devrimin hiçbir zaman tek ülke sınırları içinde muzaffer olamayacağını, ancak uluslararası ölçekte ve dünya devrimine ulaşarak zafer kazanabileceğini bütün ülkelerin proleterlerine hatırlatır” (3. Enternasyonal, Belgeler). “Sosyalist devrim, ulusal sınırlar içinde başlar, uluslararası arenada gelişir ve dünya ölçeğinde tamamlanır” (Troçki).

Kapitalizmin, dünya ölçeğinde var olan ekonomik bir sistem olduğu, proletaryanın ulusal ya da yerel değil uluslararası bir sınıf olduğu, insanlığın kurtuluşunun ancak proletaryanın önderliğinde gerçekleşecek sosyalist devrimle mümkün olduğu ve bu devrimin ise ulusal arenada başlayıp, uluslararası arenada gelişerek ancak dünya ölçeğinde nihai zafere ulaşabileceği… proletarya enternasyonalizminin temelinde yatan bu ilkeler, içinde bulunduğumuz emperyalist çağda da tüm geçerliliğini korumaktadır. 19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika gibi ülkelerde hızla gelişen kapitalizm, günümüzde tüm dünyayı tek bir pazar içinde bütünleştirmiştir. Marx ve Engels zamanında en azından bu ülkeleri kapsaması gereken sosyalist devrim, Lenin, Troçki ve Moreno’nun tanık olduğu kapitalizmin emperyalist çağında, artık “dünya devrimi” karakterini kazanmıştır ve bu karakter, insanlığın “barbarlık” ile toplu yok oluşa sürüklenmesinden kurtulmasının yegâne yolu olarak mutlak bir zorunluluktur.

Bu ilkelerden hareket eden devrimci Marksistler ulusal devrimciler olarak değil, her zaman dünya devrimcileri olarak faaliyet göstermişler ve işçi sınıfının uluslararası önderliği olan Enternasyonal’in inşasını önlerindeki temel görevlerden biri olarak algılamışlardır. “Eğer Komünist Sol, tüm dünyada yalnızca beş kişiden oluşuyor olsaydı bile, bir ya da birkaç ulusal örgütün yanı sıra mutlaka bir enternasyonal örgüt kurmak zorunda kalırdı. Temeli ulusal örgütlerin oluşturduğunu ve Enternasyonal’in de bunlara bir çatı işlevi gördüğünü düşünmek yanlıştır. Bunlar arasındaki ilişki tümüyle değişiktir. Marx ve Engels, komünist hareketi 1847’de bir uluslararası dokümanla ve uluslararası bir hareket inşa ederek başlatmışlardır. Aynı şey I. Enternasyonal’in kuruluşunda tekrarlanmıştır. Aynı yol, III. Enternasyonal’in hazırlanmasında Zimmerwald Solu tarafından izlenmiştir. Bugün bu yolun izlenmesi, Marx’ın zamanındakinden çok daha zorunlu hâle gelmiştir. Elbette bugün, emperyalizm çağında bir devrimci proleter eğilimin şu ya da bu ülkede gelişmesi mümkündür, ama yalıtılmış tek bir ülkede ayakta kalması ve gelişmesi olanaklı değildir. Böyle bir eğilim, oluşumunun daha ikinci gününde uluslararası ilişkiler, bir uluslararası platform aramaya başlar, çünkü ulusal politikanın bir garantisi de ancak bu yol üzerinde bulunabilir. Uzun yıllar kendini ulusal sınırlar içinde hapseden bir eğilim, kendisini kaçınılmaz olarak çürümeye mahkûm eder” (Troçki). “Ulusal gerçekliklerin tâbi olduğu bir dünya ekonomisi ve politikası var olduğu müddetçe işçi hareketinin en önemli görevi dünya partisinin inşası olmaya devam edecektir” (Moreno).

Enternasyonal Deneyimleri

Tüm bu tarihi zorunluluklardan hareketle, ilk uluslararası proleter örgütü olarak I. Enternasyonal (Uluslararası İşçi Birliği, 1864-1872) kuruldu. “I. Enternasyonal Marx’tan kendileriyle işbirliği yapmasını talep eden çeşitli ülkelerin sendikalarının yöneticileri tarafından kuruldu. O sırada İngiltere’de diğer ülkelerden gelenlerle birlikte sefalet içinde yaşamlarını sürdürebilecek ücretler almakta olan çok sayıda Alman göçmen işçi bulunuyordu. Bu durumun yol açtığı ucuz işgücü İngiliz işçilerinin işsiz kalmasına neden oluyordu. Benzer durumlar Fransa’da da söz konusuydu. Sonuçta bu ülkelerin işçilerinin yöneticileri bir araya gelip ortak sorunlarının çözümünün uluslararası bir örgütlenmeden geçmesi gerektiğini keşfettiler” (Moreno). Bu sayede, işçilerin sermaye düzenine karşı gerçekleştirecekleri devrimci mücadelelerin uluslararası örgütlemesinin temeli atılmış oldu. II. Enternasyonal (1889-1914) ise, kendisinin “utanç verici bir biçimde dağılmasına yol açan oportünizmin güçlenmesi pahasına yayılan proleter hareketin uluslararası örgütüydü” (Lenin). “II. Enternasyonal varlığını sürdürmeye devam ediyor, ama o gerçek bir Enternasyonal olmaktan ziyade kapitalist sistemin savunucusu sosyal demokrat partilerin bir federasyonundan başka bir şey değil” (Moreno).

“Fiilen 1918’de, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı yıllar boyu –özellikle de savaş sırasında– verilen mücadelenin bir dizi ülkede komünist partilerin doğmasına yol açtığı bir zamanda ortaya çıkmış olan Üçüncü Enternasyonal, resmi olarak, 1919 Martı’nda Moskova’daki Birinci Kongresi’nde kuruldu. Bu Enternasyonal’in belirleyici özelliği, Marksizm’in gereklerini yerine getirmesi, sağlamlaştırması ve sosyalizm ile işçi sınıfı hareketinin yıllar boyu süren ülkülerinin gerçekleştirilmesi tarihsel görevini yerine getirmesidir” (Lenin). “Yeni Uluslararası İşçiler Birliği, değişik ülkelerin proleterlerinin, kapitalizmi yıkma, proletarya diktatörlüğünü kurma ve sınıfların tümden ortadan kaldırılmasına ve komünist toplumun ilk evresi olan sosyalizmin gerçekleşmesine yönelecek bir uluslararası Sovyetler Cumhuriyeti’ni kurma hedefiyle girişecekleri ortak eylemleri örgütlemek için kurulmuştur” (3. Enternasyonal, Belgeler).

I. Dünya Savaşı’nın bitiminde kurulan III. Enternasyonal, o güne dek “proletarya enternasyonalizmi” düşüncesinin ulaştığı en yüksek aşamayı ifade eder. “Komünist Enternasyonal’in seçtiği hedef: her türlü aracı kullanarak, gerekirse silah elde, uluslararası burjuvaziyi yıkmak için ve devletin tümden yok oluşuna geçiş aşaması olarak uluslararası bir Sovyet Cumhuriyeti’ni kurmak için mücadele etmektir. Komünist Enternasyonal, proletarya diktatörlüğünü, insanlığa kapitalizmin vahşetinden kurtulma imkânı veren biricik yol sayar. Ve Komünist Enternasyonal, Sovyet iktidarını bu proletarya diktatörlüğünün tarihsel olarak verilmiş biçimi olarak görür… Komünist Enternasyonal, zafere daha çabuk ulaşmak için, kapitalizmi ortadan kaldırma ve komünizmi yaratma amacıyla mücadele eden Emekçiler Birliği’nin sıkı merkezi bir örgütlenmeye sahip olması gerektiğini bilir. Komünist Enternasyonal gerçekten, fiilen, bütün dünyanın birleşik komünist partisi gibi olmalıdır. Ayrı ayrı ülkelerde çalışan partiler, sadece onun tekil seksiyonları olmak durumundadırlar” (3. Enternasyonal, Belgeler).

III. Enternasyonal, ilk dört kongresinde, milliyetler ve sömürge sorunundan tarım sorununa, parlamentarizm meselesinden işçi sovyetlerine kadar birçok konuya ilişkin –günümüzde güncellenmek kaydıyla– hâlen doğruluğu son derece kesin olan ilkeler belirledi. Ne var ki, III. Enternasyonal, ilk dört kongresinin ardından hızla yozlaştı. İlk dört kongrede alınan tüm kararlar zaman içinde geçersiz kılındı. Enternasyonal, dünya devriminin partisi olmaktan çıktı, ona bağlı partiler de Stalinist bürokrasinin basit birer elçiliği haline geldiler. Stalinist “tek ülkede sosyalizm” anlayışının III. Enternasyonal’de yol açtığı bu tahribata ve çürümeye karşı uzun süre mücadele eden Troçki önderliğindeki Bolşevik Leninistlerin başını çektiği “Uluslararası Sol Muhalefet”, 1933’te Almanya’da faşizmin iktidara gelişinde Stalinizmin oynadığı rolden hareketle son derece önemli tespitler gerçekleştirdi:

• Stalinizm, artık tümüyle karşıdevrimci bir nitelik kazanmıştır. III. Enternasyonal fiilen artık yok olmuştur. Yeni bir Enternasyonal’in “Sosyalist Devrimin Dünya Partisi” olarak, IV. Enternasyonal’in ve buna bağlı ulusal seksiyonların örgütlenmesine girişilmelidir. 

• Emperyalizm çağına damgasını vuran şey, üretici güçlerin gelişiminden ziyade yıkıcı güçlerin gelişiminin temel belirleyen olmasıdır. Bu bağlamda tekniğin ilerlemesi, bir bütün olarak üretici güçleri geliştirememekte, aksine yoksulluğu derinleştirmekte ve yeni emperyalist savaşlar yaratmaktadır.

• Bu çelişkiler, yirminci yüzyılın başından itibaren krizler, savaşlar, devrimler ve karşıdevrimler çağını başlatmıştır.

• Sınıf mücadelesi ve devrim, bu çağda dünya ölçeğinde bir boyut kazanmıştır. Bu çağda tüm olaylar, ulusal değil uluslararası ölçekte ve dünya devrimi ya da karşıdevrimi diyalektiği içinde kavranmalıdır.

• İnsanlığın krizi, proletaryanın önderlik krizine indirgenmiş durumdadır. Proletarya bu önderlik krizini çözümleyene kadar insanlık, giderek ağırlaşan bunalımlara sürüklenmekten kurtulamayacaktır. Bu elbette ezilen ve sömürülen kitlelerin kısmî başarılar elde edemeyeceği, dünya devrimi sürecinde yeni mevziler kazanamayacağı anlamına gelmez. Ancak bu kazanımlar emperyalizmin derinleşen bunalımıyla birlikte giderek daha kaygan hâle gelir ve bir yandan da çıkmaza sürüklenen dünya burjuvazisinin karşıdevrimci iştahını kabartır.

• Dünya proletaryasının önderlik krizi, sınıf bilincinin düzey düşüklüğüyle açıklanabilecek soyut, öznel bir olgu değil; proletaryayı burjuvaziyle ve emperyalizmle ittifaka sokan reformist ve bürokratik önderliklerin varlığından kaynaklanan somut, nesnel bir durumdur. Bütün Stalinist ve küçük burjuva milliyetçi önderliklerin hepsi doğrudan ya da dolaylı olarak emperyalist karşıdevrimin çıkarına hizmet etmişlerdir.

• Bu tip önderliklerin ihanetinin temelinde iki toplumsal neden yatmaktadır: Birincisi, işçi sınıfının içinde aristokrat bir katmanın oluşması, ki işçi örgütlerinin bürokratlaşmasının kaynağıdır; ve ikincisi, Ekim Devrimi’nin kazanımları üzerinde büyüyen ayrıcalıklı bir bürokrasinin ortaya çıkması ve parti çıkarlarının sınıf çıkarlarının üzerinde yer almasıdır. Karşıdevrimci aygıtlar içinde en tahripkâr olanı Stalinizmdir, çünkü tekelinde tuttuğu işçi devleti sayesinde ayrıcalıklarını sınırsız ölçekte geliştirmiş ve bunun sayesinde dünya işçi sınıfının başına çöreklenmiştir.

• Bütün küçük burjuva ve bürokratik akımlar, özellikle de Stalinizm, “tek ülkede sosyalizm” ve emperyalizmle barış içinde birlikte yaşama “teorisi” ya da “ideolojisi”ne dayanır. Bunlar bürokrasinin ya da Stalinist kast sisteminin dünya devrimini bloke etmek ve ezmek için kullandığı temel silahlardır.

• Stalinist, “tek ülkede sosyalizm” ve “emperyalizmle barış içinde birlikte yaşama” teorisine gerçekten karşı olan devrimci kuram, Sürekli Devrim Kuramı’dır. İlk formüle edildiği biçimiyle (Rus Devrimi’nden önce) bu kuram, geri ülkelerde demokratik ve sosyalist görevlerin karşılıklı ilişkisini ve demokratik devrimin gerçekleştirilmesinde proletarya diktatörlüğünün rolünü ortaya koymuştur. İkinci kez formülasyonunda da, tek ülkede sosyalizmin inşa edilebileceği yolundaki Stalinist “kuram”a bir yanıt getirmiş ve yalnızca geri ülkelerde değil, herhangi bir ülkede iktidarı ele geçiren proletaryanın üstlenmekle yükümlü olduğu görevleri belirlemiştir. Bütünlüğü içinde Sürekli Devrim Kuramı’nın temellerini, uluslararası sosyalist devrimin dinamikleri, iktidarı ele geçirebilmesi için işçi sınıfının ve müttefiklerinin devrimci seferberliği anlayışı, emperyalizmin tüm dünyada yenilgiye uğratılabilmesi için proletarya diktatörlüğünün inşası ve ulusal devletlerin devrimci yöntemlerle yıkılması ve sosyalizmin dünya ölçeğinde inşa edilebilmesi amacıyla Dünya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu’nun kurulması ilkeleri oluşturur.

• Sosyalizmin hedefi, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yok edilmesi, ücretli emek ve sermayenin ortadan kaldırılması ve devlet ile toplumsal sınıfların yok oluşuna giden sürecin harekete geçirilmesidir. Burjuvazinin egemenliğini kırabilmek için proletaryanın öncelikle, kapitalist üretimin tekelci düzeye ulaşmış kesimlerini mülksüzleştirmesi gerekir (yani dünya pazarını denetleyen uluslararası finans kapitalle ilişkili tüm sermaye sektörlerinin mülksüzleştirilmesi). Mülksüzleştirmede hangi tempoyla ve nereye kadar gidileceği, proletarya diktatörlüğünün belirleyeceği bir taktik sorundur. Ancak her durumda devrimin görevleri yalnızca finans kapitalin ve burjuvazinin ya da toprak ağalarının mülksüzleştirilmesiyle sınırlı değildir. Asıl hedef sosyalist devrimi ulusal sınırlardan uluslararası arenaya taşımak, emperyalizmi dünya ölçeğinde yenilgiye uğratmak ve sosyalizmin dünya ölçeğinde nihaî zaferi için tüm ulusal sınırları yok etmektir.

• Proletaryanın önderlik krizinin üstesinden gelinebilmesi için, en önemli görev, her ülkede proletarya desteğine sahip devrimci Marksist partiler inşa ederken bir yandan da Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’ni, yani IV. Enternasyonal’i inşa etmektir. Bu partiler, ancak kitle mücadeleleri içinde tüm bürokratik ve küçük burjuva milliyetçi önderliklere karşı amansız bir savaş vererek inşa edilebilir. Bu önderlikler, Geçiş Programı’nda öngörüldüğü gibi, bazı istisnaî durumlarda tabanın baskısıyla burjuvaziden koparak ileri ya da devrimci mücadelelere doğru kaysalar ve hatta bir işçi-köylü hükümeti kurma noktasına gelseler bile, onlara karşı bu mücadele kesintisiz sürdürülmelidir.

• Stalinist bürokrasinin karşıdevrimci karakterini sergileyen en iyi örnek, SSCB’deki hükümettir. Bu hükümet, SSCB’yi kaçınılmaz bir ekonomik, sosyal, politik ve kültürel yıkıma sürüklemektedir. Bürokrasi ve onun rejimi, tarihteki ilk işçi devletinin temellerini her gün biraz daha yıkmaktadır… Derin bir çöküş sürecindeki bu işçi devletini bu tarihsel krizinden kurtaracak olan tek şey, devrimci Marksist partinin başını çekeceği bir politik devrim olabilir. Bu politik devrimin hedefi, devrimci Marksist modele dayalı proletarya diktatörlüğünü yeniden inşa edebilmektir.

• SSCB’de bürokratik kasta karşı gerçekleştirilecek olan politik devrim, dünya proleter devriminin ve tüm dünyada kitle hareketlerini denetimleri altında bulunduran Stalinist, sosyal demokrat ve küçük burjuva milliyetçi önderliklere ve onun yozlaşmış III. Enternasyonal’deki temsilcilerine karşı verilen mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır.

• Bütün bu sayılanlar Geçiş Programı’nda ve onun yönteminde içkin olan ilkelerdir. Geçiş Programı, proletaryanın iktidarı ele geçirme ve devrimci diktatörlüğünü kurma yolundaki seferberliğinin programıdır. Bu program kitleleri içinde bulundukları bilinç düzeyinde kavrar ve onları sürekli bir devrimci seferberlik içinde daha üst bilinç düzeylerine sıçratmayı hedefler. Devrimci Marksist partilerin inşası ve Dördüncü Enternasyonal de ancak bu sürecin bilinçli birer ifadesidir.

Bolşevik-Leninistler bu tespitleri gerçekleştirip yeni bir Enternasyonalin inşasına girişirlerken Stalinist III. Enternasyonal ise, 1943’te kendini emperyalist müttefiklerine kurban ederek fesih kararı aldı. Bu kararı alırken şu gerekçelerden hareket etmişti: “Dünyadaki ayrı ayrı ülkelerin tarihi, gelişim yollarının farklılığı, toplumsal yapılarının farklı, evet hatta karşıt nitelikte olması, toplumsal ve siyasal gelişimlerinin düzey temposundaki farklılık, nihayet işçilerin bilinçlilik ve örgütlülük derecesindeki farklılık, aynı zamanda, her ülkenin işçi sınıfının önünde değişik görevlerin bulunmasına yol açıyor… Komünist Enternasyonal’in Birinci Kongresi’nce işçileri bir araya getirmek için seçilen ve işçi hareketinin yeniden doğuşunun başlangıç döneminin gereklerine uygun düşen örgütlenme biçimi, işçi hareketinin tek tek ülkelerdeki büyümesi ve onların görevlerinin karmaşıklaşması ile birlikte gitgide eskidi, evet hatta ulusal işçi partilerinin daha fazla güçlenmesinin önünde bir engel haline geldi” (Üçüncü Enternasyonal, Belgeler). Görüldüğü gibi, burada da Stalinizmin “ulusal sosyalizm” kavrayışı, eşitsiz gelişim “teorisine” dayandırılmıştır. Oysa eşitsizlik ancak, bileşik bir gelişme dinamiğinin bir öğesidir. “Çeşitli ülkelerin eşitsiz ya da düzensiz gelişmesi; bu ülkeler arasındaki giderek artan ekonomik bağları ve karşılıklı bağımlılığı sürekli olarak ‘bozar’ fakat hiçbir durumda yok etmez. O ülkeler ki dört yıllık iğrenç katliamdan sonra, hemen ertesi günü birbirleriyle kömür, ekmek, yağ, pudra ve pantolon askısı mübadele etmek zorunda kalmışlardır” (Troçki). Eşitsiz ve Bileşik Gelişme Yasası, Sürekli Devrim Teorisi ve Enternasyonalizm, devrimci önderlik ilkelerinin temelinde yatar.

Bolşevik-Leninistler, tüm bu tespitlerin ve yoğun çabaların sonucunda 1938 yılında yeni bir Enternasyonal kurdular. Bu atılım, dünya devrimci Marksist hareketinin en büyük başarılarından biri oldu. IV. Enternasyonal, geçmiş mücadele ve deneyimleri reddetmiyor tersine, onları sahiplenip kendi içinde geliştiriyordu. Özellikle III. Enternasyonal’in ilk dört kongresi, onun başlıca dayanağı idi.

Bu süreçte, gözden kaçırılmaması gereken nokta, IV. Enternasyonal’in işçi sınıfının son derece büyük yenilgiler almakta, uluslararası gericiliğin doruğa ulaşmakta olduğu bir dönemde, akıntıya karşı ilerleyerek kurulmuş olduğudur. Bu nedenle inşa sürecinin ilk aşamalarında, sınıf mücadelesinin sıcak ateşi içerisinde büyük partiler yaratabilme koşulları nesnel olarak söz konusu olmamıştır. Yine de proletaryanın, Stalinist, sosyal demokrat, emperyalist ve faşist güçlerin elbirliğiyle, sürüklendiği olumsuz gidişattan kurtarılabilmesi, devrimci güçlerin dağılmasının engellenmesi ve devrimci bir direniş hattının inşa edilebilmesi için IV. Enternasyonal’in kurulması mutlak bir zorunluluktu. Kaldı ki, bu direniş mücadelesi, Stalinist bürokrasinin her gün biraz daha yıkıma uğrattığı Ekim Devrimi’nin kazanımlarının korunması mücadelesinin de ayrılmaz bir parçasıydı. Bu amaçlar ve yeni görevler yüzünden tüm devrimci Marksistlerin dünya işçi sınıfı mücadelelerinin, özellikle de Ekim Devrimi’nden sonraki tüm derslerini içeren bir program etrafında birleştirilmesi gerekiyordu. Marksizmin bütün bu kazanımlarının, işçi sınıfının ve onun öncüsünün politik hafızasından uluslararası sosyalist devrim görevini silmeye çalışan Stalinizmin ve tüm öbür karşıdevrimci aygıtların saldırılarına karşı korunması gerekiyordu. Bu nedenle de, devrimci bir dünya programının (Geçiş Programı) üzerinde sağlam bir enternasyonal örgütün kurulması kaçınılmaz ve zorunlu bir görevdi.

IV. Enternasyonal olmasaydı, her ülkedeki öncü, o ülkenin ulusal koşullarının belirleyici eğilimlerine terk edilmiş, proletaryanın mücadelesinin tarihsel boyutunu (dünya devrimi) kaybetmelerine izin verilmiş ve Stalinizmin ve sosyal demokrasinin revizyonist ve bürokratik saldırılarına karşı direnebilmelerinin koşulları zayıflatılmış, hatta yok edilmiş olacaktı. Marksizmin ve Bolşevizmin tüm kazanımlarının korunabilmesi, Stalinist tek ülkede sosyalizm teorisine karşı mücadelenin sürdürülebilmesi ve tüm revizyonist ve reformist politikalara (Üçüncü Dönem politikaları, Halk Cephesi politikaları, vb.) karşı, devrimci hattın korunabilmesi ancak IV. Enternasyonal’le mümkün olmuştur.

IV. Enternasyonal’in kurulmasını zorunlu kılan ve ona hayat veren ilkelere bakıldığında, tümünün hâlâ geçerli olduğu ve öngörülerinin tarih tarafından doğrulandığını görebiliriz. Emperyalist kapitalizm hâlâ tüm dünyayı egemenliği altında tutmaktadır ve insanlığı toplu yok oluşa sürüklemektedir. İnsanlığı bu uçurumdan geri çevirebilecek yegâne çözüm hâlâ proletaryanın önderliğinde gerçekleştirilecek sosyalist devrim ve bu devrimle birlikte sınıfların ve devletlerin yok oluşu sürecini başlatacak olan sosyalizmin inşasıdır. Buna karşılık proletarya bu görevi yerine getirebilmesini olanaklı kılacak bir önderliğe sahip değildir. Kuruluş ilkelerinde öngörüldüğü üzere, Stalinist bürokrasi, SSCB’yi ve II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan öbür deforme işçi devletlerini yıkıma sürüklemiş ve kendi ölümcül krizini nihaî noktasına ulaştırmıştır. Ancak buna rağmen işçi hareketi üzerindeki reformist ve bürokratik kontrol tümüyle yok olmuş değildir. 1989 yılı ile birlikte Stalinist partiler çözülüp dağılmış olmakla beraber, çeşitli kılıklar içinde kitle hareketi üzerindeki denetimini korumaya ve onu burjuvaziye ve emperyalizme bağlamaya devam etmekte, işçi hareketi için yeniden “umut” haline gelmeye çalışmaktadır. Sosyal demokrasi de, emperyalist kriz koşullarında burjuvazinin emekçi yığınlar üzerindeki saldırısının ajanlığını yaparak, kitlelerin nezdinde, “saygınlığını” büyük bir erozyona uğratmakla birlikte, çalışan yığınların bilincine egemen olan demokratik yanılsamalardan yararlanma gayreti içindedir. Öte yandan, Stalinist ve sosyal demokrat aygıtların, özellikle partilerin çözülmesinden yararlanan küçük burjuva milliyetçi akımlar önderlik boşluğunu doldurabilmektedir. Dolayısıyla, proletaryanın içinde bulunduğu önderlik krizi hâlâ sürmekte, üstelik günümüzde derinleşerek daha şiddetli bir karakter kazanmaktadır. Bu açıdan devrimci Marksistlerin her türden reformist, bürokratik ve ulusalcı akıma karşı mücadelesi hâlâ çok ciddi bir önem taşımaktadır. Kısacası, çağımızın (emperyalist kapitalizm çağı) ve yaşadığımız dönemin (reformist, bürokratik ve ulusalcı önderliklerin egemenlik dönemi) temel özellikleri sürmektedir ve bu çağın ve dönemin temel programı olan Geçiş Programı bir yöntem olarak tüm geçerliliğini korumaktadır. Bu da IV. Enternasyonal’in temsil ettiği değerler ve ilkeler ile program anlayışının varlık nedenlerinin tüm gücüyle sürdüğünü gösterir.

Ama tüm bunların yanında Troçki’nin ölümünden sonra, II. Dünya Savaşı’nın ardından IV. Enternasyonal bünyesinde, birçok revizyonist sapma gerçekleştiğini unutmamak gerekir. IV. Enternasyonal’in kuruluşunu izleyen yıllar boyunca, dünya devrimci yükseliş sürecinde pek çok ayaklanmalar ve devrimler yaşanmış, bu arada çeşitli ülkelerde Devrimci Marksizm’in önderliğinde olmasa da burjuvazi mülksüzleştirilmiştir. Ne var ki, bütün bu devrimci atılımlara rağmen IV. Enternasyonal sürekli bir güçsüzlük ve kriz içinde kalmıştır. IV. Enternasyonal içinde ortaya çıkan bütün revizyonist sapmaların üzerlerinde taşıdıkları ortak özellikler üzerinde durmak yerinde olacaktır:

• Revizyonist sapmaların tümü, Enternasyonal’in güçsüzlüğünün doğrudan ya da dolaylı sonuçları idi. Bunun sebebi ise ulusal partilerin kitle mücadelelerine önderlik etme ve öncüleri kendi parti çatısı altında birleştirebilme kapasitesinden yoksun olmasıyla ilişkiliydi.

• Ulusal partilerin önderliklerinin proleterleşememesi ve bu yüzden sınıfa yabancı akımlardan kolayca etkilenebilir olmaları diğer bir etkendi.

• İlk iki sebebe bağlı olarak, güçsüzlüğü aşmak için geliştirilen taktiklerin birer stratejiye dönüşmesi başlıca revizyonist kopuşların doğmasında sebep oldu. Yani, kendi programında, yönteminde ve örgütsel kavrayışında ısrarlı bir parti inşa faaliyeti yerine, kitle hareketini etkileyen bürokratik veya küçük burjuva akımların örnekleri takip edilmiş, onlara uyarlanılmış olması IV. Enternasyonal’i çöküş bunalımına sürükledi…

1951 yılına gelindiğinde, revizyonizmin IV. Enternasyonal üzerindeki tahribatı öyle bir boyuta gelmişti ki, devrimci Marksistlerin önüne yeni bir görev dikilmiş bulunmaktaydı: “IV. Enternasyonali Yeniden İnşa Etmek”. Aslında bu görev daha 1940’lardan itibaren “inşayı devam ettirmek” biçiminde devrimci Marksistlerin önünde duruyordu. Dönemin genç ve deneyimsiz önderlikleri ile yukarıda belirtilmiş olan sebepler bunun gerçekleşmesini mümkün kılmadı. Buna karşın, IV. Enternasyonal’in kuruluşunda temsil ettiği değerler ve ilkelerle program anlayışını savunan devrimci Troçkist önder Nahuel Moreno idi. Bolşevizmin, IV. Enternasyonal geleneğinin, Moreno tarafından yaşatıldığını söylememizin nedeni, yürüttüğü çok değerli örgütsel faaliyetlerden ziyade, Bolşevik yönteme sarsılmaz bağlılığı ve her renkten revizyonizme karşı yürüttüğü uzlaşmaz mücadelelerdir.

Nahuel Moreno önderliğinde, 1979 yılında başlatılan girişim sonucunda, 1982’de kurulan Liga Internacional de los Trabajadores-Cuarta Internacional (LIT-CI; Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal) kuruldu. Ne yazık ki, LIT-CI de, geçmiş deneyimlerin kaderini paylaşmaktan kurtulamadı. Moreno’nun ölümünden sonra, dönemin dünya konjonktürünün basıncına (Avrupa’da reformist akımların yani Avro-Komünizm’in güçlenmesi, bürokratik diktatörlüklerin çöküşü…) karşı, devrimci bir politik hat geliştirmekte yetersiz kalan LIT-CI, güncel durumlarla ilgili politik tahlillerde yalpalayarak –içinde taşıdığı tüm devrimci dinamiklere karşın– yaşadığı politik krizlerin etkisiyle, çeşitli kopuşlar yaşadı ve paramparça olmanın eşiğine geldi. Bugün ise dünya proletaryasının, kendi ulusal devrimci işçi partileri seksiyonlarının temsil edildiği, devrimci Troçkist bir enternasyonalin yeniden inşa çabaları, çeşitli kollardan sürdürülmekle birlikte, proletaryanın ihtiyacı olan bu Enternasyonalin, yani Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’nin inşası, bütün yakıcılığıyla, hâlâ dünya işçi sınıfı mücadelesinin en önemli gündem maddesini teşkil etmektedir.

Günümüz

Günümüzde yeni bir proleter enternasyonalinin inşa sürecini belirleyecek olan iki temel dayanak vardır:

 • Enternasyonal’i meydana getirecek, seksiyonlar halinde örgütlenmiş, Bolşevik-Leninist partiler;

 • Bu partilerin, mücadele anlayışlarını dayandırdıkları devrimci Marksist kuram ve bu kuramın kaynaklık ettiği bir program…

Marksizmin tüm mezar kazıcılarının tersine, bugünkü süreç, mevcut gelişmeleri açıklayabilen yegâne kuramı, Sürekli Devrim Kuramı’nı haklı çıkarmıştır, çıkarmaktadır. Dünyanın bugün yaşamakta olduğu kaos, emperyalizmin saldırganlığı ve kapitalist sömürünün vahşeti içerisinde sürüp gitmektedir. Afganistan ve Irak’taki işgal sürmektedir. Afrika’da halklar birbirlerine düşürülmekte, insanlık barbarlığa sürüklenmektedir. Çin’den, Brezilya’dan ve dünyanın birçok ülkesinden köle işçilerin haberleri gelmektedir. Göçmen işçiler, sefalet içerisinde yaşamakta, üstüne üstlük bir de ırkçı yasalara ve saldırılara maruz kalmaktadırlar. 850 milyondan fazla kişinin yani her yedi kişiden birinin yeterli derecede beslenemediği dünyamızda, yaklaşık 1 buçuk milyar insan, günde 1 dolardan az gelirle yaşamaya çalışmaktadır. İşte bu tablonun ışığında, devrimci Marksizmin ortaya koyduğu gibi, dünyanın ezilen ve sömürülen kitlelerine gerçek, demokratik, toplumsal ve ekonomik özgürlükleri sağlayacak, insanlığı tam bir maddi ve manevî kurtuluşa ulaştıracak olan yegâne güç işçi iktidarıdır.

Buna karşın geleneksel sosyal demokrat, Stalinist ve küçük burjuva milliyetçi önderliklerin çözülmüş olması ve emperyalizmle bütünleşmeleri, kitleler üzerinde egemen olan reformist ve popülist ideolojilerin gücünü yitirmiş olduğu anlamına gelmediği gibi bu önderliklerden boşalan yeri devrimci Marksizmin doldurmuş olduğunu söylemek de mümkün değildir. Özellikle 1989’dan itibaren yaşanan çöküşlerle birlikte “Troçkizmin saatinin çalmaya başladığı” doğrudur; ama bu mekanik olarak değil, tarihsel bir içerikle kabul edebilir. Çünkü Troçkizm, dünya proletaryasına ve emekçi kitlelerine henüz yeterince güçlü, kabul edilebilir bir önderlik alternatifi sunabilmiş değildir. Tam da bu nedenledir ki, küçük burjuva sol-milliyetçi gruplar, bilinç karmaşası içindeki kitleleri kısmen ve geçici olarak da olsa peşlerine takabilmektedir. Bununla beraber, burjuva partiler yeni bir demokratik, reformist ve popülist söylemle, emekçi yığınlardaki ideolojik karmaşadan yararlanabilmektedirler. Üstelik mevcut politik boşluğu doldurmaya, yeni sağ ve faşist partiler de adaylıklarını koyabilmektedirler.

Dünya proletaryasına ve emekçi yığınlarına henüz bir alternatif sunamıyor olmakla birlikte Troçkizm, işçileri, emekçileri, yoksul köylüleri ezilen halkları ve tüm insanlığı emperyalist kapitalizmin toplu yok oluş tehlikesinden uzaklaştırıp komünist bir dünyayı yaratabilecek yegâne politik güç olma özelliğini sürdürmektedir. Dolayısıyla, devrimci Marksizmin önündeki en acil sorun, Leninist-Troçkist tarzda örgütlenmiş, kitleleri emperyalist kapitalizme karşı seferber edebilecek, onların bu seferberliğini Sürekli Devrim perspektifiyle Dünya Sosyalist Devrimi doğrultusunda yönlendirebilecek, proletarya diktatörlüğünü yaşamsal kılacak, Dünya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu’nun kurulmasına öncülük edebilecek Dördüncü Enternasyonal’i yani Sosyalist Devrimin Dünya Partisi’ni yeniden inşa etmektir. Bu hedefe ulaşabilmek (bir Enternasyonal inşa edebilmek) için 150 yılı aşkın süredir, mücadele yürütülmüştür ve bu süreçte uluslararası örgütlenmeye dair nasıl ilerlenmesi gerektiğini gösteren beş büyük deneyim yaşanmıştır. Bunlar; I. Enternasyonal, (işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünü muhafaza ettiği için 1914 öncesi) II. Enternasyonal, Komünist (III.) Enternasyonal, IV. Enternasyonal ve son olarak da IV. Enternasyonal’in yeniden inşa çabası olarak LIT-CI. Ne var ki, sınıf mücadelesindeki değişimlerin ve bununla beraber önderliklerde görülen sapmaların sonucunda, bugün itibarıyla, tüm olumlu girişimlere karşın, devrimci bir dünya partisi bulunmamaktadır. Bu boşluk işçilerin dünya ölçeğindeki en büyük zayıflığını oluşturmaktadır. Devrimci Marksistler açısından belirleyici olgu, tek tek ulusallıkların tâbi olduğu, uluslararası bir ekonomik, toplumsal ve kapitalist sistemin varlığıdır. Marx, proletarya enternasyonalizmini masasının başında oturarak değil, bu nesnel gerçekliğe bir yanıt olarak geliştirmiştir. Aynı şekilde, Lenin’in bu enternasyonalizme bir dünya partisiyle somutluk kazandırması şans eseri olmamış, emperyalist kapitalizme en etkili şekilde karşı koymanın bir gereği olarak bu zorunluluk kendini dayatmıştır. Bugün, dünyanın herhangi bir ülkesindeki devrimin kaderi, her zamankinden çok daha fazla uluslararası gelişmelere bağlıdır. İşçilerin, mücadelelerini birleştirmek ve aralarında bir uyum sağlamak gibi acil bir gerekliliği gündeme getiren bu gerçeklik, Stalinizmin işçi sınıfı üzerindeki on yıllara yayılan hegemonyanın yok ettiği enternasyonalist bilinci yeniden oluşturmayı zorunlu kılmaktadır.

Dünya partisinin yeniden inşası faaliyeti ve devrimci önderlik bunalımını çözme mücadelesi, devrimci Marksist analizin en temel tespitini esas almalıdır: Kapitalizmin çürüme çağında, kapitalist üretim ilişkileri insanlığın üretici güçleri önünde mutlak birer engel haline gelir. Çünkü bunlar, çürüyen kapitalist üretim ilişkilerinin çerçevesini aşamamış, geçtiğimiz on yıllarda yaşanan önemli teknolojik ve bilimsel gelişmeler –ki üretici güçlerin gelişimi açısından son derece önemli unsurlardır– kitlelerin yaşam standartlarını yükseltmeye değil, üretici güçlerin iki önemli bileşeninin, insan ve doğanın tahribatına hizmet etmiştir. Ekolojik felaketler, eski çağlara ait hastalık ve felaketlerin yeniden hortlaması, otomasyonla birlikte gelen büyük tensikatlar, açlıktan ölmemek için uluslararası yardıma muhtaç birçok ülke insanı… Bunlar, kapitalist sistemin can çekişme evresinin kendini gösterdiği olgulardır.

Emperyalist kapitalizmin, II. Dünya Savaşı sonunda yaşanan büyük devrimci yükselişten kurtulabilmesinin nedenlerinin başında, Stalinist bürokrasinin Avrupa’daki bir dizi ülkede işçi sınıfını dizginlemesi ve devrimin zaferini engellemesi gelmektedir. Bu durum, başlıca emperyalist ülkelerde uzun bir göreli istikrar döneminin yaşanmasına yol açmıştır. Stalinizm ve sosyal demokrasinin desteğini alan burjuvazi iktidarını koruyabilmiş, ancak büyük bedeller ödemek zorunda kalmıştır; bu bedel –işçi sınıfı hareketinin geriye düşmesi ve ülke kapitalizmlerinin yeniden inşası pahasına– kitleler açısından çok önemli bir kazanım sayılması gereken “sosyal devletler”in oluşumudur. Emperyalist ülkelerdeki bu görece uzun kapitalist genişleme dönemi, özellikle eski sömürgelerde, savaşları ve giderek artan sefaleti beraberinde getirmiştir. Fakat artık, II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan ekonomik patlama bitmiş ve “üçüncü dünya” olarak dile getirilen ülkelerin aşırı sömürüsü emperyalistlere yetmemeye başlamıştır. Emperyalist kapitalizm, kâr oranlarındaki düşüşü önlemek için sömürü düzeyini tüm dünya ölçeğinde arttırmayı zorunlu görmektedir. Bugün emperyalizm, gelişmiş kapitalist ülkelerde dahi, işçi mücadelelerine reformlarla yanıt vermek şöyle dursun, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi geçmiş mücadeleler sonucunda elde edilmiş kazanımları bile bir bir ortadan kaldırmaya çabalamaktadır. Kapitalistler, “sosyal devlet anlayışı” olarak tanımlanan uygulamaları ortadan kaldırmayı zorunlu görmekte, işçiler üzerindeki kapitalist sömürü tüm dünyada daha da belirginleşmektedir.

Emperyalizm, bürokratik diktatörlüklerin çöküşü ile birlikte işçilerin bilincinde oluşan bulanıklığı neoliberal planların uygulanması yönünde kullanmayı becermiş, kendini işçilere muzaffer ve yenilmez bir güç gibi sunabilmiştir. Fakat bu günümüzde değişmekte, Latin Amerika başta olmak üzere, yavaş yavaş işçiler ve ezilen kitleler sokakları yeniden kazanmaya başlamaktadır. Bugün, kapitalizmin üstünlüğü yönünde sürdürülen kampanya eski ihtişamından çok uzaktadır. Artık, sadece ekonomik değil, aynı zamanda politik bir kriz de herkesin görebileceği berraklıkta yaşanmaya başlamıştır. Bunu gizlemenin bir çabası olarak, hayalî düşmanlar, kaynağı belirsiz bir terörizm ve göz boyayıcı yalanlar, burjuvazi ve onun gerici basını tarafından pervazsızca savrulmaktadır. Mücadeleyi emperyalizme karşı yönlendirecek devrimci bir önderlik yaratılana dek yükselmekte olan hareket, kapitalizmin değirmenine su taşımaya devam edecek olan reformist önderlikler tarafından her zaman boğulacaktır. İşçi sınıfının geleneksel bürokratik ve parlamentarist önderlikleri (reformistler ve eski Stalinistler), emperyalizmin işçi sınıfı içindeki ajanları olduklarını kanıtlar biçimde, burjuvazi ile iç içe geçmiş, adım adım devlet ve hükümetlere entegre olmaya başlamışlardır. Ancak, ulusal ve uluslararası ölçekte devrimci bir önderliğin gerçekleşmesi Leninist partilerin inşasına bağlıdır. Bu da ancak işçi sınıfı devrimcilerinin, işçilerin kapitalizme karşı verdikleri küçük ya da büyük tüm mücadelelerde yer alması; reformist ve hain önderliklere karşı savaşması ve kitle hareketi önderliğini hedeflemesi ile başarılabilir. Uluslararası düzeyde devrimci bir işçi partisinin yeniden inşası çabasının merkezî görevlerinden biri, bu türden mücadelelerde yer almak, bunları desteklemek, uluslararası düzeyde birleşmelerini ve gelişmelerini sağlamak olmalıdır. Bugün bir kez daha net bir biçimde görülüyor ki, “sosyalizmin öldüğü” yönündeki kampanyaların yaratmış olduğu, işçi ve kitle hareketindeki kafa karışıklığı yavaş da olsa silinmeye başlamıştır. 

Bu arada şu önemli noktaya değinmek gerek: Tüm bu kafa karışıklığı döneminde, bu sürecin bir parçası olarak devrimci Marksist hareketin belli kesimleri, temel teorilerin “artık işe yaramaz” olduğunu; “yeni yaklaşımların gerektiği”ni; “sınıf mücadelesinin modasının geçtiği”ni; dolayısı ile “yeni bir sendikacılık anlayışı” çerçevesinde; yani sınıftan değil, “sivil toplum”dan yola çıkarak düşünmek gerektiği ve esas sorunun “bireysel özgürlüğü savunmak” ve “insanî eylemleri desteklemek” vb. olduğunu söylemekteler. Nihayetinde, bu kesimlerin ihtiyacı olan, sendikalardan proletarya diktatörlüğüne kadar her şeyi “yeniden düşünmek”tir; bu nedenle de, kapitalizmin yeni evresi olarak adlandırdıkları mevcut döneme ilişkin “yeni bir program” geliştirmek gerektiği yönünde bir önerme ile hareket etmektedirler. Evet, o vakitler büyük değişimler yaşanmıştı: II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan dünya düzeni yerini bir başkasına terk etmişti; tüm bir Stalinist bürokrasi, açıktan açığa ve kitlesel bir biçimde kapitalizmin restorasyonuna yönelmişti ve bu süreç Doğu Avrupa’daki yaşam standartlarının, kitlelerin kültürel düzeylerinin iyice gerilemesine yol açmakta idi; yeni devletlerin doğmasıyla birlikte Avrupa haritasında önemli değişiklikler gündeme gelmişti; işgücünün örgütlenişinde yeni biçimler doğmuştu, vb. Fakat bu değişimlerden hiçbiri kapitalist egemenliğin özüne aykırı değildi. Bu bağlamda, “küreselleşme” olarak adlandırılan şey, yeni bir kapitalist çağa delalet etmemektedir. Bunlar Lenin tarafından emperyalist çağa ilişkin olarak tarif edilen beş özelliği geçersiz kılmamakta, tam tersine güçlendirmekte ve en yüksek ifadesine kavuşturmaktadır. Bu anlamda, bizi her şeyi “yeniden gözden geçirme”ye zorlayan yeni bir çağdan bahsetmek mümkün değildir. Lenin tarafından tarif edildiği biçimiyle, krizler, savaşlar ve devrimler tarafından belirlenen, kapitalizmin can çekiştiği emperyalist çağı yaşamaya devam ediyoruz.

Teori, Program ve Örgütlenme Modeli

Yukarıda belirtilen nedenlerledir ki, IV. Enternasyonal’i inşa ederken temel alınacak bir teoriye, programatik ve hatta parti modeline hâlihazırda sahip olunduğunu düşünmemek için bir neden yok. III. Enternasyonal’in ilk dört kongresini, burada emperyalizme, kapitalist devlete, demokrasi ve reformizme ilişkin; iktidarın ele geçirilmesi ve proletarya diktatörlüğü sorunlarına ilişkin; köylülük, kent yoksulları ve ezilen kitlelerin mücadelelerinde işçi sınıfının önderlik rolüne ilişkin; Sovyetlere ve sendika faaliyetine ilişkin; parlamentarizme ilişkin ve nihayet birleşik işçi cephesi taktiklerine ilişkin olarak tarif edilen tüm stratejik ilkesel temeller bugün de geçerliliğini koruyor.

Aynı şekilde, Geçiş Programı’nı ve IV. Enternasyonal’in 1938’de gerçekleştirilen Kuruluş Kongresi’ni, Bolşevik geleneğin devamcısı ve Stalinist bürokrasiye karşı verilen mücadelenin en ileri ifadesi olarak savunmak pekâlâ mümkün. Öyle ki, bu mücadele, dünya devriminin yenilgisi ve Sovyet devletinin yalıtılmış olarak kalmasıyla birlikte, ilk işçi devletinin siyasi iktidarına el koyan ve Komünist Parti’yi de III. Enternasyonal’i de yozlaştıran karşıdevrimci bir siyasi akıma karşı verilmiştir. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Ne Troçki, ne de IV. Enternasyonal’in diğer öncüleri, Geçiş Programı’nı tamamlanmış bir program olarak görmüştür. Gerçekte tamamlanmamış bir program olarak Geçiş Programı’nın güncelleştirilmesi ve sınıf mücadelesinin deneyimleri ile zenginleştirilmesi zorunludur. Dahası, Geçiş Programı’nın kaleme alındığı tarihte (1938) bile, programa iktidarın ele geçirilmesi ve sosyalizme geçiş sorunlarının işlendiği bölümlerin eklenmesi gerekiyordu. Bunu bizzat Troçki’nin kendisi dile getirmiştir: “Program, tamamlanmış bir program değildir… Programın başlangıç kısmı da tam değildir. Birinci bölüm tam bir ifade olmaktan ziyade sadece bir çıtlatmadır. Programın son kısmı da tam değildir; çünkü o kısımda, sosyal devrimden, ayaklanma ile iktidarın ele geçirilmesinden, kapitalist toplumun diktatörlüğe, sosyalist toplumdaki diktatörlüğe dönüştürülmesinden söz etmiyoruz” (Troçki). Geçiş Programı, tarihsel perspektifi içinde kapsamlı olarak ilk kez Nahuel Moreno tarafından güncellenmiştir. Aynı zamanda, IV. Enternasyonal’in Bolşevik-Leninist geleneği onun sayesinde, devrimcilere örnek teşkil eden militan mücadelesinde sürdürülmüştür. Moreno’nun gerçekleştirdiği güncelleme sayesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişen büyük değişimler, devrimci Marksizm içinde açıklanabilmiştir. Bugün de aynı şekilde, programın güncelleştirilmesi ve zenginleştirilmesi gereği acil ve yakıcı bir görev haline geldiğini kabul etmek gerekir. Fakat bu, tekrar etmek gerekirse, tüm programı değiştirme değil, bir güncelleştirme, geliştirme ve tamamlama faaliyeti sorunudur; çünkü Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ve Geçiş Programı’nda ortaya konan temel noktalar tarih tarafından bütünüyle doğrulanmıştır.

Bolşevik-Leninist parti kuramı, bir dizi eşitsizlik içinde sürüp giden sınıf mücadelelerinin tek bir merkezî iktidar programı çerçevesinde toplanmasının zorunluluğunu gösterir. Ulusal parti bunu kendi etkinlik alanını oluşturan ülke sınırları içinde yaparken, Enternasyonal de dünya devrimci sürecini evrensel ölçekte birleştirmeye çalışır. Ve her ulusal devrim dünya devriminin bileşik bir öğesi olduğu sürece –ki bu emperyalist çağın çıplak bir gerçeğidir– ulusal partiler de Enternasyonal’in birer seksiyonu olmak durumundadır. O halde, Bolşevik-Leninist parti kuramında örgütsel bir ilke olan demokratik merkeziyetçilik nasıl farklı düzeylerdeki sınıf mücadelelerinin bir politik program çerçevesinde birleştirilmesinin bir aracı ise, uluslararası ölçekte de mücadeleler Enternasyonal’in demokratik merkeziyetçi çerçevesinde bütünleştirilmelidir. Demokratik merkeziyetçilik, Stalinist partilerdeki, bürokratik merkeziyetçiliğin karşıtıdır. Parti içi tartışmada ve politikaların oluşturulmasında en geniş demokrasiyi, eylemde ise en katı disiplin ve merkezîliği ifade eder. Demokratik merkeziyetçilik, gerek doğru politikaları oluşturmak, gerekse, emperyalizm, ulusal burjuvaziler ve bürokrasi gibi güçlü düşmanlarla baş etmek açısından bir zorunluluktur.

Bu anlamda Enternasyonal, ulusal bir örgüt için, bir “çatı” ya da “federatif bir örgütlenme” değil, ulusal devrimin de bir parçası olduğu uluslararası devrimin dünya partisidir. Bu açıdan, “İşe ulusal partilerden başlamak gerekir,” diyen her ulusalcı anlayış, kaçınılmaz olarak Stalinist tek ülkede sosyalizm anlayışına vararak çürümeye mahkûmdur. 

Bunun tam karşı kutbu da Enternasyonal’in inşasında bir tehlike doğurur: Uluslararası önderliğin ya da Enternasyonal içindeki bir partinin tüm diğer ulusal partilere kararını dayatması tehlikesi… Böyle bir durum, Enternasyonal’in bürokratik bir yozlaşma sürecine girmiş olduğunu gösterir. “Bu yüzden, Uluslararası önderliğin ulusal partilere ne yapmaları veya hangi politikayı uygulamaları gerektiğini dikte etmesine karşıyız (…) Bununla birlikte ulusal özgüllükleri inkâr etmemek gerektiğini de özellikle ilave etmek gerekir” (Moreno).

Bir diğer vurgu, Enternasyonal’in siyasal bağımsızlığıdır.Siyasal bağımsızlığını her zaman ve her koşulda muhafaza ederek mücadele edecek olan Enternasyonal, modern sınıf savaşımları tarihi boyunca işçi sınıfı tarafından geliştirilen tüm geçerli mücadele yöntemlerini savunmak durumundadır. Bununla beraber, küçük burjuva grupların, bireysel terörizm, gerillacılık gibi kitlelerden yalıtılmış eylemlerine sınıf hareketinin yerine ikame etme çabalarına da karşı çıkması zorunludur. Bu yöntemleri kullanan grupların burjuvazinin saldırılarına karşı savunulması gerekse de mücadele yöntemlerini reddetmek kaçınılmazdır. Bu reddiye ahlâkî değil siyasi temellere dayanmaktadır. Marx’ın dediği gibi, “İşçi sınıfının kurtuluşu, onun kendi eseri olacaktır”. Fakat bunu gerçekleştirmesi, işçi sınıfının iktidarı kendi eline almasına bağlıdır ki, bu iktidarla kendi geleceğini kendisi belirleyecektir. İşçiler, emekçiler ve yoksul köylüler adına konuşma meraklısı bürokratların, “atfedilmiş sıfatların” ya da şeflerin aksine, işçilerin kendi kararlarını kendilerinin almaları gerektiği vurgulanmalıdır, bu ise ancak onların öncü partisi ile mümkün olabilir.

Sonsöz

Devrimci Marksizm, işçi sınıfı hareketlerindeki diğer bütün politik akımlarının faaliyetlerinden farklı olarak, dünya gerçekliğinin daha geniş, daha derin kuramsal görüşü üzerine kurulmuştur. Devrimci Marksizmde “teori” akademik, bürokratik, felsefî, burjuva ve reformist görüşlerden tamamen farklıdır. Teori, hiçbir zaman sınıf savaşımından ayrı düşünülmemelidir. Devrimci Marksizm için “teori” militan bilimidir, bilgiden faydalanarak gerçekliği değiştirmek niyetiyle geçekliğe müdahale etmek demektir. Bu bağlamda enternasyonalizm, metnin tümümde vurgulandığı üzere, mevcut gerçekliğin, sürekli devrim kuramının, militan mücadelenin zorunlu ifadesidir. Bugün işçi sınıfının en büyük zayıflığı, ulusal ve uluslararası platformdaki birlik sorunudur. Proletaryanın “kendisi için” bir sınıf olması, ancak ve ancak bu zayıflığı aşması ile mümkün olabilir. Ve yine ancak o zaman tarihi değiştirme, sosyalist devrimi gerçekleştirme gücüne kavuşabilir. İşçi sınıfının, emekçilerin, yoksul köylülüğün ve ezilen halkaların kurtuluşu buna bağlıdır. Aksi takdirde, insanlığın toplu yok oluş tehlikesinden kurtulması mümkün değildir. İşte bu bağlamda inşa etmesi gereken ulusal partilerinin yanı sıra, bir Enternasyonal’e de ihtiyaç olduğu ortadadır. Bu uluslararası örgüt, ancak, III. Enternasyonal’in ilk dört kongresi; IV.’in temsil ettiği değerler, ilkeler ile program anlayışı ışığında inşa edilebilir. IV. Enternasyonal’in yeniden inşası Troçkizm’in gelenek sorunudur ve bu bağlamda ilkeseldir. Hele ki bugün dillendirilen tüm o V. Enternasyonal anlamsızlıkları içerisinde bu ilke ayrı bir önem kazanmıştır. Ama bilinmesi gerekir ki, inşa edilecek Enternasyonal, yeni bir uluslararası örgüt olacaktır. Tüm kirlenmişliklerden arınmış, revizyonist ve reformist sapmaların bulaşmadığı ve bulaşamayacağı yeni bir Enternasyonal, bir dünya partisi olacaktır. O gün Leninist-Troçkistler, yeryüzüne şöyle sesleneceklerdir: İşte, Sosyalist Devrimin Dünya Partisi! İşte, IV. Enternasyonal!

İnşasına girişilen yeni Enternasyonal, devrimci Marksizmin programında özünü; Leninist-Troçkist militanlarının sonsuz çabalarında gücünü bulacak olan işçi sınıfın yegâne uluslararası örgütü olacaktır. Dünyanın dört bir tarafında milyonlarca militan, hep bir ağızdan burjuvaziye meydan okuyacaktır; savaş naraları sürekli devrim olan işçiler, emekçiler, yoksul köylüler ve ezilen halklar, emperyalist kapitalizme meydan okuyacaklardır… Hep bir ağızdan sesleri, fabrikalarda, tarlalarda ve meydanlarda yankılanacaktır: Ya Barbarlık, Ya Sosyalizm! Ya Emperyalist Yok Oluş, Ya Enternasyonalist Kurtuluş!