Çok değil, sadece birkaç yıl öncesine kadar Erdoğan önderliğinde Türkiye geleceğini Shangay Beşlisi’nde arıyordu. Putin ve Xi Jinping ile dostluk görüntüleri ön plandaydı. Dünya beşten büyüktü. ABD ve AB liderleriyle ilişkiler hasmaneydi. Atlantik hattı karşısında Avrasyacılık geçer akçeydi. Perinçek’in, yüzünü Asya’ya dönmüş Türkiye’nin, adeta gayri resmi dış işleri bakanı gibi göründüğü o dönem ışık hızıyla esprisini yitirdi. Şimdi fotoğraflar Oval Ofis’ten geliyor. Putin ve Xi Jinping’in yerini Trump, Şansölye Merz, Starmer alıyor. Artık S-300 füzeleri değil Eurofighter savaş uçakları konuşuluyor. Türkiye kısa süreli bir eksen yoklamasının ardından yeniden 2. Dünya Savaşı sonrası ana dış politik hattı olan batı eksenine geri dönüyor.
Bu zorunlu dönüş 15 Temmuz sonrası pekişen yeni rejim ittifakının ekonomi-politik sınırlarını tayin etmesi açısından da önemli bir gösterge. Suriye ve Filistin başta olmak üzere Türkiye’nin Ortadoğu politikası geri dönülen bu eksene göre şekilleniyor. Madurolara kadar uzanan ticaret ve yeni politik ilişki arayışları, hevesi kursağında, kendi kıtasına rücu ediyor. Macera ve fetih arayışları güç duvarlarına çarparak rejimi kendi ekonomi-politik gerçeğine geri dönmeye mecbur bırakıyor. Bir dönem alt-emperyalizm teorilerine dek uzanan Türkiye’nin dünyada ve bölgesinde ekonomi-politik yeri ve gücü tartışmaları bu çerçevede bir kez daha ele alınmayı hak ediyor. Özellikle son birkaç yıl içinde dünyada ve bölgede yaşanan sert askeri-ekonomik rekabet ve gelişmeler politik eksen ve oyun kurucu olma meselesinin, ideolojik hamaset ve retoriğin ötesine geçen, kapitalist-emperyalist doğasına tüm çıplaklığıyla işaret ediyor.
Yeni rejimin alâmetifarikası olarak dik durma siyaseti
Oysa 2018’de resmiyet kazanan yeni rejim bütün meseleyi bir dik durma basireti olarak resmetmişti. Eski rejimin Ecevit gibi liderlerine yönelik, halen yürürlükte olan, karikatürize eleştiri hep dünyanın güç merkezlerinde o iki büklüm durma hallerineydi. Yeni rejimin bir tek adam rejimi olarak tasviri dahi eskinin o “acınası” haline bir göndermeydi. İddia net ve basitti. Devlette güç çeşitli denetimsiz ellere dağılmayacak. Rejimde yıpratıcı çok başlılık bitecek. Yönetimde güç fonksiyonel şekilde tek elde toplanacak. Lideri halk seçecek. Meşruiyet zemininde sistem kudret, hız ve çeviklik kazanacaktı! Başarı da bu formülle içeride dışarıda kendiliğinden gelecekti.
Geride kalan sekiz yılda iddia sahipleri dahi bu hedeflere ulaşıldığını savunacak durumda değiller. Ne Türkiye ekonomisi dünyanın en büyük ilk on ekonomisinden biri oldu ne toplumsal huzur ve refah elde edildi ne de siyasi meşruiyet ve rejim tartışmaları son buldu. Aksine bütün bu alanlarda gerileme yaşandı. Kuşkusuz iktidara göre başarısızlığın nedeni kendisi dışındaki her şey. Bahaneler bir yana başlangıçta çözüm olarak davulla, zurnayla ilan edilen “yeni rejim – yeni eksen” paradigmasının şimdi sessiz bir eksen değişikliğiyle (eskiye rücu etmeyle) devre dışı kalması dahi tek başına durumu anlatıyor. Bu tabloda üç soru öne çıkıyor.
Bir; eksen değiştirme paradigması çöken yeni rejim, 80 yıllık batı ekseni yörüngesine ricat etmek zorunda kalırken, yeni olma iddiasını nasıl ve ne üzerinden sürdürecek? Biliyoruz ki mevcudu devam ettirmek için büyük hikâyelere, kahramanlıklara ihtiyaç olmasa da yeni bir inşa için bunlar olmazsa olmaz gereklilikler. Ve yeni rejim, eksen anlamında, başladığı noktaya dönmüş görünüyor.
İki; bu rücu hali yeni rejimin henüz içeride olmasa da dışarıda şekillenen mutlak güç ve rol paylaşımına gönül indirmesi anlamına geldiğine göre bu gelişmenin iktidar blokuna ve rejimin yapısına yansıması ne olacak? Bağımlılığı derinleşen iktidarın ödeyeceği diyetlerden birinin de “alternatif” ekonomik kazanımların devre dışı kalması kaçınılmaz. Küçülen pastanın ve paylaşım geriliminin iktidar bileşenlerinde bir doğal seçilim ve kavga yaratması bu açıdan mukadder görünüyor. Son dönemde, çoğu iktidara yakın büyük sermaye gruplarına yönelik tutuklama ve şirketlerine el koyma girişimleri bu meyanda anılmalı.
Üç; güç ve oyun kuruculuğa dayalı fetihçi dış politika yerini zoraki diplomasiye, barış ve istikrar arayışlarına dayalı yeni bir düzen arayışına bırakırken iç politikada halen uygulamada olan olağanüstü hal politikası nasıl sürdürülebilecek? Suriye ve Irak’a yönelik askeri harekâtlar son 10 yılın iç politik atmosferini ve toplumsal tansiyonu belirledi. Terör başlığı altında yaklaşık 40 yıldır iç politik alan alabildiğine daraltıldı. Eğer şimdi bunlar oldukları halleriyle sürdürül(e)meyecekse yeni rejim hangi temeller üzerine devam edecek, konsolide olacak? İç politik atmosfer neyin üzerinden şekillendirilecek? İktidarın kendi hikâyesinde toplumsal rıza üretmek ve siyasal devamlılık sağlamak için “İmamoğlu suç örgütü”nden daha fazlasına ihtiyaç duyduğu ortada.
Seçimler, Beka ve Terörsüz Türkiye
Bütün bu soruların dönüp dolaşıp bizi getirdiği nokta eksen değişikliğinin yeni rejim için bir tercih değil zorunluluk olarak gündeme gelmesinde. Eksen değişikliği gücün değil güçsüzlüğün bir ifadesi olarak gerçekleşti. Kürt sorununda çözümün de tarihsel bir yanlıştan dönülerek bir demokratik cumhuriyet yaratma arzusuyla gündeme gelmemiş olması gibi. İktidar bloku kazanmak zorunda olduğu bir seçimin yaklaştığını görüyor. Son genel ve yerel seçimlerin ve kamuoyu araştırmalarının gösterdiği üzere olası bir seçimde iktidar kazanmak ve yönetmek konusunda rahat değil. Dış politik atmosfer ve iç politik gelişmeler iktidar bloku adına 2023 seçimlerinin “CHP-PKK elele” kampanyasını muhtemel 2027 seçimlerinde tekrar etmesini imkânsız hale getiriyor.
Soruyu şöyle de sorabiliriz: Terör belası ve beka sorunu söz konusu olmayacak ve batı ekseni daimi yörünge olacaksa Türkiye’nin neden bir tek adam rejimine ihtiyacı olsun? Çarşı-pazarın pahalılığından şikâyet eden halka “bir mermi kaç lira, biliyor musun?” denemeyecekse tatmin edici cevap ne olacak? Asgari ücretin açlık sınırı altında kalışı, emekli aylıklarının bayram harçlığı mertebesinde olması, ödenemez hale gelmiş kiraların yüksekliği terör belası ve beka sorunu yokluğunda neyle izah edilecek?
Terörsüz Türkiye yüzyılında Suriye’nin imarından ve bölgenin kalkınmasından Türk kapitalizminin alacağı olası pay sermaye için önemli bir motivasyon olacaktır. Batı ekseninin bağımlı konforunda sermaye için krediye ulaşma nispeten kolaylaşacaktır. Köprüler ve otoyollar gibi elde kalan kamu kaynaklarının özelleştirilmesi sermayeden destek bulacaktır. Nadir elementlerin göz kamaştırıcı cazibesiyle doğayı yok eden madencilik uygulamaları sermaye için yeni kaynaklar sağlayacaktır. Lakin bunlar bugüne dek sadece dış borçların daha da büyümesine, halkın daha da yoksullaşmasına yol açtı. Çünkü kazançlar emperyalist şirketlerle yerli sermaye grupları arasında pay edildi. Kaynaklar emekçiler için harcanmadı. Aksine emekçilerin vergi yükü daha da arttı.
Dolayısıyla olağanüstü hal rejimi üzerine yükselen iktidar blokunun hem sermayeyi memnun etmeye hem yoksulluğu derinleştirmeye hem halktan en yüksek teveccühü alabilmeye hem de bir tek adam rejimi olarak var olmaya devam etmesi batı ekseni zemininde ve Terörsüz Türkiye koşullarında mümkün olamaz. Türkiye’nin olağanüstü hal rejimi, AKP’nin özellikle Fethullah Gülen hareketiyle girdiği iktidar savaşının ve buna eşlik eden Arap isyanlarının Türkiye’ye yansımasının ve Suriye’de PKK’nin güç ve pozisyon kazanmasının engellenmesinin bir sonucu olarak gündeme gelmişti. Fethullah Gülen hareketi devletten ayıklanıp, rejimden sıyrılarak çökertildi. Arap isyanları kimi gerici rejimleri yıksa da kısmi başarı ve yenilgilerle duruldu. Suriye’de Şam-SDG ortaklığı Türkiye’nin de dâhil olduğu sınırlarını ABD’nin çizdiği bir rotada ilerliyor.
Bütün bunlar tek adam rejiminin beka temalı varlık ve sürdürülebilirliğini zorlayan unsurlar. Türkiye’nin bu anlamda bütün bu gelişmeler eşliğinde ve yönünü batı eksenine çevirdiği koşullarda bir yarı Bonapartistleşme sürecinin basıncı altına girmesi olasılık dâhilinde. Bu noktada batı ekseninin başta ABD-Trump olmak üzere Bonapartistleşme eğiliminde olması ile Macaristan, Polonya, Türkiye gibi ülkelerdeki Bonapartizm olgularını birbirine karıştırmamak gerekir. İlkinde aşılamayan 2008 dünya ekonomik krizinin emperyalist merkezlerde yarattığı kapitalizme özgü derin siyasi temsil krizi belirleyici iken ikincisinde yarı sömürge ülkelerin sınırlı sermaye birikimleriyle rejimlerine içkin yapısal sorunlar belirleyici durumda. Kuşkusuz bunlar birbirlerini doğrusal yönde besleyen unsurlar. Yine de Trumplı bir dünyada dahi mevcut dış ve iç politik gelişmelerin eşliğinde Türkiye yeniden pekâlâ bir yarı demokratik rejime doğru salınabilir. Kuşkusuz yeniden tam Bonapartist bir karakter kazanmanın tüm yapısal sorunları siyasal sistemde ve rejimin bağrında yaşamaya devam ederek.
Bu ihtimaller dizisi, (Türkiye’de rejimin doğasının emperyalizme sıkı sıkıya bağımlı olduğu gerçeğini bir an bile unutmadan) önümüzdeki süreçte iktidar blokunu bir arada tutan ideolojik-politik ve ekonomik-sosyal gerekçelerin gözden geçirilebileceğine işaret ediyor. İktidar bloku olduğu haliyle bir arada durmaya devam edebilir mi? Belki! Ama bu birlikteliğin gerekçeleri aynı kalamaz. Terörsüz Türkiye ilanı ve eksen değişikliği bunun somut ifadesi. Şimdi yaklaşan seçimler öncesinde iktidar halka ikna edici bir hikâye anlatmak zorunda. O hikâyenin rıza üretebilmesi mümkün olabilecek mi? İktidarın tüm çelişkileri ve ideolojik-politik bagajıyla birlikte kurucu cumhuriyet değerlerine ve Atatürk’e daha fazla meyletmesinin nedeni belki de bu sıkışmışlıktandır. Ama sadece politik alanda değil kadrolar anlamında da iktidarın bir yenilenme, değişim eşiği/baskısı altında olduğu görülüyor. Bunun yarattığı tansiyon ve iç çatışma gizlenemiyor. Pekiyi, buradan Türkiye için hayırlı bir sonuç çıkabilecek mi? Yaşadıklarımız yaşayacaklarımız için güçlü bir veri olsa gerek. Hep birlikte göreceğiz. Lakin iktidar hangi yolu izlerse izlesin o hikâyede emekçiler ve ezilenler için asli bir yer olmadığı ortada. İşçi sınıfı kendi hikâyesinin kahramanı olmak zorunda…