Çalınan Sudan’ı geri kazanmak
Bugün Sudan’ı parçalayan acımasız çatışma, Sudan’ın kapitalist sistemindeki derin yapısal krizin bir yansımasıdır. Ülkenin zenginliğini uzun süredir yağmalayan egemen sınıfın fraksiyonları arasındaki silahlı bir hesaplaşma yaşanıyor ve ülke rekabet halindeki emperyalist güçlerin bir sahnesine çevrilmek isteniyor. Fiilen Sudan, etki alanı kazanmak kaynakları kontrol etmek için savaşan “kapitalizmin asalak kanatlarının” savaş alanına dönüşmüştür; bunun bedelini ise sıradan Sudanlılar ödemektedir. Generaller ve milis liderleri, devleti ellerinde bulundurmanın getirdiği gücü ticari imparatorluklara dönüştürmüş, şiddeti özelleştirmiş, toprakları, madenleri ve limanları kendilerine kapmışlardır. Ordu ve Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF), birikim araçlarına dönüşmüştür: üst düzey subayların sahip olduğu bankalar, çiftlikler ve fabrikalar, işçilerden ve köylülerden zor yoluyla “aşırı kâr” elde etmenin araçları haline gelmiştir. Bu çarpık düzende güvenlik, en yüksek teklifi verene satılır; kamu kurumlarının içi boşaltılmıştır; Sudan halkının gündelik yaşamı, en büyük ateş gücüne sahip silahlı grubun iradesine bağlı hale gelmiştir.
Sudan Silahlı Kuvvetleri’nin (SAF) lideri General Abdülfettah el Burhan da RSF’nin önderi General Muhammed Hamdan Dagalo (Hemedti) da otoriter ve askeri yönetim geleneğinden gelmektedir. 1989’da iktidara gelen İslamcı rejim altında yetişmişler ve onun içinde böl-yönet mekanizmasının dişlileri olarak hizmet etmişlerdir. Bugün, yıllarca sömürü düzeninin ganimetlerini paylaştıktan sonra birbirlerine karşı dönmüşler ve Sudan’ı gerçek anlamda bir savaş alanına çevirmişlerdir. 2019’daki kitlesel ayaklanmada işçiler, öğrenciler, kadınlar ve gençler sokağa dökülüp sivil yönetim, hesap verebilirlik ve toplumsal adalet talep ettiklerinde, Sudan halkının askeri yönetime meydan okuma potansiyeli güçlü biçimde ortaya çıkmıştı. Ancak o hareket, elit pazarlıklarla ihanete uğradı: müzakere edilmiş uzlaşmalar, yalnızca generaller ve teknokratlar arasındaki bayrak değişimiydi; baskı yapıları yerinde kaldı. Sonunda aynı köklü çıkar çevreleri yeniden kontrolü ele geçirdi; dün silahsız protestocuları katledenlerin dokunulmazlıkları, bugünün generallerini yeni vahşetler düzenlemeye yalnızca daha da cesaretlendirdi.
El Faşir, Darfur ve dış güçler
Kuzey Darfur’un tarihî başkenti El Faşir, uzun zamandır Darfur’un stratejik merkezi ve önceki soykırım savaşının mağdurları için bir sığınak olmuştu. 26 Ekim 2025’te BAE destekli RSF’nin kente girmesi bir dönüm noktası oldu: 18 ay süren kuşatma, kitlesel katliamlar ve zorla tahliyelerle son buldu; yaklaşık 260 bin sivil saldırı sırasında mahsur kaldı. Horn Enstitüsü analistleri El Faşir’i “Darfur’un sinir sistemi” olarak nitelendiriyor; siyasal açıdan da Darfur Bölgesel Hükümeti’ne ve orduyla müttefik Cuba Barış Anlaşması imzacılarına ev sahipliği yapıyordu. Bu sembolik başkentin düşmesi, o Darfurlu isyancı grupları etkisiz hale getirdi ve RSF’ye Darfur’un beş eyaletinin tümünde tam askerî kontrol sağladı; Batı Sudan fiilen Hemedti’nin milislerine terk edildi. Kısacası El Faşir’i tutmak hem jeostratejik (Orta Afrika’ya, ticaret yollarına, petrole ve Kızıldeniz’e açılan kapı) hem de sembolik (Darfur’un sömürge karşıtı geleneğinin mirası ve savaş mağdurlarının sığınağı) bir anlam taşıyordu; bu yüzden kentin düşüşü, felaket boyutunda bir tırmanma olarak yankılandı.
Yıllardır Sudan, bölgesel ve küresel güçler için bir oyun alanı haline getirildi. Bugün Sudan’daki savaş fiilen bir vekâlet savaşıdır: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Hemedti’nin RSF’sini silah, para ve hatta Çad’da ileri bir üs sağlayarak finanse ederken; Mısır, Suudi Arabistan ve İran, Kızıldeniz ve Afrika Boynuzu çevresindeki çıkarlarını koruma amacıyla el Burhan’ın SAF’ını desteklemektedir. Rus emperyalizmi de sürece derinden dâhildir: Wagner paralı askerleri (bir zamanlar RSF’yle müttefikti) artık hangi taraf daha çok öderse onun için stratejik maden ve liman projelerini güvence altına almaya çalışmakta, Sudan altınını Moskova’nın savaş makinesine aktarmaktadır. Batı da bu oyunda rol oynamaktadır: ABD ve AB kendilerini “tarafsız” arabulucular gibi sunar ama gerçekte yarım yamalak yaptırımları ve anlaşmaları, kan dökülmesini durdurmak yerine şirketlerin ve diplomatların nüfuzunu pekiştirmeye yaramaktadır.
Kaynak zenginliği ve yağma ekonomisi
Bu mücadelenin özünde, Sudan’ın savaş ekonomisini besleyen olağanüstü doğal zenginlikleri yatmaktadır. Sudan, Afrika’nın üçüncü büyük altın üreticisidir; bu altınların tonlarcası generaller ve onların yabancı müttefiklerince yağmalanmıştır. Yalnızca 2022’de BAE, yaklaşık 3 milyar dolar değerinde Sudan altını ithal etti. Öte yandan Körfez monarşileri Sudan’ın tarım arazilerini yutmakta, milyonlarca köylüyü yerinden etmekte ve kendi gıda güvenliklerini yüzlerce mil ötede kiraladıkları topraklara bağlamaktadır. Stratejik Kızıldeniz limanları ve altyapı projeleri de aynı şekilde tartışmalıdır: BAE’nin Suakin’deki 6 milyar dolarlık limanı, Mısır ve Türkiye yatırımları, Suudi projeleri… Hepsi, küresel deniz taşımacılığının yaklaşık %15’inin geçtiği Port Sudan’dan geçen ticaret yollarını kontrol etme amacına yöneliktir. Madenler, plantasyonlar, petrol terminalleri, demiryolları ve limanlar gibi stratejik noktalara silahlı fraksiyonlarca fiziken tahkim edilmiş ve küresel emtia zincirlerine bağlanmıştır. Her savaş günü, her bombalanan hastane, bu “komuta tepeleri”nin militarize olmuş vurguncuların elinde kalmasını sağlar. Kısacası, Sudan’da savaş ve kapitalizm birbirlerine kopmaz bir biçimde bağlıdır: Mermiler çılgınca altın külçelere dönüştürülür.
Bu savaş ekonomisinintoplumsal bedeli akıl almaz boyuttadır. Sudan’ın 45 milyonluk nüfusunun neredeyse yarısı artık acil gıda, su ve ilaca ihtiyaç duymaktadır. 12 milyonun üzerinde insan evlerini terk etmek zorunda kalmış, bu da tarihte kayda geçmiş en büyük yerinden edilme krizlerinden birine dönüşmüştür. Kıtlık geniş bölgelere yayılmış, çocuklar Darfur’da ve Hartum’da her gün açlıktan ölmektedir. Bütün semtler harabeye dönmüştür: okullar ve hastaneler yıkılmış ya da milis kontrolüne geçmiş, tarlalar yanmış, kuyular zehirlenmiştir. Kadınlar ve kızlar, milislerin uyguladığı vahşi toplu tecavüz kampanyalarının kurbanı olmaktadır; bu, korku ve tahakküm taktiğidir. Toplumsal yaşamın dokusu parçalanmıştır: aileleri ayakta tutan dayanışma ağları ve yardımlaşma biçimleri travma ve yoksullukla dağılmıştır. Bir raporda belirtildiği gibi, bu “toplumsal altyapının yıkımı”, yaşamın temel ihtiyaçlarının yalnızca silahlı müşteriler üzerinden aktığı militarize bir sistemi kökleştirmiştir.
Bu kâbus, Sudan’ın iç savaş kapitalizminin kaçınılmaz sonucudur. Ulusal ordu ve müttefik milisler artık klasik biçimde devlet kurumları değildir; bankalara, fabrikalara, çiftliklere ve madenlere sahip olan yapılara dönüşmüşlerdir. Ordu generalleri, kapitalist derebeylikleri yöneten savaş ağalarına dönüşmüş, emeği şiddetle kontrol altında tutarken, sadakati ganimetle satın almışlardır. Bugün Sudan’da tek yasa silahtır, tek piyasa savaş vurgunculuğudur. Sınıf iktidarı ile şiddetin bu biçimde kaynaşması, ekonominin tamamen savaş temelinde örgütlendiği anlamına gelir. Fiyatlar ablukalar ve karaborsalarla yükselmekte, temel mallar kontrol silahına dönüştürülmekte, direnişin her kıvılcımı silahla ezilmektedir. Bu yurttaş yaşamının çözülüşü, şu gerçeği pekiştirir: Sudan’daki savaş “eşitler arası bir iç savaş” değil, emperyalizmle beslenen bir sınıf savaşıdır.
Sahte barış görüşmeleri ve gerçek çözüm
Generaller arasında yapılan hiçbir diplomatik toplantı bu gerçeği değiştirmeyecektir. Geçmişteki tüm “barış anlaşmaları” ve “güç paylaşımı uzlaşmaları” yalnızca generallerin ayrıcalıklarını sağlamlaştırmıştır. Uluslararası arabulucular defalarca askerî üst kadro ile pazarlık yapmış, Sudan halkına sadece geçici ateşkes vaatlerinden ibaret kâğıt parçaları bırakmıştır; yağmanın yapısal nedenleri ise yerinde kalmıştır. Aslında bu tür elit anlaşmaları çoğu kez savaş zenginlerini hesap vermekten korur ve krizi yaratan çıkar ağlarını güçlendirir. Bu koşullarda her ateşkesin hızla çökmesi ya da “geçiş hükümetlerinin” en temel ihtiyaçları bile karşılayamaması şaşırtıcı değildir. “İstikrar”, adaletin önüne konmakta; dış aktörler generalleri meşrulaştırmakta; taban hareketleri dışlanmaktadır. Sudan’ın 2019 ayaklanması zaten acı bir ders vermişti: işçiler ve gençler gerçek demokrasi ve toplumsal değişim talebiyle ayağa kalktığında, eski askerî klik çeşitli biçimsel değişikliklerle devrimin taleplerini sönümlendirmek için tüm hünerlerini sergiledi.
Bu uçurumdan çıkış yolu, Sudan’ın savaş ağalarının bir kanadının zaferiyle değil, onların koruduğu sistemi kökten devirmede yatmaktadır. Çözüm, aşağıdan örgütlü, işçilerin, köylülerin, kadınların ve gençlerin öncülüğünde kitlesel bir mücadeledir. Sudan emekçi halkı, politik iktidarın ve ekonominin kontrolünü kendi ellerine almalı; generallerin altın madenleri, çiftlikler ve limanlar üzerindeki hâkimiyetini kırmalı ve bütün bu kaynaklar emekçi halkın acil ihtiyaçları için kullanılmalıdır. Bu, savaşın finansmanını kesmek anlamına gelir. Bu şekilde savaş ağalarına gerçek bir silah ambargosu uygulanabilir, silah ve patronajı satın alan kayıt dışı altın ve para akışlarının durdurulması mümkün hale gelir. İnsani yardım, askeri kanallar aracılığıyla değil, halk denetimi altında dağıtılmalı; yerel toplulukları güçlendirmeli, onları bağımlı hale getirmemelidir. Yağmalanmış kamu kurumları ve kaynakları (çiftlikler, demiryolları, fabrikalar) işçi denetimi altında, halkın ihtiyaçları temelinde, demokratik ve merkezi bir planlama temelinde işletilmelidir. Topraklarına el konulan köylülere arazileri geri verilmeli, güven içerisinde tarım yapabilecekleri koşullar sağlanmalıdır. Madenler, limanlar, bankalar kamulaştırılmalı, İsviçre bankalarına değil, ülkenin zenginlikleri hastanelere, okullara ve evlere akmalıdır.
Böyle bir dönüşüm, mevcut sistemden devrimci bir kopuşu ve bir işçi ve halk hükümetinin inşasını gerektirir. Bununla birlikte, bu gerçekleşmesi imkansız bir hayal değil. Sudanlı devrimciler zaten 2019’da bunun yolunu göstermişti: mahalle komiteleri ve meslek birlikleri kurarak grevleri ve öz savunmayı koordine etmiş, köy meclislerinde kararları kolektif biçimde almışlardı. Taban konseyleri, kadınların önderlik ettiği komiteler, köylü meclisleri gibi doğrudan demokrasi biçimleri yeni bir işçi ve halk yönetiminin çekirdeği haline gelmelidir. İşçi, kadın ve çiftçi konseyleri belediye hizmetlerini devralmalı, gıda dağıtımını örgütlemeli, yerel güvenliği sağlamalıdır. Halk meclisleri, bölgesel ve ulusal konseylere delege seçip geri çağırabilmeli, böylece dayatılmış “teknokratlar” yerine gerçek hesap verebilirlik kurulmalıdır. Ekonomik olarak hayatta kalabilmek için milis örgütlerine katılmış kişiler için ekonomik ve sosyal boyutları olan bir rehabilitasyon programı hayata geçirilmelidir.
Sudan’daki bu mücadele, emperyalizm ve neoliberal kapitalizme karşı daha geniş mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Dayanışma hayırseverlikle sınırlı olamaz: Dünya çapında işçiler ve aktivistler, bu yıkımı sürdüren küresel ağları ifşa etmeli ve kesintiye uğratmalıdır. Kampanyalar, Sudan altınını taşıyan bankaları ve nakliye şirketlerini, Sudan toprağını sömüren tarım tekellerini ve Kızıldeniz limanlarını inşa eden şirketleri hedef almalıdır. Sudan sendikaları ve köylü federasyonlarıyla Afrika, Ortadoğu ve ötesindeki partnerleri arasında kurulacak uluslararası işçi dayanışması, yabancı hükümetler üzerinde baskı kurabilir ve dezenformasyon kuşatmasını kırabilir. Amaç, dayanışmayı eyleme dönüştürmektir: savaş ağalarının ve emperyalistlerin Sudan’ı yağmalamasını reddeden birleşik bir hareket. Bir çağrının belirttiği gibi, “Afrika ve Ortadoğu’da militarize yönetimin her biçimini reddeden enternasyonalist bir dayanışma hareketi” ancak “eşitlik, işçi iktidarı ve toplumsal mülkiyet” temelinde Sudan’ı yeniden inşa edebilir.
Sudan’ın trajedisi, kapitalizmin iflasının en son kanıtıdır: Vurguncular çıkarlarını korumak için kan dökerken, çocuklar açlıktan ölür, doğa yağmalanır. Bu sistemin insancıl bir versiyonu yoktur. Sudan emekçi halkının geleceğini geri almasının tek yolu, kendi örgütlü gücüyle generalleri devirmek, emperyalizmin zincirlerini kırmak ve azınlığın çıkarları yerine çoğunluğun ihtiyaçlarıyla yönetilen bir toplum inşa etmektir. Görev zordur, zalimler acımasızdır, ancak tarih göstermiştir ki emekçi halk sınırları aşarak birleştiğinde, en derin yıkımı bile özgürlüğün temeline dönüştürebilir. Bugün Sudan’da olduğu gibi militarize kapitalizme karşı verilen her mücadelede, devrimci yol adaletin, onurun ve barışın tek yoludur.