Suriye: Ekmeksiz halk, istibdatla beslenen iktidar

Suriye’de Esad rejiminin düşmesinin ardından geçici hükümetin kurulmasının üzerinden on ay geçtikten sonra, bu hükümetin şimdiye kadarki en zayıf döneminden geçtiği açıkça görülmektedir. Kanlı Esad diktatörlüğünden kurtulmanın ardından toplumun geniş kesimlerinde hâkim olan ilk iyimser hava, mart ayında Lazkiye’de yaşanan katliamlarının ardından derin bir kuşkuya dönüştü. Süveyda’daki katliamların ardından ise mevcut hükümete yönelik eleştiriler büyük ölçüde arttı. Bu tablonun oluşmasında, geçici hükümetin politik arenayı kendi tekeline alma çabasının yanı sıra, ekonomik yıkımdan çıkabilmek adına hiçbir önemli adımın atılmaması da belirleyici oldu.

Şara yönetimi iktidarını iki temel politikayla sağlamlaştırmaya çalışıyor. İlki, Esad rejiminden miras kalan mezhepçi bölünmeleri kullanarak ülkenin Sünni Arap çoğunluğunu kendi mahkûm etmek. Bu temelde ülkedeki ulusal ve dinsel azınlıkları bir tehdit, dış güçlerin uzantısı olarak göstermekten çekinmiyor. İkincisi ise, bölgesel ve küresel güçlerin desteğini arkasına almak. Uluslararası tanınırlıkla meşruiyetini sağlamaya çalışan geçici hükümet, bu yönde her türlü tavizi vermeye hazır bir politika izliyor. Bu çerçevede, Şara’nın çok konuşulan BM ziyaretinden başlayarak geçici hükümetin içeriye ve dışarıya dönük politikalarını ve güncel durumu değerlendireceğiz.

Geçici Başkan Ahmed Şara’nın New York ziyareti

Geçici Başkan Ahmed Şara’nın New York’a yaptığı ziyaret ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu çalışmalarına katılımı, geçici hükümetin uluslararası meşruiyetini sağlamaya yönelik çabalarının yeni bir durağıydı. Bu ziyaret, Şara yönetiminin resmî söylemini uluslararası topluma sunmak için bir platform işlevi gördü. Ancak dikkat çeken husus, “geçici başkan” sıfatını taşıyan Şara’nın Suriye’deki siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlara dair hiçbir yeni çözüm önermemiş olmasıydı.

Şara konuşmasında, Suriye’nin yeniden ayağa kalkması ve yaptırımların kaldırılması için “uluslararası işbirliği” çağrısı yapmaya odaklandı; fakat artan iç talepleri, özellikle de siyasal ve anayasal reform taleplerini tamamen göz ardı etti. Gerçekte bu ziyaret, iktidarın uluslararası arenadaki varlığını meşrulaştırma girişimlerinin uzun zincirindeki bir başka halkaydı. Oysa içeride devasa zorluklarla karşı karşıya: halk derin yoksulluk, işsizlik ve açlık içinde yaşıyor; sahildeki katliamların dosyası hesap verilmeden kapatılmış durumda; Temmuz ayından bu yana süren Süveyda kuşatması hâlâ devam ediyor; ayrıca 10 Mart’ta Kuzey ve Doğu Suriye’deki özerk yönetimle yapılan anlaşma hâlâ hayata geçmiş değil.

Üstelik Esad döneminden miras kalan ağır ekonomik enkaz hâlâ yerinde duruyor. İşsizlik ve düşük ücretler ülkenin en temel sorunları olmaya devam ediyor. Evleri yıkılan ve yerinden edilen milyonlar lehine somut hiçbir adım atılmış değil; ülkede milyonlarca insan hâlâ çadırlarda veya yarı yıkık binalarda hayatta kalmaya çalışıyor. Bu tablodan ötürü ülke dışındaki milyonlarca mülteci de ülkeye dönüş yapmakta tereddüt ediyor. Ülkenin pek çok kentine halen günde 2 saat elektrik verilebiliyor. İnternet altyapısı çökmüş halde durmaya devam ediyor.

Şara yönetimi bu krizleri son dönemde Körfez ülkeleri, Türkiye, İsrail ve Rusya gibi emperyalist güçlerle uzlaşarak ve yabancı yatırım beklentileriyle çözmeyi umuyor. Ancak bu yönde yapılan yüzlerce toplantı ve onlarca anlaşmaya rağmen elle tutulur hiçbir ilerleme kaydedilmedi.

İsrail ile güvenlik anlaşması: belirsizlikle dolu yeni bir cephe

Suriye siyaset sahnesinde kaygı ve belirsizlik yaratan başlıklardan biri de, detayları henüz tam açığa çıkmamış olan İsrail’le muhtemel güvenlik anlaşmasıdır. Hükümet uluslararası meşruiyetini BM gibi kurumlar üzerinden sağlamaya çalışırken şu soru öne çıkıyor: Yirmi birinci yüzyılın en korkunç soykırımını Gazze’de işleyen işgal devletiyle yapılan bu anlaşma neyi gizliyor?

Bazıları bölgenin istikrarına yönelik “olumlu” adımlar olarak sunmaya çalışsa da, bu anlaşmanın kapsamı hâlâ sis perdesiyle örtülü. Bu, daha büyük bir bölgesel uzlaşının parçası mı olacak? Yoksa hükümet, uluslararası destek uğruna Suriye halkının çıkarlarını tamamen göz ardı ederek ciddi tavizler mi vermeyi planlıyor?

Bu tür adımlar, ülkeyi yalnızca savaşı finanse eden ve yıkımı derinleştiren emperyalist bölgesel ve küresel güçlerle ittifakların devamı olarak görülebilir. Eğer bu güvenlik anlaşması uygulanırsa, hâlâ İsrail işgali altındaki Suriye Golanı’nda ve 8 Aralık’tan sonraki Dara vilayetindeki son İsrail ilerlemeleri altında ezilen Suriye halkı açısından tam bir ihanet anlamına gelecektir.

Görüşmelere yakın kaynaklara göre, Suriye ile İsrail arasında güvenlik anlaşmasına varma çabaları, İsrail’in Suriye’nin güneyindeki Süveyda vilayetine “insani koridor” açma talebi nedeniyle son anda tıkandı. Suriye ve İsrail, ABD arabuluculuğunda Bakü, Paris ve Londra’da aylardır süren görüşmelerin ardından genel hatlar üzerinde anlaşmaya yaklaşmıştı; bu görüşmeler, BM Genel Kurulu’nun toplanmasından hemen önce hız kazanmıştı. Anlaşmanın amacı, Temmuz ayında binlerce Dürzinin ölümüne yol açan mezhepsel şiddet olaylarının yaşandığı Süveyda vilayetini de kapsayan bir “askerden arındırılmış bölge” kurmaktı. İsrail’in “Dürzileri savunduğu” yönündeki propagandanın ötesinde, Siyonist devletin asıl hedefi Suriye’nin güneyini kendi hedefleri ve çıkarları doğrultusunda “askerden arındırılmış bölgeye” dönüştürmektir.

SDG ile 10 Mart Anlaşması: Hükümetin oyalama politikası

10 Mart 2025’te geçici Suriye hükümeti ile SDG (Suriye Demokratik Güçleri) arasında imzalanan anlaşma hâlâ uygulanmadı. Bu durum, iktidarın yerel taraflar karşısında bile taahhütlerine sadık kalmaktaki zafiyetini açıkça göstermektedir. Bu oyalama, rejimin Kuzey ve Doğu Suriye’deki çatışmayı sona erdirme yönünde gerçek bir iradeden yoksun olduğunu ortaya koymaktadır. Hükümet ciddi müzakere yürütmek, politik çözümler üretmek yerine askeri güç kullanarak amaçlarına ulaşmaya çalışıyor

Öte yandan SDG, Süveyda’daki kan gölünden yararlanarak taleplerini yükseltme ve gelecekteki müzakere masalarında daha güçlü bir konuma gelme fırsatı buldu. Nitekim şu anda Şam yönetimiyle yapılan görüşmelerde SDG güçlerinin ordu ve polis içine entegrasyonu gündemdedir; bu temas, Halep’teki Şeyh Maksud mahallesinde saatler süren çatışmaların ardından ABD Suriye özel temsilcisi Tom Barrack’ın açık talebiyle gerçekleşmiştir. Mevcut tablo, 10 Mart’ta Mazlum Abdi ile Şara arasında yapılan anlaşmanın, Fırat’ın doğusundaki Kürt, Arap, Süryani ve diğer tüm bileşenlerin temel siyasal ve toplumsal sorunlarını yansıtmadığının açık bir kanıtıdır.

Peki Kürtlere kendi kaderini tayin hakkını kim garanti edecek? Gerçekten de tüm bu karmaşık sorunların çözümü için “adem-i merkeziyetçilik” yeterli mi? Yoksa, Suriye’deki tüm toplulukların ve siyasi partilerin demokratik bir çerçeve içinde temsil edilmesi mi bu anlaşmanın eksik halkası? Ve nihayet, SDG veya Şam hükümeti emekçi yoksul halkta yana adil ekonomik politikalar uygulayabilecek durumda mı? Buradan çıkan sonuç açıktır: Kurtuluşun yolu, tüm halkların haklarını gözeten, eşitlik, özgürlük ve toplumsal adaleti sağlayan bir siyasal sistemin inşasından geçmektedir.

Seçim tiyatrosu: siyasi baskı ve halk iradesinin gaspı

Bu karmaşık siyasi tablo içinde, Suriye’de yakın zamanda yapılan parlamento seçimleri Şara yönetiminin dışlayıcı zihniyetinin çarpıcı bir örneği olmuştur. Bu seçimler, halkın gerçek temsilcilerini özgürce seçmesine olanak tanımayan, iktidarın otoritesini teyit eden bir siyasi tiyatrodan ibarettir.

Milletvekilleri halk tarafından değil, iktidarca belirlenen bir seçici kurul tarafından atanmakta; sandalyelerin üçte ikisi bu kurul tarafından, geri kalan üçte biri ise doğrudan Şara tarafından belirlenmektedir.

Seçimlerden hemen önce Kuneytra vilayetinde Halk Meclisi seçici kurulundan peş peşe istifalar yaşandı. Vilayet sakinleri, “iradelerinin çalındığını” ve “devrimcilerin dışlandığını” öne sürerek Yüksek Seçim Komitesi’ni protesto etti. Yedi üye görevlerinden ayrılarak, makam peşinde olmadıklarını, fakat “komploya, dışlamaya ve devrim sembollerine karşı açık önyargıya” itiraz ettiklerini açıkladılar.
Bu göstermelik seçimlerle Şara hükümeti, siyasal özgürlükleri tırpanlamaya ve iktidarı tekelleştirmeye dönük çabalarına devam etmektedir. Ülkedeki her türlü demokratik veya siyasal değişim girişimi bastırılmakta; seçimler yalnızca iktidarın siyasal denetimini genişletme aracı işlevi görmektedir. Ancak aynı zamanda bu seçimler, halkına hiçbir ciddi çözüm sunamayan bu yönetimin başarısızlığını da gözler önüne sermektedir.

Süveyda’daki abluka derhal son bulmalıdır!

Süveyda meselesine çözüm bulmak için uluslararası ve bölgesel düzeyde çeşitli görüşmeler gerçekleşti. Ürdün arabuluculuğunda Dışişleri Bakanı Şeybani’nin Tom Barrack ile yaptığı görüşmenin ardından bir yol haritası açıktı. Bununla birlikte, bütün bu görüşmeler ve açıklamalar krizin temelinde geçici hükümetin dışlayıcı, antidemokratik politikaları olduğunu örtme işlevi görüyordu.

Süveyda’da yaşanan kriz tamamen siyasidir: iktidar kendisini “geçici” değil “istikrarlı” bir yönetim olarak görmekte, devleti kendi mülkü saymakta ve vizyonunu tüm Suriyelilere dayatmaktadır. Heyet Tahrir el-Şam’ın hegemonyasını reddeden herkesin payına ise marjinalleşme, dışlanma ve nihayet katliam düşmektedir.

Öte yandan bu süreçte Süveyda’nın en önemli politik figürüne dönüşen Şeyh Hikmet el-Hicrî, Şam hükümetiyle herhangi bir anlaşmayı kesin bir dille reddetti; uluslararası müdahale, insani koridor ve hatta ayrılık talebinde bulundu. Ancak Dürzi topluluğun çeşitli kesimleri ve önderleri bu öneriye katılmadı.

Bu süreçte, Hicrî eski rejim subaylarının da dahil olduğu bir “askeri konsey” kurdu; bu adımla vilayet halkını tek bir bayrak altında birleştirmeyi ve kendisini bölgenin tek lideri olarak konumlandırmayı hedefliyor. Ayrıca, Şam yönetimine karşı SDG ile ittifak kurduğunu açıkladı. Son konuşmasında ise, yüzyıllardır “Cebel el-Arab” olarak bilinen bölge için “Cebel Başan” adını kullandı. “Başan” kelimesi, Tevrat ve kutsal kitaplarda geçen eski krallıklardan birine atıfta bulunur. Hicrî’nin bu isimlendirmeyle hem hükümete hem dış dünyaya hangi mesajı vermek istediği sorusu önemlidir.

Ancak asıl soru şudur: Bu siyasi proje gerçekten Süveyda halkının desteğine sahip mi?
Son günlerde vilayet içinden karşı sesler yükselmeye başladı. Dürzî dinî liderlerinden oluşan bir grup, yayımladıkları ortak bildiride “Cebel Başan” adını reddettiklerini ve Arap kimliklerini koruduklarını açıkladı. Aynı zamanda Temmuz ayında işlenen katliamların esas sorumlusunun Şara hükümeti olduğunun altını çizdiler.

Bugüne dek Süveyda için siyasal bir çözüm yönünde yeni bir gelişme yaşanmadı; fakat acı gerçek şu ki vilayette iki haftadır un bulunmuyor ve halkın insani durumu günden güne kötüleşiyor. Bu da yaklaşan bir insani felakete işaret ediyor. Süveyda’dan gelen son bilgilere göre, hükümetin kontrol noktaları vilayete girişleri sıkı biçimde kısıtlayarak, her tür malzemenin içeri sokulmasını engelliyor.

Tek çözüm, kuşatmanın derhal ve koşulsuz olarak kaldırılması, Süveyda halkının demokratik haklarının güvence altına alınmasıdır. Siyonist devlete karşı bölgede set çekilmesi, Dürziler ve Suriye halkının tüm bileşenlerinin siyasi sürece dahil edilmesiyle mümkün olabilir.

Dış güçlerin desteğine oynamak

Tüm bu gelişmeler ışığında, geçici başkan Şara liderliğindeki hükümetin iç krizleri çözme peşinde olmadığı, ülkenin kaderini dış güçlerin nüfuzuna rehin bıraktığı net biçimde görülmektedir.

ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi büyük güçlerle kurulan ilişkiler ve İsrail’le yapılan şüpheli güvenlik anlaşmaları, hükümetin meşruiyetini ve iktidarını halk değil, dış destek üzerinden sağlamaya çalıştığını açıkça göstermektedir. Bu da Suriye halkının süregiden baskı, yoksulluk ve yıkım döngüsünün bedelini ödemeye devam etmesi anlamına gelmektedir.

Dış güçlere bel bağlamak ve halkın taleplerine kulak tıkamak, Suriye’yi sürekli bir tükeniş hâline mahkûm etmek demektir. Suriye halkı, demokratik hak ve toplumsal adalet özlemlerini hiçe sayan bu yıkıcı politikaların bedelini ödemeye devam ediyor.

Halkın özgürlük ve onur taleplerini temsil etmeyen bu geçici hükümetten gerçek bir çözüm beklenemez. Esad rejimini devirmiş olan halkın acil sorunlarının çözümü ancak kendi seferberliği ve siyasi mücadelesiyle mümkündür. Bu bağlamda, emekçi halkın özörgütlenme organlarının geliştirilmesi ve öte yandan geçici hükümete alternatif gerçek bir sosyalist siyasi seçeneğin inşası, içinde bulunduğumuz dönemin acil gereklilikleri olmaya devam etmektedir.